MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Batıyı dize getirerek batıya pencere açılır mı? Kıt kanaat geçinmesine rağmen babamın hemen her gün eve getirmeyi alışkanlık edindiği Tercüman Gazetesi’ni alır almaz derhal arka sayfasını çevirir, tüm spor haberlerini dikkatle okurdum. En çok da Galatasaray ve Metin Kurt’la igili olanları... Cim Bom’un Brian Birch’le fırtına gibi estiği yıllardı... Ülke siyasi ve sosyal çalkantılarla karanlık bir geleceğe doğru son sürat ilerlerken, gazete sayfalarından yoksul odama taşan her Sarı-Kırmızı destan içimi titretir, hülyalı başımı döndürdü. Pazar günlerinin ise ayrı bir önemi ve anlamı vardı benim için. Bahçeli bir evde yanyana oturduğumuz rahmetli dayımın küçük transistörlü radyosundan haftanın maçlarını büyük bir heyecanla dinlerdik. Yayındaki herhangi bir maç aniden kesilip, Galatasaray’ın karşılaşmasına bağlantı yapıldığı anda kalbim duracak gibi olurdu. Ani bağlantılarda mutlaka gol haberi verilirdi. Attık mı, yedik mi acaba?.. Genellikle atardık. Ve genellikle kazanırdık. Çocuk dünyama bir güneş gibi doğan Galatasaray’ın bana yaşattığı o sevinç ve gururla, bütün bir haftam mutluluk içinde sular seller gibi geçerdi. İşte benim deli gönlüm Galatasaray aşkıyla böyle doldu. Üç yıl üst üste gelen şampiyonluğun ardından fetret devri başladı. Birch’ün yumruğu kalkmaz oldu. Çocukluk kahramanım Metin Kurt bir meçhule doğru yolculuğa çıktı. Ama içimdeki Cim Bom aşkı her geçen yıl biraz daha büyüdü. Yeni bir şampiyonluk görmek için 14 yıl bekledim. Bu ülkede kimileri için bir ömür, kimileri için bir ömrün yarısı, kimileri için çeyreği sayılacak bir zaman diliminde sevinç ve gururun yerini kahır, üzüntü ve keder aldı. Ama Galatasaray sevgisi hep bakiydi. Sonra malum yıllar geldi. “Avrupa Fatihi” payesini aldığımız zafer ve gurur yılları... Dağa taşa “Cim Bom” yazıldığı yıllar... Ali Sami Yen’den yükselen coşkunun Asya’nın steplerinden, Afrika’nın cangılına kadar tüm yeryüzüne yayıldığı, sevinç gözyaşlarının sel gibi aktığı yıllar... Lakin rüya fazla sürmedi. Süreç iyi değerlendirilemedi. Kurum, kurumsallaştırılamadı. Camia içi çekişmeler, bölünmeler, atışmalar, yanlış hesaplar, vizyonsuzluk, ufuksuzluk, muhafazakarlık, riyakarlık, kibir, haset, koca camiayı için için çürüttü. Yüzyılda elde edilen kazanımlar, bir kaç yıl içinde heba edildi. Ve trend tersine döndü. Yıllarca alaturka yöntemlerle yönetilen Fenerbahçe yapılan hatalardan ders alarak kurumsallaşma yolunda dev adımlar attı ve yükselişe geçti. Ezeli rakibi yükselirken, Galatasaray düştü. Tahterevalli misali! Gelinen son nokta hepimizin malümu. Aynı günlerde gazetelerde çıkan iki haberi tekrar görüşlerinize sunuyorum sevgili okurlar: “Galatasaray uçağında rezalet. Amigonun biri Necati’yi yumrukladı. Futbolcular karşılık verdi. Uçak kalkamadı. Takım Konya’da mahsur kaldı. Bir yönetici amigolarla futbolcular arasında arabuluculuk yapmak istedi. Karakola gittiler. Şikayetçi oldular. Sonra geri aldılar!” “Fenerbahçe yönetimi Şükrü Saraçoğlu’na kreş yapmaya karar verdi. Aileleri stada çekmek isteyen Sarı-Lacivertli yönetim, küçük çocuğu olanların stada gelebilmesi ve daha rahat maç seyredebilmeleri için çocuklarını bırakabileceği bir kreş yaparak hizmete sokacak.” Bu tablo bir Galatasaraylı olarak benim içimi acıtıyor. Ezeli rakibimize gıpta ediyorum. Evet, biz Galatasaray olarak UEFA ve Süper Kupayı aldık. Bunu yaparken, tüm Avrupa’ya diz çöktürdük. Rakiplerimizi eze eze yendik. Ülkemizin dünyadaki en büyük markalarından biri olduk. Ama Batılı olabildik mi? Bırakın Batılı olmayı, hala “Batı’ya açılan pencere” olduğumuz iddiasında bulunabilir miyiz? Yukarıdaki iki habere bakarak sizce iki ezeli rakipten hangisi batıya açılan pencere? Batı medeniyet demektir. Medeniyet ise ayrıntılarda gizlidir. İşte iki ayrıntı: “Aylarca parasını alamayan futbolcuya dayak”, “Stada kreş”. Bu yazıyı içim kan ağlayarak yazdım. Ama gerçek bu. Gerçeklerden kaçılmaz. Aksine yüzleşmeliyiz. Ben yazmalıyım. Siz de okumalısınız. Özellikle de Galatasaraylılar! Okudukları bir kırbaç gibi yüzlerinde şaklamalı. Ve hepsinin benim gibi içi acımalı. Ki, yeniden doğalım... Onur sadece bir erkek ismi değildir Bugün kime sorsanız, “niçin yaşıyorsun” diye... Alacağınız cevapların yüzde doksanı, “onurum ve gururum içindir”. Ama gelgelelim pratik hayat böyle söylemiyor. Kaybettiğimiz yüzlerce hasletimiz içinde en başta gelenidir; onurumuz ve gururumuz. Onur ve gururun yerini pişkinlik ve yüzsüzlük aldığı içindir ki, her türlü arsızlık, hayasızlık artık bizlere normal gelebiliyor. Hani, neredeyse kültürel tarihimize yazacağımız bir özdeyiş haline gelen o meşhur klişemiz var ya, “Çalıyor ama iş yapıyor” şeklinde... İşte o misal!.. Kanıksadık, içselleştirdik, her türlü çirkefliği... Çalsın, çırpsın, talan etsin her tarafı... Yeter ki kapımızın önüne asfalt döksün! İşte biz koltuk erbaplarına böyle tapındıkça, onlar da gemi azıya alıyor. Yapıştıkları makamdan kazımak için süngü şekline sokulmuş ispatula gerekiyor! Lakin akıntıya karşı yüzen alabalıklar da yok değil ülkemizde... Yaptığı hatayı kabullenip, bedelini medenice ödeyen. Başkaları cezalandırmadan, kendi cezasını kendi veren... Ya da çürümeye karşı bayrak kaldırarak “ben sizden değilim” diyen... Veya dünya arenasında aldığı görevde adil olamayacağını görerek 23 yıllık koltuğunu terkeden... Etik adına, ahlak adına... Aslında onları kutsamak istemiyorum. Ama sayıları o kadar az ki... İsimlerini bir kez daha zikretmek zorunda hissediyorum kendimi. Muktedirlere inat! Mehmet Özdilek, Selahattin Aydın, Uğur Erdener, Metin Tokat... Onurun dahi ağlatılabildiği bir ülkede dimdik ayakta durabildiniz. Onurunuzla birlikte... Sağolun, varolun...

YORUM YAZ