‘’Protokol!‘’
Oynanmamış bir maçı daha var. O da Fenerbahçe ile! Durum pek ümitli gözükmüyor. Son şanslarından biri olabilecek dünkü maçı da hocası Hacıbegiç hediye etti. O konuya geleceğim. Önce sahada olmayan seyirci ile protokol tribünü esnafından bahsedeyim.Bu sezon Diyarbakırspor küme düşerse bunda en büyük suç, taraftarınındır. Sık sık çıkardığı olaylarla takımının ceza almasını sağladığı için... Her ne kadar Kırmızı-Yeşilli ekip, seyircisiz maçlarda 7 puan toplamış olsa bile... Asıl zarar, takımın kaybolan motivasyonudur. Şiddet eylemlerinin futbolcular üzerindeki psikolojik tahribatının telafisi kolay kolay mümkün değildir. Dünkü maçta tribünler boş olmasına rağmen, alınan olağanüstü güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Yabancı biri için ilk başta anlaşılmaz bir durum! Lakin, protokol tribününün halini görünce, önlemlerin az olduğunu dahi düşünebiliyorsunuz. Maç bitiminde polis kalkanlarıyla soyunma odasına giden hakemlere edilen küfürler, atılan yabancı maddeler ve koridorda saldırıya uğramaları cezanın asıl kimlere verilmesi gerektiğini gösteriyordu. Normal seyirciyi cezalandırarak tribünlere sokmayan zihniyet, bu ülkede stat terörünün asıl kaynağı olan protokol tribününe nedense ses çıkaramıyor! Seyircisizse, orası da seyircisiz olmalı. Adalet bunu gerektiriyor.İlk yarı boyunca gol pozisyonu bulamayan, Sivas kalesine tek bir şut bile çekemeyen Diyarbakırspor, 7. ile 10. dakikakalar arasında 3-0 geriye düşmediyse, bunu biraz şansına, biraz da Sivas forvetlerinin beceriksizliğine borçlu. Hacıbegiç, Türk futbolunun gelecekte yıldız isimlerinden biri olabilecek genç Burhan’ı kenarda tutmuş, futbolu kafasında tamamen bitirmiş olan Ender’i sahaya sürmüştü. Ender de dünkü oyunuyla Diyarbakır’ı bitirdi. Ona Mohamed, İlyas ve evlere şenlik hatalar yapan defans da eklenince, “Üç gün üç gece oynasalar Sivas bu maçı alır” dedirtecek bir 45 dakika yaşadık. İkinci yarıya Ender’in yerine Rakoviç’le başlayan Hacıbegiç, bir kaç dakika sonra Burhan’ı da sahaya sürünce, Diyarbakır oyunu tamamen Sivas yarı sahasına yıktı. Kalla, Hakkı ve Petkoviç’in iyi oyununa rağmen arka arkaya pozisyonlar buldu. Bunlardan sadece birini değerlendirdi. Zaten atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Heba olan 45 dakika çok arandı. Son saniyelerde, sazı çoktan duvara asmış olan yılların eskitemediği genç oyuncu (!) Oktay Derelioğlu’nun kurtarıcı olarak oyuna girmesi ise, sanırım hoş bir şakaydı...Konya-Fener maçının olay hakemi Özgüç Türkalp, o karşılaşmadan sonra ilk kez Süper Lig’de düdük çaldı. Aslında bu, dünkü maç için riskli bir atamaydı. Ancak önemli bir hata yapmayan genç hakem kendisine güvenenleri utandırmadı. Ama Diyarbakır protokolüne yine de yaranamadı!
‘’Arka Bahçe‘’
SimurgKuşların hükümdarı Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix), 'bilgi ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği, gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, tevhid, hayret ve yokluk vadileri... Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. 'Aşk denizi'nden geçmişler önce...'Ayrılık vadisi'nden uçmuşlar...'Hırs ovası'nı aşıp, 'kıskançlık gölü'ne sapmışlar...Kuşların kimi 'aşk denizi'ne dalmış, kimi 'ayrılık vadisi'nde kopmuş sürüden...Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını... Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi 'şaşkınlık' ve sonuncusu olan yedinci vadi 'yokoluş'ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki, dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki, sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:Farsça 'si' otuz, 'murg' ise kuş anlamına geliyormuş.Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki, 'Simurg' 'otuz kuş' demekmiş. Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg'muş. Otuz kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.2000 yılında Türk Futbolu'nun en büyük zaferine imza attıktan sonra ihtirasına yenik düşenlerin başarıyı paylaşamaması nedeniyle darmadağın olan Galatasaray, o günden beri kendi kurtarıcısını, yani 'Simurg'unu arıyor. Bu Simurg; kâh bir teknik direktör, kâh yıldız bir futbolcu, kâh zengin bir başkan kimliğinde camianın hayalinde tezahür ediyor. Lakin, çıktıkları bu uzun ve zorlu yolculukta geçilen her vadide, engebede yavaş yavaş eksiliyor Sarı-Kırmızılılar...Bırakıp gidenler, yorulup düşenler oluyor. Bu yolculukta; şaşkınlık var, kişisel tatminsizlik var, hırs var, kıskançlık var, basiretsizlik var, ihanet var...Yolun sonuna geldiklerinde o kadar azaldılar ki, kala kala bir avuç kaldılar. Son vadi 'yokoluş'u da aşıp Kaf Dağı'nın zirvesine vardıktan ve 'Simurg'un orada olmadığını gördükten sonra tam ümitlerini tüketmişlerdi ki, aslında aradıkları 'Simurg'un kendileri olduğunu kavradılar. Başta futbolcular olmak üzere...Bugün Galatasaray, her alanda gerisinde kaldığı Fenerbahçe'yle soluk soluğa bir şampiyonluk mücadelesi veriyorsa, bunun nedeni futbolcuların, teknik heyetin ve bir kaç yöneticinin kendi güçlerinin farkına varmasıdır. Hepsinin birer 'Simurg' olmasıdır. Her türlü engele, yokluğa, yoksunluğa ve ihanetlere rağmen verdiği olağanüstü mücadeleyle Galatasaray, tarihinin en anlamlı şampiyonluklarından birine koşuyor.Yönetici Fatih Gökşen'e, "Bu yıl ki şampiyonluk, UEFA Kupası'ndan bile önemli" dedirten de, Galatasaray'ın içinde bulunduğu bu özgün durumdur. Kendi seyircisi tarafından bile yapayalnız bırakılan bu otuzküsur insanın her biri, adeta küllerinden doğarak gerek sahadaki rakiplerine, gerekse saha dışındaki güçlere karşı bir onur ve gurur savaşı veriyor. Galatasaray'ın, bundan önce UEFA Kupası kazanıp da tarih sahnesinden silinen İpswich Town, Eintracht Frankfurt, Napoli gibi takımlarla aynı akıbeti paylaşacağını iddia edenler, umanlar, bekleyenler boşuna hevesleniyor. Zira, kendi potansiyellerinin farkına varan bu bir avuç kahramanın destansı mücadelesi, gelecekteki yeni Avrupa zaferlerinin müjdesidir. Galatasaray'ın bu silkinişi, Ulu Önder Atatürk'ün Türk gençliğine hitabesindeki, "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" şiarının yaşamda vücut bulmasıdır. Ve genç nesillerin, bu anlamlı başkaldırıştan çıkarması gereken çok ders vardır. Yıllarca tekrar tekrar okumaları gereken...
‘’Bu ne şiddet bu ne celal?‘’
Sivasspor maça anlaşılmaz bir gerginlik içinde başladı. Sahada futbol oynamak yerine tribünleri hakemin aleyhine tahrik etmek için elinden geleni yapan futbolcular vardı, ev sahibi Sivasspor’da... Balili gibi, Musa Kuş gibi, Hakkı Hocaoğlu gibi... Onlara Gençlerbirliği’nden Uğur Boral da ayak uydurunca, bir futbol müsabakasından çok gladyatör savaşına tanık olduk adeta... Birbirlerine acımasızca giren, dirsek atan, ağız dalaşı yapan, zaman zaman itişip kakışan futbolculara, çalınmayan düdüklerde yerde bir kaç takla atıp seyirciyi galeyana getirmek isteyenlerle, her geçen dakika kontrolü kaybederek ters kararlar veren ve yardımcılarıyla anlaşamayan hakem de eklenince, yine futbol yazamayacağız diye endişe etmeye başladık. Her iki takım adına da iyi niyetin olmadığı ilk 45 dakikada doğru dürüst bir pozisyon yaşanmazken, karşılıklı iki gol atılması, futbolun garip cilvelerinden olsa gerek. Gençlerbirliği’nin golünde Uğur Boral’ın klası ile topun çizgiyi geçtiğine hükmederek santraya koşan yan hakem Hakan Atilla Gökbilgin’in dikkati ve görüşü önemli rol oynadı.İkinci yarıda ise sahada futbol vardı. Sanki birileri soyunma odasında futbolcuların kulağını çekmişti! İki takım da atak bir futbol sergiledi. Tempo ve mücadele üst düzeydeydi. Ancak ne var ki, pozisyon zenginliği yoktu. Bunda en önemli etken, iki takımın defans oyuncularının başarısıydı. Sivasspor’da Kalla, Gençlerbirliği’nde Risp hatasız oynadılar. Zaten ilk yarıda sık sık yaşanan kargaşalarda bu iki futbolcu hep kenardaydı. Belli ki sadece futbol oynamaya çıkmışlardı. Sivasspor, sahaya alışılmışın dışında üç forvetle çıkmıştı. Önde Balili ile Da Silva, arkalarında da Musa Kuş. Lakin, her zaman “savunma futbolu oynatıyor” diye eleştirilen Lorant’ın bu düşüncesi dün işlemedi. Çünkü bu üç oyuncu savruk ve uyum içinde değildi. Zaten Balili sahada da değildi! Sivas Andersson’u çok aradı.Deplasmanların başarılı takımı Gençlerbirliği ise, tam kadro olmasına rağmen, geçmiş maçlardaki gibi etkili değildi. Sivasspor’un başarılı alan savunması karşısında fazla pozisyona giremediler. En büyük kozları Isaac, Kalla ile Hakkı’nın tatlı sert oyunu karşısında etkisizdi. Ayman’ın çalışkanlığı, Uğur Boral ile Mehmet Çakır’ın çabaları yenilgiyi önleyemedi.Onlar da daha sakin olmalı. Zira, her hakem, Uğur Boral ile Eren Aydın’ı sahada tutan dünkü Çetin Sarıgül gibi hoşgörülü olmaz!
‘’Arka Bahçe‘’
Kendi yaldızlarını kendi kazıyan yıldızlar2002 yılında İran’da yapılan Dünya Serbest Güreş Şampiyonası için Tahran’dayım. Sabah seansından sonra verilen aradan faydalanarak kenti dolaşıyorum. Babasıyla birlikte gezen 7-8 yaşlarında bir çocuk gözüme çarptı. Üzerinde Galatasaray forması var. Formanın numarası 11. Numaranın hemen üstündeki futbolcu adı ise, Hasan Şaş. Yanlarına yaklaştım ve selam verdim. Türk olduğumu söyledim. Baba az da olsa Türkçe biliyor. Hemen oğluna döndü ve benim Türk olduğumu söyledi. Çocuğun birden gözleri parladı. Hasan Şaş’ı ve Galatasaray’ı ne kadar sevdiğini anlattı. Bir gün onunla tanışabilmeyi hayal ettiğini söyledi. Baba da oğluyla aynı duyguları paylaştığını belirtti. Hasan Şaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde ve Dünya Kupası’nda tüm müslümanların gururu olduğunu dile getirdi ve ekledi: Onu görürsen bizden selam söyle. Şunu bilsin ki, İran’da onun için çarpan milyonlarca yürek var. Bir başka ülkede, kendi ülkemin futbolcusunun böylesine sevilmesine ve çocukların rüyalarını süslemesine şahit olmam benim için olağanüstü bir duyguydu. O anda Hasan Şaş’la ne kadar gurur duyduğumu anlatmamın imkanı yok. Aslında İran’lı baba onunla ilgili eksik söylemişti. Zira yalnız İran’da değil, yeryüzünün başka coğrafyalarında da Hasan Şaş için çarpan milyonlarca yürek vardı. Bunu gerek kendi deneyimlerimden, gerekse değişik ülkelere seyahat yapan başka meslektaşlarımın anlattıklarından biliyorum.Hasan Şaş, bugün hala Hakan Şükür’le birlikte dünyada en fazla tanınan ve sevilen Türk futbolcusu. Ancak ne var ki kendisi, ya bunun farkında değil, ya da gelmiş olduğu noktayı kavrayamıyor veya önemsemiyor. Gerek sahadaki, gerekse saha dışındaki davranışlarıyla her geçen gün sempatisini yitiriyor, biraz daha antipatik oluyor. Futbolunun geriye gitmesi bir yana, ya rakiple dalaşıyor, ya rakip seyirciyle, ya da hakemlerle... Rakipten veya hakemlerden dalaşacak kimse bulamazsa, bu kez kendi takım arkadaşlarına bulaşıyor. Sürekli bir gerginlik içinde. Hırsı aklının önünde gidiyor. Daha da kötüsü, hırsla, hırçınlığı, öfkeyi ve çirkefliği birbirine karıştırıyor. Birileri kendisini “köyün delisi” ilan etmiş. O da bu deli rolünü öylesine benimsemiş ki, her platformda oynamaktan geri kalmıyor. Aklınca delilik yaparak sevimli olacağına inanıyor. Gerçekten deli olsa belki sevilir ama değil. Zira delilik ile dahilik arasında ince bir çizgi olduğu hep yazılır, çizilir. Hayatı filme çekilen ve ülkemizde de “Akıl Oyunları” adıyla gösterilen matematikçi John Nash’in hikayesini bilmeyen yoktur. Hasan Şaş’da dahilik emareleri gören var mı bilmiyorum. Ama ben göremiyorum. O, işi deliliğe vurmuş gidiyor. Kendince bir yol tutturmuş. Lakin, hırçınlığıyla kalpleri, gönülleri kırıyor. İnsanları kendisinden uzaklaştırıyor. Onun yediği küfürlere, kafasına atılan maddelere hep birlikte karşı çıkmalıyız. Onunla birlikte isyan etmeliyiz. Fakat Hasan Şaş da, Galatasaray geleneklerine, terbiyesine, o formanın ağırlığına yakışacak devranışlar sergilemeli. Yıldızlar, sadece futbolculuklarıyla değil, efendilikleri, toplum içindeki saygınlıkları ve ağırlıklarıyla da yıldızlık mertebesine ulaşırlar. Gerçek bir yıldız olmanın başka yolu yoktur. Metin Oktay’ın aradan geçen bunca yıla karşın hala gönüllerde taht kurmasını nasıl izah edebiliriz? Üstelik Hasan Şaş’ın Metin Oktay’a kadar gitmesine de gerek yok. Yanıbaşındaki Ergün Penbe’ye baksın yeter!Şeref Eroğlu’nunBakan’la pazarlığı!Türk güreşi denince akla gelecek ilk isimlerden biri, hiç kuşkusuz Şeref Eroğlu’dur. Eroğlu, Hamza Yerlikaya ile birlikte Ata sporumuzun son 13 yılına damga vuran güreşçidir. Yurtdışındaki Dünya ve Avrupa Şampiyonaları’nda biz basın mensupları da adeta sporcularla birlikte minderde güreşiriz. Onlar yenince, kendimiz yenmiş gibi seviniriz, yenilince de yaşadıkları hüznü yüreğimizin derinliklerinde hissederiz. Biz de onlarla ağlarız, onlarla güleriz. Kürsünün en üst basamağına çıktıklarında yaşadığımız gururu bir biz biliriz, bir de Tanrı. Şeref Eroğlu da bizlere bu gururu yaşatan güreşçilerimizin başında gelir. Kendisini insan olarak da seven biriyim. Onun dostuyum. Bunu kendi de bilir. Müzmin hastalığına karşın minderde verdiği olağanüstü mücadeleyi takdir ederim. Keza açık sözlüğünü de... Lakin, gelgelelim Şeref Eroğlu son zamanlarda minderdeki başarılarıyla değil de, verdiği ilginç demeçlerle, bazı sporcu ve spor adamlarıyla girdiği diyaloglarla gündeme gelmeye başladı. Bir sporcuya yakışmayacak üsluptaki tartışmaların içinde buluyoruz kendisini. Belki, kaybetmenin verdiği öfkeyle böyle davranıyor ama kaybetmenin erdemini de keşfetmek gerek! Kaybederken de kazanmayı bilmek gerek. Yenilgilerden ders almak gerek. Kaybedince susmak, kendi içine çekilmek, nerede hata yaptığını bulmak ve ona göre kendine yeni bir yol haritası belirlemek gerek. Ama Şeref Eroğlu böyle yapmıyor. Sanki kaybetmek çok yüz kızartıcı bir suçmuş gibi dikkati başka yönlere çekme çabası içine giriyor. Kendinden başka herkesi suçluyor. Dolayısıyla her kaybı, gelecekteki başka kayıpları da tetikliyor. Geçen yıl ki Dünya Şampiyonası’nda, elenmesinin hemen ardından Türk güreşinin duayenlerinden Ahmet Ayık’a ağır ithamlarda bulunmuştu. Gereksiz ve çirkin bir tartışmayı başlatmıştı. Şimdi de onu, Milli Takım’ın Dünya Kupası’nda zirveye çıkması sonrası Bakan Mehmet Ali Şahin’le basın önünde ödül pazarlığı yaparken gördük. Çok çirkin bir pazarlıktı. Ayrıca söz konusu turnuvada Eroğlu tüm maçlarını kaybetmişti. Bakan’la pazarlık yapacak en son sporcu kendisi olmalıydı. Böylelikle Bakan’ın medyanın önünde kendisini azarlamasına da zemin hazırlamamış olurdu. Şeref Eroğlu bu tarzıyla giderek prestijini sarsıyor. Şeref Eroğlu, susmalı ve minderde konuşmalı. Türk halkının ondan beklentisi budur. Son söz: Bu ona dost uyarısıdır.
‘’Pranga‘’
Öyle ki, korku dürtüsü olmayan herhangi bir türün varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Başta futbol olmak üzere tüm spor müsabakalarında kazananı ve kaybedeni belirleyen parametrelerden biri de, teknik adamların ve oyuncuların yaşadığı korkudur. Gelgelelim, korku duygusunun dünkü maçın ilk yarısındaki kadar abartıldığı bir maç seyretmedim desem yeridir. Gerek Çaykur Rizespor, gerekse Ankaragücü, küme düşme korkusunu öylesine yoğun bir şekilde beyinlerine nakşetmişler ki, yaşadıkları bu duygu bir psikoza dönüşerek ayaklarında pranga olmuş çıkmış. İki takım futbolcuları da öylesine acemi işler yaptı ki, bunun bir Süper Lig maçı olduğunu bilmeyene anlatmanın imkanı yoktu. Akılalmaz pas hatları, rekor sayıdaki top kayıpları, ıska geçmeler, rakip kalelere doğru dürüst bir şut bile atılamaması, duran topların komik bir şekilde harcanması ilk yarının özetiydi. Sanki bir futbol maçı değil de, langırt oyunuydu seyrettiğimiz. Top, Güvenç Kurtar ile Hikmet Karaman’ın ördüğü iki duvar arasında gitti geldi. Arada bir sekti, iki kaleye gitti. Onlar da ya auta çıktı, ya da kaleciler topu adeta bir karpuz gibi yakaladı.İkinci yarı ise bambaşka bir görüntü vardı Rize Atatürk Stadı’nda. Sanki iki teknik adam da futbolcularını adeta kıpırdayamaz hale getiren prangaları devre arasında soyunma odasında söküp atmıştı. Belki de işe önce kendilerinden başlamış ve yüreklerindeki korkuyu silmişlerdi. Özellikle de Güvenç Kurtar. Hakemin başlama düdüğüyle birlikte rakip kaleyi ablukaya alan Çaykur Rize’nin temposuna Ankargücü de ayak uydurunca ortaya keyifli bir mücadele çıktı. Golü bulana kadar Rize, golden sonra da Ankaragücü baskılı bir futbol sergiledi. Konuk takımın atakları, Rize defansı ile Zdravkov’un ellerinde erirken, ev sahibi ekip ise bulduğu kontrataklarda yanlış pas tercihleri nedeniyle farkı açamadı. Hakem Yunus Yıldırım, zorluk derecesi yüksek müsabakada rahat bir yönetim çıkardı. Kartlarına başvurmadan tansiyonu düşürmesini bildi. Bunda iki takım futbolcularının iyi niyetinin de rolü vardı. Darısı diğer maçlarına başına...
‘’Arka Bahçe‘’
İnsan bazen yanılmalıdırZira doğruyu bulmanın tek yolu budur. Uygarlık tarihi yanılgılar üzerine kurulmuştur. Birileri yanılır, birileri de onun yanılgılarından gerçeğe ulaşır. Bazen ve nadiren de kişi, kendi yanılgılarından dersler çıkarır. Yanılgısı onun ışığı olur. Yanılgı bir haktır, gerekliliktir, zorunluluktur. Ve yanılmak, yenilmek gibidir. İkisi de acı verir. Ama bu, ozanın “bal eylediği acı” türünde bir acıdır. Tatmak gerekir! Ki, yanılmamayı ve yenilmemeyi öğrenelim. Şu kısacık hayat serüvenimizde hangimiz yanılmadık ki? Yanlış tercihler, yanlış kararlar vermedik... Bu kaçınılmazdır. Yeryüzünün en mükemmel canlısı olmamız bile yanılgılarımızı, yanlışlarımızı engelleyemiyor. Kusursuzluğa giden yolun kilometre taşları ölümcül hatalarla örülür. En çok yanılan, en çok çalışandır her zaman. Yanılan insan, eylem insanıdır. O nedenle yanılmaktan korkmaz. Defalarca yanılır. Her yanılgısı, aslında ufuktaki zaferinin müjdesidir. Bunu bilir. Bu bilinçle hareket eder. Gerek meslek, gerek iş, gerekse sosyal hayattaki konumumuzu belirleyen, yanılgılarımız ve bu yanılgılarımız karşısında aldığımız tavırdır. Gazetecilik mesleği yanılgıyı en az kaldıran meslektir. Telafisi mümkün değildir. Gazetecilikte yapılan hata, kurşunun namluyu terketmesi gibidir. Önce okuru, ardından da hatayı yapanı vurur. Ben de her insan gibi çok yanıldım, çok hata yaptım. Yanılmaya ve hata yapmaya da devam edeceğim. Her ne kadar bu meslekte yanılmamaya olağanüstü derecede özen göstersem de...Geçtiğimiz hafta bu köşede Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın merhume anasına edilen küfürler nedeniyle bir yazı yazdım; “Aziz Bey’in anası benim de anamdır” başlığıyla... Anasına edilen küfürler nedeniyle her platformda haklı olarak öfkeli açıklamalar yapan Başkan Yıldırım’ın bu konuda yalnız bırakıldığını ve onun mücadelesine destek verilmesi gerektiğini savundum. Onu küfre karşı verilen mücadelede “bayrak” olarak kabul ettim. Ve herkesi onun yanında, arkasında olmaya çağırdım.Yanılmışım.Aziz Bey samimiyet sınavından çakmıştırYanıldığımı yazının çıktığı gün ve müteakip günlerde öğrendim. Şükrü Saracoğlu Stadı’ndaki derbi maçında, Beşiktaş’ı hedef alan “İtaat et” pankartı açılmış ve “İt” harfleri siyah-beyaz zemin içerisinde gösterilmişti. Yani koskoca camiaya “İt” denilerek hakaret edilmişti. Ve aynı 19 Mayıs gösterilerinde olduğu gibi, bu yazı birileri tarafından seyirciler organize edilerek tribünlere yazılmıştı. Her birinin eline birer harf verilmek suretiyle... Ben bunu, kendi köşemi yazmadan önce görmemiştim. Daha doğrusu sözkonusu pankart, maç ertesi Türk medyası tarafından Türk okurundan saklanmıştı. Yazımın çıktığı gün gelen maillerden ve bir kaç spor yazarının konuyu köşelerine taşımasından sonra bu pankarttan, ilaveten Şükrü Saracoğlu Stadı’nda Tümer Metin’e edilen küfürlerden haberim oldu. İşte yanılgılarıma bir yenisi daha böyle eklendi. Türk medyasının tutumu, benim bunu bilmemem için mazeret değil. Çünkü ben de bu medyanın bir parçasıyım.Geçen hafta yazdığım yazının büyük bölümünün bugün de arkasındayım. Küfür yiyen Aziz Yıldırım’ın anasını bugün de kendi anam olarak kabul ediyorum. Merhumeye küfür edenleri sonsuza kadar lanetliyorum. Lakin Aziz Bey’i, küfre karşı verilen mücadelenin öncüsü olarak görmüyorum. Hele arkasından gidilecek bir kahraman olarak asla... Aziz Bey, küfür konusunda samimiyet sınavından çakmıştır. Ezeli rakiplerini hedef alan o kahrolası pankartın Aziz Yıldırım’dan habersiz açılmasının imkanı yoktur. Kendisi, haberi olmadığını söylüyor. Bütün kamuoyu biliyor ki, Şükrü Saraçoğlu’nda ondan habersiz sinek bile uçamaz. Eğer haberi yoksa bile, bunu yapanlardan hesap sordu mu? Hayır. Bilakis, o organizasyonun arkasındaki muhtemel yöneticiyi yeni yönetimine alarak ödüllendirdi. O pankartın sorumlularını cezalandırmadığı müdeddetçe Aziz Yıldırım’ın küfre karşı yaptıklarının hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Eylem ve söylemleri, havanda su dövmekten ileri gitmeyecektir. Zaten hiç kimse de ona inanmayacaktır. Bu kirli ve paslı dünyada bir nefeslik temizlik için önce herkes kendi evinin önünü süpürmeli. Başta Aziz Yıldırım olmak üzere...O da her erdemli insan gibi yanılgısını kabul etmeli, Şükrü Saracoğlu’nu küfrün, hakaretin, tacizin ve şiddetin olmadığı bir futbol mabedi haline getirmeli.Dürüstlük adına, samimiyet adına, insanlık adına, futbolumuz adına...
‘’Düşme modu‘’
Cezası nedeniyle Gençlerbirliği’ni Adana’da konuk eden Malatyaspor için 5 Ocak Stadı adeta ödül gibiydi. Pırıl pırıl bir hava, mükemmel bir zemin ve tribünleri dolduran binlerce coşkulu Malatyalı... Ancak ne var ki, Sarı-Kırmızılı takım o meşhur şarkının, “dönülmez akşamın ufkundayım, vakit artık çok geç” mısralarını andıran bir görüntü içindeydi. Kanatları çalışmayan, hücumda çoğalamayan, orta alanda organize olamayan, iki pası biraraya getiremeyen, ikili mücadelelerde yerden kalkamayan, cezaalanına dahi girmekte zorlanan Malatyaspor’un gol bulabilmesi, karambollere, uzaktan şutlara ve bolca şansa kalmıştı. Nitekim attıkları tek gol de, Bilal’in bireysel çabasıyla cezaalanına sokulup, uzaktan attığı şutla geldi. Zaten ondan başka da sonuca etki edecek bir oyuncu yoktu. Çekler’in varlığı ile yokluğu belli değildi. Mustafa Özkan, Emrah Eren, Volkan Bekiroğlu, Mert Korkmaz, Sertan Eser gibi oyuncular kontenjan senatörü gibiydi. Kendi sahasında dahi bir kaç yüz kişiye oynadığı için deplasman endişesi olmayan Gençlerbirliği de, aslında ahım şahım bir futbol oynamamasına rağmen, çabuk, hızlı, fizik gücü ve tekniği yüksek, bire birde etkili oyunculardan kurulu, daha derli toplu, disiplinli bir takım olduğu için sonuca gitmekte zorlanmadı. Oyunu genelde kendi sahalarında kabul ettiler. Kazandıkları toplarla çabuk ve süratli bir şekilde kontratağa çaktılar. İkinci yarının ortalarından itibaren Malatyaspor risk alınca bol pozisyon buldular. Daha farklı galip gelememelerinin sebebi, Isaac’in sakatlanarak oyundan çıkması ve Fevzi’nin kurtarışlarıydı. Konuk takımda Risp, İsmail Güldüren, Mehmet Nas ve Uğur Boral iyi oyunlarıyla biraz daha öne çıktılar. Hakem Fırat Aydınus hatasız bir yönetim gösterdi. Sahaya hakimdi. Kartları yerindeydi. Faul gerekçesiyle saymadığı golü, bizim tribünden yorumlamamız zor. Erman Hoca bilir! En büyük artısı ise, devre arasında kendisini tünele götürmek için gelen polisleri geri göndererek, tribünlerin tansiyonunu düşürmesiydi. Sosyal psikolojiyi iyi bildiği belli. Bu formuyla ilk derbiyi alması kuvvetle muhtemel.
‘’Arka bahçe‘’
Aziz Bey’in anası benim de anam...Keza Hasan Şaş’ın da... Statlarda analarına küfür yiyen tüm sporcu ve spor adamlarının da... Onların anası sizin de ananız olmalı. Siz derken; siz sağduyulu sporseverlere sesleniyorum. Küfür edenlere değil. Zira o güruhu imana getirecek bir misyonu kendimde görmüyorum. Getirecek birileri olsa da, laftan anlayıp imana geleceklerini sanmıyorum. Zaten bu satırları okumazlar da... Okusalar da, anlamazlar. Anlasalar da, bana da küfür ederler. O nedenle kendilerine bir şeyler yazmayı, hitap etmeyi anlamsız bulduğum bu garabeti yazı dışı bırakarak, onları tükürüklerinizle boğacak kadar çoğunlukta olan siz gerçek sporseveri göreve çağırıyorum. Siz sessiz çoğunluksunuz. Ama bu sessizliğinizle suça ve günaha ortak olduğunuzun farkında değilsiniz. Yanıbaşınızda yükselen feryatları duymuyorsunuz, duymazdan geliyorsunuz. Bilmiyor musunuz ki, Aziz Yıldırım’ın ya da Hasan Şaş’ın yerinde siz olsanız, sizin de analarınıza en aşşağılık küfürleri etmekten imtina etmeyecek bu zavallılar... Gelin, bugün bir empati yapın. Kendinizi küfür yiyenlerin yerine koyun. Onların anasını, kendi ananız belleyin. Neler hissedersiniz? Nasıl öfkelenirsiniz? Sizi doğurup, büyütüp bugünlere getiren en kutsal varlığınızın namusuna dil uzatıldığı için kendi kendinizi yemez misiniz? Sakın “ama” diye başlayan cümleler kurmayın. Aziz Yıldırım’ın kişiliğinden, tasvip edilmeyen bazı davranışlarından dem vurmayın. Fenerbahçe’ye ve Türk sporuna verdiği hizmetleri takdir etmekle beraber Aziz Bey’den, meslektaşlarıma karşı olan tutumundan dolayı ben de hoşlanmıyorum. Yöntemlerini asla tasvip etmiyorum. Ama onun da günahıyla, sevabıyla bir insan, dahası bir insan evladı olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum. “Utancımdan anamın mezarına gidemiyorum” diyecek kadar kendini çaresiz hisseden Aziz Yıldırım’ın küfüre karşı verdiği mücadelede yalnız bırakıldığına inanıyorum. Şimdilik kendilerine küfür edilmeyen diğer kulüp yöneticilerinin bırakın ona destek vermesini, içlerinde ellerini ovuşturanlar, hatta onun serzenişine “haddini bil” şeklinde cevap verenler bile var. Semirttikleri bu canavarın bir gün gelip kendilerini de yiyeceğini bildikleri halde... Şiddet sadece fiziksel saldırı değildir. Küfür de bir şiddettir. Ve bu yangın tüm statları, salonları sarmış durumdadır. Bunun önüne geçmenin tek yolu, topyekün bir savaştır. Güvenlik güçleriyle, federasyonlarıyla, kulüp yöneticileriyle, sağduyulu sporseveriyle, medyasıyla, hakemleriyle, hatta meclisiyle... Aziz Yıldırım’ın isyanıyla, Hasan Şaş’ın gözyaşlarıyla sona erecek bir savaş değil bu. Sadece onların savaşı da değil. Hepimizin savaşı olmalı. Susmamalıyız. Göz yummamalıyız. Onaylamamalıyız. Korkmamalıyız. Biz de öfkelenmeliyiz, isyan etmeliyiz, ayağa kalkmalıyız. Vakit geçirmeden Aziz Yıldırım ile Hasan Şaş’ın saflarında yer almalıyız. Onlarla omuz omuza gelmeliyiz. Bugüne kadar bin bir badirenin üstesinden gelmiş bir toplumuz biz. Bunun da geliriz. Bir avuç serseriye, çahpulcuya papuç bırakmayız. Yeter ki isteyelim. Yeter ki silkinelim. Bu spor bizim. Bu futbol bizim. Bu kulüpler bizim. Bu statlar bizim. Bu ülke bizim.Biz, kundaktaki bebeğini evinde bırakarak Aziziye tabyalarındaki askerine sırtında mermi taşıyan Nene Hatun’un torunlarıyız. Hepimizin anası birer Nene Hatun. Aziz Bey’in de, Hasan Şaş’ın da... Şimdi analarımıza sahip çıkmanın tam zamanıdır.Haydi...Alpay Özalan olmadıFatih Akyel verelim!Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmayan bir milli takım nasıl olmalı? Elbette yepyeni bir jenerasyonla yakın geleceği olmasa bile uzak geleceği kuracak bir yeniden yapılanma içine girmeli. Fatih Terim gibi bir liderden beklenen de bu değil midir? Ama görülüyor ki, o da giderek kendi özünden uzaklaşıyor. Yeni milli takım diye açıkladığı kadronun içinde Fatih Akyel’e de yer vermiş. Yunanistan’ın adı sanı bilinmeyen bir takımında bile tutunamayıp, elinde bonservisiyle kapı kapı kulüp arayan ve sonunda kapağı Trabzonspor’a atan Fatih Akyel’le nasıl bir gelecek hedefliyor acaba sayın Terim? Sanırım, altışar maç ceza alan cevval ve cabbar adamlarımız Alpay Özalan ile Emre Belözoğlu’nun boşluğunu Fatih Akyel ile dolduracak! Gerektiğinde sahada rakibe küfür edecek, saldıracak, tekme atacak, bedava penaltı yapacak, durup dururken kart görecek birine her zaman ihtiyacımız var zaten! Mevcutların içinde bu tanıma en iyi uyan futbolcunun Fatih Akyel olduğu da bir gerçek. Yazık değil mi Fatih Hoca’dan forma bekleyen Ümit ve Genç Milli Takımlar’daki onlarca yetenekli çocuğa. Her zaman örnek gösterdiğimiz Fatih Terim adaletine ne oldu?Dağ fare doğuruyor galiba... Ya da kızılderililerin o meşhur ata sözünde olduğu gibi, aynı suda iki kez yıkanılmaz mı, nedir acaba?Bu filmi Galatasaray’da da görmüştük ama...









































