Arama

Popüler aramalar

‘’Okan Koç! Tarık'ı unutma!‘’

İnsanı hem aciz kılan, hem de içinde taşıdığı umudun sürekli canlı kalmasını sağlayan, kendi yazgısını mutlak surette kontrol altına alamayışıdır. Ne var ki, insan iç ve dış dinanmiklerin birlikte belirlediği yazgısını kontrol altına alamayabilir ama yaşamının belli dönemlerinde yaptığı hamleler, verdiği kararlarla değiştirebilir. Kendi hayatının efendisi olarak. Ancak bu o kadar kolay değildir, elbette. Akıl, zeka, bilgi, öngörü, vizyon gerekir, insanın kendi hayatına sahip olabilmesi için. Bizim gibi geleneksel değerlerin hakim olduğu kaderci toplumlarda yetişen bireyler için ise durum daha da karmaşıktır. Akıl ve bilimden çok geleneklerin, hurafelerin, törelerin hüküm sürdüğü toplumlarda insanın çevresine örülen kalın duvarları ve kendini aşması pek mümkün değildir. Yeterli eğitimle donatılamadığı, donatılsa bile sahip olduğu bilgiyi doğru kullanamadığı için... Meslekleri ile eğitimlerini birlikte yürütme imkanı olmayan futbolcular, bu konuda en talihsiz kesimdir. Bunun üstüne bir de insani altyapı eksikliğini eklerseniz, bir futbolcunun bırakın kendi hayatının efendisi olabilmesini, başkalarının kölesi olması kaçınılmazdır. Futbolcuyu adeta kapatarak kendi oyuncağı haline getiren bu başkaları, kah menacer, kah antrenör, kah yönetici, kah eş - dost - arkadaş - ahbap kimliğinde karşımıza çıkmaktadır. Futbol dünyamızdaki sömürü mekanizması yıllardır bu şekilde işlemekte, yüzlerce yıldız futbolcu adayı da bu mekanizmanın çarkları arasında unufak olmaktadır. Bu futbolcuların son örneği Beşiktaş’tan Galatasaray’a geçen Okan Koç’tur. Ancak o, diğerlerine nazaran biraz daha şanslıdır. Zira ikinci hayatı yaşayabileceği bir ortama kapağı atmış durumdadır. İtiraf etmeliyim ki, Okan Koç, Okan Buruk’tan sonra beni heyecanlandıran ikinci futbolcudur. Ne yazık ki, yukarıda saydığım nedenler, kendi hataları, yanlış yönlendirmeler sonucu, bugün dünya çapında bir yıldız olabilecekken, boşa geçen yıllarını telafi edebilmek için Florya’da yeniden doğmaya hazırlanıyor. Verdiği demeçler yaşadıklardından ders aldığı yolunda. Umarım öyledir. Zira Galatasaray onun son şansıdır. Bu şansı değerlendiremediği takdirde, bir zamanlar İstanbul’u ayağa kaldıran Tarık Daşgün’ün kaderi onu bekliyor. Tarık gibi ansızın kayıverip boşlukta kaybolan bir yıldız olmak mı, yoksa Türk futboluna adını altın harflerle yazdıran bir fenomen olmak mı? Karar kendisinin... İşe bir devrim yaparak kendi hayatına sahip çıkarak başlarsa, yolu zaten yarılamış olacaktır. Aksi takdirde...

31 Aralık 2005, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Kaleci ile golcünün kesişen kaderleriOysa Şükrü Saraçoğlu’nun yeşil çimlerine yazılan bu trajedide hayata dair herşeyi bulabilmek mümkün. Bir yanda, aylardır sabırsızlıkla doğumunu beklediği bebeğine tam kavuştuğunu düşünürken, ölüm haberini alan ve buna rağmen takımıyla maça çıkan bir kaleci, diğer yanda ise uzun yıllar forma hasretiyle yanıp tutuşan genç bir golcü... Aslında galibi baştan belli olan bir randevu... Hayat birine en acımasız yüzlerinden birini gösterirken, diğerini sonsuz nimetlerinden biriyle ödüllendiriyor. Birine bu dünyada bir insanın yaşayabileceği en büyük acılardan birini tattırırken, diğerine yıllarca sabırla beklemenin karşılığını fazlasıyla sunuyor. Ama birinden alıp, diğerine vererek...Saraçoğlu’nun çimleri, aynı anda hem Semih’in alınteriyle, hem de Süleymanou’nun gözyaşlarıyla sulanabiliyor. İkisi birlikte bir iksir oluşturuyor, oynanan oyuna ruh katıyor. Hayatın futbol topuna düşen izdüşümü sanki, sahnelenen bu trajik oyun... Bizler ise sonradan öğreniyoruz, sahne arkasını... Kendimizi kazanan tarafın büyüsüne öylesine kaptırmışız ki, bir-iki yazarın dışında kayıtsız kalabiliyoruz yaşanan drama... Öyle ya!.. Nasıl olsa bu dram, bizim dramımız değil. Ama bize uzak da değil ki!.. Bir gün bizim de kapımızı çalacak. Biz de kaybedeceğiz. Biz kaybederken, belki birileri kazanacak. Bizim kayıplarımızın, acılarımızın üzerine basarak...İstese de, istemese de...Süleymanou’ya ve Denizlispor camiasına başsağlığı, rakibinin acısına kayıtsız kalmayan Semih’e meslek hayatında daha nice başarılar dilerken, sözü burada yazarlık yeteneğinin benden daha iyi olduğuna, ancak benim kadar şanslı olmadığına inandığım sevgili kardeşim Yusuf Turhan’a bırakıyorum. Dünyanın iki ayrı coğrafyasından çıkarak kaderleri Kadıköy’de çakışan bu iki adamın hikayesini bir de onun içli ve dokunaklı satırlarından sizlere sunmak istiyorum. 2006 yılının tüm insanlığa barış ve huzur getirmesi dileğiyle...Zafer ve gözyaşıO günü sabırsızlıkla ve büyük bir özlemle bekliyordu. Güneşin acımasızca yakıp kavurduğu kuru bir yaprak tanesinin, gökyüzünden yağmur damlasını beklediği gibi... Uzun zaman sonra ilk kez fırsat bulduğu formasını kendi evinde, taraftarının önünde sırtına geçirecek ve yeniden doğuşunu ilan edecekti.Ama aylardır kendisininkine benzer bir bekleyişin içinde olan rakibi onun kadar şanslı değildi. Birlikte nice güzel yılların hayalini kurduğu, biricik kızını henüz daha bir kaç günlükken kaybetmiş, daha adını bile koyamadığı, sarılıp öpemediği taze fidanının acısını yüreğine gömmüştü. Haber kendisine maçtan bir gün önce gelmişti. Bu tarifsiz ıstırabını takım arkadaşlarıyla bile paylaşamadan, iki direğin arasına bırakıvermişti yorgun bedenini...Hayat buydu işte...Forma hasretiyle yanıp tutuşan rakibi de, yıllardır içini yakan acısını bu maçta dindirmek için çıkmıştı sahaya... Acıların çarpışmasıydı sanki, sahadaki oyun... Umutlarını, düşlerini binlerce kilometre uzaktaki vatanı Afrika’da bırakarak sızısını dindirmek için o naif gövdesini kalesine siper eden yaralı yürek, tutamadığı ya da ellerinden kayıp giden her meşin yuvarlakta rakibinin acılarına son veriyor; gole ve başarıya susamış kara sevdalı genç adamın hayalini gerçeğe dönüştürüyordu. Yediği her gol sonrası biricik yavrusu için döktüğü gözyaşlarıyla bir başka kaybeden olan rakibinin yarasına adeta merhem oluyordu. Ne acımasız bir oyun bu böyle! Bilerek veya bilmeyerek başkalarının acısının üzerine basıp yükselmek, sevincini ve zaferini onların gözyaşlarıyla beslemek...Bazıları çektileri acılarını yüreklerine gömerek hayata tutunmaya çalışırken, örümcek ağına düşen bir kelebeğin çırpınışı gibi direnirken, bazıları da zafer ve gururlarını onların ıstıraplarının üzerine bina etmiyor mu?Oyunun kuralı bu olsa gerek... Hangi zaferin, hangi dirilişin, hangi doğumun, hangi ayağa kalkmanın hamurunda acı ve gözyaşı yok ki...Ne var ki anlaşma böyle... Kural koyucu hayatın kurallarını koyu ve net çizgilerle belirlemiş: Biri gülecek, biri ağlayacak, biri sevinecek, biri üzülecek, biri doğacak, biri ölecek... Çok acımasız ve yakıcı...Ve kahredici...

28 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Başka bir çocuk yapın benden size hayır yokAklınıza geldikçe içiniz ürperir, tüyleriniz diken diken olur. Tarifi imkansız bir hüznün sarmalında bulursunuz kendinizi. Sanki Shakespeare’in bütün trajedileri toplanmış, o bir kaç kelimeye sığmış gibidir. Bir yerlerde, birilerinin çektiği acının yüreğinizin taa en derinliklerine kadar değdiğini hissedersiniz. Kasılırsınız. Boş bakışlarla belli belirsiz oraya buraya bakarsınız. Gözlerinizi ufka dikersiniz. Göğsünüzde bir şeyler düğüm olur. Yutkunmak istersiniz, yutkunamazsınız. Bir an varlığınızı, hayatınızı sorgulama gereği duyarsınız. Her şeyin ne kadar boş ve anlamsız olduğu kanısına kapılırsınız. Tersyüz olursunuz. Öyle ki, belki de hiç bir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır. İşte bu yazının başlığına çıktığım ifadeler, bir kaç gündür bende böylesine derin bir etki yarattı. Allak bullak oldum. Kırk yıllık ömrümde beni bu kadar sarsan bir söz daha duymadım.Bu kahredici sözler, bundan yaklaşık iki hafta önce sonsuzluğa kanat çırpan 16 yaşındaki Deniz Bayındır’a ait. CHP Milletvekili Hüseyin Bayındır’ın tek çocuğu olan Deniz’in hikayesini gazetelerden, televizyonlardan duymuşsunuzdur. Beynindeki tümör nedeniyle iki kez ameliyat olan, fayda etmeyince İsrail’e giderek kök hücre nakli yaptıran, ancak buna rağmen hayata tutunamayan talihsiz Deniz, ilk ameliyatından önce bu dünyada kendisine kısacık bir rol biçildiğini hisseder ve annesine şöyle der: “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok.”Galatasaray yenildi Denizim de öyle...Bu sözleri Sabah Gazetesi’nde çıkan Eylem Bilgiç imzalı röportajda okuduğum günden beri, bir insanın hiç bir zaman alt edemeyeceği ölüme karşı nasıl bu kadar metanetli olabileceğini, dik durabileceğini kavramaya çalışıyorum. Nasıl bu kadar asalet sahibi olabileceğini de tabii... Yenildiğini anladığı anda bile geride bıraktıklarının mutluluğunu düşünecek kadar eşine az rastlanır bir asalet... Ve bu trajedide sporun bir başka yüzüne daha tanık oluyorum; biricik evlatlarının kum tanesi gibi avuçlarının içinden kayıp gitmesini önlemeye çalışan çaresiz anne-babanın, futbol sevgisiyle, renk aşkıyla çocuklarını hayata bağlama çabasına... Tıbbın bütün imkanlarının denendiği ama fayda etmediği umarsız bir hastalığı oğlunun Galatasaray sevgisi ile yenmek isteyen baba Hüseyin Bayındır bakın neler yapmış: “Yoğun bakımda yatıyordu. Galatasaray-Fenerbahçe maçı vardı. Ben de Galatasaray yenerse, Denizim de yener, gözlerini açar diye inandım. Oynanırken, onun kulağına maçı dakika dakika fısıldadım. Ama maalesef Galatasaray yenildi. Deniz de son raundda yenildi.”İşte böyle efendiler... Futbol sadece sizin bildiğiniz ve bizlere empoze ettiğiniz gibi bir oyun değildir. Futbolun bin bir çeşit yüzü vardır. Tıpkı hayatın olduğu gibi...Sizler bu naif oyunu ranta çevirirken, iktidarınızı onun üzerine kurarken, tepemizde tepişirken, birbirinizin boğazını sıkarken, birbirlerini kessinler diye holiganlar, çeteler beslerken, tribünleri yangın yerine çevirirken, toplumu kamplara bölerken, televizyon ekranlarını, gazete sütunlarını kirletirken; renk aşkı, Denizler için hayat iksiri, biçare anne-babalar için umut oluyor. Çünkü onların sevgisi, gerçek sevgidir. Katıksızdır, saftır, karşılıksızdır. Ve o kadar güçlüdür ki, ihtiyaç duyulduğu anda damarlarda kan, bedenlerde can olur. Ve sizin kudretiniz o aşkı yüreklerden söküp atmaya yetmez. Cansız bedende kefen, tabutta örtü olur, yine de size yenilmez...

21 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Terim aşkına!‘’

Ziya Doğan, maçı kazanacak bir hamleyle ikinci yarıya başladı. Toth’un yerine Taner’i sahaya süren ve çift forvete dönen Ziya Hoca bunun karşılığını almakta gecikmedi. İlk yarıda defansın arasına sıkışıp kalan Okan, kendine boş alanlar buldu. Bilal’in organizatörlüğünde gelişen Malatya ataklarında Gaziantep defansı zor anlar yaşamaya başlamıştı ki, Okan’la aradığı golü buldu. Ardından yine Bilal’in nefis ara pasında Okan kendine yakışanı yaptı ve maçı kopardı. Bu maç gösterdi ki, bu tip oyuncular kolay kolay vazgeçilecek futbolcular değil. Sahadaki varlığı bile iki gol çıkarıyor. Atılan her iki golde de Bilal’in payı büyüktü. Sahanın en iyisi olarak dikkat çeken Bilal, yeniden yapılanmaya gideceğini ve geleceğin Milli Takımı’nı kuracağını açıklayan Fatih Terim’e de böylelikle göz kırpmış oldu. Öyle tahmin ediyorum ki, Fatih Hoca da bu mesajı almıştır. Lazarov’un yokluğunda Gaziantep pençesi sökülmüş aslan gibiydi. Güneydoğu temsilcisi, El Taib’in geliştirdiği ataklarda bitirici bölgede etkisiz kaldı. Defansı geçtiği anda da kaleci Fevzi’ye takıldılar. Öyle görünüyor ki, Fevzi fırtınalı geçen yıllardan sonra futbol hayatının en olgun dönemini yaşıyor. Kaçan penaltıda ise ilahi adalet tecelli etti. Çünkü Okan yerde yatarken El Taib topu dışarı atmadığı gibi ısrarla pozisyonu zorladı. Sonunda da penaltıyı yarattı. Kendi kullandı. Ve topu dışarı attı. Zaten haketmemişti ki...

18 Aralık 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Ergün Penbe’nin...Neden mi? Anlatayım: Bundan yaklaşık iki yıl önce... Bir yakınının trafik kazası haberini alan Ergün Penbe derhal hastaneye koşar. Yoğun bakıma kaldırılan kazazedenin durumunun pek iyi olmadığını öğrenir. Çok üzülür. Doktorlar ona ellerinden gelen herşeyi yapacaklarını söyler. Bu durumda onun yapacak pek bir şeyi yoktur. Beklemekten başka... O da beklemeye koyulur. Aynı anda hastanede tuhaf bir hareketlilik gözüne çarpar. Hastane personelinin acil servise gelen bir çocuğu kabul etmek istemediğini öğrenir. Nedeni ise parasının olmamasıdır. Bir kaç milyar lira tutan hastane masrafını karşılayamayan çocuğun yoksul ailesi çaresiz durumdadır. Ergün bir anda kendi acısını unutarak olaya müdahele eder ve parayı hastane gişesine yatırır. Ve hasta çocuk tedaviye alınır. Daha sonra çocuğu ziyarete giderek ona bir de forma hediye eden Ergün Penbe, bu olaydan kısa bir süre önce de kalbi delik olan bir başka çocuğun yaklaşık 30-40 milyar tutan ameliyat masrafını karşılayarak rehin olmaktan kurtarmıştır. Üstelik bir gazete haberinden öğrenerek çocuğun ailesini bulmak suretiyle... Şu anda Galatasaray’da son yıllarını yaşamakta olan bu insanlık abidesinin yaşamının sosyal boyutu sadece bunlarla sınırlı değil elbette. Memleketi Zonguldak’ta yardım elini uzatmadığı kimse yoktur neredeyse. Başta okul ve hastane olmak üzere hayır kurumlarına yaptığı bağışları ise söylemeye bile gerek yok.Ergün’ü hatırlamanın şimdi tam zamanıdırBütün bunların bilinmesini istemediği için yaptıklarını en yakın dostlarından bile saklayan Ergün Penbe’nin affına sığınarak yukarıdaki satırları karaladım.Sebebine gelince... Çünkü; stat terörünün, hakem hatalarının, yangına körükle giden yöneticilerin, provokatör futbolcuların, cambaz antrenörlerin, ali-cengiz oyunlarının, hacıyatmazların, çapsızlığın, sığlığın, koyu cehaletin bir kez daha hayatı bizlere zehir ettiği bu ortamda Ergün Penbe’yi gündeme getirmek istediğim için. Çünkü; Ankaraspor maçında önünde koşan Jaba’nın kendisini yere atması sonucu hakemin uydurduğu penaltıya, bir tek itirazda bulunmayarak sahadaki zerafetine bir yenisini daha eklemesine rağmen, bu davranışı medya kuruluşları ve spor yazarları tarafından görmezden gelindiği için. Çünkü; müptezeller müptezeli Alpay gibi futbolcuların, içeride dışarıda imajımızı yerlere serdiği, Türk futbolcusunu rezil rüsva ettiği şu günlerde, “Bizim Ergün Penbemiz de var” diyebilmemiz için. Çünkü; her futbolcunun hakkı olan kötü oynama hakkını kullandığı zamanlarda, bazı futbol ulemaları tarafından aforoz edildiği, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında hakaretlere uğradığı, futbolu bırakması istendiği, kendi taraftarına hedef gösterildiği için.Çünkü, ezeli rakibi Fenerbahçe karşısında her alanda kaybeden Galatasaray’ın tek yükselen değeri olduğu için. Çünkü; Necati, Ümit, Ayhan, Sabri gibi sahada her türlü çirkefliği yapabilen futbolcular yüzünden Galatasaray’dan soğuyan futbolseveri Sarı-Kırmızı renklere pamuk ipliği ile bağladığı için. Çünkü; Galatasaray geleneklerini, kültürünü, değerlerini günümüzde en iyi temsil eden isimlerden biri olduğu için. Çünkü; futbol sahalarının, Metin Oktay’dan sonra böylesi bir zerafet timsaline olan hasretini, susuzluğunu giderdiği için. Çünkü; iki kelimeyi biraraya getiremeyen, okumayan, bilmeyen, cahil, züppe, bar kuşu futbolcuların medyatik ilişkilerini kullanarak prim yaptığı futbol piyasamızda, kendine özgü karakteriyle ayakta kalabildiği, gençlere bambaşka bir futbolcu prototipi sunarak ufuklarını açtığı için. Çünkü; kötü varsa, iyi de vardır. Zehir varsa, panzehir de vardır. Dert varsa, derman da vardır. Cehennem varsa, cennet de vardır. Günah varsa, sevap da vardır. Kabalık varsa, asalet de vardır. Karanlık varsa, aydınlık da vardır. Ve doğanın diyalektiğidir bu...Sevgili Ergün Penbe...Tanrı seni Türk futbolundan eksik etmesin.

14 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Lanet olsun!‘’

İşin içinde Konya seyircisi var, polis var, bazı yerel basın mensubu var ve ne yazık ki, Konyasporlu Levent Kartop ile Erman Ergin de var. Saha bir anda ana-baba gününe döndü. Kim haklı, kim haksız belli değil. Konyalı futbolcular güvenlik çemberi içinde soyunma odasına götürülüyor. Protokol tribününün önünden geçerken tansiyon yine yükseliyor. Yabancı maddeler, küfür, hakaret, bağırış-çağırış, gırla. Erman ile Levent tam koridora sokulacakken siyah takım elbiseli genç bir adam arkadan yetişiyor ve futbolcuları tekmeliyor. Ondan sonrası hezeyan. Seyirciler sakin gibi. Ama protokol tribününde kimin kime saldırdığı belli değil. Yumruklar tekmeler havada uçuşuyor. Cinnet halindeki iki Sivaslı yönetici sakinleştirilmeye çalışılıyor. Sakinleştirenlerden bir Konyalı futbolculara tekme sallayan siyah takım elbiseli genç adam. Ne tuhaf! Oysa bir iki dakika önce polislerin arasında gibiydi!.. Sonuç: Hastaneye yaralıları taşıyan ambulans sirenleri ve “buradan çıkış yok” tezahüratları.Gazetem beni buraya maç yazmam için gönderdi. Lakin, gelin bakın ki, ben burada içinde futbol, pas, şut, gol, taç, korner gibi kelimelerin geçmediği bir yığın lakırdı etmişim. Şimdi diyeceksiniz ki, “Ne var bunda? Bunlar bildik manzaralar.” Olabilir! Ne var ki ben futbol sahalarındaki bu çapaçulluktan, ilkellikten, cahillikten, cinnetten yoruldum, bunaldım, sıkıldım artık. Daha da kötüsü, bu görüntülere alıştırılmak istenmemiz. Hayır, alışmamalısınız. Futbolun bu karanlık yüzünü benimsememelisiniz. Direnmelisiniz. Adam gibi eğlenmesini öğrenene kadar. Bizler de bu çirkinlikleri değil sadece ve sadece futbolu yazmalıyız sizlere. Sahada basmadık yer bırakmayan Hayrettin’i, iki stopere büyük üstünlük kuran Tayfun’u, kritik hamlelerle Sivas ataklarına geçit vermeyen Ümit’i, pandomim ustasına benzeyen Lorant’ın mimiklerini, Kocaman’ın sükunetini, iki hocanın taktik savaşını, orta alanda kora kor mücadele eden futbolcuları, ona buna düdük çalarak oyunun hızını kesen, hiçbir avantaj kuralını uygulamayan hakemi yazmalıyız. Ama gelin görün ki, köşemizi yine bir sürü rezillikle doldurduk. Size bir şey söyleyeyim mi? Bize kültür devrimi, şu-bu değil. Genetik mutasyon lazım sevgili okurlar.

12 Aralık 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka bahçe‘’

Fatih Hoca!.. Masum değiliz hiçbirimizSayın Fatih Terim!.. Bu yazıyı bir açık mektup olarak da kabul edebilirsiniz. Zarfsız ve pulsuz bir mektup olduğu için belki okumayabilirsiniz! Öyle ya, iadeli taahhütlü de değil nasılsa! Yani elinize ulaşmayabilir de!.. Belki mektubun altındaki imzaya göre de tavır belirleyebilirsiniz. Hani ünlü, ünsüz olayı! Harf misali!.. Olsun. Biz yine de yazalım. Çünkü işimiz bu. Bunun için patronumuz bizlere para ödüyor. Geçen hafta yaptığınız basın toplantısını büyük bir dikkatle takip ettim, söylediklerinizi inceledim, satır aralarında derin manalar (!) aradım. Ama bulamadım. Herşeyden önce hala öfkeliydiniz. Kırgındınız. Kendinizi anlaşılamamış, ihanete uğramış gibi hissediyordunuz. Yaptıklarınızın, yapılanların doğru olduğuna inanıyordunuz. Ekibinize sahip çıkma dürtüsüyle yapılan yanlışları dahi “onurlu bir iş” olarak görüyordunuz. Halet-i ruhiyeniz ve söyleminiz bir lidere yakışacak cinsten değildi. Oysa, lideri lider yapan özelliklerden biri kriz anında soğukkanlı, sağduyulu olmaksa, diğeri de özeleştiri mekanizmasını işletebilmektir. Kendisinin ve ekibinin yaptığı hataları kabul etmektir. Eleştirileri bir saldırı olarak değil de, yol gösterme olarak görebilmektir.Günlerce bekledikten sonra düzenlediğiniz basın toplantısı bu kadar sığ olmamalıydı. Memleketliyi canından bezdiren taşra politikacıları gibi başarısızlık halinde suçu sadece basına yüklemek size yakışmadı. Kabul. Dünya Kupası’nı bile kaldırsanız, sizi asla benimseyemeyecek, kabullenemeyecek medya mensupları, kalem erbabları mevcut. Kimi, Adana’nın kaldırımlarından geldiğiniz, İstanbul-İzmir entelijansiyasına ait olmadığınız için, kimi tuttuğunuz renklerinizden dolayı, kimi de ideolojik nedenlerle bir “Fatih Terim Sendromu” yaşıyor. Sizden nefret ediyorlar. Her fırsatta size vuruyorlar. Üstelik belden aşağı... Gelişiminizi, başarınızı hazmedemiyorlar. Ama bütün basın öyle değil ki Fatih Hoca!.. Bunu siz de biliyorsunuz. Spor basınının çok büyük bir bölümü hala sizin arkanızda. Size inanıyor, güveniyor. Sizi seviyor, duruşunuzu, dürüstlüğünüzü, Türk futboluna verdiğiniz emekleri takdir ediyor. Ben de öyle...Evet. İsviçre maçları sürecinde basının da hataları oldu elbette... Sorumlu yayıncılık ilkesinden uzaklaşan bazı basın-yayın organları, salt tiraj-rating uğruna yangına körükle gitti. Ortamı gerdi. Tıpkı sizin gibi... Ancak başta mensubu olduğum medya grubu olmak üzere sağduyulu yayınlar yapanlar çoğunluktaydı. “Basın yargısız infaz yaptı” diyerek ve genelleyerek düzgün yayıncılık yapanlara haksızlık ettiniz. Doğru ve objektif habercilik ilkesiyle hareket edenleri, ülkemizi FIFA’ya ihbar etmekle suçladınız. Belli odaklara hedef gösterdiniz. Görevi haber yapmak olan muhabirleri, “Benden uzak durun” şeklinde azarlayarak yanınızdan kovdunuz. Sorarım size Fatih Hoca...Deplasmandaki maçın kadrosunu, taktiğini basın mı belirledi? İstanbul’da ümitlerimizi bitiren penaltıyı basın mı yaptı? Şükrü Saraçoğlu’nda İsviçreli futbolculara basın mı çelme taktı, tekme attı? Koridorlara siyah elbiseli adamları basın mı soktu? Rakibin soyunma odasının kapısına basın mı dayandı? Futbolcuları basın mı bir terminatöre dönüştürdü? Mehmet Özdilek’i basın mı özünden uzaklaştırdı?Bütün bu soruların cevabı belli. Lakin, basın bir konuda gerçekten hata yapıyor. Conrad’da yapılan toplantıda hangi kararların alındığını sormamakla...Sahi, Conrad’da neler planladınız, nasıl bir yol haritası belirlediniz Fatih Hocam!.. Bir zahmet anlatır mısınız? Şeffaflık adına!.. Sonra, başardığınız da “ben ve ekibim” diyorsunuz da, başaramadığınız da neden suçlu hakemler ya da basın veya başkaları oluyor? Tipik bir narsistik tavır değil mi bu? Eğer ortada organize bir suç varsa -ki öyle- hepimiz suçluyuz. Siz de, biz de, onlar da... Federasyon da, teknik ekip de, futbolcular da, basın da... Kimimizin suçu ağır, kimimizin hafif olabilir. Kimi azmettirici, kimi tetikçi, kimi refakatçi, kimi seyirci olarak, kimi de göz yumarak suça ortak olur. Ve bedelini ona göre öder. Kimse akla kara değil. Hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz açık, kimimiz koyu... Bu oyunda masum değiliz hiçbirimiz Fatih Hoca!..Kalın sağlıcakla...İmza Hamit TurhanSize bir özür borçluyuz...Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizi bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız! En azından şimdilik! Sizi anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki... Neler hissetiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki?.. Sakın size acığıdımı düşünmeyin. Sizi bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece. Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizi yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim. Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle sizin için göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum. Ve sizden özür diliyorum. En azından kendi adıma..

07 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sinerji‘’

Konyaspor son üç dakikaya kadar sahanın tek hakimiydi. Oyunun kontrolünü sürekli ellerinde tuttular. Topun olduğu her yerde çoğaldılar, rakibe bastılar, alan daralttılar, kalelerinde pek pozisyon vermediler. Hem kendileri koştular, hem topu koşturdular. Zafer Demir-Erman Ergin-Yasin Çelik üçlüsü orta alanda rakibe büyük üstünlük sağladı. Gerek ofansif, gerekse defansif özellikleri bulunan bu üçlü Galatasaray’ın altın yıllarına damga vuran Okan-Suat-Emre üçlüsünü anımsatıyor. Rekor sayıda top çaldılar, derinlemesine paslarla forveti beslediler, takımlarını kontratağa kaldırdılar. Ancak ne var ki, ileri uç oyuncuları final paslarında başarılı olamayınca ev sahibi ekip gol pozisyonu bulmakta zorlandı. Atılan üç gol ise Antep defans oyuncularının basit hatalarından kaynaklandı. Burada bir parantez Zafer Demir’e açmak istiyorum. Modern orta saha oyuncusunda olması gereken tüm özelliklere sahip olan tecrübeli futbolcu dün de takımını bir maestro gibi yönetti. Orta alana oyuncu bulmakta zorlanan üç büyükler, bu sezon Zafer Demir’i iyi izlemeli. Geçen hafta kendi sahasında aldığı Kayseri yenilgisinin şokunu henüz atlatamamış gözüken Gaziantepspor, rakibin iyi alan daraltması ve etkili presi nedeniyle çok top kaybetti. Bir türlü oyun kuramadı, organize olamadı, Konya kalesinde ciddi tehlikeler yaratamadı. Son üç dakikada Konya’nın bir anlık konsantrasyon kaybı nedeniyle iki gol bularak maça ortak oldu ancak zaman yetmedi. Konuk takımın etkili silahı Lazarov ise, boş alan bulamayınca bir varlık gösteremedi, sık sık kendini yere attı ama mükemmele yakın bir yönetim gösteren hakemi kandıramadı. Devre arasında üç büyüklerden birine transfer olacağı söylenen Bulgar oyuncu, şayet İstanbul’a gelirse hakemleri kolaylıkla ikna edeceğine eminim!

04 Aralık 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI