‘’Arka Bahçe‘’
Uyu memik oğlan uyu öte gecelerde büyüAslında 'memik oğlanlar' diye seslenecektim, ama şair Ülkü Tamer'e saygısızlık etmek istemedim. Çünkü o kadar çoksunuz ki... Üç değil, beş değil, on değil; yüzlerce, binlerce, milyonlarcasınız. Bu hayata teğet geçip gittiniz. Şu üç günlük dünyada, üç saniye bile tutunamadınız. Bir göründünüz, bir kayboldunuz. Bir varmışınız, bir yokmuşunuz. Bir serap gibi, sanrı gibi...Daha yaşayacak günleriniz, aylarınız, yıllarınız varmış... Umutlarınız, hayalleriniz, düşleriniz varmış... Kime ne!..Hangi öte gecelerde büyüyeceksiniz bilmiyorum. Öte gecelerin, öte diyarların varolup olmadığını da bilmiyorum. Keza büyüyüp büyüyemeyeceğinizi de... Büyümek isteseniz de, büyümenize ötelerde de izin vermezler mi; onu da bilmiyorum. Lakin, çok iyi bildiğim bir şey var ki; bu diyarlar size göre değil. Bunu siz de öğrendiniz; öğrenmenin bedeli olarak canınızı vermek suretiyle... Birer birer, üçer beşer ölüyorsunuz... Öldürülüyorsunuz, ete kemiğe bürünmüş azraillerin cirit attığı beri gecelerde, gündüzlerde... Taammüden cinayetlere kurban gidiyorsunuz; kiminin adına 'ihmal' diyoruz, kiminin 'kaza' (!), kiminin de terör... Şunun şurasında bir kaç bahar ancak görebildiniz. Ve bir bahar vakti dalınızdan koparıldınız. Bu baharı, bu hayatı size de çok gördüler. Musalla taşları bile yoruldu, taze fidanları taşımaktan; kalbi vicdanı taşolası sorumsuzlar yorulmadı, çoluk çocuğuna, gencine kıymaktan... Ülkenin her tarafını hain pusularlarla donattılar, sizleri yutması için... Nerede, hangi pusuya düşeceğinizi bilmeden dolaşıyorsunuz, hayatın kıyısında... Kâh dağda bir mermi olarak geliyor ölüm sizlere, kâh yarış pistinde bir otomobil... Ecel, kâh basket potası olarak düşüyor hülyalı başınıza, kâh namussuz bir mayın oluyor, bomba oluyor, körpe bedenlerinizi parçalıyor.O yarış iptal olsaydıo gençler ölür müydü?Çoluğunu çocuğunu sevmeyenlerin ülkesi, bu ülke... Gencine düşman olanların diyarı, ha bu diyarlar... En kutsal hak olan, 'yaşama hakkı'nın uğramadığı, ölümün kutsanıp, hayatın ötelendiği tuhaf bir memleket burası...İbrahim Özer (20), İbrahim Uzun (18), Orhan Bozkurt (13)... Sıra size gelmiş demek ki!.. Sıranızı savdınız! Değişik, keyifli bir hafta sonu geçirmek istediniz ve bir pazar sabahı yarış seyretmek için güle oynaya, dönüşü olmayan bir yola koyuldunuz. Nasıl bir meçhule gittiğinizi bilmeden... Nasıl bilebilirdiniz ki, hayatın bit pazarlarına düştüğü bir ülkede yaşadığınızı... Keşke öğrenmeseydiniz! Siz öte gecelerde kaybolurken, buralarda ardınızdan bir müddet patırtı kopacak. İncelemeler, araştırmalar yapılacak! Suçlular, sorumlular aranacak! Bilir kişi, milir kişi görevlendirilecek. Bir bakmışsınız, suçlu sizsiniz! Ne işiniz vardı pistin kenarında! Zaten şimdiden yetkililer tarafından suçlu ilan edildiniz bile! Söz dinlememişsiniz! Hangi ülkenin genci söz dinler ki? Ama çağdaş ülkeler çocuklarına, gençlerine değer verir. Söz dinletemedikleri vakit kurallar koyarlar. O kuralları sonuna kadar uygularlar. Çocuklarının, gençlerinin hayatlarını riske atmamak için aklı, vicdanı, bilgiyi, teknolojiyi devreye sokarlar. Çünkü uygarlık bunu gerektirir. Seyirci izdiham yarattı, pistin kenarındaki güvenlik duvarını aştı diye onları ölümün kucağına atmazlar. Oyunu, yarışı durdururlar. Olmazsa bir daha durdururlar. Yine olmazsa iptal ederler. Yarış olmaz, gençler de ölmez. Hangi yarış, hangi sponsor, hangi herhangi bir şey insan hayatından daha değerlidir ki?.. Neyse...Sevindirici (!) bir haberle noktalayayım şu pesimist yazıyı... Geçen yıl, tıpkı yukarıdaki gençler gibi bir spor sahasında toprağa düşen Atilla Göngör'ün (12) davası sonuçlanmış. Hani smaç yapınca devrilen basket potasının altında kalan çocuk var ya... İşte o çocuğun ailesi olayda ihmali bulunan Konyaaltı Belediyesi'ne dava açmıştı. O davayı kazanmışlardı. Suçsuz (!) olduğunu savunan Belediye de temyize gitmişti. Danıştay temyiz başvurusunu reddemiş, 156 bin YTL (156 milyar lira) tazminata mahkûm olan Belediye'nin cezasını onamış, Atilla Güngör’ün ailesine faiziyle birlikte 250 bin YTL (250 milyar lira) ödemesine karar vermiş. Böylece ülkemizde bir ihmal en ağır bir şekilde cezalandırılmış oldu. Şimdi buna sevinelim mi? Bu cezanın caydırıcı olacağına inanalım mı? Yapanın yanına kâr kalmadı diye derin bir oh çekelim mi? Gidip küçük Atilla'nın anne-babasına sormak lazım bunu. Sonsuz miktardaki parayı mı tercih ederler, sorumsuzluğun ellerinden aldığı oğullarını mı? Hangi tazminat bir oğul eder ki? O oğulları, kızları yaşatamadıktan sonra ne kıymeti var ki bunların? Aslolan hayattır. Hele sözkonusu olan çocuklarımızsa...
‘’Alan razı, veren razı‘’
Puan cetvelinde rahat bir konumda bulunan ev sahibi takım, eski hırslı görüntüsünden uzaktı. Defans savruktu. Ülkenin en uyumlu savunma ikililerinden Kalla ile Hakkı sık sık hata yaptı. Orta alan bir türlü organize olamadı. Çok top kaybettiler, forvete yeterince destek veremediler. Bunun sonucunda da ilk yarıyı tek bir gol pozisyonuna dahi giremeden kapadılar. Ev sahibi ekipte bu yarıda ayakta kalan oyuncular Musa Kuş ve Anderson’du. Küme düşme korkusunu diğer takımlara nazaran daha az yaşayan Ankaraspor ise 10 kişi kalana kadar, oyunun hakimiydi. Aslında galibiyete yakın taraftı da denebilir. Ancak geçen hafta Jaba’nın yaptığı sorumsuzluğu bu hafta da Tita tekrarlayınca ibre bir anda aleyhlerine döndü. İkinci golü de kalelerinde görünce işleri iyice zorlaştı. Teknik direktör Giray Bulak, bu bölümde akıllı bir hamleyle sahada gezinen ve stoperlerden daha fazla faul yapan Ersen Martin’i oyundan alarak, yerine Özgür’ü soktu. Cem Yanık’ı Ersen’in yerine kaydıran Giray hoca, maç başından beri geri dörtlünün sağında oynayan ve o alışılagelmiş bindirmeleri yapamayan Musa Büyük’ü de ileriye çıkardı. Tecrübeli teknik adam, bu değişikliğin meyvesini kısa zamanda aldı. Ayağına aldığı her topla Sivas savunmasına zor anlar yaşatan Musa Büyük’ün kazandırdığı bir serbest vuruşta da golü buldular. Wederson’un ortasında kaptan Ramazan bomboş kafayı vurunca, gözler onu savunması gereken Anderson’u aradı, ama nafile... Son dakikalardaki Sivas baskısı, yasak savmak cinsindendi. Gelişigüzel ortalar, şişirme toplar Ankaraspor savunması tarafından kolayca savuşturuldu. Sonuçta iki tarafı da üzmeyecek bir skor çıktı ortaya. Maçta göze batan pek fazla oyuncu yoktu. Ancak çok iyi bir hakem vardı. Cüneyt Çakır, maçın yıldızıydı desek abartmış olmayız. Darısı diğer hakemlerin başına...
‘’Arka Bahçe‘’
Neyin anlamı var ki?Bugün elim spor yazısı yazmaya gitmiyor, her ne kadar ekmeğimi spor yazarlığından kazansam da... Her geçen gün ülkemin kör bir karanlığa doğru çekildiğini görmek, an be an bunu yaşamak, benden öncekiyle benim kuşağımı da zebil ziyan eden o uğursuz oyunun yeniden sahnelenmesine şahit olmak, başta spor olmak üzere hayatımıza anlam katan her şeyi manasızlaştırıyor. Yurdumun bir tarafı yangın yerine dönmüşse, o yangın her tarafı sarmaya başlamışsa, dağlarda gençler birer birer kırılıyorsa, güle oynaya gittikleri vatan görevinden Ay-Yıldız'a sarılı tabutlarla evlerine dönüyorlarsa, mermiler yeniden namlulara sürülmüşse, duraklarda, kaldırımlarda genç-yaşlı-çoluk-çocuk demeden masum insanlar kahrolası bombalarla katlediliyorsa, yoksul kürt çocukları birer piyon haline getirilerek sokaklara sürülüp asker-polis taşlatılıyorsa, kör kurşunlar üç beş yaşında bebeleri dahi bu dünyadan koparıyorsa; kimin kimi yendiğinin, kimin şampiyon olduğunun, kimin küme düştüğünün ne anlamı olabilir ki? Fenerbahçeliliğimiz de, Galatasaraylılığımız da, Beşiktaşlılığımız da, Trabzonsporluluğumuz da, ayağımızın altından kayan zemin kadar, zamansız ölümler kadar mutlak mıdır? Oğlunu, babasını, kızını, anasını lanet bir teröre kurban veren komşumuzun evine ateş, yüreğine kor düştüğünde, biz kazandığımız maça yine çılgınca sevinmeli miyiz? Yanıbaşımızda, bu dünyanın en yakıcı gerçeği yaşanırken, hayatın en acımasız yüzü, kendini içimizden birilerine gösterirken, bir kaç puan daha kazanmak için birbirimizin gırtlağına basmaya, gözünü oymaya hakkımız var mı? Çocuklarımız, gençlerimiz bir kum tanesi gibi avuçlarımızın içinden akıp giderken, bir yerlerde ocaklar sönerken, mezarlar taze ölüleri hoyratça yutarken, kendimizi futbolla bu kadar afyonlamalı mıyız? Bir kısmımız, sırf biz daha iyi yaşayalım, daha güvende olalım, bu ülke emperyalist hesaplara kurban olmasın, parçalanmasın diye sarp kayalarda göğsünü hain mermilere siper ederken, stat tribünlerine gidip birbirimize ana avrat küfür etmekten, koltukları söküp sahaya atmaktan, birbimizin kafasını gözünü yarmaktan utanmamız gerekmiyor mu? Ey yöneticiler, futbolcular, teknik adamlar, taraftarlar, spor medyası!.. Ey futbol ahvali!..Etrafı bu kadar düşmanla çevrili bir ülkede bizim de çıkıp futbol nedeniyle suni düşmanlıklar yaratmamız ayıp değil mi, günah değil mi, yazık değil mi?Futbol hayatımızın bir parçası olmalı sadece... Tümü değil. Futbol topu bizim oyuncağımız olmalı, biz onun değil... Biz başka ülkede yaşamıyoruz. Bu ülke bizim. Doğusu da, batısı da, kuzeyi de, güneyi de... Olana bitene kayıtsız kalmamalıyız. Yüzlerce yıl birarada yaşayan iki halkın birbirine düşman edilmeye çalışıldığı, tarihimizin en kritik günlerinin yaşandığı şu günlerde, her zamankinden daha sorumlu davranmalıyız. Bugün anlamını yitirmiş olsa da, futbolumuzu yine oynamalıyız, yine kazanmalı ve kaybetmeliyiz. Ama kendimizi kaybederek değil... Bilinçle, bilgiyle, akılla, sağduyuyla futbolu yaşamalı ve yaşatmalıyız. Ülkemizin gerçeklerinden asla kopmadan... Şimdi itidalli olmanın, kenetlenmenin, ülkemize sahip çıkmanın tam zamanıdır. Bundan başka Türkiye yok. Türkiye yoksa, biz de yokuz. Futbol da yok. Gol de, aut da, korner de...Ali Tandoğan ah almış!Her geçen gün hayatımızdan çekilen 'saygı' kavramının arkasından ağıt yakarken, daha acımasız bir dille karşı karşıya kalmanın şaşkınlığını yaşıyorum, bir kaç gündür. Kayserispor-Ankaragücü maçına gittiğimde, basın tribününde masalara bırakılmış bir dergi vardı. Adı, Kayserispor. Her alanda kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atan ve bunun meyvesini de bu sezon ki flaş çıkışıyla alan Kayserispor da, Üç Büyükler gibi bir dergi çıkarmış. Pırıl pırıl, kuşe kağıda basılı, güzel bir dergi. İçeriği de zengin. Profesyonel ellerden çıktığı belli. Ancak ne var ki, derginin kapağını açıp üçüncü sayfaya geldiğinizde sizi tokat gibi çarpan bir haberle karşılaşıyorsunuz: "Ali Tandoğan ahımızı aldı."Söz konusu haberde; bir Kayseri maçı öncesi Tigana tarafından Ali Tandoğan'ın kolunun kırıldığı açıklamasının yapıldığı, ancak daha sonra bunun doğru olmadığı ve tecrübeli futbolcunun söz konusu karşılaşmaya çıkarak oynadığı hatırlatılarak, bunun etik bir yaklaşım olmadığı vurgulanıyor. Haberin devamı ise tüyler ürperten cinsten: "Sakat olduğu ilan edilmesine rağmen o maçta bize karşı oynayarak kamuoyunu yanıltan Ali Tandoğan, ahımızı almış olacak ki, antrenmanda kolunu kırmış ve 1 ay futboldan uzak kalacakmış." Ardından, "kimsenin sakatlanmasını istemeyiz ama..." diye devam eden bir cümleyle habere nokta konmuş. Dergicilik, habercilik ciddi bir iştir. Kayseri gibi Anadolu'nun hoşgörülü kentlerinden birinin takımı için yapılan dergiye böylesi bir haber dili yakışıyor mu, Sayın Recep Mamur?.. Bir futbolcunun sakatlığından keyif almak nasıl bir anlayışın ürünüdür? Size yakışan, sizi aldatmış olsa bile Ali Tandoğan'a geçmiş olsun dileğinde bulunmaktı. Bunu en kısa zamanda gerçekleştirmenizi umuyorum. Aksi takdirde, size geçmiş olsun...Özür ve düzeltmeGeçtiğimiz hafta 'Arka Bahçe'de Cem Papila'nın 2 yıl, 2.5 aydır Beşiktaş maçlarına verilmediğini yazmış ve MHK'yı eleştirmiştim. Ama okur kül yutmuyor işte... Kadir Güngörsün isimli Beşiktaş taraftarı bir okurum beni uyararak Papila'nın geçen yıl ki Diyarbakır maçını yönettiğini hatırlattı. Doğruymuş. 432 gün sonra (!) Beşiktaş'ın bir maçına vermişler Cem Papila'yı... Bunu düzeltir ve siz sevgili okuyucularımdan özür dilerim. Ancak şunu da ilave etmek istiyorum: O yazıdaki fikrimin arkasındayım. Papila o günden sonra yine hiç bir Beşiktaş maçına verilmedi. Daha önce Üç Büyükler tarafından istenmeyen başka hakemlerin de verilmediği gibi... İnönü'ye ise, dünya durdukça ayak basabileceğini sanmıyorum.
‘’Bahar gelmiş neyime!..‘’
En karamsar insanın bile yaşama sevinciyle dolabildiği, sönmüş umutlarına can kattığı bahar günlerinin tarafımızdan nasıl berbat edildiğini merak edenler, bir zahmet statlara uğrayıversin. Kümede kalma ve şampiyonluk mücadelesinin kızıştığı bu güzelim mevsimde, insanımız, eğlenmek, o müthiş heyecanı yaşamak yerine statlarda terör estirmeyi ve futbol izlemek için tribünlede yerini alanların da bir tutam maç keyfini burunlarından getirmeyi başarıyor. Dün de Kayseri Atatürk Stadı'nda aynı bildik manzaralar vardı. Pırıl pırıl bir hava... Ilık bir bahar rüzgarı... Mükemmel bir zemin... Tıklım tıklım tribünler... Kazanmak ve futbol oynatmak için takımlarını sahaya dizen iki hoca... Ve sahada kıran kırana mücadele eden futbolcular... Futbolun keyfini çıkarmak için herşey müsait. Maçta tempo var, pozisyon zenginliği var, hırs var, kazanma arzusu var, atılan ve atılamayan goller var, kale içinden çıkarılan, direklerden dönen toplar var, büyük takımlara gitme zamanının artık gelip geçmekte olduğunu haykıran bir büyük yıldız adayı futbolcu ve oyunun hızını kesmemeye çalışan bir hakem var... Gelgelelim, bir avuç Ankaragücü seyircisine bütün bunlar çok gelmiş olmalı ki, beraberlik golünden sonra ortalığı savaş alanına çevirdiler. Bir kaç hafta önce Diyarbakır'daki görüntülerin bir benzerini yaşatmaya başladılar. Kırılıp sahaya atılan koltuklar, iki takım taraftarlarının birbirlerine salladığı taşlar, cep telefonları, sopalar, yaralananlar, ambulans seferleri, boşaltılan tribünler, duran oyun, küfürler, vesaire vesaire...Olan sahada oynanan güzelim futbola oldu. Oyun durdu, futbolcuların teri kurudu, maç soğudu. Ancak soğumayan biri vardı: Umut Bulut. Bu sezon Ankaragücü'nü adeta tek başına sırtlayan genç futbolcu, orta alandan aldığı topla driplinge kalktı. Kayserili oyuncuları sürati ve tekniğiyle birer birer ekarte edip kaleci ile karşı karşıya kaldıktan sonra şık bir aşırtmayla topu ağlara gönderdiğinde, bizler şapka çıkarılacak bir golü alkışlarken, Başkent temsilcisi de, belki de kümede kaldığını ilan ediyordu. Sahada öyle bir futbol vardı ki, hangisi kazansa haketmiş olacaktı. Gülen taraf, daha fazla hakeden Ankaragücü oldu. Çünkü onların "Umut"u vardı!..
‘’Kağıttan kaplan!‘’
Ankaraspor karşısında Veysel'in dışında tel tel dökülen, doğru dürüst bir tek gol pozisyonuna bile giremeyen, ne defansında, ne orta sahasında organize olamayan Kırmızı-Siyahlılar, sıradan bir İkinci Lig takımı görüntüsündeydi.Şu anda küme düşmemeye oynayan takımlar içerisinde, gördüğüm kadarıyla en kötü futbolu Gaziantepspor oynuyor. Bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla kalan haftalarda işleri bir hayli zor. En büyük silahı Lazarov'u yorgun olduğu gerekçesiyle oynatmayan Samet Aybaba, başarılı kariyeriyle kumar oynuyor gibi... Eğer dün Ankaraspor forvetleri laubali davranmasa ve Jaba gereksiz yere kendini attırmasaydı, Güneydoğu temsilcisinin, tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alması işten bile değildi. Anadolu kaplanı için alarm zilleri çalıyor. Dikkat!Tehlikeli bölgeden çıkmak isteyen Ankaraspor'a gelince...Başkent ekibi zaten kaliteli bir kadroya sahip. Bu yılki problemleri, organize olamamaları ve disipline edilememeleriydi. Giray Bulak'la da bunu başarmış gözüküyorlar. Brezilyalılar'ı gününde olduğu zaman yenemeyecekleri takım yok. Dün Tita dışındakilerin etkili olması bile yetti. Jaba, Musa Büyük, Cem Yanık ve Erman Özgür, Gaziantep defansını hallaç pamuğu gibi attılar. Onlara, Wederson'un etkili ortaları, Ramazan'ın kritik müdahaleleri ve Hürriyet'in çalışkanlığıyla, kaleci Faruk'un (Kingston) kurtarışları da eklenince, zor gözüken maçı kolayca kazanarak bir nebze olsun nefes aldılar.Ancak kalan haftalarda Mavi-Beyazlılar da dikkat etmeli. Zira zorlu bir fikstür onları bekliyor.
‘’Size anlatayım Sayın Gökşen!‘’
Gelgelelim, Sarı-Kırmızılı takım, böylesine anlamlı bir mücadelesinde yandaşları tarafından yalnız bırakılıyor. Seyirci bir türlü stadı doldurmuyor. ‘Dünya Markası’ olmakla övünen Galatasaray, maçlarını adeta boş tribünlere oynuyor. Stada gelenler de, ya yönetimle, ya da futbolcularla didişerek, takımın motivasyonunu olumsuz etkiliyor. Geçtiğimiz hafta sonu yönetici Fatih Gökşen, Gençlerbirliği maçı çıkışında bu konuda sorulan bir soruya şu yanıtı verdi: “Valla tribünlerin neden dolmadığını ben de anlayamıyorum. Seyircinin neden maça gelmediğini bilemiyorum. Düşünüyorum, taşınıyorum, bir cevap bulamıyorum.”Bundan üç yıl önce İsmail Gökçek’in jübilesi için oynanan Galatasaray-Trabzonspor maçına ben de gitmiştim. Gökçek’e katkı olsun diye karşılaşmayı basın tribününden değil de kapalı tribünden izlemeyi tercih etmiştim. Seyirci az olmasına rağmen maça girene kadar 8-10 polisin gözü önünde yankesiciye çarpılmak dahil, başıma gelmeyen kalmamıştı. Karaborsacıların, polislerin hemen yanıbaşında estirdiği terörü görünce gözlerime inanamamıştım. Kapılardaki izdiham, kırık dökük tuvaletler, akmayan sular, koltuğunuzu işgal eden ve sizi ayakta durmaya, küfür etmeye zorlayan çeteler ise cabası... Eve gelir gelmez, şaşkınlığımı atlattıktan sonra ilk işim, hasta Galatasaraylı yeğenimi arayıp onun bir daha maçlara gitmemesini sağlamak olmuştu. Bu olayı o günlerde kaleme almış ve Galatasaray yönetimini uyarmıştım. Ancak ne var ki, o günden bugüne Ali Sami Yen’de değişen bir şey yok. Manzara yine aynı. Hatta daha da beter. Bunu maça gittiğimde kendim gözlemliyorum, dostlarımdan dinliyorum, kameralara yansıyan görüntülerden görüyorum, gelen maillerden okuyorum. Bunu yöneticiler bilmiyor mu? Elbette biliyorlar. Benim anlayamadığım, neden şaşırıyorlar? Yoksa şaşırıyormuş gibi mi yapıyorlar?!! En iyisi, lafı fazla uzatmadan, yakın zamanda gelen ve her daim güncelliğini koruyan bir maili görüşlerinize sunayım: “Galatasaray-Vestel Manisa maçı için stat gişesinden bilet alacağız. Sadece 2 gişe var. Biri açık, diğeri kapalı biletlerini satıyor. Biz açık bilet alacaktık ama tek gişenin önünde yaklaşık 200 kişilik sıra vardı. Sıraya girdik. Biz beklerken, diğer taraftan biletini alan gidiyor. Bu durum yarım saat sürdü, sonra izdiham başladı. Derken sıra kalmadı. Herkes o tek gişenin önünde yığıldı. Etrafta düzeni sağlayacak tek bir polis bile yoktu. En sonunda olaya karaborsacılar müdahale etti. Adamlar gişenin üstüne çıkıyor, yukarıdan aşağıya atlayıp bileti alıyorlardı. Bir kaç kişi inatla beklemeye devam ettik. Ama karaborsacılardan biri, yine gişenin üstüne çıkarak insanları oradan uzaklaştırmak için kafalarına basmaya başladı. Bunun üzerine gişeden uzaklaşmak zorunda kaldık. Biz üç arkadaş Beylikdüzü’nden Mecidiyeköy’e 1.5 saatte gelmiştik. Maçı izlemeden dönmemek için mecburen karaborsadan bilet almak zorunda kaldık. Lütfen bu soruna değinin, yoksa orada bir linç olayının olmaması işten bile değil.”
‘’Arka Bahçe‘’
Susturucu!!!Irk farklılıklarının ne kadar önemsiz, suçlu ve saldırganın siyahla beyaz kadar yakın, bir o kadar da uzak olduğunu savunan filmde iki polisin sarsıcı hikayesi de yer alıyor. Irkçı polisi oynayan Matt Dillon, filmin başında sırf rengi siyah olduğu için cinsel tacizde bulunduğu zenci kadını, daha sonra kendi canı pahasına yanan bir arabanın içinden çıkarıyor. Irkçılık karşıtı rolde izlediğimiz iyi polis Ryan Phillippe ise, zenci olduğu için yol kenarında hiç kimsenin dönüp bakmadığı otostopçu bir genci arabasına alıyor. İyi polis Phillippe, bir kaç kilometre gittikten sonra ufak bir tartışmada korkuya kapılarak zenci çocuğu vuruyor. Aslında hayat da böyle değil midir? Kaderlerimizi belirleyen, hayat serüvenimizdeki maximal ve minimal çarpışmalarımız ve bu çarpışmalarımızda takınacağımız tavır değil midir? Sağduyumuzu ve kontrolümüzü kaybettiğimizde bir anda iyi polisken kötü, suçluluk ile utanç duygularımızı tamamen yitirmemişsek de, kötü polisken iyi olabiliriz. Fenerbahçe'nin yıldız futbolcusu Tuncay Şanlı'nın, bir maç sırasında sakatladığı Lyon kalecisi Coupet'ye yazdığı özür mektubu sonrası bu köşede bir yazı kaleme almıştım. 'Tuncay Şanlı'nın manifestosu' başlıklı o yazıyı şöyle noktalamışım: "Bu mektup, çağdaş Türk futbolcusunun geleceğe yazılmış manifestosudur aslında... Umutlarımızı, hayallerimizi teslim alan; bizlere dünyayı dar eden rezillikleri, pespayelikleri, kalitesizlikleri, bayağılıkları, hoyratlıkları, züppelikleri tarihin kör kuyularına gömecek bir manifesto...”Yüreğinin aydınlığı yüzüne vurmuş bir şövalye, bir asilzade tarafından kaleme alınmış bir manifesto... Bizim manifestomuz!.." O günden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Her geçen gün kirlenen dünyamızdaki bu kirlilikten Tuncay Şanlı da payına düşeni aldı. Mikrofonlara konuşurken bile yanakları kızaracak kadar utangaç olan taşralı delikanlı, aradan geçen zaman içinde ne futbolunun üzerine bir şeyler katabildi, ne de şövalye ruhunu muhafaza edebildi. Aksine onu, hep olayların göbeğinde gördük. Her attığı gol sonrası yaptığı o garip 'sus' işaretiyle rakip taraftarları provoke eden Tuncay Şanlı, işi o kadar ileriye götürdü ki, bir amigo gibi davranarak ettiği ve ettirdiği küferlerle sonunda kendisini seven ve ona inanan bizleri de susturmayı başardı. Ama utancımızdan!..Davranışlarıyla ve eylemleriyle, bir zamanlar gündemden düşmeyen İlhan Mansız'ın yolundan giden Tuncay Şanlı'ya, belli ki birileri akıl hocalığı yapıyor. Reklamın iyisi kötüsü olmaz misali! Ne yaparsan yap, yeter ki gündemde kal! Son derece kötü oynadığı bir maçta bile gereksiz hırçınlıklar sergileyerek kart gören ve ertesi günü ismi medyada takımının önüne geçen İlhan Mansız, bugün hatalarının bedelini ödüyor. Oradan oraya savrulan ve gittiği hiç bir yerde dikiş tutturamayan bir zamanların büyük yıldızı, şimdilerde ligin dibindeki Ankaragücü'nde, geçmişteki parlak günlerinin hatıralarıyla kendini avutuyor. Ve bugün, değil hatırlanmak, kimse onun kapısını bile çalmıyor!Böyle devam etmesi halinde Tuncay Şanlı'nın akıbeti de farklı olmayacak. Oysa önünde örnek alacağı bir büyük futbol fenomeni var: Hakan Şükür. Üstelik Sakaryalı. Yani, hem hemşehrisi, hem ağabeyi.Özür dilemeyi ve ardından tekrar aynı hataları yapmayı alışkanlık haline getiren Tuncay, son kez çıkıp kamuoyundan ve ezeli rakiplerinden içten bir özür daha dilemeli. Ardından Hakan Şükür'ün yanına gitmeli. Ona, nasıl büyük futbolcu olunabileceğini anlattırmalı. Onu can kulağıyla dinlemeli. Büyük futbolcu olmanın yolunun, sadece büyük takımda oynamaktan, şampiyonluklar görmekten geçmediğini öğrenmeli. Aksi takdirde, karanlıkta aniden kayan bir yıldız gibi bir boşlukta kaybolup gidecektir. İz bile bırakmadan...Cem Papila haksızmış!25Ocak 2004 yılında Türk futbolunda bir milat yaşanmıştı aslında... Genç bir hakem çıkmış, şampiyonluğun 1 numaralı favorisi olan takıma kendi evinde 5 kırmızı kart birden çıkarma cesaretini göstermişti. Doğal olarak bu Beşiktaş yandaşlarını çıldırttı. Doğal olarak diyorum, çünkü böyle şeylere alışık değildik. Başka ülkelerde şampiyon olan takımlar karıştıkları en ufak bir skandalda küme düşürülebilirdi ama bizde büyük bir takımın kendi evinde 5 kırmızı kart görmesi olağanüstü bir durumdu! Haketse bile... Bu olay sonrası ortalık toz duman oldu. Beşiktaş bir daha belini doğrultamadı. Sezonu Fenerbahçe şampiyon olarak tamamladı. Lucescu'nun illüzyonu da böylece sona erdi. Gelgelelim, aradan 2 yıl 2.5 ay geçmesine rağmen Cem Papila bir daha Beşiktaş maçlarına verilmedi. Bırakın İnönü Stadı'nda düdük çalmasını, deplasmanda dahi Beşiktaş maçlarının hakemi olamadı. Dördüncüsü bile... Arkasında durmayan MHK'nın bu tutumu, Papila'yı da psikolojik olarak olumsuz etkiledi ve hakemliğinin üzerine pek fazla bir şey koyamadı. Hata üstüne hata yaptı. Dünya çapında olabilecek bir hakemimiz böylece derdest edildi. Aynı şey, yine bir Beşiktaş maçında yan hakeminin yaptığı hata sonrası Metin Tokat'ın da başına gelmişti. O dönem Türkiye'nin en iyi hakemi olan Tokat, bir daha Beşiktaş maçı yönetemeden hakemliği bırakmak zorunda kaldı. Bu durum, sadece Beşiktaş için geçerli değil elbette. Üç Büyükler'in istemediği bir hakem, ne gariptir ki, bir daha onların maçlarına verilmiyor. MHK, sırf eyyam yapmak, Üç Büyükler'e şirin gözükerek iktidarını korumak için kendi evlatlarının, aslanların önünde parçalanmasına göz yumuyor. Adaleti tesis edecek kurumu böyle olan bir ülkenin futbolu ileriye gidebilir mi? Bizi Basel filan değil, bu kafalar bitiriyor...
‘’Arka Bahçe‘’
Fakir fukara...Soframızda, bırakın eti, zeytin peyniri bulduğumuz günler bile, bizim için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Mahallenin zengin çocuklarının eskileriyle bayramlara girerdik. Bir yaş büyük, hali vakti yerindeki öğrencilerin önlükleri, defter, kitap ve kalemleriyle okula giderdik. Paltosuz geçirdiğimiz kışların sayısı bir hayli kabarıktır. Lisede delik ayakkabımdan dolayı ıslanan çoraplarımı kalorifer peteklerinin arasına sokarak kuruttuğum günler hiç aklımdan çıkmaz. O nedenle yağmurlu ve karlı havaları sevmezdim. Hep baharı, yazı yaşamak isterdim.İşte böyle okuduk... Kardeşlerim ve ben.Sevgili babamız, izbe bir depoda gecesini gündüzüne katarak, bizleri hayata hazırladı. Bize değil bir şeyler almak, bir harçlık dahi verememenin utancını yaşardı hep. Bunu bize belli etmemeye çalışırdı. Lakin hep bir eziklik içindeydi. Kendini, sanki babalık görevini yerine getiremiyormuş gibi hissederdi. Ama babalık görevi sadece maddi ihtiyaçları doyurmak değildi ki... Bize para pul, zenginlik verememişti babamız, fakat doğruluğu, dürüstlüğü, namuslu, gururlu, onurlu olmayı, erdemi, tevazuyu, yardımseverliği, dayanışmayı, saygıyı, sevgiyi vermişti. Nur yüzlü annemizle birlikte... Ve bu değerlerin maddi karşılığı yeryüzünde yoktu. Gerçek zenginlik de buydu aslında: İnsan olmak, insan kalmak... Fakir fukara ya da diğer bir deyişle yoksul olmak belki kader değildir, ama utanılacak bir şey de değildir. Bu ülke halkının büyük bir bölümü bu süreçten geçmiştir. Yoksulluğu, yoksunluğu yaşamıştır. Türkiye’nin en yakıcı gerçeğidir fakirlik. Aşağılanası, alay edilesi bir zümre değildir fakir fukara... Hele onların üzerinden bu ülkenin medar-ı iftiharı bir kulübüne; Galatasaray’a saldırmak, aymazlığın ta kendisidir. Ortada hiç bir şey yokken, durup dururken, üstelik kazanılmış bir maçın ardından, sırf yıpratma politikası uygulamak, hakemleri baskı altına almak, aklınca psikolojik savaş vermek için ezeli rakibini, ‘fakir fukara edebiyatı yaparak kendilerine çıkar sağlıyorlar’ şeklinde aşağılamaya çalışmanın ne yöneticilikle, ne de insanlıkla alakası yoktur. Böylesine zalim bir dil kullanan birinin bu ülkenin en güzide kulübünde yıllardır yöneticilik yapması ne acıdır, ne büyük talihsizliktir. Bu nobran ve snob yönetici prototipi, stat terörünün neden önüne geçilemediğinin cevabıdır aslında. O çıkar, hem bu ülkenin milyonlarca fakir fukarasını rencide edecek, hem de koskoca bir camiayı küçük düşürecek söylemlerde bulunursa, futbolcusu, ‘bir baba hindi’ tezahüratı yaptırır, taraftarı da statlara satırlarla, palalarla gider. Gerçekte statlardan ayıklanması gerekenler, rakibe saygı nedir bilmeyen, holigan besleyen, tribün terörüne çanak tutan, rakip taraftarı provoke eden bu tür yöneticilerdir. Belki onlar zengindir. Belki paraları vardır, pulları vardır, iktidarları vardır, ihtişamları vardır ama, fakir fukaranın sahip olduğu insani değerlerden çoğunlukla yoksundurlar. Zaten o değerleri parayla pulla elde etmek mümkün değildir. Bir parça insan olmak yeter...Ben gurur duyuyorum, yoksulluğumla da, Galatasaylılığımla da... Siz de duyun, diyorum ve yazımı Bekir Coşkun’un ‘Yoksullar’ isimli harika yazısının son pasajıyla bitiriyorum. Anlayana... “Kaçak elektriği en çok mülk sahiplerinin kullandığı, yeşil kartlıların apartman sahibi olduğu, yıkılmayan gecekonduların “partiye” dayandığı ve en büyük yağmaların örgütle yapıldığı bir ülkedir burası.Yoksul? O yoksuldur.Sessiz, küskün, utangaç, hatta beceriksiz...Kimsenin malına göz dikmez. Ne çalmayı bilir, ne yağmayı.Tam tersine kapısını çaldığınızda, yarım yoksul ekmeğini paylaşır sizinle o.Yüreklerindeki o namus-onur değil midir, bu kadar vurgunun ortasında onları yoksulluğa mahkum eden? Yüreğine taş basar yoksul.İsyanları dahi bir gecenin sabahına yakın, karanlık ağarmadan önce, biraz hıçkırıktır. Gözyaşlarını gizler.Ağladıklarını göremezsiniz yoksulların.Yoksul olan ekmekleri-aşlarıdır.Yürekleri değil...”Acıyı bal eyleyenler...Acı belki kategorize edilemez ama hemen hemen herkesin üç aşağı beş yukarı önceliği aynıdır. İnsanın bu dünyada hiç bir zaman yaşamak istemeyeceği üç büyük acı vardır: Evlat acısı, kardeş acısı, anne-baba acısı. Lakin bunları yaşamak kaçınılmazdır. Hayat serüvenimizde ya biri, ya da hepsi eninde sonunda kapımızı çalar. O gün geldiğinde, ağu gibi bir acı ruhumuzu ve bedenimizi kaskatı yapar, yüreğimizi kor gibi dağlar. Dayanmak mümkün değildir. Yapılacak hiç bir şey yoktur. O acı, vücudumuza bir et beni gibi yapışır, sonsuza kadar bizimle birlikte yaşar. Bazı insanlar vardır, yaşadığı acıyla birlikte darmadağın olur, savrulur gider. Bazıları taş kesilir, bir sfenks gibi kalır. Bazıları da acılarını hafifletmenin yollarını arar. Kolay kolay mümkün olmasa da... Ankaragücü’nün eski başkanlarından Nevzat Karataş ile zarif eşi Nebahat Karataş da, bundan 10 yıl önce biricik oğulları Gökçe’yi henüz hayatının baharındayken bir trafik kazasında kaybetmişler. Dünya onlara zindan olmuş. Ancak onlar yaşadıkları bu acıyı kalplerine nakşederek, kararan dünyalarına ışık saçacak bir vakıf kurmuşlar: Gökçe Karataş Vakfı. Karataş çifti, çocuklarının anısını bu vakıfla yaşatırken, eğitim, kültür, sanat ve spor alanında ülkemize katkı sağlamaya başlamışlar. Bir rahmet bulutu gibi üzerlerinde dolaşan Gökçe’nin ruhundan, bursla okuttukları fakir ve yoksul çocuklara ruh üflemişler, binlerce Gökçe yaratmışlar.Nebahat ve Nevzat Karataş çifti, aynı zamanda vakıf yoluyla her yıl spor, sanat ve eğitim alanında bu ülkeye hizmet veren insanları ödüllendirmeye başlamışlar. Geçtiğimiz hafta bu ödül töreninin 10.’su düzenlendi Ankara’da. Geçen yıl spor yazarlığı alanında beni de layık görmüşlerdi bu ödüle. Bu yıl da sevgili dostlarım Tunç Kayacı ile Yavuz Kocaömer’i ödüllendirdiler. Yüzde yüz doğru isabet. Onların bu gururuna ortak olmak için ben de töreni takip ettim. Törende, vefa, kadirşinaslık, takdir, şükran, gurur; hepsi vardı. Bir insanlık geçidiydi adeta. İnsan olduğunuzu iliklerinize kadar hissediyordunuz. Ölümsüzler kervanına katılan merhum Gökçe Karataş’ın ruhu salonun her köşesine sinmişti.Hayatın anlamını arayanlar Nebahat&Nevzat Karataş çiftini mutlaka tanımalı...









































