‘’Arka Bahçe‘’
Normal ne, anormal ne? Biz neyiz, kimiz?Normalliğin yalnızca kültürden kültüre değil, aynı kültür içinde zamana, sosyal sınıflara ve cinsiyete bağlı olarak da değişkenlik gösterdiğinin altını çizen Horney, şu olguya da vurgu yapmadan duramaz: “Her kültürün, kendi duygu ve dürtülerinin ‘insan doğası’nın tek normal ifadesi olduğu inancına dört elle sarılması için yeteri kadar neden vardır.”Normallik ve anormallik kavramları üzerinde şüphesiz başka bilimadamları da çalışmalar yapmış, çeşitli açıklamalar getirmiştir. Hepsinden alıntı yapmamıza imkan yok. Ancak varılan sonuç, üç aşağı beş yukarı aynıdır: Her kültürün, her toplumun kendine özgü bir normallik ve anormallik anlayışı vardır. Bu kavramlar, aynı zaman diliminde yaşanılmasına rağmen yeryüzünün doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine öylesine değişiklikler gösterir ki, tek bir “doğru” bulmak mümkün değildir. Hatta bırakın toplumları, aynı toplumun bireyleri arasında bile bu iki kavram büyük farklılıklar gösterebilir. Özellikle de bizim gibi kaosun ve kargaşanın eksik olmadığı dinamik toplumlarda... 80’li yıllardaki iletişim devrimiyle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu dünyaya açılan Türk toplumunun çok büyük bir kesimi bu değişime ayak uyduramamıştır. İyi eğitimli, elit bir azınlık batı normlarını benimserken, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle köyden kente akın eden çoğunluk, çağdaşlıkla geleneksel değerler arasında sıkışıp kalmıştır. Ne çağdaş olabilmiş, ne de geleneksel kalabilmiştir. İki arada bir derede savrulup giden köylü-kentli kalabalığı, bu sancılı süreçte geçmişten günümüze kendini var eden, ayakta tutan tüm geleneksel değerlerini yitirirken, “kuralsızlık” tek kural olarak egemenliğini ilan etmiştir. Bugün, kırmızı ışıkta duranın arkadaki araçlar tarafından taciz edilmesi, emeğiyle, namusuyla para kazananlarla alay edilmesi, dürüstlüğün, erdemin aptallık olarak nitelendirilmesi, çalanlara “helal olsun” denmesi, devletine ve toplumuna karşı olan yükümlülüklerini yerine getiren sade vatandaşın horlanması, itilip kakılması, buna mukabil hırsızın, ursuzun, vurguncunun, zorbanın saygı görmesi, devlet otoritesinin yerini mafyanın alması, boşuna değildir. Geçmişte bizim için anormal olan, bugün artık normal kabul edilebiliyor. Keza normal olan da, anormal!Cenk İşler’in centilmenliği Fatih Tekke’nin silahı!..Bundan iki hafta önce İnönü Stadı’nda oynanan Beşiktaş-Kayseri Erciyes maçında Cenk İşler’in gole giderken, yerde yatan rakip oyuncu nedeniyle topu taca göndermesi üzerine, bilen bilmeyen kalem erbabı, yorumcu morumcu ahkam kesti. Her hafta tv ekranlarından evlerimize zehir püskürten bir takım amigolar, çok duygulanmış numarasına yatarak titrek sesleriyle Cenk İşler’in davranışını kutsadı. Bazı ulema abiler de hep akıntıya karşı kürek çekme ve farklı olma dürtüsüyle sözkonusu futbolcumuzun jestinin altında kurnazlık aradı! Aynı günlerde Fatih Tekke’nin, silahını havalimanında emanete teslim ederken görüntülenmesi ise neredeyse bir infiale neden oldu. Kendi belinde, evinde silah bulunduran, hatta bununla kalmayıp özel korumalarla gezen bir takım yazar çizer, mal bulmuş mağribi gibi Fatih Tekke’nin silahını, kalemine diline doladı. Milli Takım’ın santrforu ağır eleştirilere uğradı, neredeyse lanetlendi. Meğer Fair Play’i ne çok severmişiz!Bazı okurlarım ve dostlarım, bu tür konularda hassas olduğumu bildikleri için Cenk İşler’i ve Fatih Tekke’yi yazmadığım için beni eleştirdi. Hepsine verdiğim cevap tekti: Normal de ondan.Evet, Cenk İşler’in yerde yatan oyuncu nedeniyle topu taca atması da normal, Fatih Tekke’nin belinde silah taşıması da... Fatih’in neden silah taşımak zorunda kaldığı zaten ilerleyen günlerde belli oldu. Devlet otoritesinin ortada olmadığı, adaletin tecelli etmediği bir düzende bireyler kendi başının çaresine bakar. Fatih de öyle yaptı. Yani normal olanı. Kendini güvende hissetmediği için, silaha sarıldı. Fatih Tekke bugünün Türkiyesi’nde değil de, barışın, huzurun ve devlet otoritesinin olduğu bir ülkede silah taşısaydı, o zaman yaptığı anormal, hatta suç olurdu. Gelgelelim Cenk İşler’in davranışına... Erciyesli futbolcunun bu davranışının da bir özelliği yok. Çünkü o, yapması gerekeni yaptı. Çünkü biz toplum olarak yapmamız gerekeni yapmadığımız için Cenk’in hareketi hepimizin içini titretti. Belki de kendi gerçeğimizle yüzleştirdi ve utandırdı bizleri...Burada normal olan Cenk, anormal olan da bizleriz. Bizler günlük yaşantımızda haketmeden kazanç elde etmeyi bir şiar olarak benimsememiş olsaydık, Cenk’i alkışlardık elbette ama, bu kadar da kutsamazdık. Şayet biz normal olsaydık, o maçta Cenk’in topu taca atmasını değil de, aynı pozisyonda bir kaç Beşiktaşlı futbolcunun atağı devam ettirmesini konuşurduk. Zira, gerçekte anormal olan oydu... Ve hepsi de bizim gerçeğimiz...
‘’Rafael...‘’
Ligde defans-orta saha bütünleşmesini en iyi yapan takımlardan biri olan Sivasspor dün bu özelliğini yitirmiş gibiydi. Hakkı’nın yokluğunda defans kurgusu arızaya uğradı. Orta alanda Hakan yalnız kaldı. Bu oyun anlayışı karşısında Ceyhun ve Rafael yürüye yürüye gol pozisyonlarına girdiler. Özellikle Rafael Sivasspor defansına karşı gerek havadan, gerekse yerden büyük üstünlük sağladı. Düşe kalka attığı ilk gol sonrası iki de asist yapıp maça damgasını vurdu. Brezilya’nın en vasat futbolcuları bile ligimizin kader adamı olabiliyor. Bu da Türk Ligi’nin kalitesi bakımından önemli göstergelerden biri olsa gerek.Kümede kalma savaşı veren Samsunspor maça adeta 1-0 önde başladı. Erken buldukları gol sonucu Sivasspor oyun disiplininden kopunca işleri kolaylaştı. Defansta iyi organize oldular. Orta sahayı iyi parsellediler. Solda Celil sağda da Tamer ile kanat bindirmeleri yaptılar. Sivas’ın üzerine az ama öz geldiler. Savunmada Kenan tecrübesiyle öne çıktı. Orta alanda da Adnan enerjisi ve tekniği, yeni transfger Guaye de uzun boyu ve güçlü fiziğiyle etkili oldu. Senegalli oyuncu sanki Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi NBA’den gelmiş gibi!Cezalı Sivasspor karşılaşmayı Yozgat’ta oynayarak kendi kendine bir ceza daha verdi. Zira her ne kadar yağan kar temizlenmiş olsa da buz tutan zeminde futbolcular ayakta durmakta zorlandı ve tehlikeli anlar yaşandı. Bu tür zeminler her zaman evsahibi takımlar için dezavantajdır.Dünkü maçın bir başka ayrıntısı ise Sivas başkanı Mecnun Odyakmaz’ın seyirciye fırça atmasıydı. İkinci Samsunspor golü sonrası protokol tribününde sevinen Samsunsporlular, Sivasspor taraftarından küfür yiyince başkan Odyakmaz devre arasında kendi taraftarını uyararak susturdu. Mecnun başkan Aziz Yıldırım ekolünün Sivas versiyonu gibiydi ama yaptığı doğru ve faydalıydı. Umarım onun hareketi başka başkanlara da örnek olur.
‘’Arka Bahçe‘’
Batıyı dize getirerek batıya pencere açılır mı?Kıt kanaat geçinmesine rağmen babamın hemen her gün eve getirmeyi alışkanlık edindiği Tercüman Gazetesi’ni alır almaz derhal arka sayfasını çevirir, tüm spor haberlerini dikkatle okurdum. En çok da Galatasaray ve Metin Kurt’la igili olanları... Cim Bom’un Brian Birch’le fırtına gibi estiği yıllardı... Ülke siyasi ve sosyal çalkantılarla karanlık bir geleceğe doğru son sürat ilerlerken, gazete sayfalarından yoksul odama taşan her Sarı-Kırmızı destan içimi titretir, hülyalı başımı döndürdü. Pazar günlerinin ise ayrı bir önemi ve anlamı vardı benim için. Bahçeli bir evde yanyana oturduğumuz rahmetli dayımın küçük transistörlü radyosundan haftanın maçlarını büyük bir heyecanla dinlerdik. Yayındaki herhangi bir maç aniden kesilip, Galatasaray’ın karşılaşmasına bağlantı yapıldığı anda kalbim duracak gibi olurdu. Ani bağlantılarda mutlaka gol haberi verilirdi. Attık mı, yedik mi acaba?.. Genellikle atardık. Ve genellikle kazanırdık. Çocuk dünyama bir güneş gibi doğan Galatasaray’ın bana yaşattığı o sevinç ve gururla, bütün bir haftam mutluluk içinde sular seller gibi geçerdi. İşte benim deli gönlüm Galatasaray aşkıyla böyle doldu. Üç yıl üst üste gelen şampiyonluğun ardından fetret devri başladı. Birch’ün yumruğu kalkmaz oldu. Çocukluk kahramanım Metin Kurt bir meçhule doğru yolculuğa çıktı. Ama içimdeki Cim Bom aşkı her geçen yıl biraz daha büyüdü. Yeni bir şampiyonluk görmek için 14 yıl bekledim. Bu ülkede kimileri için bir ömür, kimileri için bir ömrün yarısı, kimileri için çeyreği sayılacak bir zaman diliminde sevinç ve gururun yerini kahır, üzüntü ve keder aldı. Ama Galatasaray sevgisi hep bakiydi. Sonra malum yıllar geldi. “Avrupa Fatihi” payesini aldığımız zafer ve gurur yılları... Dağa taşa “Cim Bom” yazıldığı yıllar... Ali Sami Yen’den yükselen coşkunun Asya’nın steplerinden, Afrika’nın cangılına kadar tüm yeryüzüne yayıldığı, sevinç gözyaşlarının sel gibi aktığı yıllar... Lakin rüya fazla sürmedi. Süreç iyi değerlendirilemedi. Kurum, kurumsallaştırılamadı. Camia içi çekişmeler, bölünmeler, atışmalar, yanlış hesaplar, vizyonsuzluk, ufuksuzluk, muhafazakarlık, riyakarlık, kibir, haset, koca camiayı için için çürüttü. Yüzyılda elde edilen kazanımlar, bir kaç yıl içinde heba edildi. Ve trend tersine döndü. Yıllarca alaturka yöntemlerle yönetilen Fenerbahçe yapılan hatalardan ders alarak kurumsallaşma yolunda dev adımlar attı ve yükselişe geçti. Ezeli rakibi yükselirken, Galatasaray düştü. Tahterevalli misali! Gelinen son nokta hepimizin malümu. Aynı günlerde gazetelerde çıkan iki haberi tekrar görüşlerinize sunuyorum sevgili okurlar: “Galatasaray uçağında rezalet. Amigonun biri Necati’yi yumrukladı. Futbolcular karşılık verdi. Uçak kalkamadı. Takım Konya’da mahsur kaldı. Bir yönetici amigolarla futbolcular arasında arabuluculuk yapmak istedi. Karakola gittiler. Şikayetçi oldular. Sonra geri aldılar!”“Fenerbahçe yönetimi Şükrü Saraçoğlu’na kreş yapmaya karar verdi. Aileleri stada çekmek isteyen Sarı-Lacivertli yönetim, küçük çocuğu olanların stada gelebilmesi ve daha rahat maç seyredebilmeleri için çocuklarını bırakabileceği bir kreş yaparak hizmete sokacak.”Bu tablo bir Galatasaraylı olarak benim içimi acıtıyor. Ezeli rakibimize gıpta ediyorum. Evet, biz Galatasaray olarak UEFA ve Süper Kupayı aldık. Bunu yaparken, tüm Avrupa’ya diz çöktürdük. Rakiplerimizi eze eze yendik. Ülkemizin dünyadaki en büyük markalarından biri olduk. Ama Batılı olabildik mi? Bırakın Batılı olmayı, hala “Batı’ya açılan pencere” olduğumuz iddiasında bulunabilir miyiz? Yukarıdaki iki habere bakarak sizce iki ezeli rakipten hangisi batıya açılan pencere? Batı medeniyet demektir. Medeniyet ise ayrıntılarda gizlidir. İşte iki ayrıntı: “Aylarca parasını alamayan futbolcuya dayak”, “Stada kreş”.Bu yazıyı içim kan ağlayarak yazdım. Ama gerçek bu. Gerçeklerden kaçılmaz. Aksine yüzleşmeliyiz. Ben yazmalıyım. Siz de okumalısınız. Özellikle de Galatasaraylılar! Okudukları bir kırbaç gibi yüzlerinde şaklamalı. Ve hepsinin benim gibi içi acımalı. Ki, yeniden doğalım...Onur sadece bir erkek ismi değildirBugün kime sorsanız, “niçin yaşıyorsun” diye... Alacağınız cevapların yüzde doksanı, “onurum ve gururum içindir”. Ama gelgelelim pratik hayat böyle söylemiyor. Kaybettiğimiz yüzlerce hasletimiz içinde en başta gelenidir; onurumuz ve gururumuz. Onur ve gururun yerini pişkinlik ve yüzsüzlük aldığı içindir ki, her türlü arsızlık, hayasızlık artık bizlere normal gelebiliyor. Hani, neredeyse kültürel tarihimize yazacağımız bir özdeyiş haline gelen o meşhur klişemiz var ya, “Çalıyor ama iş yapıyor” şeklinde... İşte o misal!..Kanıksadık, içselleştirdik, her türlü çirkefliği... Çalsın, çırpsın, talan etsin her tarafı... Yeter ki kapımızın önüne asfalt döksün! İşte biz koltuk erbaplarına böyle tapındıkça, onlar da gemi azıya alıyor. Yapıştıkları makamdan kazımak için süngü şekline sokulmuş ispatula gerekiyor! Lakin akıntıya karşı yüzen alabalıklar da yok değil ülkemizde... Yaptığı hatayı kabullenip, bedelini medenice ödeyen. Başkaları cezalandırmadan, kendi cezasını kendi veren... Ya da çürümeye karşı bayrak kaldırarak “ben sizden değilim” diyen... Veya dünya arenasında aldığı görevde adil olamayacağını görerek 23 yıllık koltuğunu terkeden... Etik adına, ahlak adına... Aslında onları kutsamak istemiyorum. Ama sayıları o kadar az ki... İsimlerini bir kez daha zikretmek zorunda hissediyorum kendimi. Muktedirlere inat!Mehmet Özdilek, Selahattin Aydın, Uğur Erdener, Metin Tokat... Onurun dahi ağlatılabildiği bir ülkede dimdik ayakta durabildiniz. Onurunuzla birlikte... Sağolun, varolun...
‘’Arka Bahçe‘’
Bugün yazacak bir şeyim yokLügatımdaki tüm kelimeler terketti beni bugün. Cümlelerim uzun ve belki de dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı. Cenk meydanında süngüsü düşmüş askerler gibiyim. Savunmasızım. Soyutlandım; ait olduğum toplumdan, dünyadan, dünyamdan, hatta kendimden bile. Çekip gidesim geliyor, bir dağ başına. Çoğalan kalabalıklarda iyice debreşen yalnızlığımı da sırt çantama koyarak... Kekik kokan yamaçlardaki bir çoban kulübesine sığınmak; oradan hiç çıkmamak, kendimle, doğanın dinginliğiyla başbaşa kalmak, sessizliğe sığınmak istiyorum. Orada kelimelerime yeniden kavuşmayı, düşgücümle yeni dünyalar kurmayı arzuluyorum. Beni de içine çekip alacak mavi dünyalar... Zira artık, bu aculluk, çapaçulluk, şark kurnazlığı, çapsızlık, kalitesizlik, bayağılık, kabalık, vurdumduymazlık karşısında pes etmek üzereyim. Yazdığım her kelime bir bumerang gibi geliyor beni vuruyor sonunda. Cümlelerim sabun köpüğü gibi boşlukta kayboluyor. Hiç bir şeyin değişmediğini, değişmek bir yana eskisinden daha beter hale geldiğini görmek bana tarifsiz bir hüzün veriyor. Bir girdaba dönüşen bu kısırdöngünün içinde boğuluyor gibiyim. Çaresizce çırpınıyorum.Bugün 25 Ocak... Uğur Mumcu katledileli 13, Gaffar Okkan şehit edileli 5 yıl olmuş. Onların uğruna hayatlarını kaybettiği değerlerin artık esamisi bile okunmuyor. Okunmak bir yana, katilleri baştacı ediliyor, şanlı kahramanlar gibi dolaşıyor aramızda. Hukukun yerini zorbalık, barışın yerini çatışma aldı. Son barış adamı Aydın Güven Gürkan’ın ölüm haberi gazetelerde sağ alt köşelerde yer bulabildi. İşte bir kara kış daha gelip geçiyor. Saydınız mı? Kaç yoksul kömür sobalarından hayatını kaybetti. Hangi belediye, hangi yetkili kaçak ve kalitesiz kömürlerin, standarda uymayan sobaların ve bacaların neden olduğu bu bedava ölümlerden sorumlu tutuldu? Hiç. Kuzey Kore ve Tayland’dan sonra kuş giribine kurban veren üçüncü ülke olmanın utancını hala üzerimizde taşıyoruz. Kurban bayramındaki vahşet, ilkellik, yollarda trafiğe kurban olanların görüntüleri hafızalarımızdan silinmedi henüz. Keza, salgın hastalığı önleyeceğiz diye diri diri yakılan, gömülen biçare kuşların feryatları da... Ucuzlayan yalnız insan hayatı değil ki... Hayatın ta kendisi.Varsa yoksa siyaset. Birilerini iktidar yapan, iktidarın nimetlerinden faydalandıran, ülke kaynaklarını eşine dostuna, yandaşlarına peşkeş çektiren siyaset... Çepeçevre bizleri saran, nefes alamaz hale getiren, bunca çirkefin, hukuksuzluğun, densizliğin yaşandığı bir ülkede “diş fırçalarında domuz kılı var mı” diye soruşturma önergesi verebilen politikacılar üreten ucuz siyaset... Değdiği her yeri kirleten, yakıp yıkan siyaset... Son 20 yıldır Türk sporunu da teslim alan, allak bullak eden siyaset... Siyaset demek, illüzyon demek. İllüzyonistler o kadar gözümüzü bağlamış ki “Haluk Ulusoy siyaseti yendi” denebiliyor. Sanki arkasındaki güçler; Melih Gökçek vs. siyasi değilmiş gibi... Ve Türk futbolunun en şaibeli başkanı yeniden baştacı edilebiliyor. Bu nasıl bir ülke böyle? Süleyman Demirel gidiyor, bir süre sonra umut oluyor ve tekrar geri geliyor. Haluk Ulusoy görevden alınıyor, umut oluyor, tekrar getiriliyor. Neyse... Daha fazla sıkılmak istemiyorum. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.Konuk yazar:Hak, hukuk, guguk!Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Ceza Kurulu... Özellikle son birkaç aydır aldığı kararlarla spor kamuoyuna saç baş yolduran kurul. 15 günde bir toplanan, davalardaki dosyaları inceleyen ve sürekli erteleme kararı alan kurul! “Bilinçli bir şekilde doping kullanmamıştır. Cezaya gerek görülmemiştir” diyecek kadar pişkin bir kurul. Adam öldürsen, sonra da istemeyerek yaptım desen, buna bile ceza verilmesini istemeyecek bir kurul. Son vukuatları ise milli atlet Tezeta Dengersa hakkında bir türlü verilemeyen ve 8 kez ertelenen, en sonunda Uluslararası Atletizm Birliği’nin (IAAF) bile canını sıkan kararsızlık...Geçtiğimiz yıl mart ayında Avrupa Salon Şampiyonası’nda ikinci olarak tarihi bir başarıya imza atmıştı. Ancak daha sonra doping kullandığı gerekçesiyle hakkında kesin karar çıkana kadar pistlerden uzaklaştırıldı. Testler yapıldı, sonuçlar açıklandı, yalan dendi, yanlış dendi, ama olan yine Türk atletizmine oldu. Elvan Abeylegesse’ye 5 bin metrede Dünya rekoru kırdıran antrenör Ertan Hatipoğlu, Tezeta’ya da aynı başarıyı yaşatacaktı. 3 bin metre engellide Türkiye’nin ikinci Dünya rekoru geliyordu. Ancak sağolsun Ceza Kurulu’muz (!), buna izin vermedi. Türkiye’nin doping konusunda en uzman merkezi Hacettepe’nin milli atlet için verdiği temiz kararını bile resmen hiçe saydı. İlker Peksezer’in başkanlığını yaptığı Ceza Kurulu, bugün Tezeta için 9. kez biraraya gelecek. Bir sporcu için 8 kez toplanan kurul, nasıl olur da tüm belge ve bilgilerin ortada olmasına rağmen karar veremez. Yoksa Süreyya Ayhan davasından sonra Türkiye’ye savurduğu tehditler yüzünden IAAF’tan mı korktular!.. Olamaz herhalde. Yıllarca okullarda dirsek çürütmüş, tüm prosedürleri, kuralları yutmuş, uzmanlaşmış insanlar, alacakları kararın arkasında dururlar. Onların aldıkları karar yanlış olamaz! O kadar kitap, bilgi!..Sonuç ne olursa olsun, yarın Tezata’ya ceza verilmeyeceği de açıklansa, Türkiye kendisine Avrupa ve Dünya Şampiyonaları, hatta olimpiyatlarda madalya getirecek bir atleti kaybetmek üzere. Neden mi, bir kızı olan Tezeta, şu anda Etiyopya’da ailesiyle birlikte. Antrenmanlarını yapıyor mu, beslenmesine dikkat ediyor mu? Kim biliyor?.. Antrenörü bile emin değil. Çünkü Ay-Yıldızlı arma ile Dünya rekoru kıracak düzeydeki bir atlet, spordan soğutulmuş durumda.Acaba bu tablonun oluşmasına sebep olanlar, yine kamera karşısına çıkıp, “Türk sporu en iyi şekilde yönetiliyor” diyebilecek mi? Kim bilir? Hala siyasetin spora karışmadığını iddia ediyorlar... Bu yalanı da yedirirler!Sedat Hardal
‘’Buz kestik‘’
Her ne kadar ligdeki konumları ve hedefleri farklı olsa da futbol felsefeleri birbirine benzeyen Ziya Doğan ile Werner Lorant’ın karşı karşıya geldiği bir maçta gol ya da goller beklemek zaten fazla iyimserlik olurdu. Zira, iki teknik adamın oynamayı değil de, oynatmamayı hedefleyen aşırı kontrollü, defansif bir oyun anlayışına sahip olduğu bir gerçek. Dün de, kendi klasiklerini sahaya yansıttılar. Oyunu orta alanda kilitlediler. Koca 90 dakika boyunca yaratılan gol pozisyonları bir elin parmakları kadar bile olmadı. En net pozisyon 54. dakikada yaşandı. İkincisi de 65’te. Hepsi bu...Elbette bunda zeminin buzla kaplı olması, futbolcuların, değil pas yapmak ayakta dahi durmakta zorlanmalarının önemli rolü vardı. Ancak Malatya’da Bilal, Sivas’da Balili gibi sonuca etki edecek kreatif oyuncuların kenarda oturduğunu söylersek, sahadaki görüntünün bir tercih meselesi olduğu daha iyi anlaşılır.Sonuçta adeta gol atmamaya koşullandırılmış futbolculardan oluşan iki takımın mücadalesinde golsüz beraberlik beklenen bir skordu. Fakat bu skor, kümede kalma mücadelesi veren diğer takımların kazandığı bir haftada Malatyaspor için büyük kayıp oldu. Sivas için ise farkeden birşey olmadı. Zaten Lorant da, bunu bildiği için en iyi oyuncusu Andersson’u 80’de oyundan aldı. Son 10 dakikayı forvetsiz oynadı. İstediği bir puandı, onu da aldı.Sahanın en başarılı ismi ise hakem Bülent Yıldırım’dı. Çok kart çıkardı, ancak tümü isabetliydi. Oyunun kontrolünü elinde tuttu, yönetimiyle ilerisi yıllar için ümit verdi. Yardımcıları da ona ayak uydurdu.Dünkü ayazda içimizi ısıtan görüntüler ise Sivas tribünlerindeydi. Bir avuç Sivasspor taraftarı Afrika yellerini andıran danslarıyla İnönü Stadı’na renk kattı. Futbol bu işte: Oyun, temaşa, eğlence, keyif...
‘’Arka Bahçe‘’
memedalibey!.. Eline, beline, diline...Anadolu halklarının, birbirlerinin haklarına saygılı, birarada, barış ve huzur içinde yaşamalarının formülüdür; yüzyılların imbiğinden süzülüp, tarihi yarımadada kök salan bu epik felsefe... Bir başkasının malına, canına, namusuna el atmamak, dil uzatmamaktır, hatta yan gözle dahi bakmamaktır; eline, beline, diline sahip olmak.Kendini bilmektir, kendin olmaktır, ait olduğu toplumun öz değerlerine sahip çıkmaktır; eline, beline, diline sahip olmak.Erdemdir, namustur, haktır, adalettir, öz saygıdır, yüce gönüllülüktür, tevazuudur, insan ve doğa sevgisidir; eline, beline, diline sahip olmak.Tarih boyunca atlattığı bin bir badireye rağmen bu çileli halkı ayakta tutan en önemli düsturdur; eline, beline, diline sahip olmak. İnsanı insan, milleti millet yapan değerler bütünüdür, paylaşmaktır, dayanışmadır, konukseverliktir; eline, beline, diline sahip olmak.Depremde tarumar olan kardeş halkın acısıyla yüreği yanıp, “Ben fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. 2 milyon lira (2 YTL) ekmek paramız vardı. Bunun size 1 milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu 1 milyonla depremdeki çocuklara ekmek alın. Bu para helaldir. Pul parası da vereceğim için paranın hepsini gönderemedim. Özür dilerim” diye mektup yazan ve ekmeğinin yarısını afetzedelere gönderen vicdanlı, onurlu evlatlar yetiştirmektir; eline, beline, diline sahip olmak. Hacı Bektaşi Veli’dir, Mevlana’dır, Yunus Emre’dir, Şeyh Bedrettin’dir, Karacaoğlan’dır, Pir Sultan’dır, Aşık Veysel’dir; eline beline diline sahip olmak. Halkları kaynaştıran, bütünleştiren, iç-dış düşmana karşı aynı cepheye toplayan, omuz omuza savaştıran harçtır, sihirdir, keramettir, iksirdir; eline, beline, diline sahip olmak.Ve bugün dört tarafı sarılmış, kendisini geçmişten bugüne taşıyan bütün değerleri elinden alınmak istenen, her türlü kültürel saldırıya karşı açık düşürülmüş bir toplumun sımsıkı sarılması gereken en önemli silahtır; eline, beline, diline sahip olmak.Galatasaray’a hakaret etmek espri midir?Ama bu savaşı önce kendi içimizde vermeliyiz. Kimlere karşı mı? Başta, modernite adı altında içimizi boşaltmaya, batıya çağ atlatan evrensel değerleri değil de, yoz kültürünü topluma empoze etmeye çalışan popüler figürlere karşı... Ne kendine, ne ait olduğu topluma, ne de o toplumun değerlerine zerre kadar saygısı olmayanlara karşı... Sonra onları baştacı eden koyu cehalete, akılsızlığa, bilinçsizliğe karşı...İşte bu popüler figürlerin önde gelen isimlerinden; televizyonlarda yaptığı suyuna tirit programlarla hemen her akşam evlerimize arz-ı endam eden ve halkımızı eğlendiren (!) memedalibey, (nam-ı diğer, Mehmet Ali Erbil), geçtiğimiz günlerde Sergen’e, “Siz Efes Kupası’nı aldınız, biz de (Fenerbahçe) ligi alırız, Galatasaray ise Babaeski’yi alır!” diye buyurmuş. Aklınca espri yapmış! Futbol yaşamının en zor günlerinde kapağı attığı ve ekmeğini yediği bir camiaya karşı yapılan bu adice saldırı üzerine Sergen de, bir keyiflenmiş, bir keyiflenmiş ki, kahkahayı basıvermiş. Birlikte bir güzel eğlenmişler! Eğlenirken de objektiflere poz vermişler. Sporda dostluğa, barışa, huzura, Fair-Play’e her zaman ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde Galatasaray’a dil uzatan zeka küpü (!) memedalibey, yalnız Sarı-Kırmızılı camiayı değil, Babaeski halkını da yaralıyor. Ve bu, onun ilk vukuatı da değil üstelik. Programından ödül kazanan izleyiciye hakettiği ödülü sırf Galatasaraylı olduğu için vermeyerek açıkça holginazmi ekranlara taşımıştı bir süre önce...Ama bütün bunlar onun umurunda değil. Şımarıklık, küstahlık onun gıdası. Ne de olsa mahallenin delisi! Ne söylese gider! Zaten şöhretini de buna borçlu değil mi? Eline, beline, diline sahip olmamak...Oysa tutkunu olduğu Fenerbahçe’yi anlamlı kılan, ezeli rakibi Galatasaray değil midir? Galatasaray olmasa Fenerbahçe’nin, Fenerbahçe olmasa Galatasaray’ın hiç bir önemi, anlamı olmaz. Türk sporunun bu iki lokomotifi, sadece rakiptir. Düşman yapmak isteyenlere inat rakip olarak kalacaklardır. Onlar, Türkiye’nin boynuna asılı madalyonun iki yüzüdür. Gün gelir biri çevrilir, gün gelir diğeri... Bunu, toplumun gözü önünde olan biri olarak her hareketine, ağzından çıkan her kelimeye dikkat etmesi gerekirken, ısrarla padişah soytarısı gibi davranan memedalibey de anlamak, öğrenmek, kafasına sokmak zorundadır. Bu toplum, köyün delisini her zaman hoşgörür ama öz değerlerine dil uzatanları affetmez. Galatasaray da bu ülkenin öz değerlerinden biridir. Ve memedalibeyin ayağına dolanacaktır. Er ya da geç...memedalibey, memedalibey!.. Güner Ümit’i unutma.
‘’Arka Bahçe‘’
Ey Türk Gençliği sakın milli olmayın!Yanlış anlamayın lütfen. Her alanda milli olmak bir vatandaşlık görevidir. Ekonomide, siyasette, sporda, sanatta, bilimde, teknolojide... Milli olun. Aşın kendinizi ve ait olduğunuz coğrafyayı. Ülkenizi gururla temsil edin dünya arenasında. Çalışın, üretin. Ürettiğiniz değerleri başta ülkeniz olmak üzere insanlığın hizmetine sunun. Milli olmak aidiyetimizin omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur. Dahası, bir borçtur. Ülkemizden aldıklarımıza karşılık ödememiz gereken bir borç... Her Türk sporcusu, altyapıda eğitimine başladığı çağlardan itibaren milli olma hayaliyle yaşar. Bilir, en büyük hazzın ülkesine hizmet olduğunu. Yarışırken, rakibini geçmenin, yenmenin yanısıra Ay-Yıldızlı armayı göğsüne takmanın da savaşını verir. Bu savaşta bazen yenik düşüldüğü de olur. Ancak ders almasını bilenler için her yenilgi, aslında bir yenilenme fırsatı doğurur. Kendini yenileyenler yoluna devam eder, bunu başaramayanlar da tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolur. Milli olma serüveninde iş burada bitmez elbette... Ülkesini temsil etme hakkını kazananın sorumluluğu biraz daha artar. Çarpışacağı cephe genişler. Hem içerideki, hem dışarıdaki rakiplerinin yanısıra, bir de karşısına statüko çıkar. Giydiği formayı burnundan fitil fitil getirmek için pusuda beklemektedir, çağdışı zihniyet... Aslında milli sporcunun en büyük rakibi de bu ilkel anlayıştır. Sahayı, salonu rakiplerine dar edebilir ama zaferini kendisine zehir edenlerin-edeceklerin ördüğü kalın duvarlara toslayarak, sere serpe yere uzanıverir. Yedi düvele meydan okur da, muktedirlere gücü yetmez! Çünkü güç de onlardadır, iktidar da... Seslerini duyurmak isteyenlerin attığı çığlık da boşlukta kayboluverir. Çaresiz bir başlarına kalıverirler. Yapayalnız. Tıpkı bugün sistemden tekme yiyeyerek kaderine terkedilen Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara gibi...2004 yılında Kırkpınar’da zirveye çıktıktan sonra performansını artırarak sürdüren ve son Dünya Şampiyonu Aydın Polatçı’yı ekarte ederek milli mayoyu sırtına geçiren 21 yaşındaki Recep Kara, Bulgaristan’ın Varna kentindeki Avrupa Şampiyonası’nda ağır bir sakatlık geçirir. Müsabaka sırasında diz yan bağları kopan talihsiz güreşçi, İstanbul’a dönüşte özel bir hastanede ameliyat edilir. Gelgelelim, Kara’ya sakatlığından daha ağır darbe vuran gelişmeler bundan sonra başlar. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün 13.08.1991 tarih ve 21959 sayılı “Milli Takım Mensupları’nın Sigortalanması” hakındaki yönetmeliğe göre Recep Kara’nın tedavisi devletin güvencesi altındadır. Fakat ne var ki, bu mekanizma talihsiz güreşçinin ameliyatı ve uzun tedavi sürecinde bir türlü işletilmez. Kara’ya yurtdışına gidip tedavi olmasını ve devletin her şeyi karşılayacağını söyleyen yetkililer, özel hastanenin çıkardığı 13 bin YTL tutarındaki faturayı ödemeye yanaşmaz. Yaklaşık 6 ay bekleyen hastane bu kez talihsiz güreşçinin kapısını çalar ve paranın ödenmemesi halinde yasal işlem başlatacağını bildirir. Federasyon ve Genel Müdürlük’te gerekli merciilere başvurusunu yapan Recep Kara’ya verilen cevap ise, Türk sporunun hal-i pür melalini özetler niteliktedir: “Devlet hastanesi yerine özel hastaneye gittiğin için bu parayı ödeyemeyiz. Masraflarını kendin karşıla. Paran yoksa, yeni transfer olduğun kulübün ödesin.” Ve kapılar yüzüne kapanır. O da kendi cebinden paranın büyük bir kısmını öder. Kalanı için ise vade ister. Hastane de ona bu opsiyonu tanır. Hatta bir de güreşçiye acır ve yüzde 20 indirime gider. Kara şanslıymış! Ödeyecek parayı bulmuş. Ya bulamasaydı?.. Kendisine yeni rakipler çıkacaktı, hiç kuşkusuz: İcra memurları. İşte böyle sayın seyirciler...Şimdi gelin de milli olun! Öyle ya... Her şeyin bir bedeli vardır. Milli sporcu olmanın ise bin bir bedeli vardır! Ve size bunu ödetirler. Er ya da geç... Bundan kaçamazsınız...Sarışın, çipil gözlü çocuk...Bir masal prensi gibiydi, 1995 yılının Mayıs’ında Şükrü Saraçoğlu’nun çimlerine düştüğünde... Önünde uzun bir gelecek ve parlak bir kariyer vardı. Türk futbolunun en önemli yıldızlarından biri olabilecek fırsatı eline geçirmişti. Kendine has stili, kıvraklığı, ters çalımları, oyun zekası, aniden çıkardığı sert ve isabetli şutlarıyla taraftarın sevgilisi olmaya adaydı. Lakin buna hazır mıydı? Hazır olmadığının anlaşılması için sezonun başlaması yeterliydi. İlk bir kaç haftalık tutukluğunu çaylaklığına bağlayanlar oldu, nafile bir iyimserlikle... Fakat o bir türlü toparlanamadı. Geldiği kulüpteki performansına bile ulaşamadı. Futbolu hep geri gitti. Zira şöhret ve para başını döndürmüş. Kendisine bir kene fibi yapışan arkadaş çevresi onu sömürmeye ve ait olmadığı bir dünyanın içine çekmeye başlamıştı. Yaşantısı çok bozulmuştu. Giderek bu bozukluk psikolojisine de yansıdı. Hiç bir şeye uyum sağlayamadı. Hırçınlaştı. Önce taraftarıyla olan gönül bağı koptu. Ardından da kulübüyle yolları ayrıldı. Fenerbahçe’nin forması ona çok bol ve ağır gelmişti. Çıktığı Anadolu yolculuğunda da aradığını bulamadı. Bir ara Çin’e kadar uzandı futbol serüveni. Ancak hiç bir yolculuk, hiç bir arayış, sığındığı hiç bir liman onun derdine derman olamadı. Hep kaybetti. Zira o kaybetmeye programlanmıştı, adeta...Ve sonunda bu kayıp yaşama uygun bir finali sahneye koydu. Altın vuruşu yaptı. Kanında esrara rastlanmıştı. Cezası en az iki yıldı. Henüz 30’lu yaşlarındaki bir genç adam için fazlaca trajik bir hayat ve son. Ama ne var ki, o bunu seçti.Altyapılarda büyük futbolcu olmanın hayallerini kuranlar, Tarık Daşgün’ün hayatını iyi okumalı, analiz etmeli ve ders almalı.Çünkü bu dersi, yeryüzünün hiç bir okulunda okutmazlar adama...
‘’Arka Bahçe‘’
Çocuktan al dersi!Candan Erçetin’in buğulu sesiyle söylediği içli bir şarkıda şu sözler yer alıyor: Kazanmak neye yarar kaybeden olduğunda... Bundan yıllar önce takım tutmayan bir ahbabımıza sebebini sorduğumda bana şaşkınlık veren bir cevap almıştım: Çünkü kaybedene üzülüyorum. Yalnız spor değil, hayatın da bir yarış olduğu gerçeğini gözönüne alırsak, kazanmak ve kaybetmek bu işin doğasında var. Bir taraf kazanıyorsa, diğer taraf kaybedecek. Biri sevinecek, biri üzülecek. Zaman gelecek kazananla kaybeden yer değiştirecek. Dolayısıyla sevinç ve hüzün de...Yakın tarihimizde yaşanan siyasi ve sosyal çalkantılar nedeniyle sahip olduğu tüm değerleri erozyona uğrayan ülkemizde son yıllarda yükselen trend ise; ne pahasına olursa olsun her maçı kazanmak zorunda olmak. Bu zorunluluğu kim dayatıyorsa!.. Gerçekleşmesi mümkün olmayan böylesi bir hayal, ne yazık ki her sporcunun beynine bir “ideal” olarak nakşediliyor. Tüm amacı üstyapıya sporcu yetiştirmek olan altyapılarda dahi taze dimağlar sadece ve sadece kazanmaya koşullandırılıyor. Çapsız ve eğitimsiz yetiştiriciler tarafından çocuk yaşta zehirlenen sporcu, biraz palazlanıp arenaya çıktığı zaman da bir terminatöre dönüşüyor. Ve kazanmak için de her yolu deniyor. Çünkü bu tuhaf oyunun bir parçası olan seyirci ve medya da buna koşullandırılıyor. Sadece kazananı yüceltiyor, alkışlıyorlar. Kaybedeni yuhalıyor, yerin dibine sokuyorlar. Sanki kaybetmek kabahatmiş gibi! Oysa kazanmanın ne önemi, ne anlamı var, kaybeden olmasaydı? Kazananı yücelten aslında kaybedenin varlığıdır. Ve biz toplum olarak bu bilinçten uzak olduğumuz için sahalarımız, salonlarımız her geçen gün yangın yerine dönüyor. Ne kazanmasını biliyoruz, ne kaybetmesini... Ne de kaybederken, kazanmasını... Ama çok iyi bildiğimiz ve uyguladığımız bir şey var ki, o da; kazanırken kaybettiğimizdir. Başvurduğumuz akıldışı ve gayri sportif yöntemler nedeniyle elde ettiğimiz kazanımların birer “pirus zaferi” olduğunu anlamamız için ise, bir gün rakibimizin de aynı yöntemlerle kazandığını görmek yetiyor çoğunlukla. Bu şekilde kaybetmek başlangıçta acı veriyor hepimize. Lakin sonra alışıyoruz. Zira oyunun kuralı bu. Bugün sen, yarın ben!.. Elde ettiğin başarının ne kadar değersiz olduğunu biliyorsun, ancak bu oyunu sürdürmek hoşuna gidiyor. Saha dışında güçlü olduğun sürece mesele yok. Fakat rakibin senden daha güçlü olduğunda da feveran, kavga, küfür ve anarşi... Kendi cehennemimize kendimiz odun atıyor, körük tutuyoruz. Bu ateşin hepimizi yakacağını bildiğimiz halde... Her geçen gün harını yükselttiğimiz ateşin dumanı öylesine etrafımızı sarmış ki, yanıbaşımızda oluşuveren “Halil İbrahim Çeşmesi”ni göremiyoruz. Bu dağdağanın ortasında içimize huzur verecek, daralan ruhlarımızı ferahlatacak, geleceğimize ışık tutacak enstantane, Bolu’daki bir atletizm yarışında yaşandı ve bizler bunu farketmedik. Atatürk’ü Anma Kros Müsabakaları’nda kıyasıya bir yarışın içine giren iki ilkokul öğrencisi Ertan Altın ile Uğur Akman, son metrelere geldiğinde elele tutuşup birlikte finiş çizgisini geçiyor. DHA’dan Ersin Ercan da denklanşöre basıyor ve bu unutulmaz sahneyi ölümsüzleştiriyor. Gözlerimize adeta mil çekilmiş gibi, bizler bunu görmüyoruz, atlıyoruz. Oysa o resim, “kazanmak için her yol mübahtır” felsefesini yıllardır çocuklarımıza aşılamaya çalıştığımız biz büyüklerin gerçek yenilgisinin resmidir. Bu ilkel anlayışı çöp sepetine atan asaletin ifadesidir o davranış ve o fotoğraf... Suratımıza atılan bir Fair Play tokadıdır, çocukların yaptığı... Bizi silkelemesi, kendimize getirmesi gereken...Çocuk aklının bize vermek istediği ancak hiç bir zaman alamayacağımızı düşündüğüm mesaj ise gayet net ve açık: Kazanmak herşey değildir.Hüzün ve gururBu satırlar biraz kişisel olacak. O nedenle beni mazur görün sevgili okurlar. Ancak hayatın garip cilveleri vardır ya; arka arkaya gelir... Gülerken ağlarsınız, ağlarken gülersiniz. Yeni yıla adım attığımız şu günler işte benim için böyle oldu. Hüznü ve sevinci birarada yaşadım. Önce içim buruldu, ardından gururlandım. Ağladım ve güldüm. Hayatın boynuma taktığı madalyonun iki tarafını da aynı anda gördüm. Yılbaşına girerken, 40 yıllık ömrümün dörtte birini beraber geçirdiğim mesai arkadaşım, sevgili ağabeyim, büyüğüm Zeki Kuban’la yollarımız ayrıldı. Acı tatlı hatıralar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti. Ne çok alışmışız birbirimize ve ne çok sevmişiz. İnsan bu dünyada her şeye alışabiliyor da, adı ne olursa olsun ayrılığa alışmak çok zor oluyor. Her gün birlikte olduğunuz, birşeyleri paylaştığınız insanın ansızın gidivermesi, bir yanınızın eksilmesine yol açıyor. Hayatınızda yarattığı boşluğun içinde kaybolveriyorsunuz adeta... Lakin, eksik ziyade yolunuza devam etme zorunluluğunuz var. Gidenin de... Sana bundan sonraki yaşamında sağlık ve huzur diliyorum Zeki Abi.Fanatik Basket Gazetesi’nin her ay düzenlediği “Ayın Basketbol Yıldızları” ödül töreni 2006’nın ilk günlerinde yapıldı. Törende engelliler sporuna yaptığı katkı nedeniyle sevgili kardeşim, yardımcım Sedat Hardal’a da bir plaket verildi. Plaketi sunmak onuru ise, İsmet Badem ile Ümit Avcı’nın yaptığı bir jestle bana verildi. Bugüne kadar birine verdiğim ilk ödüldü bu. Benim için tarifsiz bir duyguydu. Kendi yetiştirdiğim insanın ödül alması ve ona bunu benim vermem... Hani derler ya; anlatılmaz, yaşanır. Çok gururlandım. Hayatımda aldığım en anlamlı ödül buydu. Yolun açık olsun Sedat kardeşim...