‘’Zalad'ın ahı mı tuttu!‘’
Kabul, provokatif bir başlık attım. ..Ve bunu bilerek yaptım. Çünkü ülkemizde ekmek peşinde koşan bir yabancı kaleciye ve onun üzerinden Galatasaray’a atılan şike çamuruna bir kez daha dikkatinizi çekmek istedim. Zira tam zamanıdır! Ortada hiç bir somut belge, bilgi, bulgu, döküman, itiraf yokken bir insanın onuruyla, haysiyetiyle, meslek yaşamıyla nasıl oynanabildiğinin, ülkemizin en önde gelen camialarından Galatasaray’ın 18 yıl boyunca nasıl şaibe altında bırakıldığının çok çarpıcı bir örneğidir Zalad olayı. Kişilere ve kurumlara yapılan mesnetsiz suçlamaların, atılan iftiraların vebali hep boynumuza kaldı. İşin aslını araştırmaktansa yıllar boyu kolaya kaçtık. Hemen yaftaladık. ‘Para şike, işte Cim Bom işte’ tezahüratlarıyla koca camiayı rencide ettik. Her platformda iddiaları şiddetle reddetmesine rağmen, Zalad’ı darağacına çekiverdik. Hiç söz hakkı tanımadık. Kendini savunmasına bile fırsat vermedik. O hep gözümüzde ‘şikeci Zalad’ oldu. Galatasaray’ın şampiyonluğu da şaibeli...
Üstelik Galatasaray’dan 5 gol yiyen (8 değil, ikinci yarı oyunda yoktu.) o Zalad’ın aynı sezon Beşiktaş’tan İnönü’de 4, Ankara’da 6, küme düşmekten son anda kurtulan Karşıyaka’dan da yine kendi evinde 5 gol yediğini; ayrıca 59 golle ligin en çok gol yiyen takımının Ankaragücü olduğunu bile bile bu ısrarımızı, ön yargımızı sürdürdük. Galatasaray’a averajla şampiyonluğu kaptıran Beşiktaş’ın o zamanki yöneticisi İhsan Kalkavan’ın son hafta maçlarının öncesinde “Elimde çantamla Ankara’ya karargah kurmaya gidiyorum” sözlerini de balık hafızalı olduğumuz için hiç bir zaman hatırlamadık! ‘Çamur at izi kalsın’ politikamızdan asla vazgeçmedik.
Ancak ne var ki biz eski alışkanlıklarımızı kolay kolay terk edemesek de, akıp giden zaman her şeyi tersine döndürebiliyor. Çeyrek asra yakın bir zamandır Galatasaray’ı şikeyle suçlayanlar, şimdi aynı suçlamayla karşı karşıya. Üstelik bu kez tevatür de değil. Ortada polisin aylardır yapmış olduğu teknik bir takip ve itiraf var. Türkiye’nin asırlık çınarları vahim iddialar ve küme düşme tehlikesi ile karşı karşıya. Ama ben, hüküm giyene kadar suçlananların masum olduğuna inanmaya devam edeceğim. Tüm Galatasaraylılar da bunu yapmalıdır. Bugün olanlar, Zalad hadisesiyle nitelik bakımından pek fazla birbirine benzemese de, zamanın bize verdiği ders gayet açıktır: Hiç kimseyi elinde somut delil olmadan suçlamayacaksın. İftira atmayacaksın. Masumiyet karinesi gün gelir hepimize lazım olur. Suçlu olsak da olmasak da...
Özür ve Düzeltme / 16.07.2011
Dünkü ‘Zalad’ın ahı mı tuttu!’ başlıklı yazımda Zalad’ın 1992/1993 sezonunda Beşiktaş’tan İnönü’de 4, Ankara’da 6, Karşıyaka’dan da kendi evinde 5 gol yediğini ifade etmiştim. Söz konusu maçlarda Ankaragücü’nün kalesinde Zalad değil, Arif Peçenek olduğunu belirtir ve bu maddi hata için özür dilerim. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Bu ifadeler yazının ana fikrini oluşturmuyor. Anlatmak istediğim gayet basit aslında. Suçu ispat edilene kadar herkes masumdur. Geçmişte Zalad ve Galatasaray, Beşiktaş ile Fenerbahçe camialarının ve yazarlarının açtığı haksız kampanya ile kamu vicdanında mahkum edilmişti; ortada hiç bir somut delil yokken. Bugün de söz konusu iki kulübümüz hüküm giymeden aynı şekilde kamu vicdanında mahkum edilmek isteniyor. Bir vatandaşlık hakkı olan ‘masumiyet karinesi’ gözetilmeden...
Hamit Turhan
‘’İflah olmaz bir güreş düşmanıyım!‘’
Gazetecilik mesleği genellikle gıptayla bakılan bir meslektir. Zevklidir, hareketlidir, tempoludur, heyecanlıdır. Gazetecinin günü gününe, anı anına uymaz. Yakalanan güzel bir haberin, yazılan etkili bir yazının hazzı hiçbir şeye değişilmez. Onun içindir ki, bu meslekte emeklilik diye bir şey yoktur. Gazeteci ancak ölünce emekli olur! Yani bir sevdadır, tutkudur gazetecilik.
Lakin bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Gazeteci yalnızdır. Gazetecinin dostu yoktur. Gazeteci ip cambazı gibidir. Hata kabul etmez. Streslidir, yıpratıcıdır. O nedenle gazeteciler genellikle hayattan erken emekli olurlar! Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamamak bu mesleğin doğasında vardır. Esasında, birilerine yaranmaya çalışana da gazeteci denmez ya; o ayrı bir konu. Çoğunlukla fincancı katırlarını ürküttüğümüz için kolaylıkla ‘düşman’ edinebiliriz ve ‘düşman’ ilan edilebiliriz. Tıpkı benim uzunca bir süredir güreşin düşmanı ilan edilmem gibi. Bu ülkede düzenli olarak güreş yazıları yazan, güreş şampiyonalarına giden çok az sayıdaki gazeteciden biri olarak güreşten sıdkımın sıyrılması bundandır. Son olarak Hamza Yerlikaya’nın, Ankara’daki Yaşar Doğu Spor Salonu’nda asılı posterinin indirilmesini haber yaptığım için aynı paranoya bir kez daha hortladı. Kimlerin bu terbiyesizliği yaptığı araştırılıp cezası kesileceği yere benim güreşin birliğine ve bütünlüğüne çomak sokmak istediğim (!) vehmine kapılmış sayın yetkililer. Sonra bir de bakmışlar ki, Ankara Büyükşehir Belediyesi o posterleri indirmişmiş! Tabii haber çıkınca kayıp poster aniden bulunup asılıvermişti! Olay bununla kalmadı elbette. Güreşin çiçeği burnunda başkanı Bekir Çeker, böyle basit şeylerle camianın meşgul edilmemesini buyurmuş ve bana da gazetecilik dersi vermiş! “Diğer 28 şampiyonun posteri neden yok” diye sormamışız! Şimdi bunu sormak mı gerekiyor? O zaten ayrı bir ayıp. Ama ayıp üstüne ayıp yapılınca ve biz de bunu gündeme getirince bir anda mikser oluveriyoruz. Ama dedim ya, bu mesleğin doğasında var böyle şeyler. Artık kanıksadım. Ben işimi düzgün yapmaya çalışıyorum. Türk sporunun selameti için başkalarının da işini düzgün yapması için de çalışmaya, yazmaya devam edeceğim. Ne de olsa düşmanlığın sınırı yoktur!
‘’Ünal Aysal milattır‘’
Galatasaray tarihinde çeşitli dönüm noktaları vardır. Her biri kendi devinimi sonucunda kulübü dünya prömiyerine taşımıştır. Yerelden evrensele geçişte birer devrim niteliği taşıyan bu atılımların başında Derwall’in Türkiye’ye getirilmesi gelir. Alman Hoca, Galatasaray’a içinde çağdaş futbol anlayışını da barındıran yepyeni bir vizyon kazandırmış ve bir bakıma 2000 ruhunun temellerini de atmıştır.
Galatasaray’daki ikinci ve en önemli milat ise Faruk Süren ve Fatih Terim önderliğinde kazanılan UEFA Kupası’dır. Bu büyük başarı Galatasaray’ı dünya sahnesine taşımakla kalmamış, kulübü geri dönüşü olmayan bir kulvara sokmuştur. Aynı zamanda diğer Türk takımları için de başarı çıtasını yükseltmiş ve onları hedeflerini büyütmeye zorlamıştır. Fenerbahçe’nin bugün geldiği noktada hiç kuşkunuz olmasın Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferinin önemli bir payı vardır.
Sarı-Kırmızılı kulüp açısından üçüncü milat olarak Seyrantepe Stadı’nın açılmasını gösterebiliriz. Ancak stadın tarihsel süreçte bir eşik olarak yerini alabilmesi doğru bir organizasyon ile mümkün olabilir. Dünyanın en modern stadına sahip olmak yetmez. O stadın işlevsel hale gelebilmesi için olmazsa olmaz koşul, çağdaş bir kulüp yapılanmasıdır. Bu gerçekleştirilemezse stat bir beton yığınından öteye geçmez.
İşte bu noktada yeni Galatasaray yönetiminin yapısı, yönetim anlayışı, tarzı, vizyonu ve ufku önem kazanıyor. 14 Mayıs’ta Galatasaray’ın 34. Başkanı olan Ünal Aysal’ın o günden bugüne dek çizdiği başkanlık profili, söylemleri, ortaya koyduğu hedefleri, kendine güveni ve kulübün tüm dinamiklerini harekete geçirerek oluşturduğu paylaşımcı modeli camiayı heyecanlandırmaya yetmiştir. Sayın Aysal başkanlık performansı açısından müthiş bir başlangıç yapmıştır. Bu parlak giriş, gelecekteki aydınlık günlerin de habercisidir. Sakinliği ve dinginliğiyle insana adeta huzur ve güven veren Ünal Aysal’ın, kafasındaki kulüp modelini ve sportif hedeflerini hayata geçirmesi halinde Galatasaray içinde bulunduğu krizden çıkmakla kalmaz, kısa zamanda Avrupa’nın ilk 10 kulübü içinde kendine yer bulur. Ünal Aysal, şu ana kadar sergilediği ‘sıra dışı başkan’ görüntüsüyle bunu başarabilecek güce sahip gözüküyor. Moral değerler bakımından dibe vuran, adeta parçalanmanın eşiğine gelen camianın beklentilerini 15 gün içinde bu derece yükseltebilmek ve birlik, beraberlik rüzgarları estirebilmek bile ileride neler yapabileceğinin göstergesidir. Böylesine iddialı konuşmak için erken olabilir ama Ünal Aysal Galatasaray için son milattır. Çünkü görünen köy kılavuz istemez.
‘’Kocaman Alex!‘’
Amacım Aykut Hoca'nın soyadına atıfta bulanarak Alex'in büyüklüğünü ifade etmek değil. İkilinin ikinci yarıdaki korelasyonunun yol açtığı sonuca dikkat çekmek istedim sadece. Biri oynattı, diğeri oynadı. Hepsi bu.
Futbol üzerinden felsefe yapabilirsiniz. Futbolu hayata, hayatı futbola uyarlayabilirsiniz. Futbolun psikolojik, sosyolojik ve ekonomik boyutlarına da dalabilirsiniz. Futbolu dipsiz bir kuyu, sonsuz bir boşluk, ulaşılmaz bir zirve olarak da algılayabilirsiniz. Futbolu masal kahramanlarıyla, efsanelerle, bir takım ruhani terimlerle de ifade edebilirsiniz. Hatta 'Futbolistan' adında bir ütopya yaratıp içinde kaybolabilirsiniz de... Bunların hepsi mümkün. Hepsi futbolun içinde var olan dinamikler. Ama bir de yalın bir gerçek var: Futbol basit bir oyundur. Bir top, iki taş, iki oyuncu yeter futbol oynamak için. Fenerbahçe'nin bu yıl ki şampiyonluğu işte bu basit gerçeğin tezahüründen başka bir şey değildir. İlk yarıda sezonu tamamlayamayacakmış gibi görünen Sarı-Lacivertli takımın ikinci yarıda adeta yenilmez armadaya dönüşerek zafere uzanmasının altında yatan temel etken, Aykut Kocaman ile Alex arasında sağlanan korelasyonudur. Fenerbahçe'nin bocaladığı dönemlerde ikili arasında yaşanan uyumsuzluğun ikinci yarıda giderilmesidir, Fenerbahçe'yi şampiyonluğa taşıyan. Yani, futbol aklının devreye girmesi. Aykut Hoca, elinde Alex gibi bir büyük yıldız varsa ondan maksimum verimi almanın yollarını sezon başında bulmalıydı. Ama yapmadı. Devreye Aziz Bey girdi. Ardından Aykut Kocaman oynattı, Alex de oynadı. Kazanan da Fenerbahçe oldu. Tıpkı Terim'in Hagi'yi, Lucescu'nun da Sergen'i oynatma becerisini göstererek kazanmaları gibi. İşte hepsi bu. Çok basit.
Şampiyonluk Fenerbahçe'ye kutlu olsun. Trabzonspor'a ise sadece şunu söylemek gerek: Başın öne eğilmesin.
‘’Kocaman haksızlık!‘’
Çok büyük bir sürpriz olmazsa -ki ben bu kez olacağını sanmıyorum- hafta sonu Fenerbahçe 18. şampiyonluğuna uzanacak. Üstelik inanılmaz bir ikinci yarı performansıyla... Son yıllarda böylesi bir seri yakalayan hiç bir takım olmadı. Elbette bunun birçok nedeni var; görünen, görünmeyen... Ama bir şey çok net: Fenerbahçe devre arasını çok iyi değerlendirmiş. Ligin ilk yarısında maçların sonuna doğru fiziki düşüş yaşayan, oyununu rakibe kabul ettiremeyen, pas bağlantılarını sağlayamayan, bazı kilit oyunculardan verim alamayan Fenerbahçe'ye adeta bir sihirli değnek değdi ve takıma bambaşka bir kimlik kazandırdı. Bu sihirli değneğin sahibi hiç kuşkusuz, kendi karakterini takıma yansıtan 'sakin güç' Aykut Kocaman'dır.
Gelgelim, bugün gerek medyada, gerekse futbol kamuoyunda başta Alex ve Gökhan Gönül olmak üzere hemen herkesin Fenerbahçe'nin başarısında adı geçiyor. Hatta Aziz Yıldırım'ın bile! Bir kişi hariç: Başarının mimarı Aykut Kocaman. Sanki bu takım teknik direktörsüz oynuyormuş gibi Aykut Hoca görmezden geliniyor. Başarısızlıkta yerden yere vurulan Aykut Kocaman, başarıda pas geçiliyor. Fenerbahçe'nin bu müthiş seriyi yakalamasında en önemli faktörler olan oyun disiplini, hırs, mücadele, inanç, takım ruhu, pes etmeme, maç başına yapılan ortalama 500 pas gökten zembille mi indi? Bu takıma 'takım' hüviyetini kim kazandırdı? 90 dakika boyunca antilop gibi koşan futbolcuları bu seviyeye kim çıkardı? Alex'i zihinsel ve fiziksel olarak hazır hale kim getirdi? Bu soruların cevabını benim kadar siz de biliyorsunuz. O halde Sezar'ın hakkını Sezar'a teslim edin lütfen. Adaletsizlik yapmayın. Kul hakkı yemeyin. Sonra altından kalkamazsınız!
‘’Fenerbahçe'nin kibri!‘’
Hıristiyanlık öğretisinde insanoğlunun kendini sakınması gereken 'Yedi Ölümcül Günah'tan söz edilir. İlk kez 13. Yüzyıl'da İtalyan filozof ve din adamı Thomas Aquinas tarafından dile getirilen ve Dante'nin, 'Cennet, Cehennem ve Araf'ı anlattığı 'İlahi Komedya'da da anlatılan bu günahlar şöyle sıralanır: Lust (Şehvet), Greed (Bencillik), Gluttony (Açgözlülük), Pride (Kibir), Sloth (Tembellik), Wrath (Nefret), Envy (Kıskançlık). Diğer semavi dinlerde de günah olarak addedilen bu fenomenlerin her birinin ayrı ayrı tahribatı vardır insan üzerinde. Ama bir tanesi vardır ki, 'Yedi Ölümcül Günah'ın en ölümcülü olmaya namzettir. Kibir dediğimiz bu davranış biçimi, süreklilik arz ettiği takdirde yalnız sahibini değil, onun çevresini de çürütmeye başlar. Narsizmin doruk noktasına ulaşmış kişilerde görülen kibrin sonuçları nefret ve dışlanmaya kadar gidebilir. Tıpkı Başkan Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe'nin bugünkü durumu gibi.
Aziz Yıldırım'ın kendi kulübüne ve Türk sporuna katkıları inkar edilemez bir gerçektir. Yalnız Sarı-Lacivertli kulübün bahçesine değil, gönül bahçelerine de heykeli dikilmelidir. Lakin, Aziz Bey bunu istemiyormuş gibi bir davranış sergiliyor yıllardır. Öylesine kibirli, öylesine müstehzi ki, bu karakterini zamanla kulübüne de sirayet ettirdi. Futbolcusundan yöneticisine, taraftarından spor yazarına kadar camianın önemli bir kesimi kibre bulanmış vaziyette. Fenerbahçe adeta matruşka gibi olmuş. Aziz Yıldırım'ın içinden binlerce Aziz Yıldırım çıkmış sanki. Büyüklükle kibir birbirine karıştırılmış. Rakiplerle alay etmek, bütün takımları küçümsemek günlük alışkanlıkların birer parçası olmuş. Elbette bu durum, Fenerbahçe aleyhinde bir sinerji de yarattı. Özellikle de Anadolu'da... Son haftada kaçan iki şampiyonluğun nedenlerinden biri de budur. Fenerbahçe'nin bu ruh hali ne yazık ki bu sezon da katlanarak devam ediyor. Ve Fenerbahçeliler de kendilerine karşı oluşan cepheyi, kibrin dozunu artırarak 'Tek büyük biziz’ yanılsamasıyla açıklamaya çalışıyor. Oysa gerçek başka yerde. "Biz Anadolu'da neden sevilmiyoruz" sorusunun cevabını arayanlar aynaya bakmalı. Aradıkları orada; sırların arasında!
‘’Tantana Mustafa‘’
İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Rami’de ‘Tantana Mustafa’, nam-ı diğer Mustafa Kurtuluş (!) isimli nevi şahsına münhasır bir zat-ı muhterem yaşar. Yaşının 60 civarında olduğu rivayet edilmekle beraber gerçek yaşını kendisinden başka kimse bilmez! Birçok sıra dışı özelliğe sahiptir. Bunlardan birkaçını sıralamak gerekirse, işe 70’li yılların başından 80’li yılların ortalarına kadar işlettiği ‘Tantana’ isimli Türkiye’nin ilk rock cafesinden başlamak gerekir. Rock cafelerin daha esamisinin okunmadığı yıllarda normal bir semt kahvesini rock kültürünün filizlendiği ve yoğrulduğu bir mekana çeviren Tantana Mustafa aynı zamanda çok iyi gitar çalmasıyla da bilinir. Her ne kadar kendisi bu konuda mütevazı davransa da, Türkiye’nin en iyi gitaristlerinden biri olduğu su götürmez bir gerçektir. İbanez gitarını çaldığına denk gelirseniz, gitarı sanki konuşturuyormuş hissine kapılırsınız.
Semtte ‘Reis’ olarak da bilinen Tantana Mustafa, birikimini başta çocukları olmak üzere Rami’nin gençlerine aktararak birçok müzisyenin yetişmesine ön ayak olmuştur. Müziğin yanı sıra motosiklet tutkusuyla da tanınan Tantana Mustafa, aynı zamanda briç, bilardo, bezik, king gibi oyunlarda da oldukça ustadır. Her yaştan insanla kolaylıkla irtibat kurabilen Tantana Mustafa, özellikle gençlerin adeta sevgilisidir. Oldukça nüktedandır. Zekice yaptığı esprilerle çevresindekileri kırar geçirir. Kendisine yapılan espri ve şakaları da bir mutasavvıf olgunluğuyla karşılamakla kalmaz, anında karşılık vererek ortamı neşeye boğar.
Onun en büyük tutkusu Galatasaray
Gündüzleri pek ortalarda görünmez. Çünkü günün yarısına kadar uyur! Geceleri ise sabahlara kadar kitap okuyarak kendini geliştirmeye çalışır. Onu sık sık felsefe, din, siyaset, spor gibi konularda başkalarıyla tartışırken görebilirsiniz. Tartışmalarda genelde kimse onunla baş edemez. Bilgisinin yetmediği durumlarda kıvrak zekası ve hazır cevaplığı devreye girer.
Tantana Mustafa’nın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de Galatasaray tutkusudur. Öyle ki, semtte Galatasaray denince akla Tantana Mustafa, Tantana Mustafa denince de Galatasaray gelir. Yani öylesine özdeştir. Güne Galatasaray’la başlar ve Galatasaray’la bitirir. Ömrü Galatasaray’ı sevmek ve savunmakla geçmiştir. Galatasaray sevgisi Tantana Mustafa’nın ruhunda, gönlünde, kılcal damarlarında dolaşır. Gururunu da yaşar, coşkusunu da, hüznünü de... Galatasaraylı olmaktan hep onur duymuştur. Çünkü Galatasaray onu hiç bir zaman utandırmamıştır.
Gelgelelim Tantana Mustafa’nın bugünlerde gönlü kırık. Buruk, keyifsiz, tatsız... Bir düş kırıklığından söz ediyor. İçinin acıdığını söylüyor. Bu Galatasaray’ın onun Galatasaray’ı olmadığını dile getiriyor. Hayatının anlamının kaybolduğunu belirtiyor.
Neden böyle oluyor? Çünkü Tantana Mustafa’nın hayatına anlam katan en önemli fenomen Galatasaray, kum taneleri gibi avucunun içinden kayıyor. Sebep sportif başarısızlık değil. O gelir, geçer. Tantana Mustafa’yı ve onun gibi yüreği Galatasaray sevgisiyle çarpan milyonlarca Galatasaraylı’yı kahreden, camianın zirvesinde yaşanan tepişmedir, bölünmedir. Sevginin, saygının yerini kin ve nefretin, zerafetin yerini kabalığın almasıdır. Galatasaray’ın içinin, özünün boşaltılmasıdır. Kafatasçı, ayrımcı bir zihniyetin tekrar hortlamasıdır. Ey sorumsuzlar... Galatasaray’a verdiğiniz zarar ne büyük bir bilseniz; gerçek taraftarı soğutarak...
‘’Alex Barça'ya mı!‘’
Sizi bilmem ama benim sıdkım sıyrıldı. Her sezon sonu yaşanan ilkellikler, bu sezon dozunu artırarak devam ediyor. Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki şampiyonluk yarışında rekabetin çirkinliği öyle boyutlara ulaştı ki, insanın aklı havsalası almıyor. Ölçü o kadar kaçtı ki, iş koca bir camianın 'günahkar' ilan edilmesine kadar vardı. Aykut Kocaman gibi aklı selim bir adam bile akıl tutulmasına yakalanıp, komplo teorilerine sığınabiliyor. İnsanı ikrah getirten bir çapaçulluk. O yüzden bu işi burada kesip futbola dönelim istiyorum. Rıdvan Dilmen, Belediye maçının ardından 'Alex Nou Camp'a' başlıklı yazısında, "Nüfus kağıdında doğum yılı 1985 ile 1990 arası yazsa, Barcelonalı onu alıp Nou Camp'a götürmüştü. Bence şu anda da oynar da..." diye yazdı. Sizce bu gerçekçi bir yorum mu, yoksa abartı mı? Gelin bir fikir jimnastiği yapalım:
Hemen herkesin görüş birliğine vardığı bir konu var ki, Alex'in zekasıyla diğerlerinin bir adım önüne geçtiğidir. Temposu ve fizik gücü düşük olmasına karşın, çabuk düşündüğü için hamle üstünlüğünü elinde bulunduruyor. Bir bakıma bu konuda Türk futbolcularının fundemental eksikliğinden faydalanıyor. Ligde rekorları alt üst etmesine, hatta Avrupa'da da en çok gol üreten yabancı futbolcu olmasına rağmen (57 maç, 14 gol, 18 asist) Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinden başka kayda değer başarısı yok. O maçların kahramanı da Uğur Boral ve Volkan! Elbette futbol bir takım oyunudur. Ancak lider de önemlidir. Alex geçmişte Barça'da oynayabilirdi muhakkak. Ama siber çağın futbolunu oynayan bugünkü Barcelona için bu düşünce biraz fantezi değil mi? Tamam sevelim, hakkını verelim. Ama ilahlaştırmayalım. Hem günümüzde bunu hangi futbolcu hak ediyor ki? Messi ve Ronaldo'dan başka...