‘’Çılgın proje!‘’
Futbolda bir takım için en zor durumlardan biri kaderinin başkalarının elinde olmasıdır. Bu durum, ligin ikinci yarısına 9 puan farkla girip de finişe 4 hafta kala kendi kaderini kendi tayin etme hakkını yitiren Trabzonspor için oldukça tatsız bir pozisyon olsa da, kaybetme korkusunu üzerinden atmasına yol açmıştı. Dolayısıyla bir rahatlama söz konusuydu Bordo-Mavili takım için. Aynı psikoloji teknik direktör Şenol Güneş’e de sirayet etmiş olacak ki, ikinci yarının flaş takımı Gaziantepspor karşısında maça çılgın bir taktikle başladı. Elinde ne kadar forvet oyuncusu varsa sahaya süren tecrübeli teknik adam, yılların stoperi Egemen’i de Cale’nin yerine sol bek mevkiinde görevlendirmişti. Güneş’in oyun planı, Olcan, Cenk, Sosa gibi hızlı ve çabuk oyuncularla, Wagner gibi etkili servis yapan bir virtüöze sahip olan Gaziantepspor’un kolaylıkla cezalandırabileceği bir risk taşıyordu. Üstüne üstlük orta alan hakimiyetini de rakibine kaptırması söz konusuydu. Nitekim maçın ilk 20 dakikasında Trabzonspor istekli ve arzulu görünmesine karşın üretkenlikten uzaktı. Brozek, Umut ve Burak’tan oluşan ileri üçlü sık sık alan değiştirmesine rağmen defans kilidini açmakta zorlandılar. Ta ki 22. dakikaya kadar... Bu dakikada Burak’ın defansın arkasına yaptığı koşunun ardından kaleci ile karşı karşıya kaldığı anda Dany tarafından düşürülmesiyle pozisyonun penaltı ve kırmızı kartla cezalandırılması maçı adeta kopardı. Rakibin 10 kişi kalmasını iyi değerlendiren Trabzonspor’un ilk yarı bitmeden iki gol daha bulması kalan dakikaları angaryaya çevirdi. Her ne kadar Gaziantep’in 10 kişi kalması Trabzonspor’un umulmadık ölçüde rahat bir galibiyet almasına yol açsa da, ligin ilk yarısındaki coşkulu futbolundan örnekler sergileyen Bordo-Mavili ekip, rakibi eksilmese de bu maçı kazanabilecek güçte ve formdaydı. İnsanın aklına, “daha önce neredeydiniz” sorusu da gelmiyor değil hani...
‘’Başbakan'a ayıp!‘’
Şirazesinden çıkmış bir toplumun kendi içindeki sportif rekabetin hangi boyutlara ulaşabileceğini ibretle izliyoruz. Haftalar tükenip finişe yaklaşıldıkça, delirmenin eşiğine gelmişçesine paranoyak bir ruh haliyle birbirimize saldırıyoruz. Yalanın, iftiranın, komplo teorilerinin bini pir para. Belli ki gıdamız bu. Bundan besleniyoruz. Dürüst, adil, karşılıklı saygı çerçevesinde yarışamadığımız için fasit bir dairenin içinde dönüp duruyoruz. Yıllardır kendini tekrarlayan bir kısırdöngüye hapsolmuş durumdayız. Akla ve mantığa aykırı suçlamalar, karalamalar bir kez daha havada uçuşuyor. Öyle ki, işin içine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı bile karıştırdık. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile Kaptanı Alex'in Başbakan Erdoğan'a yaptıkları ziyareti şampiyonluk yarışına tevil ettik. Bu ziyaretten hakemlerin işaret aldığı ve Fenerbahçe'yi kolladığı yorumlarını yaptık. Ardından mahalle baskısına dayanamayan Trabzonspor Başkanı Sadri Şener de Başbakan'ın huzuruna çıktı, iyi dileklerini aldı. Sıradan bir ziyaretin yol açtığı paranoyaya bakar mısınız? Oysa Sayın Başbakan'ın her kulübe eşit mesafede olduğunu bilmiyor muyuz? Tayyip Bey'in memleketi Rize onun zamanında küme düştü, semti Kasımpaşa ikinci kez düşüyor, takımı Fenerbahçe iki kez son hafta şampiyonluk kaybetti. Keza Galatasaray'ın stadını da o yaptırdı. Başbakan'ı her konuda eleştirebilirsiniz, ama bu alanda asla. Eğer bunu yaparsanız, ona büyük haksızlık yapmış olursunuz.. Ve çok ayıp edersiniz.
‘’Işte asıl engel!‘’
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, önce kulüplere kendilerinden izin almaksızın yardım almalarını yasakladı, ardından da milli sporculardan 8 bin liralık tekerlekli sandalyelerin yarısını ödemelerini istedi.
Bu ülkenin neresine el atsanız, çözüm bekleyen binlerce sorunla karşılaşırsınız. Kimi işsizlikten yakınır, kimi yoksulluktan, kimi fırsat eşitsizliğinden, kimi adaletin tesis edilemediğinden... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Buna gazete sayfaları yetmez. Bütün bu sorunların kaynağı, Türkiye’nin gelişmişlik düzeyinin çağdaş ülkelerin çok altında kalmasıdır. Şimdi önümüzde genel seçimler var. Partilerin tümü dağ gibi biriken devasa problemleri çözebileceği iddiasıyla çeşitli vaatlerde bulunuyor. Ancak bu vaatler arasında toplumun önemli bir kesiminin yine ıskalandığı görülüyor. Sayıları 8.5 milyona varan engelli vatandaşlarımızın yaşadığı sorunlara çözüm üreteceğini belirten bir parti lideri duymadım şu ana kadar. Çünkü, böyle bir vaadi gerçekleştirebilmek için ülkeyi yeniden dizayn etmek gerekecek! Hani işsizlik, yoksulluk vs. bir süre sonra çözelebilir, ama bırakın iş aş gibi dertlerden muzdarip olmayı, engellilerin bu ülkede günlük yaşamlarını idame ettirmeleri dahi başlı başına büyük bir sorun. Ondan dolayıdır, milyonlarca engelli bir köşeye atılmış, kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış durumda.
Engeller nasıl kalkacak?
Hal böyle olduğu için engellileri hayata bağlamak için bir takım sivil örgütlenmelerin devreye girmesi gerekiyor. Onların ihtiyaçlarının karşılanması ve seslerinin duyurulması için bazı vakıf ve derneklere gereksinim duyuluyor. Zaten bugün ortada somut bir takım engelli spor faaliyetleri varsa, böyle taşıma suyla oluyor. Gelgelelim, engelli sporlarının önemli bir kısmını koordine eden Bedensel Engelliler Spor Federasyonu akıllara ziyan bir genelgeyle engelli spor kulüplerinin bir takım kamu kuruluşları ile dernek ve vakıflardan para ve malzeme yardımı almasına kısıtlama getiriyor. 20.01.2011 tarihli genelgede söz konusu yardımların önce federasyonun bünyesinde toplanması gerektiği belirtilerek, buna uymayanların cezalandırılacağı belirtiliyor. Kulüpler neye uğradığını şaşırırken, federasyon ikinci bombayı patlatıyor ve 8 bin lira tutarındaki tekerlekli sandalyelerin parasının yarısını milli sporculardan talep ediyor. Daha fazla söze gerek var mı? Sizce engellilerin önündeki engeller kalkar mı? Bu kafayla!..
‘’Taraftarın Arda sınavı‘’
Fiziken dimdik ayakta görülse dahi, ruhunu paramparça edebilirsiniz. Kısa süre içinde bir enkaza çevirebilirsiniz. Bu, saldırının nereden geldiğine ve saldırılan değerlere bağlı bir olgudur.
Düşman bellediklerinizin size yaptığı tüm kötülüklere katlanabilirsiniz, dayanabilirsiniz, direnebilirsiniz, hatta yediğiniz her darbede daha da güçlenebilirsiniz. Lakin, çok sevdiğiniz ve hiç ummadığınız bir kişiden/kişilerden aldığınız beklenmedik bir darbenin yarattığı travma öylesine ağır olur ki, acısı bir ömür boyu geçmez. Sonsuza dek yüreğinizde ince bir sızı olarak taşırsınız. İçin için sızlar durur.
Arda Turan’ın Türkiye’de yaşadığı trajedi işte böyle bir vak’adır. Hiç kuşkunuz olmasın, onu en çok yaralayan, en çok güvendiklerinden, en çok sevdiklerinden, kendisini en yakın hissettiklerinden gelen darbelerdir. Onu bu ülkeden kaçıracak kadar yıkan, yerle bir eden, kendisine sahip çıkması gerekenlerin arkadan hançerlemesidir. Onu dış saldırılara karşı pamuklara sarmalayıp koruması gerekenlerin, ‘recim güruhu’na katılarak taşlamasıdır, asıl Arda’nın bu ülkeyle gönül bağını koparan. Kim mi bunlar? Taraftarıyla, yönetimiyle, muhalefetiyle, teknik kadrolarıyla (şimdiki hariç) Galatasaray camiasıdır elbette. Arda’nın hayatının anlamı olan Galatasaray’a gönül verenlerin ihanetidir, onun gülen yüzündeki gülleri solduran. Ona yapılan riyakarlıklardır, onu kahreden, yalnızlaştıran.
İzmir’de başlayan flört!
“Sana Paris Hilton yakışır” diye tezahürat yapıp da, sevgilisine sinema kapattığı için Arda’yı yuhalayanlarla, koluna kaptanlık pazubandını takıp da, Galatasaray kaptanının küfür ve hakaretlere maruz kalmasına ses çıkarmayanlar, bilakis hak verenlerdir, son 30 yılda ülkemizde yetişen ikinci dünya yıldızına bu hayatı zehir eden. Arda’yı tüketmek, bitirmek, yok etmek için pusuda bekleyenleri cesaretlendiren de, Galatasaraylıların bu aymazlığıdır.
Ben de Arda’nın Türkiye macerasını kafasında bitirdiğine inanlardanım. Son zamanlarda hatalarını anlayıp da onu kucaklayanların, Arda’nın fikrini değiştirip değiştiremeyeceklerini bilemiyorum. Eminim, önümüzdeki Kayserispor maçı başta olmak üzere bundan sonraki haftalarda başta taraftar olmak üzere Galatasaray camiası Arda’ya hak ettiği değeri verecek, ilgisini esirgemeyecektir. Belki ondan özür de dilenecektir. Olması gereken, yakışanı da budur. Ama kırılan kalp tamir olur mu, o şüpheli. Tespih taneleri gibi dört bir yana saçılan ruh parçaları toplanabilir, bir araya getirilebilir mi, bilinmez. En iyisi işi zamana ve oluruna bırakmak. İzmir’de başlayan, Manisa’da az da olsa alevlenen taraftar-Arda flörtünün yeniden aşka dönüşmesi muhtemeldir. Bu sevgi belki kanayan yarayı da durduracaktır. Ancak onu Türkiye’de tutmaya yetecek midir? Bu, Arda’nın yüreğinin sesini dinlemesine bağlı. O yürek kırıktır kırık olmasına ama Galatasaray sevgisiyle dolu olduğunu da unutmamak gerek. Bilirsiniz, aşk söz dinlemez!
‘’Anti-Fener sendromu!‘’
Bir zamanlar Beşiktaş modaydı. Gordon Milne döneminde zaferden zafere koşan Siyah-Beyazlılara diğer takımlar gıptayla bakıyordu. Dolayısıyla bir kıskançlık vardı. Başarılar katlandıkça futbolseverler Beşiktaş'a karşı şampiyonluk mücadelesi veren takımları destekler oldu. Bir bakıma Anti-Beşiktaş cephesi oluştu! Beşiktaş'ın başarılarının altında hep bir çapanoğlu arandı. Bu sendrom Beşiktaş zirveden düşene ve yerini bir başkası; Galatasaray alana kadar sürdü.
Bu kez süreç Galatasaray için çalıştı. Aynı senaryolar, aynı paranoyalar, aynı komplo teorileri havada uçuştu. Fatih Terim ve talebelerinin emeklerine, çabalarına gereken saygı gösterilmedi. Yerel başarıyı evrensele taşımalarına rağmen...
Bugün ise devir Fenerbahçe'nin devri. Türkiye'nin maddi, manevi ve kurumsal açıdan en iyisi. Çünkü Aziz Yıldırım kulüpleşmek için doğru olanları yaptı. Yalnız futbolda değil, diğer branşlarda da her sezon yarışın içindeler. Bu sezon futbolda Trabzonspor ile çekişiyorlar. Ancak yine aynı hastalığımız nüksetti. Toplum ikiye bölündü; Fenerbahçe ve karşıtları diye.. Ve bir kez daha gerçeğin yerini paranoya aldı. Fenerbahçe'ye karşı Trabzon'un yanında saf tutanlar her taşın altında Aziz Yıldırım'ı arıyor. Fenerbahçe ise düşman bir dünyada yaşadığının vehmine kapılmış durumda. Giderek kendine kibirden bir koza örüyor.. Ve kendini içine hapsediyor. Karşılıklı saflaşmalar, karşılıklı atışmalar. Her hakem hatasının altında bir komplo teorisi aranıyor. Bir akıl tutulmasıdır gidiyor. Bu gidiş sağlıklı bir gidiş değil. Hepimiz birer amok koşucusu olmuşuz! Birbirimizi yok etmeye programlanmış gibi. Kanlı finişe ramak kaldı!
‘’Arda'nın dönüşü‘’
Galatasaray, Dr. Jekyll-Mr. Hyde gibi. Bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık! Ancak hangi karakterinin ne zaman baskın çıkacağı belli olmuyor! İlk yarıda Dr. Jekyll’dı Galatasaray. Işıl ışıldı. Arda başroldeydi. Takım halinde kusursuzdular. Koşan, yardımlaşan, savaşan, pas yüzdesi yüksek bir takım vardı sahada. Gerek hücumda, gerek savunmada çok iyi organize oldular. Bunun yanı sıra son iki sezondur alışık olmadığımız bir görüntü sergilediler, ki bu da duran topları etkili kullanmalarıydı. Nitekim atılan iki gol de duran top organizasyonlarından geldi.
Gelgelelim, ikinci yarıda Mr. Hyde oluverdiler! Bu sezon taraftarına kâbus yaşatan o karanlık yönü ortaya çıktı. Manisa’nın agresif futboluna boyun eğdi. Oyunu kendi yarı alanında kabul etti. Pas yüzdesi düştü. Dalga dalga gelen Manisa ataklarında defans alarm zilleri çalmaya başladı. Ev sahibinin kullandığı bütün duran toplarda kalesi gol tehlikesi yaşadı. Bunda yanlış adam paylaşımı ile savunmanın zamanlama hatalarının payı vardı. Nitekim, iki duran toptan iki gol yediler. Manisaspor’un risk aldığı bölümlerde ise bırakılan boş alanları etkili kullanamadılar. Buldukları pozisyonlarda da gerek final paslarındaki başarısızlık, gerekse Stancu’nun yetersiz kalması nedeniyle farkı açacak golleri bulamadılar. Oyunun son bölümlerini ise rölantide geçirmeyi başararak, uzun zamandır arzu edilen deplasman galibiyetini elde ettiler.
Bunda hiç kuşkusuz Arda Turan’ın rolü çok büyüktü. Kaptan oynadı, oynattı. Uğradığı bütün saha dışı saldırılara rağmen, taraftarın sahip çıkması nedeniyle ayakta kalmayı başardı. Darısı yeni sezona!
‘’Baros'a sevgi Arda'ya küfür!‘’
Hakan Şükür’den sonra Türkiye’nin dünyaya sunduğu en önemli yıldız adayını nasıl yerle yeksan ettiğimize tarih önünde şahitlik ediyoruz. Sadece tanık değiliz ki... Fail de biziz. Suça bir şekilde iştirak ediyoruz; ya fiilen ya da susarak. Çünkü linç kültürü genlerimize kazınmış. ‘Vurun abalıya’ şiarı en geçerli düsturumuz olmuş. Hayallerini gerçeğe dönüştürmeyi başarmış bir genç adamı çepeçevre çevirmiş, insafsıca vuruyoruz. Hem de bel altı. Az sayıdaki vurmayanlar da, vuranların safında yer tutuyor. Onu tepelersek, bitirirsek, kaçırırsak başımız göğe erecekmiş gibi. Ve bu hep böyle oluyor. Sürekli kendini tekrarlayan tarihsel bir süreç bu.
Artık belli oldu ki, Arda Turan arkasına bile bakmadan kaçıp gidecek bu ülkeden. Bundan böyle yeni bir Arda Turan kaç yıl sonra yetişir, bilinmez. Oysa onu sevaplarıyla, günahlarıyla sevebilmeli, bağrımıza basabilmeliydik. Onu sevgimizle yüceltmeliydik. Milan Baros’a gösterdiğimiz hoşgörüyü ona da gösterebilmeliydik. Yaptığı hataları bir bilge tevazuuyla ona anlatmalıydık. Akılla, bilgiyle, sağduyuyla ona rehber olabilmeliydik. Ama yapmadık. Kolay olanı seçtik.
Belki de hazmedemedik. Başarı öyküsünü çekemedik. Yeteneklerini, zekasını kıskandık. Hep hayal ettiğimiz ama asla ulaşamadığımız o görkeme sahip olmasını içimize sindiremedik. Bir varoş çocuğunun tırnaklarıyla kazıya kazıya zirveye çıkmasını kabullenemedik. İçimizdeki düşmanı böyle semirttik ve sonra Arda Turan’ın üzerine salıverdik. Ne onun yetersiz altyapısını dikkate aldık, ne toyluğunu, ne cahilliğini, ne de çevresini saran kifayetsiz ordusunu... Hiçbirini önemsemedik. Sadece kazandığı parayı, çıktığı kızı, kullandığı arabayı, yaşadığı pırıltılı hayatı dilimize doladık. Sanki onun yerinde olsak biz yapmayacakmışız gibi.
Ama heyhat, biz böyleyiz işte. Kendimize layık gördüğümüzü kendi öz evlatlarımıza görmeyiz. Kendi hatalarımıza hoşgörü bekleriz, çocuklarımızı affetmeyiz. Gönül kapımız bize ikinci sınıf muamelesi çeken yabancılara ardına kadar açıktır da, kendi değerlerimize duvar öreriz. Bir buçuk yıldır kulağının üstüne yatan, en hayati maçlar öncesinde hakeme küfrederek arkadaşlarını yalnız bırakan sorumsuzluk abidesi Milan Baros’a, bir görünüp bir kaybolan istikrarsız Harry Kewell’a şarkılar yazar, türküler derleriz; ama Arda Turan’ı linç ederiz.
Daha ne diyelim? Öyleyse öl Sezar!..
‘’Taşralı Burak!‘’
Her futbolcunun rüyasıdır, büyük takım forması giyebilmek. Kimi bunu başarabilir, kimi de bir ömür boyu beyhude bekler. İş tabi o formayı sırtına geçirmekle bitmiyor. Asıl görev ondan sonra başlıyor. Önemli olan büyük takımda kalıcı olabilmektir. Sonuna kadar o formayı taşımaktır. Ve iz bırakarak ayrılmaktır. İster jübile olsun, isterse transfer... Bu, bütün dünyada böyledir.
Ülkemizde de futbolcuların ilk hedefi Üç Büyüklere kapağı atmaktır. Bunda hiç kuşkusuz, para, şan, şöhret, ışıltılı bir hayat, İstanbul'un büyüsü gibi etkenler önemli rol oynar. Futboldan ziyade önceliği bütün bunlara verenler kısa bir süre içinde sabun köpüğü gibi kaybolurlar. Bazıları ise ikinci, hatta üçüncü kez şans bulur. Ama her seferinde bir adaptasyon sorunu yaşar ve tekrar taşranın yolunu tutarlar. Burak Yılmaz bu tür futbolculara en iyi örnektir. Beşiktaş'ta 1.5 sezon oynadıktan sonra Holosko karşılığında takas olarak kullanıldı. Başarılı bir Manisa macerasının ardından Fenerbahçe'ye geldi. Bir sezon sonra Eskişehir'e kiralandı. Burada da başarılı oldu. Buna rağmen Fenerbahçe'de tutunamadı ve Gökhan Ünal'a karşılık Trabzon'a gönderildi. Hüsranla biten iki İstanbul macerasının ardından kırılan gururunu tamir etmek için Trabzon'da bir varoluş mücadelesine girdi. İşte onun sıra dışı performansına şaşıranların gözünden kaçan ayrıntı budur: Burak'ın savaşı, bir onur savaşıdır. Kendisine reva görülen muameleye başkaldırıdır. Kaderin garip bir cilvesi olacak ki, takas olduğu oyuncular bugün İstanbul Belediye'de mazilerini ararken, o iki sezondur ligin kaderini belirliyor. Üstelik kovulduğu takıma karşı!