‘’Terim'in kimyası!‘’
Yeni sezonun en merakla beklenen takımı hiç kuşkusuz Galatasaray'dı. Fatih Terim'in üçüncü kez göreve getirilmesi, yapılan flaş transferler, yenilenen takım kurgusu ve değişen oyun felsefesi Sarı-Kırmızılı takıma gönül verenlerin beklentilerini bir hayli yükseltmişti. İnter, Liverpool ve Real Madrid gibi dünya devleriyle yapılan hazırlık maçlarında sergilenen iyi futbol da, '2000 Ruhu' geri geliyor şeklinde değerlendirilmişti. Gelgelelim, sezonun ilk maçındaki Belediye yenilgisinin ardından, galibiyete rağmen Samsun maçındaki genel görüntü taraftarlar arasında düş kırıklığı yarattı. Hazırlık maçlarındaki Galatasaray'ın gidip, yerine bir anda geçen yıldan esintiler taşıyan bir takımın gelmesi herkesi şaşkına uğrattı. "Bu takıma neler oldu?" soruları havada uçuşuyor. Lakin cevabı bilinmiyor.
Florya'da bilek güreşi!
Aslında olan biteni anlamak için ufak bir fikir jimnastiği yapmak yeterli. Liglerin geç açılması elbette bütün planları alt üst etti. Ancak bunun ötesinde Galatasaray'ı asıl sıkıntıya sokan mesele, Fatih Terim'in kimyasının bozulmasıdır. Üstelik bizzat yönetim ve camia içindeki bir takım mihraklar tarafından! Arda'nın gizemli kaçışı, bir türlü yapılmayan santrafor transferi ve basına üflenen bir takım şifreli demeçler hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olan Fatih Hoca'yı demoralize etmeye yetti de arttı bile. Bütün olan biteni Terim'in vücut diliyle, jest ve mimiklerine bakınca anlamak mümkün. Esasında hazır olmayan takım değil, Fatih Terim! Terim'in sezon başındaki Bülent Tulun tavrının rövanşı şimdi alınıyor. Arda'nın giderken, "Beni en iyi anlayacak olan kişi Fatih Hoca'dır" sözleri iyi irdelenmeli. Zira işin sırrı o sözlerde saklı!
‘’Minderin iki yüzü!‘’
Önce bir itirafta bulunmalıyım: Dünyanın pek çok ülkesinde güreş seyrettim. Ancak Sinan Erdem gibi muhteşem bir salonda ise ilk kez izledim. Böyle bir tesisi Türk sporuna kazandıranların ellerine sağlık. Gönül, böylesi bir salondan daha fazla sayıda madalya ile çıkmamızı dilerdi. Ancak olmadı. Sağlık olsun, diyelim ve geçelim diğer detaylara: Evvela, ilk günden aklımda kalan bir ayrıntıdan söz etmeliyim. Sağolsun, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açılışı onurlandırdı. Tribünler kendisine büyük ilgi gösterdi. Konuşması sık sık alkışlarla kesildi. Ancak basın tribününün arkasında 150-200 kişilik bir grup vardı ki, Başbakan’a destek konusunda bir hayli abartılıydılar.
Bindirilmiş kıtalar!
Bunun sırrını sonradan öğrendik. Başbakan Erdoğan salondan ayrılır ayrılmaz o grup da tribünleri boşalttı. Dışarıda onları bekleyen otobüsleri görünce mesele anlaşıldı. O grup salona sadece Başbakan Erdoğan lehine tezahürat yapması için getirilmiş olan ‘bindirilmiş kıtalardı’! Güreşle filan pek alakaları yoktu. Şimdi Başbakan’ın buna ihtiyacı mı var? Zaten başarısı ve popülaritesiyle alkışı hak ediyor. Böyle bir şeyi Sayın Erdoğan’ın da arzu etmeyeceğini düşünüyorum. Ama belli ki parti teşkilatından birileri kendisine şirin gözükmek istemiş. Bunun klasik bir Türkiye gerçeği olduğunun altını çizelim ve diğer ayrıntılara göz atalım:
Şampiyonanın sportif olarak herkesi tatmin ettiğini sanmıyorum. Grekomencilerin başarısıyla ne kadar gururlandıysak, serbestçilerin sırtının minderden kalkmamasıyla o kadar kahrolduk. Serbestçilerin performansı 2012 Londra için endişe vericiydi. Umarım kısa zamanda işleri düzeltirler.
Yunus Akgül’e vefasızlık
Değinmek istediğim bir diğer konuysa, yeni kurallarla güreşin ölüm fermanının çıkarılmış olduğudur. Özellikle grekoromende sporcular hemen hemen hiç oyun yapmadan maç kazanıyorlar. Kurayı kaybedip yere yatan kalkmıyor ve puanı kapıyor! Son puanı alan da galip ilan ediliyor. Bu saçma sapan kural güreşi kısa zamanda olimpiyat dışı bırakır. Dikkat! FILA Başkanı Rafael Martinetti’nin dahi şikayetçi olduğu, sporculara verilen yemekler ile internet bağlantılarının yetersizliği ve camia içi sürtüşmelerden kaynaklanan bazı aksaklıklar dışında organizasyon, genelde başarılıydı. İstanbul’un 2020 adaylığı için de umut vericiydi. Ancak benim dikkatimi çeken bir nokta vardı ki, eski Spor Genel Müdürü Yunus Akgül’ün salonda olmaması; hatta adının dahi anılmamasıydı. Oysa bu organizasyonun alınmasında ve gerçekleştirilmesinde büyük emeği vardı. Keza bugünkü başkanın seçilmesinde de! Hiç olmazsa bir plaket de ona verilebilirdi. İnsanlar bu kadar vefasız olmamalı!
‘’Onsuz geçen 20 yıl‘’
Bu dünyada pek az insan vardır ki, bir gün aramızdan ayrıldığı zaman arkasında hiç bir şeyin dolduramayacağı derin bir boşluk bıraksın. Gittiklerinde, beraberlerinde götürdüklerinden kaynaklanan bir ıssızlık, bir çoraklıktır o boşluğun diğer adı. Hayatımızdan neleri çekip aldığını anladığımız anda ne çok şey kaybettiğimizin ayırtına varıyoruz. Lakin iş işten geçmiş oluyor. Yapacak bir şey de kalmıyor. Çünkü anlaşma böyle! Sanki onlar, insanı insan yapan değerlerin farkına varmamız için ilahi bir güç tarafından yeryüzüne yollanan elçilermiş gibi de, bunu ancak gittiklerinde algılayabiliyoruz. Hayatımıza bir şekilde dokunuyorlar ve aniden kayboluyorlar.
Bir serap gibi. Bir ufuk çizgisi gibi.
Onu ve insanlığını çok arıyoruz
İşte Metin Oktay da, ömrünün yarısını deviren bu yaşlı dünyamızın özel insanlarından biridir. Geçip giden yüz milyar küsur insandan onu ayıran o kadar çok haslete sahiptir ki, onu salt iyi bir futbolcu, müthiş bir golcü olarak nitelememizin imkânı yoktur. Mesleği futboldur. Mesleğini çok iyi yapan özel bir futbolcudur. Ama bütün bunların ötesinde bir fenomendir Metin Oktay. Onu tanıyanların, onunla yaşayanların nesilden nesle aktardığı gerçek bir efsanedir Metin Oktay. Asaleti, tevazuu, saygısı, sevgisi, şefkati, merhameti, fedakârlığı ve iyilik dolu yüreğiyle yaşadığımız çağa damgasını vuran bir ışık, bir rehber, bir öğretmendir Metin Oktay. Bugün içinde bulunduğumuz şu tuhaf sürece baktığımızda Metin Oktay’ın temsil ettiği değerlerin ne kadarını yetirdiğimizi çok daha iyi anlayabiliyoruz. Ona ve onun insan sıcaklığına her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duymamız boşuna değildir. Keza, onsuz bir dünyada ömrümüzün viraneye dönüşmesi de...
Örümcek ağına düşmüş kurbanlarız
Tam 20 yıl olmuş gideli. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllar... Onun olmadığı bu 20 yılda Türk futbolunun ne hale geldiğini hep beraber yaşıyoruz. Metin Oktay zarafetinin yerini nasıl bir kabalığın aldığını içimiz yanarak görüyoruz. Metin Oktay sportmenliğinin üzerine bina ettiğimiz hoyratlığın, gelecek kuşakları dahi yok edecek kadar nasıl semirdiğini yaşlı gözlerle izliyoruz. Metin Oktay amatörlüğünün paraya ve sermayeye ne şekilde tahvil edildiğini yüreğimiz paramparça şekilde takip ediyoruz. Kurtulmak için nafile çırpınışlar sergiliyoruz. Ama ne mümkün! Düştük örümcek ağına bir kere! Başını duvarlara vursan, dizlerini dövsen ne fayda! Metin Oktay öldü. İnsanlık da... Çok özlüyoruz, çok...
‘’Metris'in gölgesi‘’
'Artık futbol konuşacak' sloganıyla yeni sezona başladık. Sizce gerçekten futbol mu konuşacak? Buna inanıyor musunuz? Fenerbahçe-Ordu maçı hangi futbol terimleriyle açıklanabilir ki? Metristekiler aklanmadan Türk futbolu huzura ermez.
Türk futbolunun en sancılı günlerini yaşadığı şu süreçte bir yeni sezona daha 'merhaba' dedik. 'Artık futbol konuşacak' sloganını pek bir belledik; dilimize pelesenk ettik. Futbolsuz geçen günlerin özlemiyle böylesi bir 'iksir' slogana sarılmamız gayet doğal. Ancak ne kadar inandırıcı? Bundan böyle sadece ve sadece futbolun konuşacağı, futbolun konuşulacağı günler mi bekliyor gerçekten bizi? Buna sahiden inanıyor musunuz? İşte hep beraber gördük; Şükrü Saracoğlu'nda yaşananları... Fenerbahçe-Orduspor maçını hangi futbol terimleriyle izah edebiliriz ki? Stat içinde ve dışında yaşananların futbol literatüründe bir karşılığı var mı? Bundan sonra oynanacak Fenerbahçe maçlarında da benzer görüntülerle karşılaşacağımızı iddia etmek için kahin olmaya gerek yok. Böyle de olmalı. Fenerbahçe camiasının nümayişi devam etmeli. Ta ki, Metris boşalana kadar!.. Bunun için de yargılama bir önce başlamalı ve süratle sonuçlandırılmalı. Suçlu ilan edilenler, gerçekten suçluysa cezalarını çekmeli. Suçsuzlarsa da itibarları iade edilmeli. Aksi takdirde Metris'in gölgesi Türk futbolunun üzerine düşmeye devam edecek. Çelişkiler derinleşecek, kamplaşma, cepheleşme bütün hızıyla sürecek. Saf saf futbol konuşmaya çalışanlar ise, ne kadar kendilerini kandırdıklarını kısa sürede anlayacak. Ama iş işten geçecek. Metris durdukça, Türk futbolu gün yüzü görmez!
‘’Aziz Yıldırım'a açık mektup‘’
Sayın Aziz YILDIRIM, Öncelikles size atfedilen bütün suçlamalardan aklanmanızı ve bir an önce özgürlüğünüze ve sağlığınıza kavuşmanızı temenni ediyorum. Sayın Yıldırım... Göndermiş olduğunuz
mektubunuzu üzüntüyle okudum. Çünkü, bundan daha bir kaç hafta önce Türkiye’nin en kudretli insanlarından birinin içine düştüğü çaresiz durum içimi acıttı. Size bu açık mektup yerine şahsa özel bir mektup yazmayı tercih ederdim. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Ancak iki çekincem vardı: Birincisi, cezaevine
göndereceğim mektubun elinize ulaşıp ulaşmayacağından emin olamadım. İkincisi ise, size yönelik ifadelerim kamuya açık bir alanda yayınlandığı için cevabınızı ve benim cevabımı da kamuyla paylaşma gereği duydum.
Affola. Bülent Tulun’un, Başkan Adnan Polat’a yazdığı tahditvari mektup üzerine kaleme aldığım yazıya Galatasaray yerine yazının bir bölümünde adı geçtiği için sizin duyarlılık göstermeniz kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Zira, bundan önce size yönelik yazdığım bir çok yazıya da siz ve camianız yerine Galatasaraylılar tepki göstermiş ve beni ‘Aziz Yıldırım’ın uşağı!’ ilan etmişlerdi. Neyse, Türkiye’de her an her şey olabilir, diyelim ve geçelim. Mektubunuzda, söz konusu yazımdaki, “Böyle bir mektubu kaleme
alan bir Galatasaraylı, bunu adresine postalamadan önce Aziz Yıldırım’la vıcık vıcık ilişkilere girmiş bir gazeteciye neden servis eder?” cümlesinden duyduğunuz rahatsızlığı dile getirmişsiniz. Ve eklemişsiniz: “Eğer Sayın Tahir Kum’u söylüyorsanız, benimle hiç bir zaman böyle bir ilişki içinde olmamıştır. Bu konuyu lütfen iyice araştırın. Bu belgeyi de bana kimse ulaştırmadı.. Ben de, Aziz Yıldırım’a bu belgenin verilmesini (Böyle bir şey olmadığı için) kınayan sizi kınıyorum. Çünkü bu olayın benle yakından uzaktan bir alakası yoktur.” Sayın Yıldırım... Söylediklerinizin doğru olduğunu başka kanallardan da öğrendim. Sayın Tahir Kum da kendi sitesinde buna benzer beyanlarda bulundu. Ancak o belgenin size değil de
Şekip Mosturoğlu’na ulaştırıldığını da öğrendim. Şekip Mosturoğlu kimdir? Sizin asbaşkanınız. Sayın Mosturoğlu’nun bunu size iletmediğini söylüyorsanız, asbaşkanınız sizden habersiz işler çeviriyor
demektir. Zaten aslolan da o mektubun bir şekilde Fenerbahçe’ye ulaştırılmasıdır. Benim kınadığım da budur. Sizin adınızın geçmesinin nedeni, Fenerbahçe’de sizden habersiz kuş uçamayacağını
düşündüğüm içindir. Demek ki yanılmışım. Özür dilerim. Size tekrar sıhhat ve afiyet dilerken, sizi
02.07.2009’da yazdığım ‘Aziz Şen!’ başlıklı yazımın son paragrafıyla selamlıyorum: “Belki bu işe soyunduğu sırada böyle bir niyeti ve hedefi yoktu ama Aziz Yıldırım şu anda bir misyon şefidir. Taşıdığı
o misyon ki, yalnız Fenerbahçe’yi değil Türk futbolunu da kaçınılmaz olarak bir devrime sürüklemektedir. Elbette devrimler sancılı olur. Lakin geriye dönüş affedilmez bir hatadır. Aziz Yıldırım’ın son zamanlarda sergilediği tutum ve davranışlar ise ne yazık ki budur. Ali Şen gibi olarak Ali Şen’e karşı mücadele edemezsiniz. Etmeye kalkarsanız, kazanımlarınız bir ‘Pirus Zaferi’ olmaktan öteye geçmez. Geriye kalan
ise beyhude bir savaşın enkazıyla, tükenmeye yüz tutan umutlardır; Fenerbahçeli’nin
umutları...”
‘’Futbol bizim neyimize!‘’
Futbolun estetiğini, güzelliklerini, coşkusunu bir kez daha nasıl tesis edebileceğimizin, yeniden nasıl keyif alabileceğimizin yollarını arıyoruz. Futbolsuz geçen günlerin acısını kan hücrelerimize kadar hissediyoruz. ..Ve bu ahval ve şerait içerisinde bir milli maç imdadımıza yetişiyor. Daha doğrusu biz yetiştiğini düşünüyoruz. Ama ne gam! Yine o bildik kısır çekişmeler, ezeli rekabet adı altında yine milli maça yansıtılan çirkinlikler...
Türk futbolunun iki lokomotifi kol kola sahaya çıkmış Ay-Yıldızlı forma için ter dökmeye çalışıyor. Ama tribünler öyle mi? A Milli Futbol Takımı’nın kaptanına ve diğer Fenerbahçeli futbolculara yapılan protestolar ayıptan da öte... Konuk takım tribünlerini dolduran bir avuç Estonyalı kadar olamıyoruz. Arda için açtıkları pankartla bizimkilere tokat gibi cevap veriyorlar.
Lakin anlayan kim? Hazırlık maçlarına ezelden beri ilgi göstermeyen seyircinin Türk Telekom’u doldurması zaten beklenmiyordu. Ancak bu olanlardan sonra keşke gelenler de gelmeseydi! Boş kalan tribünler bile futbola susamış sahadaki futbolcular ile gerçek futbol seyircisinin iştahını bu kadar kaçırmazdı. Belli ki Türkiye’de gerçek futbolun inşası için uzun yıllar bekleyeceğiz.
Oynanan oyuna gelince... Birbirinden kopuk hatlar, Estonya gibi zayıf rakibe verilen onca pozisyon tehlike işaretleri. Ancak bir iki yıldızın bile silkinişi böyle rakiplere yetebiliyor. Daha güçlülere yeter mi? Yetmeyeceği geçmiş tecrübelerle sabit. Takım, oyun ve taktik disiplini tam anlamıyla yerleştirmeliyiz.
‘’Galatasaray'daki iç savaştır‘’
Bülent Tulun’un Adnan Polat’a hitaben yazdığı mektup bir kez daha ortaya çıkardı ki, Galatasaray’daki liseli-alaylı çatışması geri dönülmez boyutlara ulaşmıştır. Bu olaya salt Adnan Polat-Bülent Tulun kavgası olarak bakılmamalıdır. Bu bir iç savaştır. Ve giderek yayılmaktadır. Mektup, bu kirli savaşta ne tür metotlara başvurulabileceği konusunda da hepimizi fikir sahibi yapmıştır. Tulun’un yöntemi, camianın bir kısmına hakim olan şantaj kültürünün, entrikacılığın tezahüründen başka bir şey değildir. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalacak kadar vahim bir durumla karşı karşıyayız aslında.
Mektebi Sultani’de okumuş, kulübün önemli mevkilerinde görev yapmış birinin Galatasaray Başkanı’nı tehdit edecek, Galatasaray Başkanı’na şantaj yapacak kadar cüretkar davranmasının altında acaba ne yatmaktadır? Böyle bir mektubu kaleme alan bir Galatasaraylı, bunu adresine postalamadan önce Aziz Yıldırım’la vıcık vıcık ilişkilere girmiş bir gazeteciye neden servis eder? Hangi akla hizmetle böyle bir eyleme kalkar? O mektubu bu zamana kadar ne amaçla saklar? Bu tıynette birinin hala Galatasaray Başkanı’nın sağ kolu olarak görevde kalmasının sırrı nedir acaba? Liseli olması mı? Başkanın liseli olması mı? Bunu bir liseli değil de, örneğin Adnan Sezgin yapsaydı camianın bir kesimi yine de böylesine tepkisiz karşılar mıydı? Sessiz kalır mıydı? Sanmıyorum.
Ayrıca şunu da sorgulamadan geçemiyorum. Şayet Galatasaray, Denizlispor’a teşvik primi gönderdiyse bunun sorumlusu sadece Adnan Polat mıdır? Galatasaray’da başkanlık sistemi olduğunu cümle alem bilmiyor mu? Bu durumda olan bitende dönemin başkanı liseli Özhan Canaydın’ın da sorumluluğu yok mudur? Adnan Polat, Özhan Bey’den habersiz kasadan bir küsur milyon dolar çıkarabilir mi? Galatasaray’da böyle bir şey mümkün mü? Başkandan habersiz, özellikle akçalı konularda kuş uçabilir mi? O halde söz konusu paranın hesabı neden sadece Adnan Polat’a soruluyor? Lisesiz olmasından mı!
Şu bir gerçek ki, Galatasaray’da her iki kesim arasında uzlaşmaz çelişkiler, zıtlıklar ve düşmanlıklar olanca hızıyla sürüyor. Bülent Tulun’un mektubunu bu yönüyle okumakta fayda var. Ben, eline geçen bir belgeyi gazetesinde yayınlamak yerine Aziz Yıldırım’a ulaştıran sözde gazeteciyi ayıplıyorum, lanetliyorum. Böyle bir gazeteciyle bırakın aynı meslekte olmayı, aynı havayı teneffüs etmek bile bana zül verir. Söz konusu şahıs hakkında meslek örgütümüz TSYD’yi göreve çağırıyorum. Ve aynı hissiyatı Galatasaray camiasının da göstermesini arzu ediyorum. Bülent Tulun’un bu davranışı utanç vericidir. O da ayıplanmalıdır. Kim camiayı küçük düşürecek hareketlerde bulunursa bileti derhal kesilmelidir. Liseli, lisesiz demeden...
‘’Terim alerjisi‘’
İnsan insanın kurdudur misali, Galatasaraylı Galatasaraylı’nın kurdu olmak için her daim hazır ve nazır bekliyor. Bir virüs var sanki bünyede. Yeri ve zamanı geldiğinde aktive oluyor. Genellikle işler yolunda gittiği zaman ortaya çıkıyor. Dokuyu enfekte ediyor. Camiayı güçsüz düşürüyor. Müdahalede gecikildiği takdirde ayağa kalkmak için uzun yıllara ihtiyaç duyuluyor. İşte görüyorsunuz, UEFA Kupası kazanıldıktan sonra yaşananların ardından Galatasaray hâlâkendine gelebilmiş değil.
O zaman da hedeftekilerden biri Fatih Terim’di, şimdi de öyle. Artık gün gibi aşikâr olan bir gerçek var ki, o da Galatasaray içinde Fatih Terim’e alerjisi olan bir zümrenin varlığıdır. Genellikle ‘monşer’ diye tabir edilen bu kliğe göre Fatih Terim Galatasaray’ın ‘avam’ yüzünü temsil ediyor. Ne kadar başarılı olursa olsun Terim Galatasaray’a yakıştırılmıyor. Tavırları, jestleri, mimikleri, sözleri kabul görmüyor. Kendisine hep tepeden bakılıyor. Galatasaray adının Terim’le anılması bunlarda rahatsızlık yaratıyor.’Şehir kırosu’ jargonu hâlâ belleklerinde güçlü bir etkiye sahip. Bundan bir türlü kurtulamıyorlar. Fatih Terim’in de değişebileceği, dönüşebileceği, kendini geliştirebileceği gerçeğiyle yüzleşmek, onlarda ‘ölüm korkusu’ gibi bir semptoma neden oluyor. Terim’in başarılı olabileceği ihtimali bile dayanılmaz bir acı vermeye yetiyor bu kesime. Bundan dolayıdır, fırsatını ilk bulduklarında Terim’e çakmaları. Ellerinde değil! Adeta refleks olmuş!
Aslında hedeflerinde sadece Terim yok. Fatih Terim gibi ‘avam’ gördükleri tüm Galatasaraylıları camiadan silip atmak istiyorlar. Irkçı, kafatasçı bir zihniyete sahipler. Galatasaray’ın büyümesinden, dünyaya açılmasından rahatsızlık duyuyorlar. “Küçük olsun, benim olsun” prensibiyle hareket ediyorlar. Amaçları doğrultusunda oyunlarını sinsice oynamaktan çekinmiyorlar. Örgütlüler, dinamikler. Medyada edindikleri yandaş kalemlerle olayları büyük bir ustalıkla maniple edebiliyorlar. Camia içinde verdikleri iktidar mücadelesinde her yolu mubah sayan bu ilkel ve çarpık zihniyettir Galatasaray’ın önündeki en büyük engel. Eğer Galatasaray dünya üzerindeki etkisine, hacmine ve kapsama alanına göre hareket etmek istiyorsa önce bu engeli aşmak zorundadır. Aksi takdirde, kaderi, kendi içine çöküp bir kara deliğe dönüşen yıldızlardan farklı olmayacaktır.