‘’'Metin Oktay o penaltıyı atmazdı'‘’
Öyle zamanlarda geleceğin ilhamı, yaptığında değil yapmaktan vazgeçtiğin şeyde gizlidir... Pazar günü Manisa’da yapılamayan şeyde olduğu gibi...
Muslera’nın, biraz ‘mahalle baskısı’ epeyce Fatih Terim’in ‘olur’uyla kullandığı penaltı hiç kimseyi değilse bile yedek külübesindeki İlker Avcıbay’ı incittiyse o penaltıda bir yanlışlık olmalı...
Kimi gazeteler attığı penaltı golüyle Muslera’nın tarih yazdığından söz ediyordu. Peki ya incitilenlerden bir diğeri, Volkan Babacan atış sırasında sırtını dönse ya da gidip bir direğin köşesinde beklese tarih nasıl yazılırdı acaba!..
Bu oyun Fatih Terim’in de maç sonu açıklamaya çalıştığı gibi bir ‘takım oyunu’dur elbette ama bir o kadar da ‘insan oyunu’dur. Ve o oyun bize başkalarının hüznüne bakmayı da öğretir... Ya da öğretmelidir.
Bir çok arkadaşımız Muslera’nın attığı penaltının ‘futbol eğlencesi’ olduğu görüşünde. Evet futbol eğlencedir, mizahtır ve böyle de bakılabilir ama dedim ya, bazen yapmayıp vazgeçtiklerimiz gün gelir yaptıklarımızdan daha kıymetli olur...
Şimdi araştırmacı Ümit Bayazoğlu’nun geçmişte Fevzi Zemzem, Metin Oktay ve Tanju Çolak üzerinden ntvspor.net’e yazdığı yazıdan kısa bir bölüm aktarayım sonra devam ederim...
“...1968-69 sezonunda 17 golle krallık tacına Göztepeli Fevzi Zemzem de ortaktı. Ancak Fevzi, centilmenliğin hasını göstererek, tacı Metin Oktay’a bırakmıştı. Kral bu tacı, bir sezonda 38 gol atarak çoktan hak etmişti. Yıllar sonra Tanju Çolak bu rekoru, Yusuf’un altı pas içinde, kendi atacakken ikram ettiği, düpedüz ‘şike’ bir golle kırdı.
Maalesef bu konuda basından mânâlı tek tepki, “Metin olsaydı o golü atmazdı” diyen Rauf Tamer’den gelmişti. O sıralar TRT’de çalışan Ali Kırca ise, hemen bir taç devir-teslim töreni düzenleyerek, Kralı tacıyla birlikte Ankara’da canlı yayına davet etmişti. Kral, güya yeni krala tacını devredecekti. Metin Oktay, bu rolü içine sindiremedi ama kibarlık icabı geri de çeviremedi. Kendi gitmeyip tacı kargoyla Ankara’ya yolladı. Ali Kırca’nın bu reyting işgüzarlığı yüzünden Kralın tacı sahte kralın elinde kaldı.”
Bir yanda Fevzi Zemzem’in bir durumdan vazgeçerek tarihi bir karaktere dönüşümü diğer yanda Tanju Çolak’ın çizgide bırakılan ‘beleş topu’u var gücüyle abanıp Metin Oktay’a ‘ortak olma’ gayreti... Ve Metin Oktay’ın ‘teneke parçası tac’ı Tanju Çolak’a göndermesi...
Şimdilerde herkes Burak Yılmaz’ın Tanju Çolak’a ait 38 gollük rekoru kırıp kıramayacağını merak ediyor... Ya o, Metin Oktay, onun 38 golü... Sayıları aynı diye goller de aynı kıymette olur mu?
Bütün bu tartışmalar bir başarıyı karalamak için değil insan ruhu daha da aydınlansın diye yapılıyor. Bütün bu tartışmalar Yaşar Kemal’in dediği gibi “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” denmesin diye yapılıyor...
Artık olmaz ya, bence Metin Oktay kaleci olsa o penaltıyı atmazdı!...
‘’Gamsız hayat!‘’
Beşiktaş’ın bu denli ‘gamsız’ oyunu için, “Süper final öncesi oluşan puan farkı oyuncuların konsantrasyonunu bozmuş” denebilir elbette... Ya da oyuncuların kulübün içinden çıkılamayacak gibi görünen ekonomik koşullarının etkisinde kaldıkları da... Ne var ki bu takımın UEFA maçları hariç ligde kendi ortalamasının üzerine çıktığı maç sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini de hatırda tutmak gerek yukarıdaki gerekçeleri sıralamadan önce...
Öte yandan en azından Karabük maçının ilk yarısında umut veren işler de yapmadı değil Beşiktaş. Örneğin, golü attıktan sonraki bölümde, ki öncesi tam bir felaketti, neredeyse tüm oyuncuların birlikte yürüttüğü ‘pas trafiği’ Beşiktaş taraftarının bu sezon pek alışık olmadığı türden görüntülerdi. Lakin burada da hele de müdafaa oynanmaya çalışılan anlarda arkaya alınan toplar ‘süper final’ öncesi hayra alamet değildi... İkinci yarı yorulana kadar ‘klasik 10 numara’ gibi oynayan Fernandes bitap düşünce pas trafiği de darmadağın oldu ve ‘gamsız oyun’ sürüp gitti.
Gereksiz ve hayli ayıp biçimde kırmızı kart alan Almeida’nın topla buluşturulamaması, Holosko’nun doğaçlama yapıyormuş gibi yaptığı ancak öyle de olmayan savruk hücum girişimciklerine yine ortalarda görünmeyen Quaresma da eklenince iş yine duran toptan gol kovalayan stoperlere düştü. Bunlar da hayra alamet değil! Çünkü Galatasaray, Fenerbahçe ve Trabzonlu teknik adamlar da bu çaresizliği görüyordur mutlaka...
Yeni yönetim münasip bir dille ‘vidaları sıkmazsa’- ki bunu Tayfur Havutçu’dan beklemek fazlasıyla hayalcilik olur -bu gamsız haliyle Beşiktas’in ‘süper final’de işi zor görünüyor. Takımın bu haliyle geriye tek şey kalıyor, ötekilerin ikramı... Bu sezon yaşananlar düşünülüp diğer üç takım arasındaki tansiyon da ölçülüdüğünde bu ‘ikramın’ imkansız olduğunu görmek hiç de zor olmasa gerek...
‘’'Halkın takımı'ndan bu günlere!‘’
Bu güzel maçı iki kaleci, Cenk ve Ertuğrul’un bize hediyesi olarak gördüm daha çok. Sayısız gol fırsatı harcanmasına rağmen bakmayı bilen gözler için futbolun nasıl estetize edilebileceğinin ipuçlarını verdi iki takım. Fakat skordan öte hayat ve futbol adına şaşırtıcı şeyler de vardı. Bilgili dönemiyle başlayıp Demirören döneminde yetişen Beşiktaşlı ‘yeni nesil’in oyuna ve hayata nasıl baktığını bir kez daha gösterdi maç..Başkan parasıyla ‘yıldız’ peşine düşüp - ki onun da bir yalan olduğu borç defteriyle ortaya çıktı- her şeyi isteyen, istediği olmadığında sorunu kendinde değil ‘öteki’nde arayan, bunu yaparken de ‘kırıcı/yıkıcı’ olan bir nesil... “Samsun kümeye” diye bağırıyordu tribünler. Ne yapıyordu Samsun’lu oyuncular? Ligde kalabilmek için canını dişine takmış, ter döküyordu. Ama yıllarca ‘Halkın Takımı’ pankartını göğsünde taşımış İnönü tribünlerinde onların gayretini aşağılamaya çalışanlar vardı. O Beşiktaş ki bir zamanlar Beşiktaşlı olmayanların ‘ikinci takımı’ydı. ‘Halkın takımı’ günlerinden bu günlere!.. ‘Halkın takımı’ neslinden güce, yıldıza, galibiyete tapınan ‘yeni nesil’e!.. Bir nesil ki, bu yıl onlarca gol kurtaran kalecileri Cenk’i yuhalayıp, ıslıklayabiliyor. Bu maçta da eksik etmedi ‘yeni nesil’ yuhalamayı ama Cenk yenilen golün akabinde iki mutlak golü daha önledi hayatı bulanıklaştıramaya çalışanlara inat... Oysa yapılması gereken, Muhammed oyuna girdiğinde İnönü’de yükselen o görünmez ‘umut bulutu’nu çoğaltmaya çalışmaktır. Bunun için de Necip’e, Cenk’e yapılanları Muhammed’e yapmamak gerek. Evet, ‘eski güzel günler’ geri dönmez ama iyi bir geleceğin ilhamı da ‘geçmiş’in içinde gizlidir, bunu da akılda mıh gibi tutmak gerek...
‘’Müdafaayı unutmak!‘’
Bir futbol takımının gösterişsiz ancak en faydalı bölgesi kuşkusuz ki müdafaa hattıdır. Hücumlar ve gösterişli orta saha aksiyonları basit, sade ve güvenli oynanması koşuluyla esasen bu bölgeden başlar. Ama bu bölgenin işi aslen kaleyi ve ‘topu korumak’tır. Yine de iyi bir takım için bu hattaki oyuncuların gayreti tek başına yetmez. Öndekilerden gelecek ‘dayanışma’ onların yükünü azalttıkça katkılarını da artırır...
Dakika 6... Kale önüne gelen ve aslında ‘ciddi bir tehdit’ de oluşturmayacak bir pozisyon... Efe İnanç’ın attığı golde yay üzerine kümelenmiş 4-5 Beşiktaşlı aslında “müdafaa nasıl yapılmaz”ın öğretici bir örneğini sergiliyor. Örnekler bitmiyor. Holmen-Efe-Visca’nın 12 dakikada art arda girdikleri pozisyonlarda kalabalık Beşiktaş müdafaası şaşkın bir izleyici topluluğunu andırıyor... 38’inci dakikadaki Webo ortasında da keza gol müdafaa olduğundan değil biraz da ‘olmadığından’ yapılamıyor!..
Evet, Fernandes oyunu süsledi ama yeterli miydi? İBB’nin gerek ilk yarı gerekse Fernandes-Simao-Pektemek yapımı golün ardından bulduğu onlarca pozisyona bakınca “Bu işte bir yanlışlık var” diyor insan...
‘Süper final’deki - bunca kepazeliğin ardından bu adı bulanları ayrıca özel olarak tebrik etmek gerekir - gerilimi yüksek maçlarda daha dayanaklı olabilmek için daha efektif oynamak şart. Bir iki kişinin ‘özel gayreti’nin dışında daha dengeli ve sakin oynayabilmek icin ‘müdafaa’yı sahanın her santimine taşımak gerek? Evet, dün çok zevkli bir maç izledik ama iki maç sonra daha zevkli sonuçlar için çok daha akıllı, çok daha kolektif oynaması gerekecek Beşiktaş’ın. Dün en azından müdafaa açısından ‘akıl’ ve ‘kolektiflikten’ söz etmek sanırım pek mümkün değildi.
‘’Gamsız kedersiz!‘’
Beşiktaş’ın sahadaki 11’i Play-Off için en ideal 11. Oynayanlar ve sıkışık oyunu 60’tan sonra çevirmeye aday yedek Quaresma. İki takım arasındaki güç farkı teknik analiz kaldırmayacak kadar belirgin. Manisaspor gücü oranında iyiniyetle oynamaya çalışan oyunculardan kurulu, buna rağmen her faul pozisyonunda Beşiktaşlı oyuncular hakeme itiraz etmeyi içselleştirmiş görünüyorlar. Oysaki yapılan fauller bu oyunun olmazsa olmazı. Adı üzerinde faul. Beşiktaş oyunu her hızlandırdığında zaten direnme eşiği düşük olan Manisa her hattından açıklar verdi. Baskı yemeyen Beşiktaş’ın becerikli oyuncuları da oyunu süslemeyi becerdiler. Maçın zorluk derecesinin düşüklüğünü şöyle anlatayım; Kafanızı sağa sola çevirin görebildiğiniz kalabalığın yüzde 70’ine yakını çekirdek çitliyordu. Taraftar için gamsız kedersiz olan bu maç Beşiktaşlı futbolcular için de üç aşşağı beş yukarı aynı tansiyondaydı. Geri kalan oyunu estetize etmekti. Bunu da geminin kaptanı Fernandes önderliğinde bütün takım becerdi.
Şarkıda, “Aşk her şeyi affeder mi?” diye sorar. Oyuna girdiğinde taraftarından ilgi görmeyen Quaresma’nın, golü attıktan sonra armayı öpüp kapalı tribüne koşması aklıma şarkıdaki soruyu düşürdü. “Gol her şeyi affeder mi?”
Maçtaki en büyük acaiplik 4-0 öndeyken Beşiktaş tribünlerinin “Beş, beş, beş” diye bağırması oldu. Kümede kalmak için yeterli oksijeni olmayan Manisa’ya beş değil de on atılsaydı acaba Beşiktaş taraftarı daha çok eğlenip kendini daha mı iyi hessedecekti? Çok gol yiyen bir takımın taraftarının ruh halini hatırlamak için 8-0’lık Liverpool maçının bitiş düdüğünü hiç akıldan çıkarmamak lazım.
‘’Güç, arzu, irade‘’
Maçın başında o sıklıkla dile getirilen ‘Saracoğlu korkusu’yla baş etmeye niyetli bir Galatasaray vardı sahada. Arayan ve çabalayan onlardı. Ne var ki, gerek Sow, gerekse Alex’in estetik açıdan ‘golden öte’ diye nitelenebilecek vuruşları hem oyun, hem moral dengeyi değiştirdi. Galatasaray da ilk golle başlayıp, 30 dakika civarlarına kadar süren şaşkınlığı üzerinden nasıl atacaktı? “Fenerbahçe farkı gider” düşüncesi, sanırım sahadaki Galatasaraylı oyuncular dışında hemen herkesin ortak fikriydi. Ama onlar önce bol pas, beraberinde önde baskıyla bu algıyı değiştirecek iradeyi koydular. Öyle ki, devreyi berabere bitirmeleri bile işten değildi...
Pas ve yüksek dayanışmanın sağladığı moral üstünlüğü, ikinci devreye de sarkıtmayı başaran Galatasaraylı oyunculara karşı Fenerbahçe mecalsiz görünen orta sahasının da etkisiyle uzun süre ‘mahkum’ oynamak zorunda kaldı. Koca ikinci yarı boyunca yegane hamlesi Sow’u kaçırmak gibi görünen Fenerbahçe’yi bu tarza zorunlu kılanın ‘güç’ olduğunu düşünüyorum. Daha güçlü görünen Galatasaray, hem arzulu, hem de o güce bağlı olarak daha ‘hızlı’ göründü.... Ve bu arzunun kaçınılmazı olarak Hakan Balta takımı adına maçı golüyle süsledi... Bu maç hem futbola, hem hayata dair dayanışma, yardımlaşma, çalışma ve irade koyarak her tür olumsuzluğun nasıl alt edilebileceğini bir kez daha gösterdi diye düşünüyorum...
‘’Kaybedilen sadece maç olsun‘’
Farklı iki dünya, iki farklı anlayış... Biri topu oynatmaya, diğeri topla oynamaya, biri akla, diğeri güce dayalı. Mesele böyle de okunur ama ne yazık ki İspanyollar bu iki farklı anlayışı da birleştirebildikleri için ayrı ve üstündüler. Onlardan öğrenilecek çok şey vardı. Tekniğin güçle hücumun sakinlikle, bireysel becerinin dayanışmayla, nasıl bir fark yaratabileceğinin bir tür dersini verdiler.
Bütün maç boyunca Almeida’nın şutu dışında rakip kaleye inmek için herhangi bir organizasyon geliştiremeyen Beşiktaş’ta, bu gidişe itiraz edecek tek futbolcu yoktu. Teknik analiz yapmayı gereksiz kılan bu maçta, futboldan çok insanlık halleri öne çıktı. Yenilen gollerden sonra kaleci Cenk Gönen’i ıslıklayan yeni açık tribünde kümelenmiş genç taraftarlar, biraz daha büyüdüklerinde golü sadece kalecinin değil, bütün takımın yediğini de öğrenecekler.
Bir başka tuhaflık da Arda’nın küfürle karışık ıslıklanıp, formasını tribüne atmaya çalışan Falcao’nun refüze edilmesiydi. Eğer Beşiktaşlılık diye bir insanlık hali varsa, bu maçın sonucundan bağımsız olarak o tribüne dolan gençlerin şu hayatta neler yapıp, yapmadıklarıyla ortaya çıkar. Cenk, Arda ve Falcao örneğinde olduğu gibi Beşiktaşlı olmak, yarın başı dik gezmekle ilgili bir şey olmalı. Çünkü Beşiktaşlı olmak, tıpkı hayattaki birçok şey olmanın gerektirdiği gibi başkasının varlığını da kendi varlığı gibi korumayı gerektirir. Bunca yıldır tribüne giden birisi olarak şu hayatta hiçbir şey öğrenmediysem, hiç yoksa bunu öğrendim.
Bu maç kaybedildi. Yaşadığımız sürece daha çok maç kaybedeceğiz. Önemli olan yaşadığımız hayatı kazanmak... ‘Hayat’ta neydi?..
‘’Beşiktaş bu puana sevinsin!‘’
Hele ki bu denklemin uzmanlarından Hector Cuper’in gelişinin ardından müdafaa örgüsünün ilmekleri ince balık ağı misali daha da sıkılaştı. O nedenle ilk yarı boyunca Beşiktaş’ın hücum hamlelerinin ‘merkez istasyonu’ Fernandes, Ordu örgüsünün içinde kaybolup gitti. Yardımcısı rolündeki Simao ise bir çok maçta olduğu gibi yine sorumluluk almaktan kaçıp ortalardan kayboldu. Böylece tek yönlü beslenmeye çalışan Holosko ve Mustafa Pektemek koca devre boyunca nafile koşular atan ikiliye dönüştüler. Ordu’nun hükmettiği bu bölümde Ernst ve Veli de her zamanki gibi işin ‘savunma yönü’ne mahkum kaldı. İlk yarının en çok ter dökenleri Gosso, Javito ve Culio’yla birlikte çoğunlukla Sidnei’nin de açıklarını kapatmak zorunda kalan Egemen oldu.
Orduspor’un birbirine yakın oynayan, geçirgenlik katsayısı düşük hatları ikinci yarı biraz da Fernandes’in ‘sazı eli’ne almasıyla gevşer gibi oldu. Fernandes’in yönetimindeki Beşiktaş’ın bir o yana bir bu yana savurmaya başladığı Orduspor takım olarak bir parça oyundan düşünce maç da dengeye geldi. ‘Basit oynama’ kisvesine bürünüp koşuyor, hücuma çıkıyor, geri geliyor gibi yapan Simao, neredeyse bütün maç yalancı koşucuklar (!) atıp esasen hep ‘mış’ gibi yaptı. Ve Beşiktaş çoğu maçta olduğu gibi yine eksik oynamak zorunda kaldı. Bu nedenle Beşiktaş bu haliyle, Orduspor gibi güce dayalı bir takımdan aldığı bir puana sevinmeli diye düşünüyorum.
Son olarak.. Futbol ‘hız’landığında daha izlenir oluyor. Oyunu futbol açısından insanın içini açan bir maça çevirenlerin başında Mustafa Kamil Abitoğlu ve arkadaşları geldi bana göre. Her karara itiraz ederek oyunun hızını düşürmeye çalışan futbolculara ve ağız dolusu küfür eden tribündekilere rağmen Abitoğlu, futbolu daha neşeli ve estetik kılmaya çalıştı elinden geldiğince. Bir teşekkürü hak etmiyorlar mı, ne dersiniz?









































