‘’Carvalhal ruhu‘’
Taraftara bu duyguyu yaşatan kuşkusuz ki maçın tamamı değil, uzatmalar dahil son 15 dakikasıydı. Koca bir ilk yarıyı Almeida’nın pozisyonu hariç, uykuda geçiren Beşiktaş’ın esasen ikinci yarı da uyanmaya niyeti yoktu. Neyse ki imdadına Antep kalecisi Mahmut Bezgin yetişti. Başta Mahmut olmak üzere Antepli oyuncuların zamandan çalmaya yönelik, yatıp kalkmamaları, önce alkış ve ıslıkla telin edildi. Hakem Tolga Özkalfa da bu duruma izin verince o ana kadar düşük olan tribün temposu birden Özkalfa aleyhine patladı. Bu andan sonra tribün de dahil herkes uyandı. İlk goldeki katkısına rağmen maç boyunca baş uyurgezer olan Simao oyundan çıkıp yerine Necip girince Beşiktaş bir vites yükseltti.
Futbolun temel kuralı hızlı oynayan kazanır. Antep’in baskılı orta saha savunması, maçın 80’inci dakikasına kadar Beşiktaş orta sahasını passızlığa mahkum etti. Beşiktaş oyunu Tanju ve Ekrem’in kanatlarından da açmayı başaramayınca Abdullah Ercan’ın oyuncuları son 15 dakikaya kadar maçın temposunu istedikleri gibi ayarladılar. Taraftarın yükselttiği tansiyonla birlikte duruma el koyan Manuel Fernandes, Mustafa Pektemek ve Filip Holosko’nun gayretleriyle Beşiktaş maçı son dakikada da olsa çevirmeyi başardı. Görüldü ki Beşiktaş’ın en çok ihtiyacı olan şey, kenarda zıp zıp zıplayan ‘Carlos Carvalhal ruhu’ydu. Egemen’in golünün ardından damatlık rugan ayakkabılarıyla Carvalhal’in oyuncularına doğru kopardığı koşunun coşkusunu maç boyunca neredeyse hiçbir Beşiktaşlı oyuncuda göremedik. Maç bitince herkes bir Beşiktaşlı’dan daha iyi oynayacağını düşünüyordu. Kimi Ekrem’den, kimi Almeida’dan çoğu da Edu’dan daha iyi olduğunu iddia ediyordu. Ben düşündüm kimden iyiyim diye, en fazla yine kendimi buldum. Futbol da böyle bir oyun, herkese engin hayaller kurdurabiliyor.
‘’Para alırken iyi, maç yaparken kötü!‘’
Beşiktaş 14 maçtır kaybetmiyor, ancak özellikle son maçlarda taraftarlarına sıkıntılı anlar yaşatıyor. Sizce Beşiktaş’ın şu anki görüntüsü, gelecek için umut veriyor mu?
Bu yıl bir takımın performansı üzerine konuşurken ‘play off’u gözden kaçırmamak gerek. Takım dayanışmasının sürekliliği oyuncuların fizik kapasitelerine bağlı olduğu için Beşiktaş gibi şampiyonluk hedefi olan takımların hocaları da planlamayı kuşkusuz ki ‘play off’a göre yapıyor. Çünkü oradaki maçların zorluk derecesi gerek tempo gerek psikolojik olarak çok daha zorlu olacak. Öte yandan özellikle Hilbert’in olmayışının da Beşiktaş’ın dengesini ve temposunu düşürdüğünü düşünüyorum. Tıpkı Galatasaray’da Ebuoe’nin yokluğu gibi.
Türkiye’de 31 maç ile Trabzonspor’la birlikte en çok karşılaşmaya çıkan takım Beşiktaş. Carvalhal’ın, “TFF bu işe çözüm bulmalı” isyanı, size göre haklı mı?
Bana göre haksız ve gereksiz. Fazla maç yapmak ‘büyük takım’ olma iddiasının olmazsa olmaz koşulu. İngiltere’de Wigan Atletic ile M. United arasındaki fark gibi bir şey bu durum. Bir de bu sene ‘özel koşullar’ içinde oynanıyor lig. Avrupa Ligi’nden para kazanırken iyi, fazla maç yapınca kötü!.. İlkinden şikayet etmezken sık maçtan şikayet etmek doğru olmuyor. Ama bu durum federasyonun da fikstürü daha hakkaniyetli biçimde organize etmemesine gerekçe oluşturmaz.
Sizce devre arasında yapılacak bir transfer mi, yoksa Muhammed, Atınç gibi gençlerin sahaya sürülmesi mi taraftarı mutlu eder?
Ben artık genç oyunculara sabır ve anlayış gösterecek bir taraftar kitlesi olmadığını düşünüyorum. Bu saatten sonra Beşiktaş taraftarının hatırı sayılır bölümünü ancak ‘yıldız transfer’ keser. Taraftar, genç oyuncuların mucizevi karakterler olmasını bekliyor. Her genç Messi olsun isteniyor! Necip Uysal’ın yaptığı ilk hatasında tribünden yükselen uğultuyla Quaresma’nın sekizinci hatasındaki uğultu arasındaki desibeli karşılaştırın, durum daha iyi anlaşılır. Yani “Sevinmek için sevmedik” sloganı sadece bir söz diziminden ibaret kalıyor git gide...
Real Madrid lider olmasına rağmen Mourinho, Ronaldo, Pepe, Coentrao gibi Portekizliler, tavırlarından dolayı ıslıklanıyor. Beşiktaş’ta böyle bir durum yaşanabilir mi?
Futbol takımları gelenekleri olan organizmalardır ve değerleri yıllar içinde oluşur. Mourinho, “Kazanmak için her yol mübah” ilkesinden hareket eden biri gibi göründükçe futbola da hayata da başka anlamlar yükleyenler tarafından sevilmeyecek. Onlardan biri de benim. Karizmaymış, taktik dehaymış! Bütün bu boş laflarlı diktatörlerin, önemli sanılan işe yaramaz adamların biyografilerinde üç aşağı beş yukarı benzer cümlelerle okuyabilirsiniz. Kazanma ve elbette ‘para kazanma’ hali bir süre sonra kaçınılmaz olarak ‘oyunun ruhu’na karşı geliyor. O zaman da oyunun gerçek sahipleri olan taraftarlar ‘işe el koyuyor.’ Emin değilim ama sanıyorum Madrid’te de benzer bir şey oluyor. Saydığınız isimler de orada bir ‘çete’ olduğu izlenimi veriyor. Tıpkı Beşiktaş için sık sık okuduğumuz ‘Q7 ve çetesi’ gibi... İki ekipte malum menajer Jorge Mendes adında kesişiyor! Öte yandan takıma anlam katan şeylerden biri de taraftarlarının futbolu ve dünyayı algılama biçimi. Dünya bu tür ‘farklı anlamları’ olan takımlarla dolu. Geçmiş zaman kipi kullanmak istemiyorum, ben hâlâ Beşiktaş’ın da böyle bir takım olduğunu düşünenlerdenim. Ancak kabul de etmek gerekir ki, son yıllarda Beşiktaş’ın bu ‘özel yanı’ çok törpülendi. Doğrusu kısa vadede Beşiktaş’ta Real Madrid benzeri bir itirazın yükseleceğini öngöremiyorum ama bu takımın genlerinde böylesi bir itirazın olduğunu da akılda tutalım.
‘’Ataksız iki gol!‘’
İlk 20 dakikada takımların birbirini tarttığı maçın belirleyici aktörleri Beşiktaş’ı geriden top yapamaz hale getiren Antalyalı futbolculardı. Beşiktaş, topu tek oyun kurucusu olan Fernandes’e geçirmekte bir türlü başarılı olamayınca organizasyon görevi de ister istemez Simao Sabrosa’ya kaldı. Ne var ki, sakatlık sonrası sahada pek görünmeyen ve hiç de görünmeyecek gibi oynayan Simao, yine ‘etkisiz eleman’dı. Ve bu durumun doğal neticesi olarak Edu ve Almeida top alamayıp, ‘boş oyuncu’lara dönüştüler. Böylece Beşiktaş maç boyu hep eksik oynamak zorunda kaldı.
Kuşkusuz bu plan Mehmet Özdilek’e aitti ve işler ilk devre onun lehine tıkır tıkır işledi. Topun Beşiktaş’ın orta sahasıyla bağını koparan Antalya, oyuna da hükmeti. Ekrem’in yapamadıklarını Ali Tandoğan, İsmail’in yapamadıklarını Minev yapıyordu. Bunlara ek Doğa-Ali Zitouni koordinasyonundaki ikili, üçlü oyunlara Necati ve Tita da katılınca Beşiktaş ilk yarıyı mucize eseri gol yemeden kapattı. Gol yemedi diyorum ama golü de yedi! Ancak yan hakem Asım Yusuf Öz koşuda gecikince ‘hakem şanssızlığı’na uğrayıp içeri giren topu göremedi ve golü vermedi...
İlk yarı boyunca hücum etmemeye yeminli gibi oynayan Beşiktaş, ikinci yarı biraz kıpırdanır gibi oldu. Dakika 60’a geldiğinde de Carvalhal, tehlike anında yapılması gerekeni yaptı ve camı kırıp ‘imdat’ düğmesine basarak Mustafa Pektemek’i oyuna dahil etti. Pektemek sonuca etki edecek bir şey yapamadı ama maçın Beşiktaş açısından gidişatının değiştiği an, onun oyuna girdiği andı diyebiliriz. Kısa süre sonra Mehmet Özdilek’e “Akıl yaşta değil baştadır” dedirtecek bir çifte hata yaptı Ali Tandoğan ve Deniz Barış. Önce Tandoğan gereksiz uzun oynadı sonra Deniz Barış da fuzuli yere topu eveledi geveledi... ‘Sinsi Almeida’ya da düşen takipçilik ve son vuruş oldu.
Maç boyunca tek organize atak geliştiremeyi başaramayan Beşiktaş, Almeida-Fernandes kontratağından ikinci golü bulup rahatlamışken uzatmada İsmail Köybaşı’nın refleksi sonucu gelen Tita’nın penaltı golü Antalya için en azından istatistikler açısından teselli oldu.
Bitirirken Simao’ya bir parantez açalım. Sanırım Beşiktaş bu oyuncuyu elden çıkarmak istiyor ve ‘görücüler’ için de onu sürekli sahaya sürüyor. Ama şans ve ‘hakem şanssızlığı’ dün olduğu gibi hep yüze gülmez. O nedenle Simao takıntısından uzak durmak Beşiktaş’ın menfaatinedir diyorum...
‘’Havutçu efsunu!‘’
Biri Türkiye Kupası’nın sembolik olarak iadesi edilmesi kararı ise -ki kupanın müzede olduğu ortaya çıktı sonradan- diğeri de şüphesiz ‘içeri düşen’ yöneticiler ve teknik direktör için taraftar cephesinden yükselen “Aklananın da gelin” çağrısıydı.
Benim de aralarında bulunduğum epey bir insan bu ‘aklanma çağrısı’nın hukukun temel ilkesi olan ‘masumiyet karinesi’ne aykırılığından söz ettiysek de beklendiği gibi kulak asan sayısı az oldu.
Sonra köprünün altından sular aktı... Özellikle Fenerbahçe taraftarının takımları ve ‘içerideki’ başkanları için yürüttükleri cansiperane kampanyanın dalgaları Beşiktaş kıyılarına da vurdu. Metris ziyaret edildi, İnönü’ye “Sizinleyiz” pankartı gerildi. Devamındaki süreci biliyorsunuz, Tayfur Havutçu serbest kaldı.
O aralarda da takım epey bir toparlamıştı. Lakin son Ankaragücü maçının beraberlikle sonuçlanması ve tatminkar bir futbol oynanamamasının ardından yine Carvalhal’i sigaya çeken haberler, yorumlar doldurdu gazeteleri... Ve beklendiği gibi konuyla ilgili haberlerin görsel malzemesi de Tayfur Havutçu’nun fotoğrafları oldu. ‘Yedek güç’ yüzünü gösterdi ilk puan kayıbında!
Oysa kimse Havutçu’nun ‘yetkinliği’ konusunda eni konu bir fikre sahip değil henüz. Kendisiyle ilgili bilgimiz geçen yılki kupa süreciyle sınırlı. Hepsi o... O dönemi de hatırlarsak
şimdi olduğu gibi yine ‘Manuel Fernandes rüzgarı’ esiyordu Beşiktaş üzerinde.
Kendi adıma ben bu Tayfur Havutçu fotoğrafları üzerinden yaratılan efsunun Beşiktaş’ın hayrına olmayacağını düşünüyorum. Hazır işler iyiye gidiyor gibi dururken, hazır pahalı iki ‘topseverden biri’ takıma henüz katılmamışken, ki birinin oynadığı iki maçta yaptıkları ortada, Carvalhal’in bu fırsatı değerlendirmesi gerek diye düşünüyorum!.. Yoksa bizim değirmenlerin ününü herkes bilir, sadece buğday, arpa, çavdar, mısır değil iyi de adam öğütür! Bilmem siz ne düşünüyorsunuz?...
Borç yiğidin nesiydi?
İnönü’yü yıkıp yerine anlı şanlı bir ‘Arena’ benzeri yapma iddiasındaki Beşiktaş yönetiminin öte yandan günlük işleri nasıl yürüttüğüne dair iki haber vardı HaberTürk gazetesinde dün. Kartal Yiğit imzalı haberlerden biri diyordu ki; “Kartal Yuvası mağazalarına giden Beşiktaş taraftarı sadece çubuklu forma ile karşılaştı.”
“Herhalde formalar kapışıldı” diye düşünen Kartal Yiğit işi biraz ‘kurcalayınca’ meselenin aslına ulaşmış. Meğerse yaklaşık 2 milyon TL alacağı bulunan Adidas firması borç nedeniyle yeni ürün vermeyi kesmiş. Yönetici Ertunç Soğancıoğlu da haberi doğrularken “282 bin TL’lik ödeme yaptık önümüzdeki haftadan itibaren yeni formalar satışa çıkacak” demiş.
Gerçi iyi de olmuş bu borç! Hani derler ya “Her şerde bir hayır vardır”, aynen öyle... Çünkü, ‘Çubuklu’ de tıpkı İnönü gibi Beşiktaş’ın ayırt edici özelliklerindendir. Ne diyor tribünde tüyleri diken diken eden o marş; “Yağmurlu bir günde görmüştüm seni / Üstünde çubuklu formalar vardı..”
Diğer haber ise kulübe güvenlik elemenı sağlayan firmaya da yaklaşık 1.5 milyon TL borç olduğunu anlatıyordu. Bir sayfada iki haber... İki haberdeki toplam borç 3.5 milyon TL... Hakikaten iyi yönetiliyor bu kulüp!.
Kuşkunuz olmasın bu yönetim İnönü’yü yıkıp yerine yeni bir stat yapabilirse adı ya ‘Alçıpan’ ya da ‘Kartonpiyer Arena’ olur. İnanmayanlar İstaklal Caddesi’nde özellikle de Ağa Camii’nin oralara gelince kafayı hafifçe yukarıda tutarak kısa bir tur atabilir!
‘’Hoş geldin Simao‘’
Ankaragücü gösteriyor ki... Genç oyuncuların ikişer üçer yılda tek tek değil, sezonda ikişlerli üçerli ekipler halinde takımlara dahil edilip daha fazla süre oynatılmaları oyunu yaratıcılık, heyecan, tempo ve ‘gelecek umudu’ açısından da zenginleştiriyor. İşin maddi boyutundan söz etmek ise benim değil ‘endüstri’ ve ‘marka’ tapınıcılarının görevi şüphesiz.
İlk yarısı tatsız tutsuz maça gelince...
İsmail ve Ekrem ‘kanat çırpmayınca’ yük tamamen orta sahaya bindi. Ankaragücü de ortaya kümelenince oyun kilitlendi. Özellikle Eskişehir maçında taraftarın ve yazarların bir bölümünün eleştirdiği Ekrem Dağ uzun süre kayıptı. Ne çıkabildi ne de ender gelişen pozisyonlarda yerini tutabildi. Örnek, Ankaragücü taraftarını ayağa kaldıran 27. dakika pozisyonu... Turgut Doğan Şahin’i kaçırdı elinden. Onun kaçırdığını Cenk kurtardı da tatsız ilk yarıyı gol yemeden kapattı Beşiktaş. İsmail ve Ekrem’in ikinci yarı çıkışları ise ‘nafile faaliyetler’ cetveline yazılmalı.
Malum, kıymetli oyuncunun ‘ezdiği’ de kıymetli oluyor. 34’teki atakta Simao’nun yaptığı gibi! Futbol hayatı boyunca en kolay yaptığı şeylerden biri olan ‘ara pası’nı en arkadaki Almeida’ya geçirmek yerine vurmaya uğraşan Simao ilk yarının en net atağını da heba etti.
İlk yarı boyunca Fernandes’in yüksek gayretine Ernst ve Veli eşlik etmeye çalışırken maç nabzını yükseltenler ise Ergin Keleş ve Turgut Doğan oldu.
56’da Almeida maç boyunca ilk kez Edu’nun ortasında müdafaanın önüne koşu yapmayı düşündü de gol pozisyonuna girebildi. Gerçi ona da vuramadı ya... Yine de pozisyon oldu ve top Ümit Kurt’un kafasından kornere gitti.
Oynadığı çoğu maçta beklentilerin altında kalan Simao yine etkisizdi ve kanımca takıma direkt etki etti. Simao katkılı Beşiktaş tekrar ligin başındaki o ‘sıkıntılı takım’ görünümündeydi. Bu takıma bir de Quaresma katılınca korkarım o baştaki filmi bir kez daha izlemek zorunda kalacak Beşiktaşlılar.
Ve son not... Fatih Terim’in ‘şanlı direnişi’ sonucu zorunlu olmaktan çıkartılan ‘boyun tabelası’ Carvalhal’in boynunda adeta bir ‘karşı tavır’ gibi salınıyordu. Acaba Basın Tribünü’nde de takılmasa ne olur? Öyle ya oraya gidenlerin çoğu da ‘hayli tanınmış’ kişiler...
‘’Sis ve gece‘’
Maçın ilk 20 dakikası Serdar Özbayraktar’ın üçüncü dakikadaki şutu ihmal edilirse, orta saha mücadelesi şeklinde geçti. Bu dakikadan sonra Beşiktaş’ın direksiyonuna geçen Manuel Fernandes takımını Eskişehirspor ceza sahası çevresine yerleştirdi. Fernandes’in sade ve tek pasa dayalı oyunu rakip sahaya yerleşmiş Beşiktaşlı diğer oyuncuları, şehvetle gol arar hale getirdi. Devre 0-0 bittiyse, bundaki en büyük pay kuşkusuz ki Eskişehir’in heybetli kalecisi Vanja İvesa’ya aitti. Stoper Sivok dün akşam attığı golün mesajını hafta içinde vermişti. “Fernandes’le daha çok oynamış olsaydım, takımın en çok gol atan oyuncularından biri olurdum” mealine gelen sözlerini doğrularcasına Fernandes’in kullandığı bütün serbest vuruşlarda hep doğru yerdeydi. Golü de kornerden gelen Fernades ortasında buldu. Beşiktaş tribünlerinde enteresan bir huy gelişmiş. Bir grup insan ‘Ekrem Hayyam Dağ hata yapsın da yuhalayalım’ diye aportta bekliyor. Oysa ki canını dişine takıp elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışan Ekrem oynadığı birçok maçta olduğu gibi Ernst, Hilbert, Fernades, Egemen ve Sivok’la birlikte takımın en iyisiydi. Carvalhal’ın Necip ile Pektemek değişiklikleri tribünlerde tedirginliğin başladığı 80’inci dakikadan sonra oksijen gibi geldi. Fernandes, Necip, Mustafa Pektemek ortak yapımı golden sonra, inanır mısınız, İnönü’nün üzerine 25’inci dakikadan sonra çöken sis bile dağıldı. Sis demişken... Yıkılıp yerine daha ‘modern’ bir stat yapılmak istenen İnönü, dün akşam sis altında, sobalı bir evdeki aile muhabbeti kadar sıcaktı. Sis, futbol gibi içinde her zaman bir belirsizlik ve gizem taşır. Belki de bu nedenle İnönü’ye çok yakışıyor.
‘’Senden ayrılalı gülmedim dostum!‘’
Tartışmanın ‘takım rengi’ üzerinden yürütüldüğü memleketimizde futbol el birliğiyle ‘çözümsüz bir denklem’e dönüştürüldü nihayet. Belli ki taraftalar ‘öteki’ni ayıracak bir dil tutturmazlarsa ‘kendileri olamayacaklarını’ varsayıyorlar. Bu ‘ayrımcı’ ve ‘tasfiye eden’ tehlikeli dile mevcut futbol düzeni de genetik olarak zemin sağlıyor.
Malum, şovenizm ve ırkçılık futbola da sinsice yuvalanır. Öyle sinsidir ki, bu dili kullanan bile ne dediğinin farkına varmaz çoğu zaman.
İki üç günün haberlerini bir tarayın göreceksiniz futbola kümelenmiş ırkçı, şovenist, ayrımcı dili.
Ben üç örnek buldum bile...
Gaziantepspor Başkanı İbrahim Kızıl, önceki gün Tunç Kayacı’ya dert yanıyordu Fanatik’te ‘bir kısım taraftar’ yüzünden; “Gaziantepspor’a Gaziantepli başkan’ diye bağırıyorlar. Hepsinden daha çok Gaziantepliyim. Urfalı olmam kimi rahatsız eder. Bu çok ilkel bir yaklaşım..”
Irkçılık öyle bir baskıdır ki, insanı “Senden daha çok senin ait olduğunum” noktasına getirir, bırakır. Ne yapsan kaçamazsın bu taarruzdan. Hele işler kötü gitmeye görsün, ırkçılık sindiği delikten sinsice gösterir kafasını sırıtarak.
İngiltere Milli Takım Teknik Direktörü Fabio Capello da, ‘bir kısım Antepli’den aşağı kalmamış. O da milli futbolcuların DNA’larına göre tasnif edilmesini öneriyor; “Almanya’nın kadrosunda beş oyuncu Türk kökenine sahip. Bana göre bu tam anlamıyla hırsızlık. Türkiye o beş oyuncuyla daha iyi yerlere gelebilirdi.”
Bir İtalyan olarak İngiltere Milli Takımı’nı yönetiyor olmasına şaşmayan Capello, ‘bizim durumumuza’ şaşabiliyor! Yeteneğin ancak bilgiyle, öğretiyle buluştuğunda ‘yetenek’ olarak adlandırılacağını unutmuş Capello. Genetik tarama yapıyor futbolcular üzerinde. Bu ‘yetenek’ ve ‘genetik’ ilişkisi de fena halde futbola benziyor. Örneğin, istediğiniz kadar ‘ince bir pas’ atın, arkadaşınız gol yapamamışsa sizinkine ‘asist’ denmiyor. Yani her şeyin bir arada olması şart. Mesut’u Mesut yapan genleri olduğu kadar Almanya’da aldığı eğitim, konuştuğu dil, o dile bağlı düşünebilme hali, yaşadığı hayattır..
Son örnek “Beşiktaş’ın Beşiktaşlı’dan başka dostu yoktur” diyen Yıldırım Demirören’den. Kendi dışında sürekli ‘düşman’ üreten bu dilin tek amacı taraftar tavlamaktır... Bu bakış açısı aynı zamanda Beşiktaş’ı ‘ikinci takımı’ belleyen milyonlarca insanı Beşiktaş’tan koparan dildir.
Kimle dost olacağımıza bile karar vermeye kalkışan bu cüretkar dilin aradığı tek şey ‘çıkar kardeşliği’dir. Biz herkesle dostluğu savunanlar bu dile ‘Hayır’ diyoruz.
‘’Hayde eğlenun hayde!‘’
Kazım’ı Kazım yapan onlarca halden biri de kuşkusuz ki Trabzonspor taraftarı oluşuydu. Futbolu da severdi Kazım hepimiz gibi, hayatı da...
Futbol malum nicedir kendi sevincinden öte başkalarının üzüncünün/acısının eğlenceye katık edildiği bir oyuna dönüştü. Kazım da görmüştü yaşarken bunları, biz yaşayanlar hâlâ görüyoruz.
Oysa, mağlubun ‘Hayde’ ile ‘ti’ye alınmaya çalışıldığı Saracoğlu Stadı, insan acısının en keskin yaşandığı yerlerden biridir. İki sezon önceydi... Bu pazar gecesi ‘Hayde’nin yükseldiği hoparlörlerden o gün yanlış anons yapılınca yüzlerce insan sahaya akıp çimler üzerinde ‘timsah yürüyüşü’ yapmıştı coşkuyla... Son anda gelen şampiyonluğu kutluyoruz sanıyorlardı. Gerçeğin ortaya çıkması uzun sürmedi ve o ‘timsah yürüyüşü’ fotoğrafları günlerce bir başka ‘mizah’a konu oldu..
O günlerde “Bir Fenerli’nin Acısına Bakmak” başlığıyla yazdığım yazıda şöyle demişim; “Başkasının acısı, hüznü üzerine neşe, eğlence kurmak olsa olsa biz ‘medenilere’ özgü bir hal olmalı... Her şeyi eğlence malzemesi haline getirebilen, eğlencenin olmadığı bir hayatı anlamsız bulan bu hal, hüzne, eleme burun kıvırdığından birilerinin acısını da gülünç bir malzemeye dönüştürmek için çırpınıyor...”
O gece o statta ‘ayağı taşa değen’ Fenerliler, önceki akşam bir başka yerde üzülenleri eğlence malzemesi yapıp, ‘nasırlarına basarak’ acıtmaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz ki aralarında bu cümbüşe katılmayan ‘aksiler de vardır’, onları tenzih ederim...
Oysa kazanılmış bir maçın ardından kendi kavillerince eğlenip, galibiyetlerini hep yaptıkları gibi ya da yeni bir şeyler yaparak doyasıya kutlayabilirlerdi.
Maç sonu Trabzonspor Başkanı Sadri Şener, “Rahmetli Kazım Koyuncu’nun şarkısının maç sonu çalınması hiç hoş değildi. Fenerbahçe camiasına yakıştıramadım” diye sitem ediyordu.
TRT Spor’da yaptığımız ‘Spor Manşet’e gelen ve başkalarının hüznünü anlamamız için ‘acıyı ters yüz etmemizi’ öneren Gökhan adlı arkadaşın twitinde ise şunlar yazıyordu; “Avni Aker’de Trabzon galip gelse ve ‘Şu Metris’in Önü Bir Uzun Alan’ çalınsa düşünceleri ne olurdu acaba?..”
Ne diyordu Gülten Akın ‘İlkyaz’da... “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...” Şimdi denecek ki, “Basit bir olaydan çıkara çıkara bunu mu çıkardın? Bu düpedüz demogoji...” Bunu diyecekler belki haklı da. Çünkü, biz hâlâ başka bir oyunu izliyor, başka bir oyunu seviyoruz...
Kural dondurulmuş meyve midir?
Maç içindeki kararları çok tartışıldı ama Cüneyt Çakır en çok da ‘hukuk’ ile ‘aklı’ ve ‘vicdanı’ uluşturamadığı için kötüydü bu maçta. ‘Elit hakem’likten, ‘büyük hakemliğe’ geçmek için fırsat bir kaç metre önündeydi. Futbolun yakışıklısını oynayan Gökhan Gönül, ısrar ediyordu Çakır’a insana yakışır bir edayla; “Aykut bana bir şey yapmadı hocam” diye... Yani diyordu ki, “Ortada suç yok.” Yine de kitabi kuralları ve ‘çatık kaş otoritesi’ni her şeyin önüne koyan Çakır, okuduklarımıza göre, niyetini bozuk bulduğunu belirttiği Aykut’u ‘suçlu’ bulup söküp attı sahadan. Bir benzerini Mustafa Kamil Abitoğlu Bursa’da yapmıştı Turgay Bahadır’a. Golü geçersiz saymadan önce “Top eline çarptı mı?” diye sorduğu Turgay’dan “Çarptı” yanıtını alınca sarı kartına sarılmıştı. Hukukun sadece yazılı kurallardan ibaret olduğunu sanmak ve akıl ile vicdanı kitaba havale etmek, hakemin de hakimin de en büyük tuzağıdır. Hukuk, yenilenen durumlara göre akla ve vicdana bağlı kalınarak her gün yeniden yeniden yazılabilir... Çünkü kimse aynı suda iki kez yıkanamaz.
‘Akıl’ ile ‘vicdan’ın aynı şeyler olduğunu unutmadan, Cüneyt Çakır ve Mustafa Kamil Abitoğlu’nun ‘tanıklara rağmen’ yapamadıklarının yapılabileceği o ‘örnek maçı’ özlemle beklemeye devam ediyoruz.