‘’Quaresma mitolojisi‘’
Bu konuda demeç vermeyen yönetici kaldı mı, merak ediyorum doğrusu!.. Ama sorun -sözleşme ortadayken artık bu konu niye sorunsa- hâlâ ortada duruyor gibi görünüyor.
Son olarak yönetici Tamer Kıran’ın ağzından verilmiş haberlerde Quaresma’nın 750 bin Euro indirim yaptığını, bunun da ‘FEDA’ anlamına geldiğini okuduk. Lakin kimi haberlere göre de Quaresma cephesinde ne indirim var ne de Portekiz’den dönüş...
Sözleşmeli oyuncusunu ‘indirim’e yanaşmadığı için cezalandıran anlayış, takım üç hafta üst üste maç kaybedince yine aynı ipe sarılmış görünüyor.
İşin tuhafı şu ki, Beşiktaş kamuoyunun önemli bir bölümü Quaresma takıma katılırsa işler düzelecek beklentisine girmiş görünüyor. Yani ‘Quaresma mitolojisi’ hortladı, hortlayacak.
Aylardır ciddi idman yapmayan, geçmiş dönemlerdeki performansı da ortada olan oyuncunun Beşiktaş’ı ‘uçaracağını’ ummak kuşkusuz ki ham hayal... Ancak kabul etmek de gerekir ki, oynadığı maçlarda ne yaptığı belli olmayan, rakibine maçın herhangi bir bölümünde üstünlük kuramayan, koşmaktan öte bir şey yapamayan onu da verimsiz koşan bu Beşiktaş’a en küçük katkı bile olumlu sonuç doğurabilir. Hiç yoksa kısa vadede rakiplerin Manuel Fernandes ve Hugo Almeida dışında düşünecekleri biri daha olabilir sahada.
Ben hâlâ indirim yapmadığı için cezalandırılan Quaresma’nın kendi başına ‘idman yapıyor gibi görünmesi’nin Beşiktaş’a ne gibi bir fayda sağladığını anlayabilmiş değilim. Sezon başından bu yana izlediğim Samet Aybaba’nın Beşiktaş’ının ne oynamaya çalıştığını da anlayabilmiş değilim. Aybaba’nın transfer tercihlerinin neredeyse hiçbiri şimdiye değin vasatı aşamamışken ve parası da ödenmek zorundayken indirim inadını bırakıp Quaresma’yı takıma katmak en azından mitolojik beklentinin daha sonra yaratacağı gerilimi ve yıkımı engellemek adına faydalı olacaktır.
Dikkat! Dayak geri döndü
Üç puanla ligin dibine demir atan Elazığspor’un teknik direktörlüğüne ‘kötü öğretmen’ Yılmaz Vural getirildi. Geçmişte futbolcularını döven ve hâlâ oyuncuyu dövmeyi ‘eğitim ve öğretimin’ ayrılmaz parçası gören Vural, iki hafta önce Radyospor’da yine dayağı savunurken, geçen yılki Süper Final’in son maçında kırmızı kart gören Fenerbahçeli Dia için de “Onu öyle bir döverim ki!” diyordu. Yani, dayağın, şiddetin içselleştirilip normal bir eğitim aracı olarak kabul gördüğü bu coğrafyada ‘pederşahi tutum’ bir kez daha kazandı. Ama Elazığ kadrosunun gerek yaş ortalaması gerekse Vanja İveşa, Fabio Bilica, Sedat Bayrak gibi kalıplı oyuncularını düşününce ‘dayakçı hoca’nın işi bu kez zor görünüyor! Yine de ‘dayağın cennetten çıkma olduğu’ inancının güçlü olduğu bu topraklarda Aydın Karabulut gibi gençlere dikkatli olmalarını öneriyorum.
Sorununu kafa atarak çöz!
Dedim ya, dayak ve şiddet kolay içselleşitiriliyor bizim buralarda. Antalya’daki turnuvaya gelen dünyanın en çok kazanan sporcularından Tiger Woods’u izleyen Cihan Haber Ajansı kameramanı Cihat Ünal ‘çizgiyi aşınca’ Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu da sorunu kendisine kafa atarak çözmüş! Evet, Ünal geçilmemesi gereken güvenlik çizgisini aşınca oyuncunun konsantrasyonu bozulup çevredeki birilerine isabet edecek top nedeniyle yaralanma riski ortaya çıkmış olabilir. Ne var ki, bu kadar ‘nezih ve elit’ bir spor dalında federasyon başkanının ‘sorun çözme’ biçiminin bu denli ‘avam olması’ irkiltici. Öte yandan spor gibi bir kültür alanının sorunları dayakla, şiddetle çözmeye çalışan birileriyle kuşatılmış olması ise korkutucu.
Bakalım bu vizyon tutacak mı?
‘Tuttuğunu altın eden’ Metin Diyadin, oynatmaya çalıştığı futbol nedeniyle değil de ‘yetersiz bulunan vizyonu’ gerekçesiyle Kasımpaşa’dan gönderilmişti. Önce ‘uygun vizyon’ Ada’nın kavgacı, hırçın çocuğu Roy Keane’de bulundu! Ama sanırım ‘Kasımpaşa’nın vizyonu’ Keane’e uymamış olmalı ki, o iş yattı. Ardından da Kayseri’yi bırakan Şota Arvaladze -ki kendilerini pek severim - ‘uygun vizyon sahibi’ olarak takımın başına getirildi. Arvaladze ile Diyadin’in ‘vizyon farkı’nı pek kavrayamadım doğrusu ama bu vesileyle Yılmaz Vural’ın ‘dayağı savunduğu’ röportajında söylediği farklı şeyleri de hatırladım. Şöyle diyordu; “Bugün Türkiye’de kötü futbol varsa sorumlusu hak etmediği halde Süper Lig’de takım çalıştıran teknik adamlardır. Bugün iş bulmak için iyi teknik adam olman gerekmiyor. Biat edeceksin ya da arkan güçlü olacak.” İnsan düşünmeden edemiyor, “Kimdir acaba bu hocalar?” diye... Bir de acaba burada ‘kötü futboldan sorumlu olan’lar sadece teknik direktörler mi olmalı? İşin içine ‘vizyon sahibi’ yöneticileri de katmak gerekir mi?
‘’Mücadele şart ama yetmez!‘’
Dün geceki maçın düğümünü Uğur Boral-Gökhan Gönül eşleşmesi çözdü denebilir. Kendi adıma ben, Uğur Boral transfer tercihini doğru bulmayanlardanım... Hala, Ernst ve Egemen’in ilke adı altında ‘üç beş kuruş için’ elden çıkartılmış olmasına anlam veremiyorum! Evet, Uğur Boral en azından ilk yarı boyunca çıkışlarda daha etkili göründü ama ‘verimli’ olan karşısındaki Gökhan Gönül’dü; bir gol ortası, iki gol...
Beşiktaş her zamanki gibi gayretli ve çalışkandı ama eksik olan şey yine ‘yaratıcılık’tı. İki ‘esas oğlan’ Fernandes ve Almeida en yakınlarındaki Fenerbahçeli oyuncular tarafından enterne (etkisiz hale getirmek) edilince Beşiktaş için geriye sadece mücadele kaldı. Eksikken bile mücadele etti ama bilinir ki tek başına mücadele sadece ‘samimiyeti’ gösterir, kazanmaya yetmez.
Üçüncü golün ardından Beşiktaş maçtan zihinsel olarak da kopunca Fenerbahçe ilk yarıdaki ‘topla oynama oranı’nı da ele geçirdi. Ve ondan sonra mesele Aykut Kocaman için ‘deneysel bir hal’ aldı.
Beşiktaş yönetimi ve Samet Aybaba baştan beri sürekli ‘gençlik ve mücadele’ dediler ama ne var ki futbolun geldiği noktada bu iki önerme gerek ama yeter şartı oluşturmuyor.
Bu haliyle Beşiktaş’ın vasatı aşabilmesi ne yazık ki kendisine değil rakiplerinin ‘gününde olup olmamasına bağlı...’
Dün akşam görüldü ki Beşiktaş için bütün mesele yenilmemek değil, ‘teslim olmamak’ta. Aybaba’nın takımı elbetteki her takım gibi yenilebilir ama kaybedilecek gibi görünen maçlarda oyundan bu denli kopulursa asıl felaket orada başlar.. Ve bu ruh halini geri döndürebilmek sanıldığından daha zordur...
‘’Alex de Souza dersleri!‘’
Örneğin, Fenerbahçe’de kısa vadeli sonuçlara bakılarak yürütülen “Alex mi, Aykut Kocaman mı?” polemiğinin geldiği nokta ve tutturulan dil...
Sorunu, “Aykut gitsin, Alex kalsın” basitliği içinde algılamamızı isteyen bu bakış açısının futbolun eriştiği noktanın ne kadar uzağında olduğunu anlatmaya bilmem gerek var mı?
Esasen bu tartışma Fenerbahçe cephesindeki bir tür “3 Temmuz rövanşı” gibi duruyor. Bilinir, kalabalıklar ‘tek kimlik’le tarif edilme basitliğiyle açıklanmaya çalışılsa bile -milliyet, siyasi parti, cemaat, grup, takım taraftarlığı vs. gibi- esasen birer ‘ittifaktır’lar. Her kalabalık aslen farklı fraksiyonların bir araya gelmesiyle oluşur.
Fenerbahçe’de de 3 Temmuz sürecindeki gelişmeler ve gidişat nedeniyle öne çıkamayan grup ya da fraksiyonlar, işlerin kötü gitmeye başladığı ilk anda meydanı doldurmaya başladılar. Bundan da şaşacak bir şey yok... Bir iddianın dile getirilip güçlenmesi ancak kriz anlarında mümkün olur. Her şey iyi görünürken ‘muhalefetin’ boy gösterme olanakları zaten sınırlıdır. Hele de bizim topraklar gibi “birlik, beraberlik retoriği”nin her şeyi bir anda kuşatabildiği coğrafyalarda...
Fenerbahçe’de Alex de Souza üzerinden yürütülen tartışmanın gerçek hedefi şimdilik ‘yetersiz görülen’ Aykut Kocaman’sa da, ilerleyen günlerde bunun yönetime yöneleceği açıktır... Hatta bu yöndeki itirazlar şimdiden boy vermeye başladı bile.
Sözü futbola çevirirsek, Milliyet Gazetesi’nden arkadaşım Levent Kalkan’ın başından sonuna itiraz ettiğim yazısının finaliyle devam edeyim... “Hiçbiriniz ‘Bir Alex değilsiniz..” Elbette ki hiç kimse Alex değil. Ama unutmamak gerekir ki Alex de Souza da geçen yıllardaki kendisi değil. “Ben zaten hiç koşmadım” tezi belki geçmiş senelerde ve bizim ülke sınırları dahilinde işe yarayabilirdi. Ne kadar yaradı orasıda tartışılır... Ama Şampiyonlar Ligi bir kaz daha gösterdi ki, durum öyle değil. “Alex yok da Fenerbahçe elendi” diyenler için, Fatih Terim’in önceki akşam söylediklerini doğru okumalarını salık veririm...
Dediğim gibi Alex, geçmişiyle bugünüyle kuşkusuz ki büyük bir oyuncu. Ne var ki sorun zaten ‘yarın’(lar)da, anlaşılamayan da burası. Destekleyici bir örnek için, Jose Mourinho’nun gelir gelmez Real Madrid’in iki simge ismi Raul Gonzales ve Guti Hernandez’le yollarını ayırmasını akıldan çıkarmamak gerek...
Daha zarif bitebilirdi!
Şimdi de bir kaç soru... Var olan üslup içinde diyelim ki, Alex de Souza kaldı ve Aykut Kocaman gitti! Peki bu takım hocasız mı devam edecek yola? Ya da böylesi bir atmosferdeki takıma hangi ‘kıymetli hoca’yı bulup getireceksiniz, ki, Alex varken ve diyelim ki Alex’e rağmen kendi formüllerini uygulayabilsin!
Bir de şöyle bir projeksiyon yapalım... Şimdiki fiziksel kapasitesiyle Alex de Souza’yı Galatasaray ya da Beşiktaş’a koysak ne olur? Galatasaray’ın oynama biçimi ve hızı gelişir ve artar mı, yoksa büyük ihtimalle tersi mi olur? Beşiktaş’ta Fernandes gibi bir oyuncu varken bu iki oyuncu yan yana oynatılabilir mi? Oynatılırsa takım hızı ve dayanıklılığı ne yönde etkilenir?
Öte yandan ne yazık ki, Alex de Souza gibi büyük bir oyuncunun böylesi ‘yıkıcı tartışmaların’ arasında gönderilmiş olması kuşkusuz ki inciticidir. Ve yine ne yazık ki ‘bizim toprakların yönetme biçimi’ne de uygundur... Nedense, bu ayrılık işlerini münasibiyle becerememe konusunda doğal bir yeteneğe sahibiz. Artık ego mudur, iktidar hırsı mıdır, beceriksizlik midir, yoksa hepsi midir, varın siz koyun adını...
‘’Artık şu saçma sapan cezaya son verin!‘’
“Sebep oldukları olaylardan dolayı Kulübümüzün uğradığı ve uğrayacağı tüm zarar ve ziyanların tazmini için haklarında maddi ve manevi tazminat davaları açılmasına ve ayrıca ilgili kişiler hakkında cezai şikayetlerde bulunulmasına karar verilmiştir.”
Bu şikayet bana şunları düşündürttü:
Eğer suçlular belli ise ve soruşturma sonunda suçları sabit görülürse iki kişi zaten ceza alacak. O zaman, o maçı Çamlıhemşin’de televizyondan izleyen kombine bilet sahibi Cem Dizdar’ın ya da onun durumunda olanların ya da o maçta İnönü’de olup da, olan bitenden haberi bile olmayan binlerce ‘masum kişi’nin suçu ne ola ki içeride oynanacak bir sonraki maça gidemiyorlar? Kaldı ki bunların yaklaşık 7 bin kişi kombine bilet alarak parayı peşin ödemişler. Suçsuzların peşin ödediği paralar ne olacak?
Öte yandan bir tüzel kişilik olan kulüp nasıl suç işler? Suçu birey(ler) işlemez mi? İki kişinin neden olduğu olay sonucu, ‘suçsuz kulüp’le olaya hiçbir dahli olmayan geniş kalabalıkların topluca cezalandırılması ne denli adil?
Her defasında “Futbolun güzel yanlarından söz edelim” klişesine sığınan TFF yöneticilerinin geniş yığınları mağdur eden, futbola olan ilgiyi yere seren bu saçma sapan uygulamadan bir an önce vazgeçmesi oyunun selameti açısından şart... Görevini yap suçluyu yakala. Yapmadığın, yapamadığın görev için beni cezalandırma!
Gereksiz hassasiyetler!
Her açıdan hassas bir dönemden geçtiği için olsa gerek Beşiktaşlı yöneticiler, ‘hassasiyet hadisesi’ni gereğinden fazla abartıyorlar. Bu bağlamda, televizyon kanallarındaki futbolla ilgili tartışma programlarının önemli bölümünün ‘tuluat’tan öte bir anlam ifade etmediği gerçeğini de kavrayamamış görünüyorlar. Bu nedenle olsa gerek Ahmet Çakar’ın televizyondaki ifadeleri için resmi siteden kınama açıklaması yapacak kadar meseleyi ciddiye almışlar. Demek ki bir kez daha hatırlatmakta fayda var; bu tür gereksiz hassasiyetler, dile getirilmesi arzu edilmeyen konuları daha da sıcak tutar. Çünkü bu fuzuli hassasiyet, tartışarak öğrenmek ve ilerlemek gibi bir hedefi olmayan, bilgiden çok polemikten beslenen üslubu yeniden üretir. Yani serpilip gelişen, polemikten beslenen olur. Ve iş kısa sürede laf yetiştirmeler sonucu içinden çıkılmaz bir hal alır.
Bir diğer örnek Beşiktaş yöneticisi Tamer Kıran’ın 3-2’lik galibiyetin ardından Gaziantep Teknik Direktörü Hikmet Karaman’ın, “3-4 oyuncuyu çıkarsanız Beşiktaş’la aramızda fark kalmaz” mealindeki sözleri için gösterdiği hassasiyet!... Böylesi hiçbir anlam ifade etmeyen, görüş bile olamayacak kadar sıradan bir bakış açısıyla konuşan teknik adamı ciddiye alıp gazetelere demeç verilmesi de tuhaf. Sokaktaki çocuk bile bilir ki, bir takımdan 3-4 kişiyi çıkarsanız, bu Barcelona, Real Madrid, Arsenal, Bayern Münih, United ya da City de olsa fark etmez, o takım gücünden fazlaca şey kaybeder ve aşağıdaki rakipleriyle eşit seviyeye gelir. Bu tespit, üzerine konuşulabilecek bir şey değil ki!.. Futbola bu zaviyeden yaklaşan birisinin Beşiktaş’ı ya da bir başka takımı ‘aşağılayabileceği’ düşünülebilir mi? Bu gösterse gösterse kişinin futbolu da hayatı da klişelerle algıladığını gösterir o kadar...
Orantısız güç ve futbolun ruhu
“Önemsiz” diye düşünebilirsiniz ama hiç kimse için değilse bile benim için önemli. Gençlerbirliği’nin Sakarya’da oynanan maçta Bölgesel Amatör Lig takımı Dersimspor’a attığı 7 gol, olmamış. Bu tip frapan galibiyetleri ancak takımların gücü birbirine denk olduğunda anlaşılabilir bulabilirim. O da ‘bulabilirim’! Yani küme düşmesi kesinleşen ya da her açıdan aralarında uçurum olan bir takıma atılan 3’ten fazla gol manasız bir istatistikten öte anlam ifade etmez. Farklı yendiği ‘güçsüz takımın’ kalecisinin ya da herhangi bir oyuncusunun, yarın ekmek almak için sokağa çıkacağını düşünmüyorsa birileri, benim açımdan futboldan da hayattan da o kadar anlamıyordur. Ha diyecekseniz ki, “Ne var bunda altı üstü oyun. Olur böyle şeyler. Belki kaleci bile önemsemiyordur durumu. Hem maça giden insanların bol gol izlemesinin ne mahzuru var?..” Sorun da burada ya, önemsemesi gereken önemsemeli! Yani, yenilen değil farklı yenen... Oyunların en güzel sonucu olan beraberliği de içinde barındıran futboldan söz ediyoruz. Bol gol yerine futbolunun ruhu olan ‘eşitlik ilkesi’ne duyulan bağlılık ve özen... Yani insana özen... Hayatı da oyunu da ancak bu özen ve hüsnüniyet içinde güzelleştirip, geliştirebiliriz.
‘’Doğru vuran kazandı‘’
Ancak sonucun gerçek belirleyicileri topla iyi oynayanlardan çok, topa ‘doğru’ vuran oyuncular oluyor. Topu ‘doğru adres’e teslim edecek oyuncu sayısı bakımından Fernandes ve Almeida gibi bu işin iki ustası Beşiktaş’ın artıları. Ama bu yeter mi, işte orası tartışmalı. Temposu ilk yarı boyunca zaman zaman yükselen maça Beşiktaş lehine farkı koyacak oyuncu kuşkusuz ki Fernandes’ti. Ancak Hikmet Karaman bu oyuncuyu ablukaya aldırınca ‘fark’ ortaya çıkamadı. Öyle ki, Fernandes zaman zaman top almak için müdafaa göbeğine kadar gerilemek zorunda kaldı ya da bir başka söyleyişle Antep onu oraya itti. Hal böyle olunca da maç ‘yaratıcılık’tan çok, ‘güçlü’nün kazanacağı bir oyuna dönüştü...
Ancak ikinci yarı ilk yarının aksine iki takımın da oyuna ağırlığını koyduğu ve bu nedenle sık sık yön değiştiren bir maç izledik. Sivok’un zamanlama hatasıyla gelen manasız penaltısı, Fernandes-Almeida ikilisinin gayretlerini de boşa çıkarmış oldu. Koşan, gayret eden, kendi eşiğini aşmaya çalışan Antep, ikinci yarı rakibini geriletmeyi başardı ve geriye düştüğü anlarda bile oyundan hiç kopmadı. Çünkü kadro olarak ‘diş geçireceği’ bir rakiple oynadığının bilincindeydi. Maçı zor da olsa Orhan Gülle’nin ‘doğru vuruşu’ ile kazanmayı becermesi, işte bu farkındalıkla mümkün oldu.
Beşiktaş çok koşan, kapatan ama ‘yaratıcı oyuncuları’ muhasara altına alınınca sıradanlaşma eğiliminde olan bir takım. Sonucu etkileyecek oyuncu sayısı iki, bilemedin üçle sınırlı. Haliyle bu sezon hep sürpriz sınırında gezinecek gibi görünüyor.
Ve so bir not: Ülke futbol kültürünün doğal sonucu olarak hakeme bu denli asap bozucu biçimde itiraz eden oyuncu sayısının fazlalığı ve bunun büyük kalabalık tarafından meşru bulunması oyunu berbat etmekten başka bir işe yaramıyor. Topla doğru oynamayı beceremeyen oyuncuların hakemle kurdukları bu berbat ilişki oyunu da, eğlenceyi de karartıyor...
‘’O ihtimal!‘’
Rakibinden daha az koşuyorsan topa hakimiyet ve ona hükmetme konusunda daha becerili olman şart. Dün gece Elazığspor ne fazladan koşabildi ne de topa hükmedebildi. Sadece ‘çırpındı’.
Beşiktaş ise temkinli ama baskılı oynadığı ilk yarıda belki pozisyon bulamadı lakin rakibine de ‘göz açtırmadı.’ Bu devrede orta sahadaki her topu kaptıysa da basitlikle gösterişli oynama arasındaki o ince çizgide yürüyen dengeyi bir türlü tutturamadı. Bu nedenle de gol pozisyonuna girmesi mümkün olamadı.
Ancak ilk devre boyunca savurduğu rakibini ikinci devre tek kelimeyle çaresiz bıraktı. Fernandes’in duran toplarından gelen goller aldatmasın. Tüm ikinci yarıda yüksek mücadele gücüyle oyuna hükmeden Beşiktaşlı futbolcular basit ve etkili oynama konusunda biraz daha ‘ders çalışmış’ olabilselerdi tabela da bu kadar kalender olmayabilirdi. Kendi adıma ikinci ve üçüncü bölgeyi etkili kullanmaya çalışan Beşiktaş’ın neyi, nasıl oynamaya çalıştığını anladığımı sanıyorum. Ne var ki, Elazığ’ın ne oynamaya çalıştığını anlayamadım. Elbette bu benim eksikliğim olabilir!
Öte yandan tek tek oyuncuları değerlendirmek elbette ki mümkün ama özellikle Batuhan için birkaç satır şart görünüyor. Bu oyuncunun potansiyeli olduğu bir gerçek ama bunun kinetik hale dönüşebileceği ise bir inanış. Belki de Batuhan sadece bu kadar; gerçekleşemeyecek bir ihtimal... Yine de bu ihtimali kovalamak tüm Beşiktaşlılar için çekiciliğini bir süre daha koruyacak gibi görünüyor.
Ve son bir not... Maçı İstanbul’dan uzaklarda, yüksek rakımlarda izledim ama özellikle kapalı tribünü hazırlık maçları da dahil hiç bu kadar ‘ıssız’ görmemiştim. Şaşırtıcı!..
‘’Her soru iz bırakır!‘’
Soru, tıpkı bilim insanları ya da cinayeti çözmeye uğraşan detektifler gibi bir haberi anlaşılır kılma arzusunda olan gazetecinin de el feneridir.
Gazeteci Serdar Ali Çelikler de, yapması gerekeni yapıp 7 Eylül’de, Fenerbahçe’nin 3A’sı Aykut Kocaman, Aziz Yıldırım ve Alex de Souza’ya yönelik 17 soru sormuş HT Spor’daki köşesinden. Lakin, yanıtlarını benim de merak ettiğim sorular olmakla birlikte bazılarının formüle edilme biçimleri bana fazlasıyla tuhaf geldi!..
Öte yandan yine bazı sorulardaki ifadeler, kamuoyunda hayli yaygın olan “Medya ne ki... Zaten her şey yalan... Satılık gazeteciler yalan yazıyor...” türü mesnetsiz genellemelerin daha kaba formülasyonu gibi duruyordu.
Şimdi Çelikler’in iki sorusunu irdeleyelim ki, mesele daha anlaşılır hale gelsin...
Aziz Yıldırım’a sorulan ilk soru:
“Hakkınızda yapılan haysiyet cellatlığı haberlerine hep kızdınız. Peki Alex hakkında yazarlarınıza yazdırdığınız yazılar; çıkarttırdığınız haberler haysiyet cellatlığı değil mi? Alex’i itibarsızlaştırma çabası tıpkı size yapılanlara benzemiyor mu? Mesela sprint rakamlarını kim sızdırdı. Sordunuz mu hiç? Ezcümle: Alex’i gönderirseniz gönderirsiniz. Ama yandaş medyanıza havale ettiğiniz itibarsızlaştırma çabaları ayıp değil mi?”
Bir soru içindeki bu kadar soru ve ima etmeler akla ister istemez yeni sorular getiriyor. Alex aleyhinde Aziz Yıldırım’ın yazı yazdırdığı gazeteciler kimlerdir? Örneğin ben de, son Aykut Kocaman-Alex de Souza üzerinden medyada yürüyen polemikte Alex’in dilini, twitter’da yazdıklarını doğru bulmayanlardanım. Acaba hayatımda hiç karşılaşıp, konuşmadığım Aziz Yıldırım kontrolündeki medyaya ben de dahil miyim?
Çelikler’in dili -artık her kimi, kimleri kast ediyorsa- gazetecileri ve elbette bu ‘gizli özne’ler üzerinden dolaylı olarak gazetecilik mesleğini de itibarsızlaştırma gayreti olmuyor mu? Bu soruları soran gazetecinin ‘Aziz Yıldırım’ın yandaş medyası’nı adresiyle göstererek, böylece benzer yönde düşünen diğer gazete ve gazetecileri töhmet altına sokmaktan imtina etmesi gerekmez mi?
Serdar Ali Çelikler’in Alex de Souza’ya yönelik ikinci sorusunun birinci kısmı da kanımca sorunlu.
“Başkanın hocana mecbur. Ortada yürüyen yargı süreci varken, bir sürü ‘sır’ bilen hocanı kaybedemez, seni yollar” diyor.
Aykut Kocaman’ın ‘sır’ bildiğine ve bunları mahkeme sürecinde saklamış olduğuna dair bir inanç içeren bu bakış açısıyla Çelikler, tam da şikayetçi gibi göründüğü ‘itibarsızlaştırma eylemi’ni bizatihi yeniden üretmiş olmuyor mu? Kocaman’ın ‘sır’ bildiğini ve bunları sakladığını iddia eder tarzda soru, gazetecinin el fenerini bir durumu aydınlatma sorumluluğu ile değil bir hesabı açma ya da kapatma niyetiyle formüle edildiğini düşündürttü bana... Problemli bulduğum bir kaç yer daha vardı ama yazı uzar korkusuyla burada bıraktım...
Selçuk İnan olsa böyle olmaz mıydı?
Hollanda karşısında alınan mağlubiyet bildik polemikleri yineleme için yeni fırsatlar yarattı. Geçen ayı, Aykut Kocaman’ın Alex de Souza tercihini konuşarak kapatan kamuoyu Estonya maçına kadar da Abdullah Avcı’nın Selçuk İnan tercihini konuşacak gibi görünüyor.
Oysa sorun sadece oyuncu tercihinde değil, bizzat ‘düşünme ve eyleme halleri’nde. Kuşkusuz ki Selçuk İnan, bölgesinde ülkenin en iyi oyuncularından biri. Lakin, sadece biri... Problem, Selçuk İnan’ın yokluğundan öte rakibin varlığını gerçekçi yaklaşımla görememekte yatıyor. Tam da bu nedenle, ‘biz’e takılıp kaldığımız, rakibi/rakipleri çoğunlukla yok saydığımız, onlar üzerine eni konu düşünmek istemediğimiz için ‘okyanusu geçip derede boğulan’ bir çizgide ilerliyor bu ülkede futbol. Fazla geçmişe gitmeyin yakın zamanda Avrupa Şampiyonası kuraları çekilip Almanya ile aynı gruba düşüldüğünde de “Grup birincisi çıkarız” inancı azımsanmayacak bir kalabalığı toplamıştı arkasına.
Cuma akşamı, şu an Avrupa’daki en gösterişli pas oyununu oynayan Barcelona’nın ‘fikir babası’ Johan Cruyff’un ülkesiydi rakibimiz. Unutulmasın ki, Hollanda’nın ‘futbol birikimi’ son Avrupa Şampiyonası’nda yaşadıkları hüsranı hızla onarabilecek kadar zengin. Çünkü, bizim ülkede sıklıkla yapıldığı gibi her kaybın ardından her şeye ‘sıfır noktası’ndan başlamıyorlar. Gördük, ‘onları en kötü zamanlarında yakaladığımızı’ düşündüğümüz anda bile dayanıklı oyuncularının takımları lehine maça koydukları ağırlık bile sonuca yetti. Tam da bu ‘birikim’ nedeniyle o iklimde yetişen oyuncular
Avrupa’nın farklı ekollerdeki ülke ve takımlarında rahatlıkla banko oyuncular haline geliyorlar.
Beri yanda bizim ülke... Takımını Dünya Kupası’nda üçüncülüğe taşımış Şenol Güneş gibi bir hocayı futbol dışı, hatta ‘insan onuru dışı’ eleştirilerle bezdiren bir kültür iklimi... Şimdi oturmuş, Şenol Güneş’in futbolculuk melekelerinin gelişmesine büyük katkı verdiği Selçuk İnan’ın varlığı ve yokluğu üzerinden anlamaya çalışıyor durumu. Hadisenin bir futbol takımının bir iki maç galip gelmesi olmadığını anlamak istemiyoruz bir türlü. Ya da üst üste maç kazanabilme devamlılığının sorunun ‘bizzat kendisini çözmek’ yani ‘birikim’den geçtiğini... Tuhaf değil mi?
Unuttum gitti söylediklerimi!
Bir de çok çabuk unutuyoruz her şeyi. Söyleyenimiz bile unutuyor. TFF Başkanı Yıldırım Demirören, sık sık “Hakemleri korumamız ve futbolun güzel yanlarını konuşmamızı” öğütlüyor bizlere... Neyse artık futbolun güzel yanı? Ara pası mı, kaleci kurtarışı mı? Yoksa işi ticarete döküp, forma kombine satma yarışı mı?
Sanki “Bu hakemler olduğu, şampiyon masa başında belirlendiği sürece gerekirse maçlara PAF takımıyla çıkarız” mealinde sözler eden bizlerdik! O zaman da bir federasyon başkanı vardı ve sanırım onun da o günlerdeki en büyük dileği futbolun ‘güzel yanları’nın konuşulmasıydı!.. Bu öğütler de tuhaf kaçıyor değil mi?
‘’Düzensiz ama renkli‘’
Uğur Boral çim kayağı slalomunu gösterişli bir golle tamamlayınca o ana kadar ilk dakikalardaki Cernat ortası ve Shelton’ın direkten dönen topu haricinde pek de ortalıkta görünmeyen Karabük tamamen sahneden çekildi. Hâl böyle olunca da Beşiktaş’ta ‘takımın beyni’ Fernandes oyunu istediği gibi çekip çevirmeye başladı.
İkinci devre kaybedecek bir şeyi olmayan Karabük, sahneyi hatırlayıp geri dönmek için gayret gösterince oyun iyice düzensizleşti. Ve bilinir ki bu ülkedeki en renkli maçlar ‘düzensiz olanlardır.’ Bu da öyle oldu.
Beşiktaş’ta tüm yükü omuzlamak zorunda kalan Fernandes topla fazlaca oynamak yerine daha sade daha ekonomik dolayısıyla da oyunu hızlandıracak verimlilikte oynamaya başlarsa takım da kendi hızını bulacak gibi görünüyor. Çünkü görüldü ki, Veli ve Necip gibi iki ‘işçi arı’ ona tempoyu istediği gibi ayarlama konusunda en azından bu maç bağlamında muazzam yardım etti. Uğur Boral ve Hilbert kenar çıkışları arttırırsa, geriye hücum merkezini organize etme işi kalıyor. Bu haliyle Batuhan sadece bir ‘umut vaat etme’ fantazisinden öte iş göremez gibi duruyor.
Karabük’e gelince...Sanırım bu oyundan en fazla bir tane daha oynama hakları var. İki tane üst üste böyle oynarlarsa ligin ilk boşa çıkacak hocasının Michael Skibbe olacağını tahmin etmek için ‘futbol bilgini’ olmaya gerek yok sanırım. Bu onun iyi hoca olmamasından değil, ülke genetiğinin bu rotada işliyor olmasından... Böyle düşünecek Karabüklüler’e geçen sezonun ilk bölümünde Skibbe yönetimindeki Eskişehir’i hatırlamalarını öneririm.









































