Arama

Popüler aramalar

‘’''Beşiktaş emek takımıdır yıldızlar topluluğu değil''‘’

Beşiktaşlılar Ricardo Quaresma başta olmak üzere Guti, Fernandes gibi yıldızlardan çok şey bekliyor. Ancak bir türlü umulan, sahaya yansımıyor. Sizce yıldızlar patlama yapacak mı, yoksa Beşiktaşlılar hayal kırıklığı mı yaşayacak?

Beşiktaş’ın ‘yıldız’larının patlama yapacağı beklentisini gerçekten enteresan buluyorum. Bu futbolun gerçeklerinden bihaber olmakla eşdeğer... Yetenek, çalışma olmadan bir hiçtir. İstediğiniz kadar yetenekli olun idman yapmaz, kendinizi bir takımın parçası olarak hazırlamazsanız sahada yapmaya çalıştığınıza futbol değil, kişisel gösteri denir. Bir tür stand-up yani... Öte yandan Beşiktaş ‘yıldızlar takımı’ olmaktan başka anlamlar içeriyor diye düşünüyordum. En azından benim gibi düşünenler için böyle. Son Sivas maçında golü Holosko atmış olmasına rağmen o dakikaya kadar neredeyse aldığı her topu ezen Quaresma’nın tribünden gördüğü ‘özel teveccüh’ beni gerçekten şaşırtıyor.

Takım o gün en iyileri olan Ernst, Veli, Necip, Hilbert’in benzer bir teveccühe işler kötü gitmediği sürece mazhar olamamaları Beşiktaş’ın değişen genetiğini göstermesi açısından ibret verici. Benim bildiğim Beşiktaş gayret, emek, çaba, dayanışma gibi toplumsal değerleri ‘yıldız futbolcuların artistik değerleri’nin önüne koyan bir takımdı. Hal böyle olunca, gerektiği gibi idman yapmayan, takım disiplinini öne çıkaran diğer oyuncular tarafından her fırsatta eleştirilen ‘yıldız’ların patlama yapmasını beklemek kanaatimce boş bir beklentidir. Bu benim için daha çok bir takım oyunu olan futbolu bir iki trivelaya kurban etmek demektir. Bu açıdan Beşiktaş taraftarı hayal kırıklığı yaşar mı bilemiyorum ama ben şahit olduklarım karşısında hayal kırıklığı yaşıyorum onu rahatlıkla söyleyebilirim.

Beşiktaş’ın zorlu bir fikstürü var. Carvalhal, “En önemli maç, ilk oynayacağımız maç” diyor. Ancak grubun kaderini çizecek olan Dinamo Kiev karşılaşması için ‘daha önemli bir karşılaşma’ yakıştırması yapılabilir mi?

Benim için futbol da hayat gibidir, ikisinde de hiçbir şey ötekinden daha önemli ya da daha az önemli değildir. Tıp alanının edebiyattan, futbolun felsefeden daha önemsiz olduğunu söylemek benim anlayabileceğim bir şey değil. Dinam Kiev maçını Fenerbahçe ya da Ankaragücü maçından ayırmadığımız noktada işte o ‘futbolun doğruları’ denen meseleye bir adım daha yaklaşmış oluruz.

Taraftar bilet fiyatlarında indirim istedi, Siyah-Beyazlı yönetim Dinamo Kiev maçı öncesi indirime gitti. Bu durum tribünlere olumlu bir etki yaratır mı?

Dinamo Kiev karşılaşması lig maçlarına göre zaten ilginin yüksek olacağı bir maç olacaktır. Bu tip maçlarda tribün zaten dolacağı için bilet fiyatlarının düşürülmesi ilgiyi kısmen artırır diye düşünüyorum. Bilet fiyatları bir etki ancak bu etki Beşiktaş taraftarının İnönü’ye ilgisizliğini tek başına açıklamaya yetmez. Yönetimin kaç yıldır yürüttüğü politikalar, tutturulan dil ve tarz, beklentilerin çok uzağına düşen transferler, futbolda bu yıl ‘şike ve teşvik operasyonu’nun yarattığı güven kaybı da bu durumun oluşmasında önemli etkilerdir kanımca...

Şike soruşturmasında iddianamenin 17 Kasım’da verileceği, TFF’nin 6 takımı düşüreceği öne sürülüyor. Bu senaryonun gerçek olması halinde Türk futbolunda ‘kıyamet’ kopar mı?

Bu soruşturmanın başından bu yana onlarca senaryo bir o kadar da hukukçu yaklaşımı okudum. Öncelikle iddianame bir çıksın sonra da mahkeme heyeti bu iddianameyi kabul etsin ki meseleyi en doğru noktadan görebilelim. Eğer bu senaryo gerçekleşirse kıyamet kopar mı bilmiyorum... Doğrusu sanmıyorum da... Ama şunu tahmin edebiliyorum zaten yerlerde sürünen futbola olan ilginin okyanusun dibine çökeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Ne diyordu William Shakespeare, “Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene bir daha asla geri dönmez...”

02 Kasım 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Oynamadan üç gol‘’

Futbol insanda izleme arzusu uyandırdığı için çekici bir oyundur. En azından benim için öyle. Ama stattan çıkarken içimde böyle bir arzu olduğunu söyleyebilmem mümkün değil. Uzun yıllardır İnönü Stadı’na giderim, ilk kez neredeyse bir avuçtan biraz daha fazla taraftar vardı tribünde. Onların da tıpkı benim gibi arzuları körelmişti. Sonunda mesaj yine kapalıdan verildi; “Yönetim ne oluyor tribünler dolmuyor” ve “Müşteri değil taraftarız” diyerek güveni sarsılmış ve yerine bir daha gelmeyecek gibi görünen memleket futbolunun halini özetlediler.

Sıkıcı maçta Beşiktaş ne yaptı? Quaresma izin verdiği kadarıyla oynamaya çalıştı. Taraftarın gözdesi Quaresma son saniyede gelen Holosko’nun golünün dışında saha içinde, bırakınız takımı kendine bile oynayamadı. Oysa ne denirdi, Quaresma kendine oynuyor.

Maç özellikle 35 ve 42. dakikalar arasında Beşiktaş için öyle bir hal aldı ki, ‘içler acısı’ demek sanırım çok zorlama olmaz. Bir takım düşünün, eli kolu bağlı gol yemeyi bekliyor. Sivassporlu Suarez biraz dikkatli olsa Beşiktaş’ın o dakikadan sonra bu maçı net bir skor gibi görülen 3-1’e getirebilmesi zordan da öte zor olurdu.
Beşiktaş öyle bir top oynadı ki, Fenerbahçe maçının en iyisi gibi duran Ernst bile sahada yoktu. Unutmadan, Sivasspor oyunu kilitleyerek oynanmaz hale getirmeye hiç uğraşmadı. Hatta gol pozisyonları düşünüldüğünde daha derli toplu, ölçülüp biçilmiş akınları Sivasspor düzenledi denebilir. Öyleki Beşiktaş’ın rakip kaleye yakın çoğu pozisyonunda en uçtaki adamı en yakın arkadaşıyla 25-30 metre mesafedeydi. Bu bile nasıl bir maç izlemiş olduğumu anlatmaya yeter.

Yine de sonuca baktığımzda 4 gol görmüş olmak bir futbol maçı için yeterli arzuyu değilse de tatmini sağlıyor diyebilirim.

31 Ekim 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bir teselli ver!‘’

Neden bu ülkede insana bu kadar hoyrat davranılır ve bu ne zaman sona erecek, bilen var mı? Maç başlamış... İki üç dakika sonra bir yerden kapı açılıyor ve Bizans surlarına saldıran yeniçeriler misali, Fenerbahçe taraftarı İnönü’ye hücum ediyor... Bu ‘ajitatif saldırı’ karşısında tahmin edersiniz ki, Beşiktaş tribünleri de galeyana geliyor. Fener taraftarı İnönü’nün içinde, bütün stat çıldırıyor. Maç da duruyor... Peki ya o anda ‘istenmeyen olaylar’ meydana gelse? Ya da o kargaşada bir Fenerli’nin ‘burnu kanasa...’ sorumlusu kim olacak? Bir maç organizasyonunu yönetmek bu kadar mı zor bu ülkede?

Maça gelince... Başlangıç tavrını ilk koyan hep Beşiktaş oldu. Ne zaman ki Beşiktaş vites düşürüp, zaman zaman oyunu rolantiye almaya çalıştı, ipler anında Fenerbahçe’ye geçti. Bu denge maç boyunca sürdü gitti... İlk devre Fabian Ernst-Cenk Gönen ikilisi, hovarda forvet Quaresma’nın ezdiği toplardan doğan Fener akınlarını eritmekte bu kadar mahir olmasalar, Beşiktaş ikinci devreye yenik bile başlayabilirdi. Ama futbol böyle aziz bir oyun. İkinci golün pası da, neredeyse her topu üzüm gibi ezen Quaresma’dan geldi... 80’den sonra maç 2-1 devam ederken Beşiktaş yine ‘tavır’ değiştirdiğinde, Fener oyunu yine öne taşıdı.. Ve nihayet Beşiktaş’ın en iyilerinden Cenk, serbest atışta iki kişilik baraj tercih edince, Baroni de affetmeyince, ‘geldi’ diye düşünülen maç teselli puanıyla tamamlandı.

Fenerbahçe’de takımı ileri çeken belki de tek güç olan Caner Erkin’in oyundan alınması çoğu kişi tarafından anlaşılmamış olsa da, Aykut Kocaman’ın Özer/Stoch/Semih değişikliği, maçı ne kadar istediğini göstermesi açısından önemli bir göstergeydi.

28 Ekim 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Top oynama(ma) sevdası!‘’

İyi stoperler ve ön liberolar yetiştirme, topa vurmayı bilen futbolcu sayısının artması, koşan takımlar oluşturulabilmesi, bütün bunlara ve daha fazlasına bağlı olarak tribünlerin dolması için yıkılması gereken algıyı Mersin İdman Yurdu oyuncusu Çağdaş Atan özetledi: “Top oynama sevdamız canımızı yaktı. Beşiktaş’ın ekmeğine yağ sürdük.”
‘Top oynama sevdası’ düşük takımların bunca yıldır ‘yapamadıkları’ ortadayken Çağdaş Atan bize bir kez daha diyordu ki; “Oyunu kitlemeye çalışsak istediğimizi alırdık..”
‘Top oynama sevdası!..’
Sanırım eksik olan bu...
Oyunu sıkıcı kılan ‘bu sevda’nın eksikliği.
Kuşkunuz olmasın, kaybetme korkusu, kazanma arzusunun önüne geçtikçe hepimiz daha sıkıcı maçlar izlemek zorunda kalacağız.
Oysa ilk olarak yapılması gereken belli...
Arzuyu korkunun önüne koymayı becerebilmek, bunun yollarını aramak yani denklemi tersine çevirebilmeyi dert edinmek...
Kapanarak maç kazanmak elbette mümkün. Evet, bazı maçlarda bu gereklidir de ama ilelebet değil. ‘Top oynama sevdası’ olmaksızın top oynamak dünyanın en zor işi olsa gerek...
Nurullah Sağlam ve benzeri hocaların bunca yıldır nasıl bir duyguyla baş etmeye çalıştığını şimdi daha iyi anlıyor muyuz?..
“Golü attıktan sonra psikolojik olarak geri yaslandık” diyen futbolcuların zihinlerinin gerisinde nelerin ‘kodlanmış’ olduğunu kavrayabiliyor muyuz?
Unutmayalım ki bu ‘eksik sevda’, doğru orantılı olarak tribüne giden insan sayısının azalmasına da etki ediyor. Bu açıdan Çağdaş Atan’ın gerçekçi biçimde formüle ettiği bakış açısını yıkmak için gereken ‘zihniyet devrimi’ başlangıç noktasıdır..

Küfür biter halk stada akar!

Haberin başlığı “120 saniye uyanıklığına son”du. Özetle diyordu ki; “Küfür eden taraftarlar kronometre tutup 120 saniyeye gelince küfürü kesip takımlarının ceza almasını engelliyor.”
Ve işte formül; “Küfüre karşı süreye bakmaksızın bas kulübe cezayı şıp diye düzelir her şey...”
Futbola ilgisizliğin neredeyse tek kaynağının küfür ve ‘erkek şiddeti’ olduğu tespitinin bir adım ötesine geçemeyen yönetici aklı çözümü yine ’ceza makbuzu’nda bulmuş görünüyor.
Ancak öte yandan...
Büyüyen kentlerde maça gitmek, maç bitimi eve ulaşmak gibi ‘temel sorunları’ görülmüyor...
Maça gidenlerin cebindeki
madeni paralara hâlâ ‘konvansiyonel silah’ muamelesi yapılıyor...
Şakır şakır yağmur yağarken sahaya atabilirler diye statlara ‘şemsiyesiz insan’ isteniyor...
‘Nezih seyirci’ için abartılı bilet ve kombine fiyatları belirleniyor...
Sahada oynanan futbol tribünde esnemelere neden olurken bu en temel sorun üzerine çözüm aranmıyor...
Durum tıpkı Mazhar/Fuat/Özkan şarkısındaki gibi değil mi;
”Geziyoruz görüyoruz
Okuyoruz duyuyoruz
Yazıyoruz çiziyoruz
HEP AYNI...”

Beşiktaş’a format atmak!

Beşiktaş’ın, ‘taşıyıcı kolonları’ Ernst, Hilbert ve Necip’in varlığına bağlanan Mersin İdman Yurdu galibiyetine bakmak Fenerbahçe maçı için aldatıcı olur. Bu üçlü Fenerbahçe maçı için gerekli ama yeterli değildir. Sürekli kalecileri ve stoperleri yıldızlaşan Beşiktaş’ın ‘en zayıf’ yanı ‘en güçlü’ görünen hücum hattıdır.
O nedenle ‘çok iş yapıyor’ gibi görünüp ‘az iş bitiren’ forvetler üzerine yeniden düşünmek, bu alanı yeniden planlamak gerekir. Bu Carvalhal’in meselesidir.
Ancak tribünün de ‘takım dengesi’ için yapabilecekleri vardır. ‘Oyuncular arasındaki denge’nin sağlanması için bilgisayarcı diliyle söylenirse ‘takıma format atmak’ gibi...
Dolayısıyla protest olmayan ‘ayarı verilmiş taraftar tavrı’ önemlidir. Kendisini ‘ayrıcalıklı’ belleyen oyuncular için tribünün bulacağı ‘yeni dil’ iyi bir ‘yeniden başlangıç’ için elzem görünüyor.

Kara Kartal, A2’de coştu: 5-1

Beşiktaş A2 Takımı, Ümraniye Nevzat Demir Tesisleri’nde oynanan karşılaşmada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni 5-1 yendi. Siyah-Beyazlılar’ın gollerini Mehmet Akyüz, Burak Kaplan (3) ve Erkut kaydetti. Bonservisinin yarısına 3.1 milyon Euro ödenen Julio Alves de Beşiktaş’ta ilk 11’de görev yaptı, ancak vasatı aşamadı. Mücadeleyi takip edenler arasında teknik direktör Carlos Carvalhal ile futbolcular Mustafa Pektemek ve İsmail Köybaşı da vardı.

26 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’'Marka' var takım yok‘’

Kayseri, matematik problemini uzun yoldan çözdü; Bol pas yap, mümkünse sonunca git. İkinci devre attıkları gollerin sinyalini, esasen 56. saniyede vermişlerdi. Rüştü’nün kurtardığı o pozisyon, Beşiktaş’ın neyle karşılaşacağının da habercisi gibiydi.

Beşiktaş’ın, problemin çözümü için kısa yoldan gideceğini, bizim gibi Şota Arveladze de biliyor olmalıydı ki Beşiktaş’ın önemli sayılan bütün oyuncularını, Quaresma, Guti, Simao kilit altına almıştı. Geriye bir tek Fernandes kalmıştı... Onun örgütlediği pozisyonlar içinde, teşhisi tribünde tam arkamdaki arkadaş koydu; “Dakika 70, hep aynı şeyler anasını satayım!” Beşiktaş, elindeki pahalı oyuncuların bu maç için yeterli olduğunu düşünüyor olmalıydı. Ama görüldü ki, futbol yıldızla değil takımla oynanıyor. Tam da bu nedenle, tribünün Fabian Ernst’e yaptığı tezahürat esasen bir tür ‘ruh çağırma seansı’ gibi algılanmalı. Beşiktaş’ta ne yok derseniz, rahatlıkla ‘takım’ diyebiliriz. Yani anlayacağınız, yönetici Doğan Küçükemre’nin, “Beşiktaş markası bu borçları ödemeye yeter” dediği marka, golleri atmaya yetmiyor. Tribün için, maçın en kritik dakikası 50’ydi. Bu dakikada Beşiktaş, “Formanda ter olmaya geldik” diyen taraftarla birlikte saman alevi gibi coştuysa da çabuk söndü. Evet, gollerden birinde kenarda tedavi olan İbrahim Toraman’ın yokluğu önemliydi. Ama bu gerekçe hiçbir şeyi kurtarmaz. Bütün bu olana rağmen, Beşiktaş taraftarlarından bir bölümünün, onlar için de formayı terleten oyuncularını yuhalıyor olması benim bildiğim ‘Beşiktaşlılık ruhu’ ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir tutumdur. Beşiktaşlı, rakibini alkışlar ama kendi oyuncusunu yuhalamaz.

16 Ekim 2011, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kabak emeğin başına patladı‘’

Politika özetle şöyle işler; ilk elde çalışanlar işsiz kalır, ikinci adımda yükselen maliyetler sonucu fiyatlar artar ve bunun neticesinde tüketim zorunlu olarak kısılır...

Bu jenerik ekonomi bilgisini Milliyet gazetesindeki Beşiktaş’la ilgili bir haber düşürdü aklıma.
Diyordu ki Serdar Sarıdağ imzalı haber, “Kulübü mali disipline almak için ilk olarak kemer sıkma politikası uygulayacak olan Beşiktaş Yönetimi, seyahat masraflarını kısmayı, personel sayısında indirime gitmeyi düşünüyor.”

İfadedeki ‘dil oyunu’ dikkatinizi çekmiştir. Kapitalizmi kutsayan iktisatçıların kitabında ‘yoksul ülkeler’ diye bir kavram yoktur. Onun yerine ‘gelişmekte olan ülkeler’ kavramı tercih edilir... Ki, böylece hem yoksul ülkede yaşayanlar kendilerini kötü hissetmesin hem de insanlar “Kapitalizm yoksulluk ve işsizlik üretiyor” türünden kötü fikirlere kapılmasınlar!

Burada da öyle.. Deniyor ki, “Personel sayısında indirime gitme!” Sanki hamsi bollaşmıştı da balığın fiyatında indirime gidiliyor. Yahu düpedüz insanların işten atılacağından söz ediliyor.

Peki bu insanları neden işten atmayı düşünüyor Beşiktaş yönetimi? Çünkü, ‘mali disiplin şart’ olmuş.
Şimdi bu zamana kadar yapılan hesapsız kitapsız tranferleri, Vicente Del Bosque davası gibi akıl almaz işleri bir kenara koyalım.

Hepsine eyvallah da, gazetelerde bonservisinin yüzde 50’si için 3.1 milyon Euro verildiği belirtilen ve sezon başından bu yana bir kere bile sahada göremediğimiz Julio Alves konusunu ne yapalım?

Bu arkadaşımız için verilen paradan tasarruf edebilseydi Beşiktaş yönetimi dönüp dolaşıp en bilindik ‘mali disiplin’ kalemi olan ‘emeği işsiz bırakma’ yoluna sapmak zorunda kalmazdı değil mi?

Diğer yandan ise yönetim kurulu üyelerinden Doğan Küçükemre, borçları ödemek için ‘Beşiktaş markası’nın yeterli olacağını söylüyordu. Futbol takımı için yaklaşık 4 bin, Deron Williams rüzgarına rağmen yönetici Hakan Aksoy’un ifadesiyle “Basketbolda 300 (yazıyla üçyüz) kombine satabilen” bir takımın ‘marka değeri’ ne olabilir acaba?

Hadi diyelim ki o ‘marka değeri’ iddia edildiği kadar güçlü olsun. Peki o değer, işsiz bırakılması düşünülen kulüp çalışanlarının gayretinden, emeğinden bağımsız mı oluştu? Yani çalışanların payına üretimine katkıda bulundukları ‘marka değeri’ne rağmen işsiz kalmak mı düşecek? Anlayacağımız, kabak yine ‘emeğin başında patlayacak’ gibi görünüyor...


14 Ekim 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hayat bilgisi dersleri!‘’

İlk örneğimiz ‘şanlı Beşiktaşımız’la ilgili...
Mersin İdman Yurdu’nun golcüsü Marcio Mert Nobre, Zaman gazetesine aynen şunları söylemiş: “Ben forvetim; ama İspanyol hoca (Alman Bernd Schuster’den söz ediyor) beni 10 numara oynattı. Bana, o bölgede Guti Hernandez’in zayıf ve çelimsiz olduğunu söyledi. Fernandes’i de o mevkii de düşünmediğini iletti. “Lütfen 10 numara sen oyna” dedi. Ben de mecburen karara uydum. Ama taraftar gol atamıyorum diye bana kızıyordu.”
Trajik mi, komik mi artık siz karar verin!
Guti ve Fernandes’i de, takımın başına Scuhuster’i getirmeyi de aynı ‘akıl’ planlıyor. Gelin görün ki Schuster “İki oyuncu da işe yaramaz” demeye getiriyor.
Neresinden baksanız acayip bir durum değil mi? Acayip çünkü...
“Böyle manasız tranfer politikası olur mu?” diyecek olanların adı ‘bozguncu’ya, transferleri yapanların ki ‘sihirbaz’a çıkıyor bu ülkede.
Kaç yıldır takım oyunu oynayamadığından söz edilen Beşiktaş’a ‘cambaz’ toplamak ‘iyi yöneticilik’, “Böyle olmaz” demek müzmin muhaliflik sayılıyor!..
Takıma ‘şöhretli hoca’ bulunuyor... O hoca ülkede oynanan futbolu daha yakından tanıyan ‘yerli hoca’yı (Tayfur Havutçu) tribüne gönderirken, topla oynama yeteneği sınırlı ama iyi bir ceza sahası içi oyuncusu olan Nobre’yi 10 numara mevkiinde oynatabiliyor. Acı ki kimse bunu fark etmiyor farkedinin de gıkı çıkmıyor...
Takımın en iyileri neredeyse her maç stoperlerle, kaleciler oluyor. Ama herkes ‘kahraman’a bakıyor, o oynasın diye duaya çıkıyor!..
Öte yandan borç alıp başını gidiyor, nasıl geri ödeneceğini ise kimse bilemiyor. Ve... Bu takım ‘iyi yönetilmiş’ oluyor.
İşler sarpa sarmaya başlayınca da “Gün birlik beraberlik günüdür” sakızı insanların yüzüne bakıla bakıla şişirilip, patlatılıyor...
Çaresizlikle izliyoruz hepimiz olan biteni ve sormaya korktuğumuz o soru aklımızda öylece çakılı duruyor; “Bakalım bu yolculuk nereye varacak?”

Ya ‘Arda duruşu’!

İkinci örneğimiz Galatasaray Başkanı Ünal Aysal’dan. Aysal, HaberTürk’e verdiği röportajda ‘çelişkili düşünme’ halinin tipik örneklerinden birini veriyor.
Fenerbahçe’nin durumuyla ilgili politikalarının yanlış anlaşıldığını ve bunu Ali Koç ile konuşarak düzelttiklerini belirttikleri söyleşinin sonunda bir kısım Galatasaray taraftarının kendisiyle aynı görüşte olmadığı hatırlatılınca şunları söylüyor; “Ben Galatasaray Kulübü Başkanıyım. Bir fanatik olarak davranamam...” Yani tam da takınılması gereken tavrı takınıyor Aysal.
Ancak, Madrid’e gittikten sonra bizim ülkedeki futbol kavrayışını eleştiren Arda Turan’ın itirazına gelince iş değişiyor. Aysal, kendi politikası ve tutumuna ilişkin geliştirilen muhalefete karşı gösterdiği ‘kararlı duruşu’ konu Arda olunca gösteremiyor... “(Arda) Islıklanma konusunda keşke taraftara sitem etmeseydi” diyor.
Anlıyoruz Arda’yı ‘koruma niyeti’ de var bu sözler de ama kendiyle ilgili bölümdeki o ‘kararlı dil’ burada yerini o tanıdık ‘popülist dil’e terk ediyor. Oysa rahatlıkla, “Arda bu takıma elinden gelenin fazlası vermiş, bu kulübe en fazla bonservis parası kazandırmış oyuncumuz olarak tarihimize geçmiş birisidir. Onun ıslıklanması hepimizin ıslıklanması anlamına gelir. Buna izin veremeyiz” diyebilmeliydi Aysal.
Bugün taraftar akarına kapılıp Arda’ya sahip çıkamayanları yarın kaybedilecek üç beş maçtan sonra Adnan Polat’a yapılanların bir benzerinin beklemeyeceğini kimse iddia edemez...
Bu bağlamda bir de kafa açıcı örnek verelim yeri gelmişken. Sezonunu hatırlamıyorum ama pek çok konuda yöntemine, yaptıklarına, diline, tarzına katılmadığım Aziz Yıldırım taraftarı şimdilerde baştacı edilen Alex De Souza’yı protesto ederken kalkıp oyuncusunu alkışlayacak kadar sağlam durmuştu. Ve ardından o Alex takım sembol ismi haline geldi.
Diyeceğim o ki, dilimiz evrenimizdir... Onu nasıl kullandığımız aslında kim olduğumuzu da gösterir. Eğer “yeni bir hayat mümkün” diyorsak bunun yollarından birinin de dilimizden dolayısıyla düşüncelerimizden geçtiğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

07 Ekim 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Takım olmak ve arkadan tekme!‘’


Sahi hatırlayan var mı, neydi Beşiktaş?.. Onu her taraftarın ikinci takımı yapan neydi? Bir sırrı olmalı geçmişte bu kadar seviliyor olmasının...
Beşiktaş’ın geçmişte bu denli sempati toplamasının nedeni kanımca bugünlerde futbol tartışmalarının amentüsü olan ‘takım olma’ kavramının hakkını veriyor ya da vermeye çalışıyor olmasıydı.
Gözünü Ricardo Quaresma’nın trivelalarına dikmiş kalabalıklar için bugünün Ekrem Hayyam Dağ’ı geçmişin Hüsamettin’i ya da Mutlu’suna denk geliyor herhalde...
Takım olamama sorunu işte tam da burada, futbolu anlama biçimimizde...
O Ekrem Dağ’ı ki orta saha ve hücuma çıkılırken pisi pisine kaptırılan toplar Beşiktaş kalesinde tehlike yaratmasın diye ciğerini parçalarcasına koşan biri..
Yani bir başka deyişle bugünün bakış açısıyla düşünürsek ‘geçmiş Beşiktaş’taki Hüsamettin ile Mutlu, bugünün Ekrem Dağ’ıdır...
Nedense Quaresma’nın ‘yaptıklarını’ görüp ballandıra ballandıra anlatmaya alışmış zihinler Ekrem Dağ’ın hep ‘yapamadıklarından’ söz etme eğilimindedir.
Oysa takım olma ve buna bağlı başarı trivela kadar Ekrem Dağ’ın koşularına da bağlıdır.
İşte bunun tersinden düşünen algıda Quaresma’nın geçen sezon ligin en çok isabetsiz şut atan oyuncusu olduğu gerçeğini akılda tutma ısrarı yoktur. Bu algıdır esasen ‘takım olma’ beceresinden Beşiktaş’ı yoksun kılan...
‘Yıldız futbolcu’ ile ‘gayretli futbolcu’ arasındaki o incecik çizgide ağırlığını ‘yıldız’dan yana koyup ‘gayreti’ küçümseyen bu taraftar algısında...
Kuşkusuz ki Quaresma maharetli futbolcudur, en azından benim bundan şüphem yok. Ama takım olmak için ‘maharet’ yeterli değildir.
‘Beşiktaşlı olmak’ için bütün bunlardan daha önemli bir başka şey daha var. Rakibine arkadan tekme attıktan sonra taraftarı tavlama girişimi olarak ‘forma öpme ucuzluğu’na girişen birine gösterilen haksız teveccüh!
Bizim öğrendiğimiz şuydu; Beşiktaşlı tekme atmaz hele ki arkadan...
Bu tavrın eleştirisi yapılmadan, ‘yıldız’ ile ‘gayretli’ arasındaki denge eşitlik ilkesine bağlı olarak kurulmadan, formayı terleten herkesin saygıyı hak ettiği akılda tutulmadan ‘takım olunamaz...’ Unutmayalım ki, takım olmak tribünden başlar...
Yoksa, Pascal Nouma ile başlayan ‘şöhretli karaktere tapınma’ illeti bütün değerleri tuzbuz ederken ‘takım ruhu’ndan söz etmek olmayacak duaya amin demek gibidir...

Kı(v)rılma anı!

Televizyoncuların ürettiği tuhaf kavramlar futbolu da hayatı da anlamamızı güçleştiriyor. Bunlardan biri de şu ünlü ‘kırılma anı.’ Evet o dakika mutlak önemlidir ama peki ya ondan sonraki ya da daha basit yapılan/yapılamayanlar? Onların hiç mi sonucu belirlemede etkisi yok?
Hayatı da futbolu da anlamayı bu ‘bir tek şey’e indirgeyen bakış açısı kafamızı karıştırıyor, zihnimizi bulandırıyor. O nedenle ‘hakem hatası’ futbolcu ya da teknik direktör hatasından daha önemliymiş gibi algılanıyor.
Şimdi düşünün Fenerbahçe-Manisa maçında ‘kırılma anı’ Semih’in vurduğu ve üst direkten dönen top olarak gösteriliyor. O gol olsa maç dönermiş. Doğru, dönebilirdi. Ama ya Manisalı Klukovski’nin 10. dakikada sakatlanıp çıkması? Yani Manisa’nın hocası Kemal Özdeş’in bütün planları bozulduysa bu sakatlıkla? Ya Özdeş oyuna sokmak zorunda kaldığı Ferhat’ı daha başka bir zamanda ve başka bir yerde kullanarak ‘işi bitirmeyi’ planlamışsa?
Futbol ihtimaller üzerinden anlaşılmaya çalışılırsa yapısal olan problemler ‘görünmez hale gelir.’ O nedenle önerim bir maçı önü sonu, başı ve bitişiyle anlamaya gayret etmektir.

24 Eylül 2011, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI