‘’'Halkın takımı'ndan bu günlere!‘’
Bu güzel maçı iki kaleci, Cenk ve Ertuğrul’un bize hediyesi olarak gördüm daha çok. Sayısız gol fırsatı harcanmasına rağmen bakmayı bilen gözler için futbolun nasıl estetize edilebileceğinin ipuçlarını verdi iki takım. Fakat skordan öte hayat ve futbol adına şaşırtıcı şeyler de vardı. Bilgili dönemiyle başlayıp Demirören döneminde yetişen Beşiktaşlı ‘yeni nesil’in oyuna ve hayata nasıl baktığını bir kez daha gösterdi maç..Başkan parasıyla ‘yıldız’ peşine düşüp - ki onun da bir yalan olduğu borç defteriyle ortaya çıktı- her şeyi isteyen, istediği olmadığında sorunu kendinde değil ‘öteki’nde arayan, bunu yaparken de ‘kırıcı/yıkıcı’ olan bir nesil... “Samsun kümeye” diye bağırıyordu tribünler. Ne yapıyordu Samsun’lu oyuncular? Ligde kalabilmek için canını dişine takmış, ter döküyordu. Ama yıllarca ‘Halkın Takımı’ pankartını göğsünde taşımış İnönü tribünlerinde onların gayretini aşağılamaya çalışanlar vardı. O Beşiktaş ki bir zamanlar Beşiktaşlı olmayanların ‘ikinci takımı’ydı. ‘Halkın takımı’ günlerinden bu günlere!.. ‘Halkın takımı’ neslinden güce, yıldıza, galibiyete tapınan ‘yeni nesil’e!.. Bir nesil ki, bu yıl onlarca gol kurtaran kalecileri Cenk’i yuhalayıp, ıslıklayabiliyor. Bu maçta da eksik etmedi ‘yeni nesil’ yuhalamayı ama Cenk yenilen golün akabinde iki mutlak golü daha önledi hayatı bulanıklaştıramaya çalışanlara inat... Oysa yapılması gereken, Muhammed oyuna girdiğinde İnönü’de yükselen o görünmez ‘umut bulutu’nu çoğaltmaya çalışmaktır. Bunun için de Necip’e, Cenk’e yapılanları Muhammed’e yapmamak gerek. Evet, ‘eski güzel günler’ geri dönmez ama iyi bir geleceğin ilhamı da ‘geçmiş’in içinde gizlidir, bunu da akılda mıh gibi tutmak gerek...
‘’Müdafaayı unutmak!‘’
Bir futbol takımının gösterişsiz ancak en faydalı bölgesi kuşkusuz ki müdafaa hattıdır. Hücumlar ve gösterişli orta saha aksiyonları basit, sade ve güvenli oynanması koşuluyla esasen bu bölgeden başlar. Ama bu bölgenin işi aslen kaleyi ve ‘topu korumak’tır. Yine de iyi bir takım için bu hattaki oyuncuların gayreti tek başına yetmez. Öndekilerden gelecek ‘dayanışma’ onların yükünü azalttıkça katkılarını da artırır...
Dakika 6... Kale önüne gelen ve aslında ‘ciddi bir tehdit’ de oluşturmayacak bir pozisyon... Efe İnanç’ın attığı golde yay üzerine kümelenmiş 4-5 Beşiktaşlı aslında “müdafaa nasıl yapılmaz”ın öğretici bir örneğini sergiliyor. Örnekler bitmiyor. Holmen-Efe-Visca’nın 12 dakikada art arda girdikleri pozisyonlarda kalabalık Beşiktaş müdafaası şaşkın bir izleyici topluluğunu andırıyor... 38’inci dakikadaki Webo ortasında da keza gol müdafaa olduğundan değil biraz da ‘olmadığından’ yapılamıyor!..
Evet, Fernandes oyunu süsledi ama yeterli miydi? İBB’nin gerek ilk yarı gerekse Fernandes-Simao-Pektemek yapımı golün ardından bulduğu onlarca pozisyona bakınca “Bu işte bir yanlışlık var” diyor insan...
‘Süper final’deki - bunca kepazeliğin ardından bu adı bulanları ayrıca özel olarak tebrik etmek gerekir - gerilimi yüksek maçlarda daha dayanaklı olabilmek için daha efektif oynamak şart. Bir iki kişinin ‘özel gayreti’nin dışında daha dengeli ve sakin oynayabilmek icin ‘müdafaa’yı sahanın her santimine taşımak gerek? Evet, dün çok zevkli bir maç izledik ama iki maç sonra daha zevkli sonuçlar için çok daha akıllı, çok daha kolektif oynaması gerekecek Beşiktaş’ın. Dün en azından müdafaa açısından ‘akıl’ ve ‘kolektiflikten’ söz etmek sanırım pek mümkün değildi.
‘’Gamsız kedersiz!‘’
Beşiktaş’ın sahadaki 11’i Play-Off için en ideal 11. Oynayanlar ve sıkışık oyunu 60’tan sonra çevirmeye aday yedek Quaresma. İki takım arasındaki güç farkı teknik analiz kaldırmayacak kadar belirgin. Manisaspor gücü oranında iyiniyetle oynamaya çalışan oyunculardan kurulu, buna rağmen her faul pozisyonunda Beşiktaşlı oyuncular hakeme itiraz etmeyi içselleştirmiş görünüyorlar. Oysaki yapılan fauller bu oyunun olmazsa olmazı. Adı üzerinde faul. Beşiktaş oyunu her hızlandırdığında zaten direnme eşiği düşük olan Manisa her hattından açıklar verdi. Baskı yemeyen Beşiktaş’ın becerikli oyuncuları da oyunu süslemeyi becerdiler. Maçın zorluk derecesinin düşüklüğünü şöyle anlatayım; Kafanızı sağa sola çevirin görebildiğiniz kalabalığın yüzde 70’ine yakını çekirdek çitliyordu. Taraftar için gamsız kedersiz olan bu maç Beşiktaşlı futbolcular için de üç aşşağı beş yukarı aynı tansiyondaydı. Geri kalan oyunu estetize etmekti. Bunu da geminin kaptanı Fernandes önderliğinde bütün takım becerdi.
Şarkıda, “Aşk her şeyi affeder mi?” diye sorar. Oyuna girdiğinde taraftarından ilgi görmeyen Quaresma’nın, golü attıktan sonra armayı öpüp kapalı tribüne koşması aklıma şarkıdaki soruyu düşürdü. “Gol her şeyi affeder mi?”
Maçtaki en büyük acaiplik 4-0 öndeyken Beşiktaş tribünlerinin “Beş, beş, beş” diye bağırması oldu. Kümede kalmak için yeterli oksijeni olmayan Manisa’ya beş değil de on atılsaydı acaba Beşiktaş taraftarı daha çok eğlenip kendini daha mı iyi hessedecekti? Çok gol yiyen bir takımın taraftarının ruh halini hatırlamak için 8-0’lık Liverpool maçının bitiş düdüğünü hiç akıldan çıkarmamak lazım.
‘’Güç, arzu, irade‘’
Maçın başında o sıklıkla dile getirilen ‘Saracoğlu korkusu’yla baş etmeye niyetli bir Galatasaray vardı sahada. Arayan ve çabalayan onlardı. Ne var ki, gerek Sow, gerekse Alex’in estetik açıdan ‘golden öte’ diye nitelenebilecek vuruşları hem oyun, hem moral dengeyi değiştirdi. Galatasaray da ilk golle başlayıp, 30 dakika civarlarına kadar süren şaşkınlığı üzerinden nasıl atacaktı? “Fenerbahçe farkı gider” düşüncesi, sanırım sahadaki Galatasaraylı oyuncular dışında hemen herkesin ortak fikriydi. Ama onlar önce bol pas, beraberinde önde baskıyla bu algıyı değiştirecek iradeyi koydular. Öyle ki, devreyi berabere bitirmeleri bile işten değildi...
Pas ve yüksek dayanışmanın sağladığı moral üstünlüğü, ikinci devreye de sarkıtmayı başaran Galatasaraylı oyunculara karşı Fenerbahçe mecalsiz görünen orta sahasının da etkisiyle uzun süre ‘mahkum’ oynamak zorunda kaldı. Koca ikinci yarı boyunca yegane hamlesi Sow’u kaçırmak gibi görünen Fenerbahçe’yi bu tarza zorunlu kılanın ‘güç’ olduğunu düşünüyorum. Daha güçlü görünen Galatasaray, hem arzulu, hem de o güce bağlı olarak daha ‘hızlı’ göründü.... Ve bu arzunun kaçınılmazı olarak Hakan Balta takımı adına maçı golüyle süsledi... Bu maç hem futbola, hem hayata dair dayanışma, yardımlaşma, çalışma ve irade koyarak her tür olumsuzluğun nasıl alt edilebileceğini bir kez daha gösterdi diye düşünüyorum...
‘’Kaybedilen sadece maç olsun‘’
Farklı iki dünya, iki farklı anlayış... Biri topu oynatmaya, diğeri topla oynamaya, biri akla, diğeri güce dayalı. Mesele böyle de okunur ama ne yazık ki İspanyollar bu iki farklı anlayışı da birleştirebildikleri için ayrı ve üstündüler. Onlardan öğrenilecek çok şey vardı. Tekniğin güçle hücumun sakinlikle, bireysel becerinin dayanışmayla, nasıl bir fark yaratabileceğinin bir tür dersini verdiler.
Bütün maç boyunca Almeida’nın şutu dışında rakip kaleye inmek için herhangi bir organizasyon geliştiremeyen Beşiktaş’ta, bu gidişe itiraz edecek tek futbolcu yoktu. Teknik analiz yapmayı gereksiz kılan bu maçta, futboldan çok insanlık halleri öne çıktı. Yenilen gollerden sonra kaleci Cenk Gönen’i ıslıklayan yeni açık tribünde kümelenmiş genç taraftarlar, biraz daha büyüdüklerinde golü sadece kalecinin değil, bütün takımın yediğini de öğrenecekler.
Bir başka tuhaflık da Arda’nın küfürle karışık ıslıklanıp, formasını tribüne atmaya çalışan Falcao’nun refüze edilmesiydi. Eğer Beşiktaşlılık diye bir insanlık hali varsa, bu maçın sonucundan bağımsız olarak o tribüne dolan gençlerin şu hayatta neler yapıp, yapmadıklarıyla ortaya çıkar. Cenk, Arda ve Falcao örneğinde olduğu gibi Beşiktaşlı olmak, yarın başı dik gezmekle ilgili bir şey olmalı. Çünkü Beşiktaşlı olmak, tıpkı hayattaki birçok şey olmanın gerektirdiği gibi başkasının varlığını da kendi varlığı gibi korumayı gerektirir. Bunca yıldır tribüne giden birisi olarak şu hayatta hiçbir şey öğrenmediysem, hiç yoksa bunu öğrendim.
Bu maç kaybedildi. Yaşadığımız sürece daha çok maç kaybedeceğiz. Önemli olan yaşadığımız hayatı kazanmak... ‘Hayat’ta neydi?..
‘’Beşiktaş bu puana sevinsin!‘’
Hele ki bu denklemin uzmanlarından Hector Cuper’in gelişinin ardından müdafaa örgüsünün ilmekleri ince balık ağı misali daha da sıkılaştı. O nedenle ilk yarı boyunca Beşiktaş’ın hücum hamlelerinin ‘merkez istasyonu’ Fernandes, Ordu örgüsünün içinde kaybolup gitti. Yardımcısı rolündeki Simao ise bir çok maçta olduğu gibi yine sorumluluk almaktan kaçıp ortalardan kayboldu. Böylece tek yönlü beslenmeye çalışan Holosko ve Mustafa Pektemek koca devre boyunca nafile koşular atan ikiliye dönüştüler. Ordu’nun hükmettiği bu bölümde Ernst ve Veli de her zamanki gibi işin ‘savunma yönü’ne mahkum kaldı. İlk yarının en çok ter dökenleri Gosso, Javito ve Culio’yla birlikte çoğunlukla Sidnei’nin de açıklarını kapatmak zorunda kalan Egemen oldu.
Orduspor’un birbirine yakın oynayan, geçirgenlik katsayısı düşük hatları ikinci yarı biraz da Fernandes’in ‘sazı eli’ne almasıyla gevşer gibi oldu. Fernandes’in yönetimindeki Beşiktaş’ın bir o yana bir bu yana savurmaya başladığı Orduspor takım olarak bir parça oyundan düşünce maç da dengeye geldi. ‘Basit oynama’ kisvesine bürünüp koşuyor, hücuma çıkıyor, geri geliyor gibi yapan Simao, neredeyse bütün maç yalancı koşucuklar (!) atıp esasen hep ‘mış’ gibi yaptı. Ve Beşiktaş çoğu maçta olduğu gibi yine eksik oynamak zorunda kaldı. Bu nedenle Beşiktaş bu haliyle, Orduspor gibi güce dayalı bir takımdan aldığı bir puana sevinmeli diye düşünüyorum.
Son olarak.. Futbol ‘hız’landığında daha izlenir oluyor. Oyunu futbol açısından insanın içini açan bir maça çevirenlerin başında Mustafa Kamil Abitoğlu ve arkadaşları geldi bana göre. Her karara itiraz ederek oyunun hızını düşürmeye çalışan futbolculara ve ağız dolusu küfür eden tribündekilere rağmen Abitoğlu, futbolu daha neşeli ve estetik kılmaya çalıştı elinden geldiğince. Bir teşekkürü hak etmiyorlar mı, ne dersiniz?
‘’Sağlık olsun‘’
Şimdi sonuçtan konuşalım... Futbolda macera, ancak zorluk derecesi düşük maçlarda aranır. Çünkü bu tür maçları döndürme ihtimaliniz her şeye rağmen yüksektir. Futbol der ki; “10 kişiyle oynayan, 11 kişiyi zor yener.” Quaresma-İsmail değişikliği ve Veli’nin orta sahaya geçemesi macera yerine aklın emrettiğini yapmanın, insanlara çok şey kazandırabileceğini bir kere daha gösterdi. Çünkü futbol bir eksiği kaldırmaz. Büyük müzisyen Özdemir Erdoğan’ın, ‘Sağlık Olsun’ şarkısında söylediği gibi, “İşin sırrı dengede / Bazen bozulsa da / Sağlık olsun.”
Hepimiz biliyoruz ki, oyunun iyisi ve doğrusu herkesin yerinde oynadığında mümkün oluyor. O nedenle Quaresma-İsmail değişikliği maçın dengeye geldiği andı. Peki ilginin düşük olduğu Vicente Calderon’da, sonucun belirlendiği ilk yarıda neler oldu? Atletico, bütün ilk yarı boyunca topu ayağında, yatay vaziyette gezdirerek, Beşiktaş müdafasının algısını bozup, sadece topa odaklanmasını sağladı. Böylece paslarla sallanan Beşiktaş müdafasının algısı bozulunca, top da rahatlıkla arkaya kaçırıldı.
Neredeyse tüm ilk yarı boyunca rakip ceza sahasına bir kere bile giremeyen Beşiktaş, rakibin topla oynamasını izledi. Bu öyle bir şaşkınlıktı ki, 34. dakikada Sivok, kendi topuna koşan rakip oyuncu için yan hakemden ofsayt istiyordu. Çünkü ilk yarıyı ve maçın sonucunu belirleyen, yine futbolun iki temel kavramıydı; Hız ve pas.
Zaten iki ülke futbolundaki farkı yaratan şey, yetenek değil, yetenekli oyuncuların hızlı ve bol paslı oynamaları. İkinci devre kendi dengesini bulup rakibin pas bağını kopararak hızını düşüren Beşiktaş, sonlara doğru Holosko’nun yapamadığı golü bulsa, emin olun İnönü’de bambaşka bir maç izleyecektik. Yine emin olun ki, haftaya İnönü’de işi dengeye getirebilecek bir Beşiktaş, bütün denklemi alt üst eder. Bu maç için diyebileceğim o ki; ‘sağlık olsun.’
‘’Ne hücum ne savunma‘’
Trabzon, genel olarak bütün maç ama özel olarak gol çıkaramadığı ilk yarı boyunca oyunun tek hakimiydi. Beşiktaş ceza alanına düzenledikleri ataklarda bu denli verimsiz olmalarının nedenleri arasında, tribündeki o çığlık baskısının da etkisi var mıdır, ayrıca bir düşünmek gerek. Beşiktaş, hücumda ne kadar düzensizse, müdafadaki hatalarında o denli düzenliydi. Özellikle Sidnei-Ersan bloğu o kadar aksadı ki, tribündekiler maç boyunca çığlık çığlığa hop oturup hop kalktı. İbrahim Toraman’ın da zaman zaman aksaması sonucu, Trabzonspor belki de tarihi fark yapacağı maçı, elbette biraz beceriksizliği ve biraz da yanlış son oyuncu tercihleri nedeniyle tek farkla kazanabildi.
Beşiktaş cephesinde maçın yıldızı benim sayabildiğim kadarıyla, en az 5 net gollük pozisyonu önleyen Cenk Gönen’di. Carvalhal’in takımında bütün yük Ernst ve Necip’in sırtındaydı. Onlar da ellerinden geleni yaptılar ama kimse, müdafa hattının bu denli savruk oynayacağını hesap edememişti.
Hücuma gelince... Şu çok net anlaşıldı: Top Quaresma’ya gediğinde kimse pas alamayacağını bildiği için yanına gitmiyor. Haliyle özerk bir futbolcu olarak Quaresma, sürekli takımdan ayrı varyete kovalıyor. Carvalhal, Pektemek değişikliğini yaptıktan sonra, ceza sahasına inen toplarda kulübedeki Almeida’ya bakıp dudağını ısırmış mıdır, bilemiyorum... Netice itibarı ile Trabzonspor taraftarları için heyecanlı ve mutlu bir geceydi. Çıkışta kulak kesildiğim Beşiktaşlı kadınlar da yenilgiye rağmen iyi vakit geçirimiş tonda konuşuyorlardı.