Arama

Popüler aramalar

‘’Zevkli bir 'Mahalle maçı'‘’

Bu tip karşılaşmalar, iki takımın da varını yoğunu ortaya koyduğu ve bütün planını öncelikle yenilmeme üzerine kurduğu mücadelelerdir. Buradan bakıldığında iki takım da kazançlı sayılır.

Maç öncesi kağıt üzerinde Galatasaray’ın üstte olduğu bir gerçekti. Ancak Beşiktaş, çok koşup, gücünün üstünde didinerek maçın büyük bölümünü lehine çevirmeyi başardı. Doğrusu son 10 yılda iki takımın da bu kadar plansız olduğu bir maç izlemedim. Tuhaf goller, dengesiz bir oyun. Çünkü asıl amaç yenilmemekti. Belki de bu nedenle 6 gol izledik. Bence maça etki eden iki kişi kim denirse, Emre Çolak ve Filip Holosko’yu söyler, Umut Bulut’u da yanlarına eklerim. Beşiktaş, özellikle ilk yarı kendi sahasını savunma konusunda becerikliydi. Hücuma çıktığı ikinci devreyse daha çok bir plana dayalı değil, Galatasaray’ın şaşkınlığından yararlanan bir takım görüntüsündeydi.

Kendi adıma hayli zevkli bir ‘Mahalle maçı’ izlediğimi söyleyebilirim. Beni esas ilgilendiren şey, Beşiktaş yönetiminin ne yapmaya çalıştığını anlayamamak oldu. Kapalı tribünde tam üstümdeki locada Ricardo Quaresma vardı. Devre arasında özellikle genç Beşiktaşlı taraftarlar kendisine büyük ilgi gösterdi. Ancak protesto edenler de yok değildi. Bu nedenle tribün bir anda gerildi.

Ortamı yatıştırmak da bizim gibi orta yaş üstü insanlara kaldı. Lakin aynı locada BJK TV’nin başındaki Tuğrul Yenidoğan ile cezalı antrenör Recep Çetin’in de olduğunu gördüm. Doğrusu üçlünün aynı locada olmasının yaratacağı tansiyonun hesaplanmamış olmasına çok şaşırdım. Belli ki Quaresma sorunu epey bir süre daha Beşiktaş’ın başını ağrıtacak. Oysa sahada en azından bu maç için tatmin edici bir Beşiktaş vardı.

27 Ağustos 2012, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Arzu tamam akıl eksik‘’

Ne var ki arzu, iyi oynamak için gerekli ama yeterli olmayan şarttır. Futbolun izlenirliği arzunun ‘akıl’la şekillendirilmesini zorunlu kılar.

Beşiktaş dün gece arzulu başladığı maçı bir ‘akıl oyunu’na dönüştürmeyi başaramadı ne yazık ki... Sadece maçın başında ve sonunda baskılıydı ama İBB ilk 15 dakikadaki baskıyı önce kontrol oyunuyla söndürüp ardından son 10 dakikaya kadar devreye ‘aklı’ soktu.

Gerek sahaya yayılma gerek topla oyun gerekse de rakip caza sahası içinde yaratılan pozisyonlarda İBB’nin daha etkili olması, sakinlik ve ne yapacağını planlamış olmasıyla ilgiliydi.

Beşiktaş’ta Fernandes ve Almeida dışında -Cenk’i hücum organizasyonlar babında dışarıda tutuyorum- oyuna takım lehine etki edecek bir oyuncu yok gibiydi. Evet diğerleri koştular, oyunu kapatmaya çalıştılar ama bütün olan biten bununla sınırlı kaldı.

Eskiler “Zaman en iyi güreşçidir” der. Her takım gibi Beşiktaş’ın da zamana ihtiyacı var elbette. Bu nedenle maç arzu ile aklın bir araya getirilmesinin zorunluluğunu göstermişse bir puan kazanç sayılır. Bu bir puanı kazanca çevirmek de kopuk hatlar arası akışkanlığı onarmak, oyuncuların birbirini tamamlaması için didinmek, sahaya yayılma problemi üzerine düşünmek ve elbette bütün bunlar ışığında ‘oyun hızı’nı yükseltmekle mümkün.

Ben kendi adıma geçen yılın son bölümündeki kopuk kopuk oynayan Beşiktaş’tan farklı bir takım görmedim. Ama dedim ya, “zaman en iyi güreşçidir.” Onu kullanmak da elbette insan evladının elindedir.

20 Ağustos 2012, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın bitmeyen 'güvenlik' sorunu‘’

‘Devlet büyükleri’ni araya sokacak kadar işi ileri götüren yönetim Galatasaray’ın kararlı tutumu karşısında geri çekildi ve aklın yoluna uyarak bu sezon İnönü’de oynayacaklarını açıkladı.

Ardından başkan Fikret Orman önceki gün Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda “Beşiktaşlı bu statla gurur duyacak” dedi.

Beşiktaşlılar o statla gurur duyar mı bilemem ama orada çok eğlendiklerini ve kendilerini çok iyi hissettiklerini biliyorum. Orman aynı röportajda geçen yıl çıkan olaylardan dolayı kulübün 8 milyon lira kaybı olduğunu söylerken bazı ‘önlemleri’ de sıralıyordu: “Güvenlik kamerası sayısı 300’e çıktı. Özel güvenlik teşkilatına önemli yetkiler verildi. Kimseye bedava bilet verilmedi, verilmeyecek. Bundan sonra başı boş taraftar olmayacak.”

Fikret Orman ilk günden bu yana bu ‘güvenlik meselesi’ni Beşiktaş’ın temel sorunlarından biri olarak anlatmayı sürdürürken diğer yöneticiler de her fırsatta ‘taraftardan dert yanmayı’ ihmal etmiyor.

Sunulan fotoğraf şu; yıllardır o tribünlere giden aralarında benim de bulunduğum insanlar bugüne kadar sanki tesadüfen hayatta kaldık. Ailelerimiz bizler için yüklü miktarda sadaka ödememiş olsaydı belki de bugünleri göremeyecektik!

Her statta olduğu gibi İnönü tribünlerinde de zaman zaman suç içeriği taşıyan olaylar yaşanır. Bunlar ‘kişisel eylemlerdir’ ve eğer bir suç varsa işleyen(ler)de bellidir. Haliyle herkesi suçlu gibi sunmak ve bu ‘güvenlik meselesi’ne bu kadar sıklıkla vurgu yapmak kimseye fayda sağlamaz. Hele de tribünlerin önemli/önemsiz maç ayrımı yapmadan doldurulması gereken bir yılda...

Bu bağlamda Orman’ın aynı röportajda sözünü ettiği ‘tribün yaşamının iyileştirilmesi’ konusunda yapılanları öne çıkarmak daha elzemdir diye düşünüyorum. Bir de şu bitmek tükenmek bilmez Ricardo Quaresma sorunu... Hemen her gün Beşiktaşlılar en az iki üç gazetede bir Q7 haberi okuyor. Evet anladık, yönetim kurulu da Samet Aybaba da Quaresma’yı takımda istemiyor. Artık bu yöndeki sorulara ısrarla yanıt vererek meseleyi sürekli sıcak tutmak yerine ‘çözüm için neler yapılacağını’ anlatmak daha doğru olmaz mı?

Bu haliyle benim gördüğüm şu, bu oyuncu idman yapıp yıllık ücretini masraflarıyla birlikte alacak. Çünkü, Aybaba’nın takımına koymadığı bir oyuncuyu kim para verip de alsın, değil mi?

Futbolcuya borçlu kalmak

Trabzonspor yöneticisi Nevzat Şakar, Burak Yılmaz’ın geçen yıldan kalan alacakları için kulübü icraya verdiğini doğrularken şunları söyledi: “Burak yöneticimiz Recep Denizeri’yi arayarak bir görüşme yaptı ve en kısa sürede icrayı geri çekeceğini belirtti.” Bu açıklamadan icrayı geri çekmek için verilen o ‘en kısa süre’yi de Burak’ın alacaklarının ödenip ödenmeyeceğini de anlayamadım doğrusu.

Ülkede oturmuş bir alışkanlık var, “Nasılsa bu ülkede top oynamak zorunda” diyerek futbolcunun, teknik direktörün hakkı olan paranın ‘üzerine yatmak.’

Futbolu yöneten federasyonun bu meseleye ivedilikle eğilmesi gerektiğini söyleyeceğim ama son olarak Egemen Korkmaz ve Fabian Ernst ‘alacaklarına karşılık’ bonservislerini alarak Beşiktaş’tan ayrıldı. Paraları ödemeyen Beşiktaş’ın o dönemki başkanı şimdinin Federasyon başkanı... Bu durumda mahkemeden gayrı kime başvurabilir ki Burak Yılmaz!..

10 Ağustos 2012, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Adnan Öztürk'ten 'Kafa Açıcı' bir röportaj‘’

Tam sayfaya yakın verilen röportaj, sayfanın ortasına ‘dehşetli gülümseyişle’ bir de fotoğrafı yerleştirilen Galatasaray İkinci Başkanı Adnan Öztürk ile yapılmıştı. Öztürk başlığa çıkartılan ifadesinde, “Ben olduğum sürece Sayın
Demirören’in o koltukta oturması zor!” diyor ama hemen ekliyordu “Yanlış anlaşılmasın bu bir tehdit değil! Bugüne kadar verdiği kararların neticesi...”

Peki, bu bir tehdit değil de ‘belirleme’yse, o zaman cümle içindeki “Ben olduğum sürece” ifadesindeki “Ben”e ne gerek var değil mi?

Ben ise esasen -ne çok ‘ben’ oldu değil mi?-, seçim sürecinde Yıldırım Demirören’e ‘zimni’de olsa destek veren Galatasaray’ın ikinci başkanının ‘Şike Davası’ ile ilgili açıklamalarına takıldım.

Olan biten çabuk unutuldu

Malumunuz 3 Temmuz 2011’den UEFA’nın Fenerbahçe’yi ‘Şampiyonlar Ligi’ne kabul ettiğinin kesinleştiği tarihe kadar binlerceye yakın haber-yorum okuduk-dinledik. Aralarında “Fenerbahçe’ye şu kadar yıl ceza” da vardı, “UEFA sopayı gösterdi” de... Elbette gazeteciler bu haberleri yaparken UEFA’daki kendi kaynaklarına olduğu kadar ‘UEFA dışı güvenilir kaynaklar’ ile ‘UEFA’dan bilgi alabilen önemli kişilere’ de başvuruyorlardı.

Vardığımız noktada haberlerin önemli bölümünün birer ‘niyet okuma’ ve ‘arzu edilen sonucun çıkması temennisi’nden öte anlamlar içermediğini hep birlikte gördük. Gördük ama, durumu görenlerin çoğu da
kısa süre sonra olan biteni ‘unuttu’..

Strateji derken...?

Adnan Öztürk röportajda şöyle diyordu; “Stratejimiz, Galatasaray’ı hiçbir şekilde bu kaosun içine sokmadan, camiamıza yakışan bir şekilde davranmak ve bu süreçten hem Türk futbolu hem de kulübümüzün zarar görmeyeceği şekilde çıkmaktı. Bence bu stratejide de başarılı olduk. Bazılarını
kızdırmış olabiliriz, ama tarih bizim haklı olduğumuzu gösterecek.”

Malum strateji uzunlu, kısalı çeşitli taktiklerden oluşur. İnsan, “İzlenen bu stratejinin içinde basınla ilgili taktik varyasyonlar nelerdi?” diye düşünmeden edemiyor, değil mi? Sözü edilen ‘strateji’, okuduğumuz ve ‘doğru bellediğimiz’ kaç habere kaynaklık etmiştir acaba?

Öte yandan Adnan Öztürk, TFF yönetiminin yanlış yaptığını “Demirören’in gitmesi gerektiği”ni söylüyor. Ve belli ki gayet ‘kurnazca’ bulduğu bir hamle yaparak Yalçın Dümer’e soruyor; “Size soruyorum, kalması doğru mu?” Yalçın yanıt verdi mi vermedi mi bilmiyorum, ama sorunun iki ihtimalinden “Kalabilir” yanıtını vermiş olsa Öztürk’ün yüzünü görmek isterdim doğrusu!..

Öyle ya, Galatasaray ve ‘Türk futbolu’ yıl içinde öne sürülenlerin çoğunda olduğu gibi UEFA’da ağır bir sonuçla karşılaşmadığına göre Öztürk’ün TFF’nin ‘doğru davranış’ gösterip ne yapması gerektiğini de sıralaması gerekmiyor mu?..

Beşiktaş'ın büyük açmazı!

Evet, Beşiktaş yönetiminin yükü ağır, bu herkesin malumu.

Lakin, son olarak birinci lige yükselme başarısı gösteren voleybol şubesini ‘dondurunca’, taraftarını bir kez daha dondurdu...

Bu kulübün futbol dışı branşları ileri bir tarihte çözülmesi için buzluğa kaldırılabilecek ‘köftelik kıyma’ mı? O çocukların teri ne uğruna ‘feda’ ediliyor?

Bugün Beşiktaş’ın herkesten aynı ölçüde para bekleyen ‘feda’ya değil, herkesin gücü oranında katılacağı ‘dayanışma’ya ihtiyacı var. Bunun için de ‘moral seviyeyi’ yüksek tutmak gerek.

Fakat...

Son ana kadar hangi statta oynayacağı belli değil, “Kombine al” deniyor...

Taraftar “Kombineler biraz pahalı” diyor, “İşinize gelirse” tonundan konuşuluyor.

Hoca tercihi ile ilgili eleştiriler “Kimseyi takmam ben böyle istiyorum” denilerek kestirilip atılıyor.

“Delikanlı adam renkli takım tutmaz” pankartı asılan tribündeki çocuklara inat, yeniden ‘kırmızı forma’ dikiliyor.

Takımın biri milli, banko iki oyuncusu gönderilip macera aranıyor.

Katkı sağlayacak her görüş sürece dahil edilmeli ki insanlar da ‘taşın altına elini sokup’ dayanışma göstersin.

Hem insanları kaale almayıp hem ‘pamuk eller cebe’ jargonuyla konuşmak... İşte Beşiktaş yönetiminin ‘büyük açmazı..’

19 Temmuz 2012, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Forma aşkıyla zor‘’

Beşiktaş yönetiminin bugüne kadarki transfer politikasını nasıl buluyorsunuz ?

Kulübün mali olarak büyük açmazda olduğu ve haliyle tasarruf politikası izlenmesinin kaçınılmazlığı herkesin malumu. Lakin bunu da doğru ve kabul edilebilir kavramlarla hayata geçirmek bir zorunluluk. Açıklamalarında “Taşın altına elimizi koyduk” önermesini cümle içinde geçirmeyen Beşiktaşlı yönetici yok gibi... Ve görülüyor ki, her adımda kıra döke iş yapma eğilimi -bu geçmişte de böyleydi - sanki kulübün genetiğine işlemiş. Kendileri gibi düşünmeyen ya da attıkları adımları onaylamayan neredeyse herkese kızıp köpürüyorlar. Bana öyle geliyor ki bu tarz fazlasıyla ‘kör uçuşa’ yol açıyor ve korkarım bu gidişin zararları ağır olacak. Düşünün gazeteyi açıyorsunuz ve Başkan Fikret Orman’ın ağzından “5 milyon euro versinler Quaresma’yı kendi arabamla Florya’ya götürürüm” türü bir haber okuyorsunuz. Başkanın ağzından verilen bu ifadeler tam tamına böyledir, değildir bilemiyorum ama bunu okuduktan sonra böyle bir oyuncuya kim 5 milyon euro verir? Bu tür haberlerin taraftar üzerinde yıkıcı etkisini de düşünmek, buraları da doğru yönetmek gerekir. Yoksa taraftarı sadece ‘genç’ diye daha düşük seviyedeki futbolculara sadece forma aşkıyla ikna etmek zordur.

Samet Aybaba’nın oluşturmaya çalıştığı kadro hakkında düşünceleriniz neler ?

Beşiktaş’taki ‘alt yapıya, gençlere’ yönelme iddiasının bir mitolojiden ibaret olduğunu düşünüyorum. Bir kere o köprünün altından çok su aktı. “Tarih bir seferinde trajedi ötekinde ise ironi olarak tekerrür eder” derler... Ben bahsedildiği gibi gelişkin genç oyunculardan kurulu bir takım oluşturabilineceğinden ne yazık ki emin değilim! Evet geçmişte böyle bir örnek hayata geçirildi ve bence Beşiktaş’ın gerek mali gerek kültürel yapısına en uygun ve ısrar edilmesi gereken model buydu ancak bu yapı tarumar edildi. Üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçtikten sonra tekrar bu ipe sarılmak fazlaca ironik! Kaldı ki bu ağır yükü taraftarla ilişkisi pek hoş olmayan Samet Aybaba’nın kaldırabileceğini düşünmek de fazlasıyla iyimserlik gibi geliyor bana...

Beri yandan Aybaba tercihinde anlayamadığım şeyler de olmadı değil. Örneğin Başkan Fikret Orman, ‘Metin-Ali-Feyyaz ruhundan söz etti... Ne var ki takımın başına o dönemin ‘ileri üçlüsü’ yerine ‘geri üçlüsü’ Samet-Recep-Ulvi tercih edildi. Madem bir ‘ruh çağırma’ hadisesi söz konusuydu o zaman ‘ruh’un kendisi, yani Metin-Ali-Feyyaz ile çalışmaya gayret etmek daha doğru olmaz mıydı?

Beşiktaş’ın önümüzdeki sezon bu mali pozisyonda atması gereken adımlar nelerdir?

Ben maliyeden anlamam ama mali tabloda tasarrufun zorunluluğu açık. Bence ilk yapılması gereken şey, varolan borcun nerelerden ve kimlerden kaynaklandığını Beşiktaşlı kitleye tüm şeffaflığıyla açıklamak. Bu iki nedenle zorunlu görünüyor. Bir, yeni kaynak yaratmada gerçekçi adımlar atılması için... İki, kulübe, olanakları çerçevesinde destek olabileceklerin topyekün seferber edilmesinde... Yani taraftara, “Pamuk eller cebe! Kombine alın, forma alın, kulübe üye olun” diyebilmenin olmazsa olmaz koşuludur bu... İnsanlar gayretlerini, katkılarını aynı zamanda denetleyebilmeli ve kulübün yönetiminde söz sahibi olduklarını hissedebilmeli... Bu şunun için gerekli; eğer yöneticiler bir ‘Beşiktaş’ın marka değerinden söz ediyorsa ve söz konusu olan ‘bu değeri göstererek kaynak yaratmaksa’ takımın arkasına yığılmış milyonlarca insanı önemsemek gerekiyor. Çünkü, değeri yaratacak olan kazanılacak maçlar değil takımın arkasına yığılmış olan bu ‘homo economicus’ topluluğudur. Yani, bir kaç ‘suçlu adayına’ kızıp taraftarı sürekli kriminal bir topluluk gibi gösteren açıklamalarda bulunmanın ‘marka değerine bir faydası olmaz.

Son olarak stat konusunda ne düşünüyorsunuz?

Eğer Başkan Fikret Orman, ‘Metin-Ali-Feyyaz ruhunun kurtarıcı ruh olduğunu düşünüyorsa bence Beşiktaş en az iki yıl ‘o ruhun kol gezdiği’ İnönü Stadı’nda, kendi taraftarının önünde oynamalı maçlarını. Oranın sevinci de üzüntüsü de bambaşka olacaktır. Ve sonra eğer stat yeniden yapılacaksa bu da tıpkı Fenerbahçe’nin yaptığı gibi taraftarının gözü önünde bölüm bölüm yükselmeli. Beşiktaş İnönü’den bir kaç yıl uzaklaşırsa korkarım toparlanması çok zaman alacaktır. Öte yandan diğer takım taraftarlarıyla yaşanacak olası gereksiz gerilimlerin de önü alınmış olur.

06 Temmuz 2012, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Burası İnönü, burdan...‘’

Beşiktaş’ın çiçeği burnunda yönetimi, zaten dertli olan başlarına durduk yerde bir dert daha açmayı başardı. Yönetimin bu sezon TT Arena’da oynama isteği Galatasaray tarafından Bakan Suat Kılıç huzurunda da kabul edilmeyince bu kez kamuoyuna ‘göçebe çadırı’ formülü sunuldu. Formül şuydu; İnönü Stadı yeniden yapılana kadar ilk yılı Arena, ikinciyi Saracoğlu, üçüncü yılı da Atatürk Olimpiyat stadında oynamak...

Oysa dün eski Galatasaray yöneticisi Işın Çelebi, İnönü için izinlerin henüz çıkmadığını, sürecin tamamlanmasının bir yılı bulacağını söylüyordu. Sahi, Beşiktaş yönetiminin önce İnönü Stadı’na dair hazırlanan planı açıklaması gerekmiyor mu? Esasen kamuya ait bir alana nasıl bir şey yapılması planlanıyor, izinler neye göre alınacak, bunu Beşiktaş taraftarlarının da İstanbullular’ın da öğrenmeye hakkı
yok mu?

‘15 bin satarız düşüncesi...’
“Beşiktaş yönetimleri taraftarlarını tanımıyor?” iddiamı yineliyorum. Onlar bu takım nasıl bir taraftar ortalamasına sahip bilmiyorlar... Ve TT Arena’da oynama isteklerinin altında şöyle bir hesabın yattığını düşünüyorum; “Galatasaray’ın 40 bin kombine sattığını iddia ettiği yerde biz de en az 15-20 bin kombine satarız. Ayrıca bir de biletli seyirciler!.. Localardan gelecek gelir de işin kaymağı...” Yani sanırım onlar, İnönü’ye gelmekten çekindiklerini düşündükleri bol paralı bir Beşiktaş taraftarı tasavvur ediyorlar!
Ama şu basit denklemi kurmakta ise nedense zorlanıyorlar: Bu yıl futbolcu ve hocadan çok tribün duygusuna ihtiyaç duyulan bir yıl. Gelişecek her olumsuzluğa karşı Beşiktaş’ı dipten çıkaracak şey tribünleri dolduracak insanların vereceği ilham. En ağır mağlubiyette bile ihtiyaç duyulan şey, tribün desteği olacaktır. Bunun da İnönü dışında bir yerde gerçekleşmesi zor değil, imkansız. Çünkü, ‘taş yerinde ağırdır’ ve Beşiktaş taraftarı gittiği her yeri ‘başkasına ait’ görecektir.

Kaldı ki, bu ‘misafirliğe gitme’ planını, parası olduğu ve takım için harcayacağı varsayılan Beşiktaşlılar değil her zaman takıma sahip çıkma motivasyonu yüksek olan ve sürekli “Korsan ürün alıyorlar” diye şikayet edilen şimdiki ‘tribüncü taraftar’ hayata geçirecektir. Ve onların kendilerine ait bulmadıkları statlara ne tür zarar verebilecekleri, bu zararın kulübe kaça mal olacağı yapılan hesaplar arasında yoktur!

‘Referanduma gidilsin’
Biliyorum yine dikkate alınmayacak ama önerim şudur; planlar hazırlanıp izinler çıkana kadar Beşiktaş önümüzdeki sezonu hatta sonraki sezonu da İnönü’de oynasın. Yapılmak istenen ya da tadilata sokularak yenilenmesi planlanan İnönü Statı projesi için bir demokrasi örneği olarak, taraftarlar arasında referanduma gidilsin. Ve stat Fenerbahçe’nin yaptığı gibi parça parça inşa edilsin. Yani stat, o stada anlamını veren Beşiktaşlı taraftarların gözleri önünde yükselsin...

29 Haziran 2012, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Fikret Orman da atı araba arkasına bağladı‘’

Hani şu dillerden düşürülmeyen “Beşiktaş’ın marka değeri” dedikleri şey var ya, o aslında tam da ‘taraftar’ denen topluluğa karşılık gelen bir değer. Gel gör ki bunu yöneticilere anlatmak mümkün değil. Onlar ‘soyut’ bir Beşiktaş marka değerinin peşinde. Ardındaki kalabalık olmasa ‘marka’ neye yarar ki?
Eski dönemden ödünç alınmış gibi görünen yeni dönemin diline dair bir örnek vereyim ki ne söylemek istediğim daha iyi anlaşılsın; Başkan Fikret Orman teknik direktör olarak Samet Aybaba’yı neden tercih ettiklerini açıklarken Habertürk’ten Kartal Yiğit’e şunları söylemiş; “Taraftar sevmiyor (Samet Aybaba’yı) diyorlar ama ben buna pek katılmıyorum. Üstelik çok da sevmek zorunda değiller. Bu o kadar önemli değil. Herkesin, özellikle de medyanın kendisine sahip çıkmasını bekliyorum...”
Bu taraftarı ihmal eden bakış açısı bir önceki dönemde tam tersi yönden işlemiş, tribün muhalefetini bastırabilmek için popüler ‘yıldız’ futbolculara yönelmiş ve kulübü tek kelimeyle batırmıştı. Oradaki strateji şuydu; “Dünya markası olmak için kim gerekiyorsa onu getirdik. Kesin sesinizin, susun artık...”
O zaman da Yıldırım Demirören yönetimi kimseyi dinlemiyor, taraftar duygusunu dikkate almıyor, her tökezlediğinde ise tepkileri bastırabilmek için olmayan parayı harcayıp işe yaramayan bir sürü oyuncuyu getirip göz boyamaya çalışıyordu.
Aralarında benim de olduğum bir grup insan o zaman da söyledi, dinlemediler, yine söylüyoruz yine dinlemeyecekler ama biz bu ısrardan vazgeçmeyeceğiz.
Bu kulübün düze çıkabilmesi için her bir bireyin birbirine bağlı olması, birbirini anlaması şarttır. Bu kulübü batma noktasına getiren “Ben yaptım oldu” bakışıdır ve bunda ısrar intiharla eş anlamlıdır.
Taraftar dediğimiz topluluğun -takım ayırmaksızın söylüyorum- motivasyonu ‘duygu’dur. Duyguyu hiçe sayar, önemsemezseniz özneyi de hiçe saymış olursunuz. Taraftarı harekete geçirecek, onu bir ideal etrafında toplayacak doğru kavramlara, doğru sözcükler yerine bu ‘efelenme’, ‘hiçe sayma’ dili kimsenin işine yaramaz.
Evet, taraftar hocayı sevmek zorundadır! Ki, yükü taşıyabilecek, kaybedeceğini hissettiğinde bile tribüne gelecek, televizyon başına geçecek morali olsun. Vicente Del Bosque döneminde takımın gidişatı hiç de iç açıcı değildi ancak hoca ile tribün arasında zerrece gerilim olmadı.
Öte yandan kanımca Fikret Orman yanlış bir ‘medya’ tanımından hareket ediyor. Medyanın birine sahip çıkması ne demektir? Böyle bir ön kabulden hareket edilir mi?
Beşiktaş iki üç maç kötü giderse ve tribünden Aybaba aleyhine homurtular yükselirse - ki bu da uzak ihtimal değil - o zaman Fikret Orman’ın o çok arzu ettiği medya da kimsenin arkasında duramaz! Ne başkanın ne de hocanın!
Beşiktaş yönetimi medya yerine taraftarının duyarlığa yönelmiş olsa, o arzu edilen medya desteği de ister istemez ‘doğru çizgi’ye oturur. Marka değeri, reklam geliri, sponsorluk anlaşmaları, forma/tişört satışları da bunun ardından düşünülüp planlanacak işlerdir.
Ne var ki, atı her zaman arabanın arkasına bağlamak gibi bir hastalığı var bu kulübü yönetenlerin ve arabanın yol alamaması da bundan!

Robinho’dan Ali Kuçik’e

Uzak değil yakın zamanlarda tribünlerine “Şımart bizi Başkan, Robinho’yu getir” pankartları gerilen Beşiktaş’ın yeni hocası Samet Aybaba, şöyle hayıflanıyordu: “Ali Kuçik gelecekte yıldız olacak ama bonservisi Göztepe’ye verilmiş.” Bir ‘yıldız adayını’ tespit edemedikleri için Beşiktaş’ın eski hocalarına alttan alta gönderme yapan Aybaba aynı röportajda şunları da söylüyor; “20 yaşındaki oyuncu genç değildir. Kaliteli oyuncu 17 yaşında da oynar.”
Robinho beklentisinden şu an 21 yaşında olan Ali Kuçik hayıflanmasına!.. Birbirinden fazla uzak olmayan iki zaman ve iki farklı motivasyon... Zor görünüyor Beşiktaş’ın işi...

26 Haziran 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bu takımı Denizli kurtarır‘’

Böyle düşününce de aklıma ilk gelen isim Mustafa Denizli... Fatih Terim’in Galatasaray, Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’de yarattığı olumlu havayı yaratabilecek biri Mustafa Denizli...

“Dünya takımı olacağız” palavralarına inanıp ‘yıldızların’ imza törenlerinde İnönü’yü hınca hınç dolduran Beşiktaşlı kitle büyük hayal kırıklığı yaşıyor epeydir. Eminim çoğu olabileceklere dair en ufak bir fikre de sahip değil. Yıldırım Demirören yönetiminin kulübü getirdiği nokta ortadayken, uçurumun kenarında ıslık çalarak ‘büyüklük’ havaları taslayanlar da var ortalıkta... Baksanıza “Evlerinden tezek kokusu gelir kızlarının adı Reyhani” diyen Türkmen atasözü misali gazete sayfaları anlı şanlı teknik direktör isimlerinden geçilmiyor... Öte yandan çaresizlik içindeki yeni yönetimin eldeki oyunculara ‘indirim’ teklif ettiği onların da ‘haklı olarak’ kabul etmedikleri yazıyor aynı sayfalarda. Elbette ‘para’ kaçışı olmayan bir sorun ama ondan önce bambaşka bir şeye daha çok ihtiyacı var Beşiktaş’ın: Düşünce...
Atılacak zorunlu adımlar için bir tür ‘transfer bağımlısı’ haline getirilmiş kitlenin ikna edilmesi için ihtiyaç var ‘düşünce’ye. Bu da yöneticilerden öte daha çok göz önünde olacak teknik direktörün görevi gibi duruyor.

Ülkeyi ve takımı bilen...
Bu süreçte Beşiktaş’ın hocası sadece oyuncuları antrene edip, taktikler verip sahaya sürmeyecek. Daha da zorlu görevi, bütün bu ‘kısıtlı imkanlarla’ yapılacak olanlara Beşiktaşlıyı ikna etmek olacak. Bu nedenle yeni bir bakış açısı, yepyeni kavramlarla taptaze motivasyon sağlayabilecek teorik olgunlukta bir isim gerekiyor takımın başına. Ülkenin ve takımın gerçeklerini bilen, dünyadaki futbola ve hayata dair gelişmelerden an be an haberi olan biri... Hakemlerle oynamak yerine futbol oynatacak biri... İkna kabiliyeti yüksek, saygı duyulan biri... Geçmişte bu ülkede futbolu sevenlerin çoğunun ‘ikinci takımı’ olan Beşiktaş’a o ‘eski duygu’yu yeniden kazandırabilecek biri...

İlham verecek teori şart

Benim aklıma ilk gelen isim Mustafa Denizli oldu. Ya da o profile yakın bir isim... Fatih Terim’in Galatasaray, Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’de yarattığı olumlu havayı yaratabilecek biri... “Denizli olmazsa kim olur?” diye düşündüm taşındım, yaşıtlarım Metin Tekin ile Feyyaz Uçar’dan başka da bir isim gelmedi aklıma... Hele de bu karanlık günlerde “Üçü birden şahane olur” diye iç geçirdim yazıyı yazarken...

Beşiktaş’ın, hayatı ve oyunu sevenlere ilham verecek bir hal yaratabilmesi için “Teori şart” diyor ve birlikte tartışabilmek için sizlerin ‘nedeni’yle, ‘niçin’iyle teknik direktör adaylarınızı merak ediyorum...

23 Mayıs 2012, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI