Arama

Popüler aramalar

‘’Hayde eğlenun hayde!‘’

Kazım’ı Kazım yapan onlarca halden biri de kuşkusuz ki Trabzonspor taraftarı oluşuydu. Futbolu da severdi Kazım hepimiz gibi, hayatı da...

Futbol malum nicedir kendi sevincinden öte başkalarının üzüncünün/acısının eğlenceye katık edildiği bir oyuna dönüştü. Kazım da görmüştü yaşarken bunları, biz yaşayanlar hâlâ görüyoruz.

Oysa, mağlubun ‘Hayde’ ile ‘ti’ye alınmaya çalışıldığı Saracoğlu Stadı, insan acısının en keskin yaşandığı yerlerden biridir. İki sezon önceydi... Bu pazar gecesi ‘Hayde’nin yükseldiği hoparlörlerden o gün yanlış anons yapılınca yüzlerce insan sahaya akıp çimler üzerinde ‘timsah yürüyüşü’ yapmıştı coşkuyla... Son anda gelen şampiyonluğu kutluyoruz sanıyorlardı. Gerçeğin ortaya çıkması uzun sürmedi ve o ‘timsah yürüyüşü’ fotoğrafları günlerce bir başka ‘mizah’a konu oldu..

O günlerde “Bir Fenerli’nin Acısına Bakmak” başlığıyla yazdığım yazıda şöyle demişim; “Başkasının acısı, hüznü üzerine neşe, eğlence kurmak olsa olsa biz ‘medenilere’ özgü bir hal olmalı... Her şeyi eğlence malzemesi haline getirebilen, eğlencenin olmadığı bir hayatı anlamsız bulan bu hal, hüzne, eleme burun kıvırdığından birilerinin acısını da gülünç bir malzemeye dönüştürmek için çırpınıyor...”

O gece o statta ‘ayağı taşa değen’ Fenerliler, önceki akşam bir başka yerde üzülenleri eğlence malzemesi yapıp, ‘nasırlarına basarak’ acıtmaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz ki aralarında bu cümbüşe katılmayan ‘aksiler de vardır’, onları tenzih ederim...

Oysa kazanılmış bir maçın ardından kendi kavillerince eğlenip, galibiyetlerini hep yaptıkları gibi ya da yeni bir şeyler yaparak doyasıya kutlayabilirlerdi.

Maç sonu Trabzonspor Başkanı Sadri Şener, “Rahmetli Kazım Koyuncu’nun şarkısının maç sonu çalınması hiç hoş değildi. Fenerbahçe camiasına yakıştıramadım” diye sitem ediyordu.
TRT Spor’da yaptığımız ‘Spor Manşet’e gelen ve başkalarının hüznünü anlamamız için ‘acıyı ters yüz etmemizi’ öneren Gökhan adlı arkadaşın twitinde ise şunlar yazıyordu; “Avni Aker’de Trabzon galip gelse ve ‘Şu Metris’in Önü Bir Uzun Alan’ çalınsa düşünceleri ne olurdu acaba?..”

Ne diyordu Gülten Akın ‘İlkyaz’da... “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya...” Şimdi denecek ki, “Basit bir olaydan çıkara çıkara bunu mu çıkardın? Bu düpedüz demogoji...” Bunu diyecekler belki haklı da. Çünkü, biz hâlâ başka bir oyunu izliyor, başka bir oyunu seviyoruz...

Kural dondurulmuş meyve midir?

Maç içindeki kararları çok tartışıldı ama Cüneyt Çakır en çok da ‘hukuk’ ile ‘aklı’ ve ‘vicdanı’ uluşturamadığı için kötüydü bu maçta. ‘Elit hakem’likten, ‘büyük hakemliğe’ geçmek için fırsat bir kaç metre önündeydi. Futbolun yakışıklısını oynayan Gökhan Gönül, ısrar ediyordu Çakır’a insana yakışır bir edayla; “Aykut bana bir şey yapmadı hocam” diye... Yani diyordu ki, “Ortada suç yok.” Yine de kitabi kuralları ve ‘çatık kaş otoritesi’ni her şeyin önüne koyan Çakır, okuduklarımıza göre, niyetini bozuk bulduğunu belirttiği Aykut’u ‘suçlu’ bulup söküp attı sahadan. Bir benzerini Mustafa Kamil Abitoğlu Bursa’da yapmıştı Turgay Bahadır’a. Golü geçersiz saymadan önce “Top eline çarptı mı?” diye sorduğu Turgay’dan “Çarptı” yanıtını alınca sarı kartına sarılmıştı. Hukukun sadece yazılı kurallardan ibaret olduğunu sanmak ve akıl ile vicdanı kitaba havale etmek, hakemin de hakimin de en büyük tuzağıdır. Hukuk, yenilenen durumlara göre akla ve vicdana bağlı kalınarak her gün yeniden yeniden yazılabilir... Çünkü kimse aynı suda iki kez yıkanamaz.
‘Akıl’ ile ‘vicdan’ın aynı şeyler olduğunu unutmadan, Cüneyt Çakır ve Mustafa Kamil Abitoğlu’nun ‘tanıklara rağmen’ yapamadıklarının yapılabileceği o ‘örnek maçı’ özlemle beklemeye devam ediyoruz.

20 Aralık 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’'Yorgunluk' puanı!‘’

Türkiye için yüksek denebilecek bir mücadele atmosferinde geçen maçın ‘denge adamları’ndan biri Rüştü Reçber ise diğeri de kuşkusuz Samsunlu Kemal Tokak’tı. Kemal, ilk yarı boyunca Beşiktaş’ın ileride ‘unuttuğu’ Mustafa Pektemek’in olası doğaçlamalarını her pozisyonda eriterek dengeyi takımı lehine çevirdi.

Carvalhal, orta sahayı tek pas ya da hiç passız geçen Samsun karşısında Ernst-Necip ikilisinden birinin fazla olduğunu tespit edip 60’ıncı dakikada Necip-Burak değişikliğine gidince işler değişti. Hücum alanında bir oyuncu çoğalan Beşiktaş, son yarım saati rakip ceza sahası önünde geçirdi.
Ne var ki, bu maçta vasatı aşamayan Hilbert’in ileri çıkışlarında arkada bıraktığı boşluğu ‘ağırkanlı’ Sidnei kapatmakta zorlanınca Zenke-Bance ikilisi de Beşiktaş’ı bu alandan sıkıştırdıkça sıkıştırdı. ‘Denge adamı’ olarak Rüştü demem bundan. O pozisyonların çoğunda uyanıklık, sezgi, soğukkanlılık ve tecrübesi ile Rüştü, Beşiktaş’ın ikinci golü yemesini engelledi. Eğer o ikinci gol gelse dünkü haliyle Beşiktaş o bir puanı zor alırdı.

Artık Beşiktaş iddiasındaki bir takım ‘yorgunluk’ bahanesine sığınıp sürekli bundan şikayet edemez. O zaman ligin üçüncüsü ya da UEFA’nın grup birincisi değil, lig on üçüncüsü ya da Maccabi Tel Aviv’in yerinde olacaksın.

‘Büyük takım’ olma iddiasının güçlüğü buradadır. Zorluk derecesi yüksek çok maç oynayıp, o maçları da kazanacaksın. Çünkü, iddianın gerektirdiği budur. O zaman ne yapacaksın? Kadronu iddiana göre ayarlayacaksın. Kulübedeki oyuncularının hepsi, sahada oynayamayacak olanlar kadar güçlü, çevik, atletik ve hazır olacak ki büyük takım olabilesin... Korkarım böyle konuşa konuşa zihinsel olarak da ‘yorulacak’ Beşiktaş!

Takımdaki eksiklere ve oynanan oyuna göre Beşiktaş açısından “Kaçan iki puan değil, gelen bir puan” diye düşünmek daha doğru geliyor bana...

Samsun’a gelince... Murat Yıldırım, Anıl Dilaver, Zenke ve Bance gibi ön oyuncuların arkasında Fink ve Kemal Tokak gibi oyuncular varken oynadıkları oyunla ligin bu sırasını hak etmiyorlar. O stat her maç böyle dolarsa tribüne gidenler de hem dünkü gibi iyi maçlar izler, eğlenir hem de Samsun daha üst sıraları zorlayan bir takım olur...

19 Aralık 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Küçük bir iş kazası!‘’

Maçın kilit kavramı için ‘yüksek mücadele’ denebilir. Evet, maç yoğunluğunun Beşiktaş’ı ‘yormuş’ olacağı muhakkak. Öte yandan bu trafiğinin paradoksal olarak oyuncuların ‘maç kondüsyonu’nu yükselttiğini de göz önünde bulundurmak gerek. Beşiktaş’ın ligin en organize takımlarından İBB’ye karşı 90+4 dakika boyunca sağlam duruşunda en belirleyici faktör bu ‘maç kondüsyonu’ydu.

Temel sorun topu rakibine göre yarı oranda daha fazla ayağında tutmasına rağmen ‘pas trafiği’nde yaşanan aksamaydı. Manuel Fernandes, ilk haftalarda “Türkiye’de oyuncular çok fazla yakın temas içinde. Bu da nitelikli oyuncuların özelliklerini göstermesini engelliyor” mealinden bir şeyler söylemişti. Ligin yapısı değişmediğine göre Fernandes bir kenara not ettiği bu ‘yakın teması’ göz önünde bulundurmalıydı. Daha sade ve tek pasa dönük oynamayı tercih etse hem rakibi savurmak hem ‘yorgun’ takımını daha az koşturmak gibi futbolun temel doğrularını yerine getirmiş olurdu. Ancak o topla çok oynadı ve ikinci ya da üçüncü çalımlarda kaçınılmaz olarak İBB’li oyuncuların ‘yakın teması’na maruz kalarak topu kaybederken, takım temposunu da düşürdü. Yine de elinden geleni yapmaya çalıştığını söylemeliyim.

Maçın kilit hamlelerinden biri de İbrahim Toraman / Mustafa Pektemek değişikliği oldu. Hem topu ileride tutma konusunda mahir hem rakip için sürekli gözlenmesi gereken biri olan Pektemek’in yerine Toraman’ın alınmasının mesajı Beşiktaşlı oyuncular açısından gayet netti; “Geri çekiliyoruz.” O dakikadan sonra Carvalhal “İleri” diye çırpınsa da hiçbir oyuncusunu zihinsel olarak buna ikna edemezdi. Holosko’nun girişiyle yükselen Beşiktaş temposu, Hilbert’in ortaya kayıp Toraman’ın onun yerine geçmesiyle düştü ve bunun neticesinde İBB atakları keskinleşti. İBB’nin son bölümde saldıracağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yoktu ve Pektemek en gerektiği dakikalarda yedek kulübesinde oturuyordu. Yine de bu maçta iki puan kaybeden Beşiktaş mücadele gücü, organize olma yeteneği, kazanma arzusuyla emin ve olgun adımlarla ilerliyor.

Maçın en iyilerinden Can Arat’a da bir parantez açalım. Kayseri maçında ‘bürokratik bulanıklığa’ kurban giden Can Arat’ın varlığının İBB müdafaası için önemi bir kez daha kanıtlandı. Şimdi İBB, “Yenildiğimiz Kayseri maçı tekrar oynansın” diye itiraz ederse ‘pişmiş aşa su’ mu katmış olur?

12 Aralık 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sade ama işlevsel!‘’

Beşiktaş’ın, takımın ‘kenar süsü’ Ricardo Quaresma ile karındaşı Simao Sabrosa’nın yokluğunda rakip kaleye nasıl gideceği merak konusuydu. Çünkü Orduspor takım müdafaasını bu ligde en iyi yapan takımlardan biriydi. Evet, oyun Quaresma’nın yokluğunda fazlaca estetize edilemedi ama kadro ‘takım oyunu’ oynamaya daha yatkındı.
Ordu gibi reaksiyoner bir takıma karşı özellikle orta sahada hem topa sahip olmaya hem de oyun kurgulamaya gayret etti Beşiktaş. Eğer Fernandes daha sade oynayıp çevresindekilere ve özellikle de önündeki arkadaşlarına daha fazla sayıda toplu koşu servisleri yapabilse maçın Beşiktaş açısından daha zevkli ve eğlenceli geçeceğine şüphe yoktu. Niye Fernandes? Çünkü sahadaki kadro en büyük sıkıntıyı Fernandes merkezli oyunla ilişki kurmakta yaşadı. Dikkat edildiyse müdafaadan ileri çıkan Egemen, İsmail ve Hilbert maç boyu ikinci paslar için önlerindeki arkadaşlarına pas almaları için sürekli “Gel, gel” yapıyordu. Bu da kanımca hem sahadakilerin pas ve ona dayalı organizasyon eksiğini bir o kadar da Orduspor’un bu bağları kopardığını gösteriyordu. Tam da bu nedenle Fernandes’in ‘sade ve basit’ işlerine ihtiyacı vardı Beşiktaş’ın, o da bu kadar oldu. Bu maçta kötü değildi Fernandes ama iki ‘süs’ün yokluğunda oyunu süsleyecek kalibreye sahip tek oyuncu da oydu. Böyle olsa Beşiktaş son bölümü sıkıntılı geçmiş gibi görünen maçı daha rahat tamamlayabilirdi. Yine de “Yorulacaklar” diye endişe duyulan bölümde özellikle Holosko ve Almeida ile -ki eleştirilerin aksine ben Almeida’nın yeterince uygun pozisyona sokulamadığını iddia eden cephedeyim- topu ileri taşımakta hayli başarılı olan Beşiktaş zor bir maçı kazanmayı becerdi.
Müdafaada ihmal edilebilir bir iki pozisyon dışında gedik vermeyen Beşiktaş’ta iyi bir maç çıkardığını düşündüğüm kaleci Cenk’in maç konstrasyonu konusunda biraz daha yoğunlaşmaya ihtiyacı var diye düşünüyorum.

06 Aralık 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Nihayet 'futbol'‘’

Dakika 20’ye geldiğinde top hala bir o kalede, bir bu kaledeyken, öteden beri söylediğim, “Quaresma ile Simao’dan biri olmayınca Beşiktaş daha dengeli top oynuyor” iddiam sanki doğrulanır gibiydi.

Ancak bu kez de onca maç kadroya bile giremedikten sonra çaresizlikten ilk 11’de başlayan Fernandes’in etkisizliği devredeydi. Fernandes durgunken ilk yarı boyunca Almeida’nın adı da neredeyse duyulmadı. Elbette onca zaman oynamamış Ekrem’in de hücumdaki etkisizliği... Haliyle gol yine Quaresma ‘mucizesi’ne kaldı ve ilk yarıda o da olamadı. İbrahim Toraman, Ernst ve Ekrem ile orta sahayı kapatan Beşiktaş, Burak ve Halil’in takımlarıyla bağlarını olabildiğince kopardı. Ancak bu kez de Colman-Serkan-Celutska hattı devreye girdiği ve Beşiktaş’ın savunma dengesi zaman zaman bozulur gibi oldu. İkinci yarının başındaki Hilbert bindirmesinde Fernandes’in ‘maç eksiği’ nedeniyle yaptığı cılız vuruş, ardından Quaresma’nın örgütlediği etkili hücumlar Trabzon’a müdafaayı hatırlatır gibi oldu. Ancak Şenol Güneş, Adrian hamlesiyle takımına ‘ileri’ komutunu bir kez daha hatırlattı...
Ne var ki, Beşiktaş hem kontrollü oynayıp, hem de dengeli hücum etmeyi sürdürünce Celutska-Serkan ortaklığı ve onların pasörü Colman ilk yarıdaki etkilerini gösteremediler.
70’deki Pektemek-Holosko hamlesiyle bu kez Carvalhal, “Bu maçı alırız” dedi sahadakilere ve ‘ileri vitese’ yüklendi. Şenol Güneş’in hücum hamleleri için zaman yetmeyince bu ‘maç gibi maç’ı iki eşitten Beşiktaş kazandı.

Peki kimleri mi çok beğendim? Böyle bir maç izlettikleri için başta Tolga Zengin, Egemen Korkmaz, Roberto Hilbert olmak üzere hepsini...

Elbette maç bitimi ‘kadınlar tribünü’nün Fırat Aydınus aleyhindeki belirgin tezahüratı da TFF kararlarının ne kadar yerli yerinde olduğunu bir kez daha gösterdi!!!

28 Kasım 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’'Vana'a destek veren sahaya çakmak atmaz'‘’

Beşiktaş sahasında oynadığı ikinci derbiden de beraberlikle ayrıldı. İki maçı da rahat kazanabilecek olan Siyah-Beyazlılar’ın futbolu sizi tatmin etti mi?

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu tip maçlar ‘kolay kazanılmaz.’ Çünkü bu seviyedeki rakipler en kötü günlerinde bile başınıza çorap örebilir. Bu maçlardaki ‘psikolojik etki’, futbolcu yapısı, takım dizilişi, taktik anlayış kadar önemlidir. Benim açımdan iki derbide de Beşiktaş hayli iyiydi. Fenerbahçe maçını oyunu kontrol etmeyi başarmışken bitime az bir süre kala bir ‘baraj hatası’ ile berabere tamamladı. Önceki gün de özellikle ilk devrenin son yarım saaetinde oyunun gidişatını değiştirecek golü bulamamış olması maçın beraberlikle bitmesine yol açtı. Elbette Galatasaray’ın topu daha çok ayağında tutan ancak hücumu pek de düşünmeyen ‘rölanti futbol’ anlayışı da etkiliydi berberlikte. Ve tabii iyi bir kaleci olan Muslera ile bir aksilik olmazsa iyi bir stoper olacağı şimdiden belli olan Semih Kaya faktörleri. Ez cümle, bu iki maçta izlediğim Beşiktaş’tan zevk aldığımı iki maçta da hayli heyecanlandığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Beşiktaş, Galatasaray maçının ardından üst üste iki kritik karşılaşmaya çıkacak: Trabzon ve Maccabi... İki maçtan alınacak sonuçlar, teknik direktör Carvalhal’ın kaderinde belirleyici olur mu ?

Bu saatten sonra Beşiktaş yönetiminin en azından devre arasına kadar Carlos Carvalhal ile ilgili herhangi bir tasarrufta bulunacağını sanmıyorum. Bence takımın sorunu ‘Carvalhal ve taktik’te değil, topla kurduğu ilişkide ipin ucunu kaçıran oyuncularda. Bunlar da Ricardo Quaresma ve Simao Sabrosa. Quaresma sürekli ‘mucizevi bir şey yapma’ arayışında. Başka türlü oynayabilir mi bilemiyorum? Belki de bu onun için mümkün olmayan bir durum! Olabilir. Eğer durum buysa, o zaman en azından iki kanatta benzer biçimde savurgan oynayan oyunculardan birinden feragat etmek doğru olur. Bir takım bir müsrifi taşıyabilir ama iki müsrifin yaratacağı yük için orta saha ve savunmanın çarpı dört koşması gerekir ki, bu takım dengesini allak bullak eder. O nedenle, bu oyunculardan biri son yarım saat sıkışık maçı değiştirecek oyuncu olarak kullanılabilirse Beşiktaş’ın ve Carvalhal’ın işi kolaylaşır. Ama elbette ‘marka futbolcu’ diye çırpınan öte yandan Guti ve Fernndes’i kaybetmiş yönetim için bu ihtimal pek olasılık dahilinde görünmüyor.

Derbide Van için anlamlı bir organizasyon düzenlendi. Ancak çirkin görüntüler de vardı. Maçı kapalı tribünde takip eden biri olarak taraftarın bu davranışı hakkındaki düşünceniz nedir ?

Taraftar genellikle ortak hareket eden ‘tek bir kişi’ olarak düşünülür. Oysa tribün çeşitli gruplardan, farklı ‘fraksiyonlardan’ oluşur. O nedenle Eboue’yi çakmak yağmuruna tutanla, soyunarak Van depremzedeleri için dayanışma gösteren aynı tribünde olsalar da farklı kişilerdir. Sorun futbolun algılanma biçiminde. Şöyle ki, özellikle büyük takım taraftarları kendi takımlarından çok ‘öteki takım’ ya da hakemle meşgul olmayı marifet bellemiş durumda. ‘Yapamayan kendi oyuncusu’na değil de ‘yaptırmayan rakibe’ kafayı takmak gibi hastalıklı bir bakış açısı ne yazık ki tribüne hakim durumda. Pazar günü kapalı tribünün benim de bulunduğum bölümünde Quaresma’ya küfür edenlerle, ettirmeyenler arasında çıkan kavganın temel nedeni de futbola ve takım tutma haline bakıştaki bu açı farkıdır. İkisi de aynı tribünde, ikisi de aynı takımı tutuyor ama farklı davranabiliyorlar. Bütün mesele doğru davranışı övüp diğerini yererek dümeni olması gerektiği rotada tutmaya çalışmaktır. Onun için işe doğru ve kullanışlı kavramlarla yeniden başlamak gerek.

Konuk ekip taraftarının izlemediği derbi sonrasında Ünal Aysal, “Taraftarın selameti için böyle bir karar aldık” diyor. Ancak stat çevresinde olaylar çıktığı biliniyor. Bu tip uygulamalar, ‘işin kolayına kaçmak’ olarak yorumlanabilir mi ?

Eminim bu maçta Galatasaray taraftarı tribünde olsa Eboue, Engin Baytar ya da Kazım çakmaklı saldırıya uğramazdı. Çünkü taraftar kendi arasında marşla, tezahüratla -ve ne yazık ki küfürlü tezahüratla- bu meseleyi tribünde ‘dilsel’ olarak çözerdi. Bu kararı alanların futbolun sosyolojisinden, tribüne giden insanların halinden zerre kadar anlamadıklarını, anlamadıkları gibi oradaki sıkıntıların ne olabileceğini hiç de merak etmediklerini düşünüyorum. Bu ülke yıllardır ‘ayrımcılık/ayrılıkçılık’ kavramlarını tartışıyor. Ülkenin en popüler kültür alanında insanları birbirinden ayırmaya çalışanların bu meseleler üzerine eni konu düşündüğünü söyleyebilir miyiz? Şimdi sorarım, stadın dışında Beşiktaş-Galatasaray taraftarı arasında meydana gelen olayda birinin burnu kanasaydı bundan kim sorumlu olcaktı? 6222 sayılı yasa kimin için işletilecekti? ‘Ayıranlar’ için mi, ‘ayrılanlar’ için mi?

Öte yandan o tribünde Galatasaray taraftarı olsa, maçın atmosferi, o atmosfere bağlı olarak maçın skoru da değişmez miydi? Bakınız, aynı statta oynanan Fenerbahçe maçı...

2

22 Kasım 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kayıp 2 puan‘’

Bu bölüm geçtikten sonra Galatasaray’ın pas trafiğini ve Ayhan ile Selçuk’un yer değiştirerek ileri-geri düzenlediği organizasyonları bozan Beşiktaş, bu bölümden devrenin sonuna kadar oyunun kesin hakimiydi. Bu bölümde, en az 2 gol bulabilecek olgunlukta pozisyonlar yaratan Beşiktaşlı futbolcular, son vuruş tercihlerinde ikileme düşünce gol çıkaramadılar. Genel olarak oyun, Beşiktaş hakimiyeti altında sürdü. Lakin Galatasaray’ın Beşiktaşlı bir de yardımcısı vardı; Ricardo Quaresma. Taraftarıyla arası her geçen gün açılan Quaresma zorladığı her pozisyonda topu ezdikçe, eline geçirdiği bir sonraki fırsatta sürekli daha mucizevi bir şey yapmaya çalıştı. Evet, Quaresma tartışmasız önemli bir oyuncu. Ancak O, kendisini ‘önemli’ bir oyuncudan çok daha önemli bir oyuncu sanıyor olmalı ki sahada hep tek başına bir şeyler yapmaya çalışıyor. Öyle ki, ezdiği ya da kaptırdığı her top Beşiktaş ceza alanı önünde gol pozisyonuna değilse de sıkıntıya neden oluyor. Roberto Hilbert ve İsmail Köybaşı’nın mücadeleleri de takdir edilmeden geçilemez. Beşiktaş, kazanabileceği bir maçı beraberlikle bitirdi. Ancak futbol adına çok daha önemli bir şey vardı. Deplasman yasağı gerekçesiyle stada sokulmayan Galatasaray taraftarı, İTÜ’nün olduğu bölümden ‘Beleştepe’de konuşlanmış Beşiktaş taraftarlarına meşale yağdırdı. Eğer o arbedede birinin burnu kanadıysa, bunun sorumlusu kim olacak?

21 Kasım 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Peki ama 'biz' kimiz?‘’

Akıldan söz eden kimseye rastladınız mı?
Nihayet ‘akıl’ dedi biri. Ama o da, “Akıl derken duygumuzu kaybettik” diye sürdürdü konuşmayı. (Rıdvan Dilmen) Şuna inanır mı olduk acaba hepimiz; “Duygu, akla ihtiyaç duymayan bir histir.”
Bu ülke futbolunun kesif bir stoper sorunu olduğu bilinirken, Giray Kaçar hangi ‘duygu’ ile hiç olmadığı birine dönüşecekti ki?
Ya da kaç maçtır formsuz olan Gökhan Gönül’ü hangi motivasyon ‘duygu’ ile oynayacak birine dönüştürebilirdi?
Ellerinden geleni yapmaya çalışan Arda’yı, Emre’yi ne tür bir ‘ateşleme’ takım olmayı bir türlü beceremeyen bir takımın dişlisi haline getirebilirdi ki?
Maç kopunca bir de “Biz bu değiliz” sözü çıktı ortaya...
Bu tespitten iki dakika önce tribünün bir bölümü duyulur biçimde kaleci Volkan’a küfür ediyordu...
Olmayan stoper biz değiliz, formsuz sağ ve sol bek biz değiliz, çaresiz orta saha ve forvet bizim değil, kalecisine küfür eden taraftar bizim değil...
Peki ama ‘biz’ kimiz o zaman?
Hayal kurmak iyidir, aklı geliştirir, ama hayal ile yaşanmaz.
Guus Hiddink, “Sadece Burak’a bağımlılık bizi kırılgan yapıyor” dediğinde kimse bu sözün ne anlama geldiği üzerine düşünmek istemedi...
Duyguya, motivasyona güvenip hayal kurduk, hayal ettik. Ama sahada ‘duygu’ değil ‘akıl’ galip geldi.
Oysa iyi futbol, tıpkı hayat gibi akıl ile duygunun uyumlu beraberliğini gerektiriyordu. Hayat bir kez daha ‘dersini’ verdi...
Muhtemelen bu dersten çıkarılacak sonuç; Hiddink’in gönderilmesi olacak... Ama hayat yine bir köşede kıs kıs gülecek, bir sonraki maça kadar.

12 Kasım 2011, Cumartesi 11:00
YAZININ DEVAMI