‘’Fernandes'in ifadesi!‘’
Elbette Almeida’nın erken sakatlanması oyun planına olumsuz anlamda etki etmiştir. Ne var ki ligin dibine demir atmış, bu sezon üçüncü hocasıyla çalışan bir takıma karşı şampiyonluk iddiası taşıyan bir takımın oyun biçimiyle fark yaratması gerekmiyor muydu?
Mersin’in can havliyle oynadığı maçta Beşiktaş’ta ne yaptığını bilen ve takımı dengede tutmaya çalışan tek oyuncu Manuel Fernandes’ti desek yanlış olmaz. Biraz da topsuz alan ustası Niang. Başta Necip ve Veli olmak üzere neredeyse tüm Beşiktaşlılar ‘ustabaşı Fernandes’i koruma kollama görevi edinmiş gibiydi sahada! Ne sorumluluk alma, ne fazladan bir şey yapma gayreti. Ancak şunu da unutmamak gerek ki, Necip ve Veli gibi futbolcular ‘taktik disipline bağlılığı’ yüksek oyunculardır. Yani, onları biraz da takımın oyun anlayışının sınırları içinde analiz etmek gerek. 60’ıncı dakikada ‘problem çözücü’ olarak oyuna dahil edilen Oğuzhan’ı da bu çerçevede ele almak gerekir.
Beri yandan, Manuel Fernandes’in gerek attığı, gerek attırdığı gollerdeki yüz ifadesini siz de fark etmişsinizdir... Kayıtsız, küskün hatta bir miktar sitemli! Oysa Samet Aybaba onu “Takımın sahadaki lideri” olarak tarif etti haftalarca. Gol atan ancak sevinmeyen ve arkadaşlarına mesafeli bir lider! Düşündüm de... Arkadaşımız Orhan Yıldırım önceki gün Fanatik’te Fernandes’in kampta promile bağlı olarak yüksek volümde müzik dinlediği için uyuyamayan arkadaşlarının şikayetçi olduğunu ve sorun çıktığını yazmıştı. Ve tahmin edileceği gibi Beşiktaş Yönetimi de bu haberi alelacele yalanladı. Basın tarihi, muktedirlerce yalanlanmış nice haberin kısa süre sonra farklı kaynaklarca doğrulandığı gerçeğini de yazar kuşkusuz. Bence Fernandes’in ifadesi haberi doğrulayan en güçlü ‘kaynaktı.’
Ve finalde soruyorum, Fernandes’in 83. dakikada girdiği pozisyonda gol atmaya çalışması mı doğruydu, yoksa topu genç Oğuzhan’a geçirme gayreti mi? Bu soruya vereceğimiz yanıt, oyunu da hayatı da nasıl algıladığımızı gösteren doğru tanımlardan biri olacaktır, şüpheniz olmasın!
‘’'Çarşı' ikinci kez sürgüne!‘’
Anlamını, ‘kazandığı kupalar’da değil, ‘kalabalığında var eden bir takım’dır Beşiktaş. En azından benim için böyledir...
Oysa Başkanı Fikret Orman, ‘taraftar’ ile ‘müşteri’ arasında tercih yapmış modern zaman futbol yöneliminin tipik temsilcisi gibi... Beşiktaş’ı başkalaştırmak için bulunmaz bir ortama doğan Orman, dün Fanatik’te ‘Çarşı’ için şunları söylüyordu: “Onların olacağı yeri daha makul seviyede tutacağız. Çünkü yeni stadımızda onlara çok ihtiyacımız olacak. Kale arkasına geçecekler. Stadın en iyi yerinde en çok para verenin oturması lazım...”
Düşünmeden edemedim! Acaba sivil, serbest katılımlı ve kaç kişi olduklarını kendilerinin bile bilmediği ‘Çarşı’ grubunu Orman mı yönetiyor ki, onlar adına konuşup, karar veriyor? Yoksa, kale arkasına gideceklerin biletleri bir jest olarak kulüpten mi? Oraya gidecekler ceplerinden bilet alacaksa, ‘zenginlerin koltukları’nı da para verip edinmelerini kim, hangi hakla engelleyecek?
Taraftarı zengin/fukara olarak ‘müşterileştiren’ bu bakış açısı için Almanya’dan bir karşı örnek vereyim de, kafalar belki biraz açılır!
Takım, Borussia Dortmund. Taraftarı Avrupa’nın en düşük kombine fiyatlarından birine sahip! En ucuz kombine fiyatı yaklaşık 190 Euro!.. Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaldırdıktan sonra çöken ve tekrar, plan ve ‘takım değerlerine bağlılık’la yükselen Dortmund’un CEO’su Hans-Joachim Watzke diyor ki; “Avrupa’nın bir çok ülkesinde taraftarlar artık müşteri haline geldi ve buna itiraz etmiyorlar. Ancak, bir Alman taraftara ‘müşteri’ olduğunu söylerseniz sizi öldürebilir! O kulübüyle arasında bir bağ ister...”
Ve Watzke devam ediyor; “İşçi sınıfından oluşan Ruhr bölgesinde insanlar bizden ne ister diye sorduk. Cevabı basitti; sürekli mücadele ve varımızı yoğumuzu vermek. Böylece yeni felsefemiz oluştu.”
Sloganı Beşiktaş’ınkine benzer, ‘Gerçek aşk’ olan Dortmund’un CEO’su sürdürüyor konuşmasını: “Kulüp kültürünün parçası şeylerle ilgili önemli kararlar aldık. Bilet fiyatları açısından yılda yaklaşık 5 milyon euro kaybımız oluyor ama bunu göze aldık ve her maça sarı-siyah formayla çıkıyoruz.” Yani özetle Beşiktaş’ta yapılanların tam zıddını yapıyor Avrupa’yı kasıp kavuran Dortmund. (B.Dortmund dosyası FourFourTwo dergisi Mart sayısında. Hararetle tavsiye edilir..!)
Beşiktaş ise güçlü markası ‘Çarşı’yı kriminalize edip, Serdar Bilgili döneminin ardından ikinci kez ‘sürgüne ötelerken’, bilet fiyatlarını artırarak tribünleri ‘soylulaştırma’ hattına giriyor. Sonucu tahmin edebilecek var mı?
‘’Vasat oyun yavan maç‘’
Çünkü, yetenekli oyuncu sayısı fazla ‘pahalı takımlarla’ aradaki farkı kapatmanın tek yolu müdafaa oynama bilgisini geliştirebilmekten geçiyor. Hücum organizasyonları yetenekli ve haliyle pahalı oyunculara ihtiyaç duyuyor. Müdafaa öyle değil... Güçlü ve birbirine yakın oynayan oyuncu sayısını artırınca en azından beraberliği kurtarma ihtimali güçleniyor. Andorra gibi takımlar da kolay ulaşılır ve uygulanabilir bu bilgi nedeniyle ister istemez bu zorunlu yola giriyor. ‘Oynamak ve eğlenmek’ gibi bu oyunun varlık nedeni olan ilke ‘kazanabilmek için oynatma’ teziyle yer değiştirince ortaya da tatsız tuzsuz maçlar çıkıyor. Veriyorlar sana topu geçiyorlar geriye, ‘Bir fırsat çıkar belki’’ diye bekliyorlar.
Kaybettiği maçlar nedeniyle Dünya Kupası geleceğini ‘başkalarının kayıpları’na bağlayan Milli Takım zaman zaman 11 kişiyle kendi ceza sahası içine yığılan Andorralılar arasından topu geçirecek delik bulamadı. Şaşırtıcı olan dışarıdan atılan şut sayısının düşüklüğüydü. Bu tip oynayan takımlara karşı arkaya koşucular ya da driplingle içeriye kat ediciler değil de ‘vurucular’ daha çok iş yapar diye düşündürttü oyun düzeni bana.
Her takım ve her maç farklı düzenler gerektirdiğinden bu maçı, Macaristan maçının idmanı olarak düşünmek de doğru olmaz. Doğrusunu isterseniz tempoyu haliyle tansiyonu yükseltmeyi beceremeyen, Türkiye Ligi vasatını aşamayan milli takım,
“Gelecek için ümit veriyor” türünden cümleler kurmamıza izin vermiyor ne yazık ki!.. Günler, olumlu gelişmelere gebe gibi görünmüyor...
‘’İnsafsız tribün!‘’
Kuşkusuz ki, bir çok duygu gibi ‘insafsızlık’ da insan tarihi kadar eskidir. Umulur ki, bilgi arttıkça bu tür olumsuz duygular akıl tarafından köreltilir ve insan daha gelişmiş bir varlığa dönüşür. Ama bu sadece umulur!..
Bir kurmaca olan oyunun - haliyle de futbolun - insanları etkinlik ve mutlululuk vasıtasıyla geliştirdiği genellemesi yapılırsa da pekala ‘hasta ettiği’ de söylenebilir. ‘Kazanma hırsı’ insanın aklını, vicdanını körelttikçe bunca bilgiye(!) rağmen ‘insafsızlık’ artıyorsa bu noktada durup biraz düşünmek gerek.
Beşiktaş taraftarlarının önemli bölümü geçmişte Vedran Runje’ye yapılana benzer bir tavrı şimdilerde kaleci Cenk Gönen’e göstermekten geri durmuyor. Hayli kalabalık bir grup, pür dikkat ve ajite halde kaleci Cenk’in hata yapması için insafsızca aportta... Hatalı bir degaj, iki hamlede kontrol ettiği bir top ya da yenilen gol Cenk’e yüklenmek için yetiyor da artıyor...
Oysa oyunun olmazsa olmaz paydaşlarından taraftarlığın en önemli katkısı, kendi oyuncularına ilham verip onları yüreklendirerek yukarı doğru itmektir. Yoksa insan kızmak, küfretmek, kendi oyuncusunu aşağı çekmek için neden taraftar olur? Neden onca zahmete katlanıp stata gider?
Futbol bize sadece ‘kazanmayı’ değil aslında bu hayatı nasıl yaşayabileceğimizi de öğretiyor. Tabii görebilirsek.. Daha az yetenekli olan, daha tecrübesiz, bir yanı daha eksik olanımızla dayanışarak nasıl hep birlikte yükselebileceğimizi gösteriyor. Futbol bir çok şey olduğu gibi bir yanıyla ‘eksik tamamlama’ oyunudur da. Hepimizin birbirimize muhtaçlığını anlatır bu oyun. “Yanındakinin açığını kapatırsan, kazanırsın. Bu kadar basit” der ama nedense biz duymamak için direniriz.
O nedenle varsa Cenk’in bir eksiği bir yandan o çalışırken diğer yandan taraftarın da ona katkı sağlaması oyunun emridir! Bundan önce defalarca yapılmış ve hiçbir işe yaramamış bu zalim tarzdan derhal vazgeçmek gerekiyor. Bir dönem Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu’na, şimdilerde Fenerbahçe tribünlerinde Selçuk Şahin’e, İnönü’de Cenk Gönen’e ve daha nicelerine... Yeter artık!..
Aybaba'ya saygı
Sezon başlarken acaba kaç taraftarı Beşiktaş’ın ligin buralarında olacağını tahmin edebiliyordu!.. Öyle ya da böyle, şu an Beşiktaş ligin üçüncüsü durumundaysa bunda hiç kuşkusuz ki Samet Aybaba’nın da payı var. Haliyle her kayıp puanın ardından Aybaba’ya yönelik tribün tepkisini de insafsızca bulduğumu belirteyim. Beşiktaş, bir futbol takımından öte rakibi de dahil kendine katkı sağlayan her bireye saygı duyan bir kültürdür. Aybaba’ya saygı göstermek Beşiktaşlılığın olmazsa olmazıdır. Ancak ne yazık ki, lümpen kültür hayatın her yanını olduğu gibi bir kıyıdan Beşiktaş’ı da kemiriyor!
Görün... Biz arkadaşız!
Jose Mourinho... Yaptıkları ve yapacağı farz edilenlerle, saha içi ve saha dışı tutumu, kazanmayı her şeyin önüne koyan tarzıyla modern zaman futbolunun büyük fenomenlerinden. Önceki akşam Kayseri’deydi ve medyanın neredeyse nutku tutuldu! Güç ve liderlik karşısında yüksek büyülenme kaabiliyetine sahip kalabalıklar da bu vesileyle kamaşmış gözlerle şöhreti, başarıyı ve gücü bir kez daha kutsadı.
Öte yandan bu ilginin altında ‘kesif bir kompleks’ de sezilmiyor değildi. Her durumu kendi gerçekliğinden kopartıp abartarak anlamaya çalışan bakış açısı burada da kendini gösterdi. Evet, Mourinho aynı zamanda iyi bir ‘magazin karakteri’ ve hal böyle olunca medya ilgisi de anlaşılır ama bu biraz aşırıya kaçmak olmuyor mu?
Düşünün, futbolculardan çok Fatih Terim’e odaklanma konusunda hayli mahir olan kameralar bile ‘yerli imparator’u ihmal edip oturduğu yerde oturan ve en ufak bir aksiyon planı vermeyen ‘Portekizli Titan’a yöneldi sık sık!.. “Bir daha ne zaman gelir kimbilir?” haleti ruhiyesinin ilahlaştırdığı ve gerçekten kopararak abarttığı bir durum ortaya çıktı böylece.
Bilinir, Mourinho medya algısını yönetme konusunda hayli marifetli biridir ve burada da Fatih Terim’e bir tür ‘el ense’ atarak verdiği fotoğraf onun ustalığının kanıtıdır!
Ancak unutulmasın ki Fatih Terim de aynı algının ustalarındandır... Örneğin, Schalke maçı öncesi basın toplantısında Fenerbahçe şikayetlerini yanıtlamak için not kağıdının arkasına yazdığı geçmiş dönem maç trafiğini ‘bir kaza sonucu’ objektiflere yakalatması tam da bu bağlamda ele alınmalıdır.
Futbol bağlamında ele alırsak şimdiye değin yapıp ettikleriyle Fatih Terim zaten öğretecek çok şeyi olan iyi bir öğretmendir. Four Four Two dergisinin değerlendirmesine katılıyorum, bu ülkenin “gelmiş geçmiş en iyi 50 teknik direktör”ü listesinin ilk basamağında onun olması aklın emridir.
O nedenle Abdürrahim Albayrak’ın da sık sık yaptığı gibi Terim’i Mourinho’nun yakın arkadaşı olarak gösterme gayretleri nafile girişimlerdir ve esasen Terim’e haksızlıktır. Evet, iyi arkadaş da olabilirler ama o sunum daha güçlü olarak algılanan Mourinho merkezlidir ve ‘eşitsiz’ bir sunumdur. Ve aslında başta sözünü etmeye çalıştığım o batılıya karşı duyulan ‘kesif kompleks’in tezahürüdür.
O nedenle bu ‘el ense fotoğrafının’ okumasını yaparken bunun ‘algı yönetimi’ konusunda bir tür karşılıklılık ilişkisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. İki ‘eşit’ algımızı yönetiyor; “Biz arkadaşız!..” Haliyle bu durumda, “Evet ama nereden arkadaşsınız?” sorusu da anlamını yitiriyor. Çünkü burada ‘gerçek’ değil ‘görünüş’ hedefleniyor ve görüldüğü kadarıyla da amaca ulaşılıyor.
‘’Cenk'e insafsızlık‘’
Bir kurmaca olan oyunun - haliyle de futbolun - insanları etkinlik ve mutlululuk vasıtasıyla geliştirdiği genellemesi yapılırsa da pekala ‘hasta ettiğini’ de söyleyebiliriz. ‘Kazanma hırsı’ insanın aklını, vicdanını körelttikçe bunca bilgiye(!) rağmen ‘insafsızlık’ artıyorsa bu noktada durup biraz düşünmek gerek.
Beşiktaş taraftarlarının önemli bölümü geçmişte Vedran Runje’ye yapılana benzer bir tavrı şimdilerde kaleci Cenk Gönen’e göstermekten geri durmuyor. Pür dikkat ve ajite halde kalecilerinin hata yapmasını gözlüyorlar... Hayli kalabalık bir grup Cenk’e karşı insafsızca aportta bekliyor... Hatalı bir degaj, iki hamlede kontrol ettiği bir top ya da yenilen gol Cenk’e yüklenmek için yetiyor da artıyor...
Oysa oyunun olmazsa olmaz paydaşlarından taraftarlığın en önemli gücü, kendi oyuncularına ilham verip onları yüreklendirerek yukarı doğru itmektir. Yoksa insan kızmak, küfretmek, kendi oyuncusunu aşağı çekmek için neden taraftar olur, neden onca zahmete katlanıp stada gider ki?
Futbol bize sadece ‘kazanmayı’ değil aslında bu hayatı nasıl yaşayabileceğimizi de öğretiyor. Tabii görebilirsek.. Daha az yetenekli olan, daha tecrübesiz, bir yanı daha eksik olanımızla dayanışarak nasıl hep birlikte yükselebileceğimizi gösteriyor. Futbol bir çok şey olduğu gibi bir yanıyla ‘eksik tamamlama’ oyunudur da. Hepimizin birbirimize muhtaçlığını anlatır futbol. “Yanındakinin açığını kapatırsan, kazanırsın. Bu kadar basit” der ama nedense biz duymamak için direniriz.
O nedenle Cenk’in açığını kapatmak oyunun emridir! Taraftar da bu oyunun parçası olduğuna göre kalecilerini yükseltmek için elinden geleni yapmakla yükümlüdürler. Bundan önce defalarca yapılmış ve hiçbir işe yaramamış bu zalim tarzdan derhal vazgeçmek gerekiyor. Bir dönem Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu’na, şimdilerde Fenerbahçe tribünlerinde Selçuk Şahin’e, İnönü’de Cenk Gönen’e ve daha nicelerine... Yeter artık!..
‘’Sıkıntılı süreç...‘’
İlk yarı boyunca ne yaptığını bilmez halde oynayan Beşiktaş’ın bir de sol arka kanadı olmayınca Kasımpaşa için işler kolaylaştı. Neredeyse tüm yarı boyunca tehlike anları Beşiktaş ceza sahası civarındaydı. Sol bek sorunu Aybaba’yı sürekli deneme-yanılma yöntemine zorluyor. O mevkiye çözüm üretilemeyince takımın balansı da bozuluyor. Öyle ki, Emre-Necip değişikliğindeki stoper karmaşasında tüm stoperler alışkanlık olarak müdafaa göbeğini savunma telaşına düşünce, neredeyse üçüncü golü de yiyorlardı.
İkinci yarı Necip-Almeida katkılı Beşiktaş daha derli toplu oynamaya başlayınca Kasımpaşa da o aksayan sol tarafı yıpratamaz hale geldi. Yine de organize ataktan çok bireysel beceriye bel bağlamış olmak Beşiktaş’ı ileri taşımaya yetmedi. Kasımpaşa, Olcay’ın zorunlu olarak orta saha arkasına düşmesiyle hücum alternatifi azalan Beşiktaş’ın bu durumundan yararlanmayı beceremedi. Taa ki 78’e kadar... İkinci yarının ilk ‘kaçak pozisyonunda’ Halil Çolak’ın kaleciyle burun buruna kalıp golü yapması o ana kadar can havliyle saldıran Beşiktaş’a havlu attırdı.
Kasımpaşa dengeli, sakin, gücü oranında ne yaptığını bilerek oynayınca istediğini aldı. Beşiktaş ise arzulu ancak bir türlü olgunlaştırmayı başaramadığı oyunlarından birini daha oynadı. İki hafta deplasmana çıkacağı düşünülürse ilk üç için sıkıntılı bir sürecin başladığı da söylenebilir...
Maç çıkışı taraftarın ruh hali bir tür kabullenişti: Bu takımla ve bu şanssızlıkla bundan fazlası olmazdı. İlk üç Beşiktaş için en ideal sonuçtu.
‘’İstedikleri oldu yenilmediler‘’
Doğrusu ben kendi adıma diğer takımlar düşünüldüğünde kadronun o kadar da sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Ancak kuşkusuz, art arda gelen sakatlıklar devamlılık sağlama ve oynatmak istediği oyunu olgunlaştırma konusunda Samet Aybaba’nın elini hayli zora soktu.
Memleket futbolunun vasatı aşamayan kalitesine bir de ‘üsttekilerin’ şaşırtıcı puan kayıpları eklenince Beşiktaş bir anda ligin zirvesine ulaştı ve haliyle devreye ‘tedbir’ zorunluluğu girdi. Özellikle ilk devre en çok eleştirilen yanları, ‘çok gol yiyor’ olmalarıydı. Bu zaafı gidermek için tedbirler devreye girince de ister istemez vites düşürdüler. Çünkü artık önemli olan oyundan öte puan olmuştu. Dün de maça damgayı bu ‘tedbirli oynama hali’ vurdu.
Trabzonspor’un içinde bulunduğu kriz de onları ‘yenilmeme konusunda’ daha duyarlı yapmıştı. Yenilgi halinde tribünde oluşacak reaksiyon önceki maçlara benzemeyecekti kuşkusuz. Çünkü ‘ligin boyu iyiden iyiye kısalıyordu.’ Bu durum onları da ‘tedbirli oynamaya’ zorlayınca ortaya memleketin ortalaması olan o tanıdık durum yani ‘vasat futbol’ ortaya çıktı. İki takımın da kuralı şuydu; “Bekle, gol yeme, yakalarsan atarsın!”
Kilidi çözmek için doğaçlamalarına muhtaç olunan Fernandes ve Oğuzhan’ın Trabzonlu oyuncuların yakın temasına uğramaları, Holosko’nun bir ara delecek gibi olduğu sağ kanadı Tolunay Kafkas’ın erken tahkim etmesi işi, Olcay Şahan ve Niang’ın şansla karışık pozisyonlarına bıraktı. Onların bazıları da Onur Kıvrak’a takılınca aslında iki takım da istediğini aldı; yenilmedi.
Belli ki Beşiktaş’ın Gökhan Süzen takviyesine rağmen ne yaptıysa onaramadığı sol kanadı sezon sonuna kadar ayağına dolaşacağa benzer. Trabzonspor için ise işler hayli zor görünüyor. Hani ateş nerede barut! Görülüyor ki ikisi de yok. Haliyle bu durumda ‘aydınlık için bir umut’ belirmediği gibi zevkle izlenebilecek bir oyunun ortaya çıkması da mümkün olamıyor.
‘’Bir bilet hikayesi‘’
Son örnek Galatasaray taraftarları. Schalke 04 maçı için Veltins Arena’da Galatasaray için ayrılan yaklaşık 2500 bilet anında ‘buharlaştı’. Kimi, 1500 adetin loca sahiplerine gittiğini, kimi bir grup biletin yöneticilere verildiğini iddia etti. Kulüp ise itirazın iyiden iyiye yüksek perdeye ulaşması üzerine tüm biletlerin turizm acentası tarafından taraftarlara dağıtıldığını açıkladı. Artık kim inanırsa!..
Galatasaray taraftarlarının bir bölümü öfkeli. Bazıları otel, uçak paralarını ödediği halde bilet bulamamaktan yakınıyor. Düşünün ki, ‘paralı taraftar’ı bile mağdur eden bir durum söz konusu.
5 yıllık kombine!
Bu, işin sadece bir maçlık bölümü! Elbette bu zincirleme bir süreç... Bir de hadisenin ‘kombine bilet’ boyutu var ki o daha da çetrefil. Merakta kalmayın, kulüpler yakında tıpkı localarda olduğu gibi ileride kullanacakları garanti para için 3-5 yıllık kombineler satmaya başlar. Parayı bastıran girer tribüne...
Parası olmayan, bir iki maç için, o da kale arkasının dip köşesine, o da para denkleştirebilirse kafası kopmuş tavuk misali bilet bulmak için yırtınır.
Futbol bize toplumsal eşitsizliğin geldiği durum ve toplumsal algı bozukluğu için şahane fotoğraflar veriyor ama görebilen kaç kişi?
Tuttuğu takımın hiç giremeyeceği ‘modern stadyumu’ için böbürlenen taraftar tıpkı, kredi kartı borcunu ödeyemeyen ancak izlediği kanalda alt banttan geçen borsa rakamlarıyla işlerin iyi gittiğine inanan yoksul gibi...
Futbola ruhunu veren taraftarlar kale arkalarına kovulurken, endüstrinin tek derdi satış yapmak. Ve her satılan mal taraftar için “Biz büyüğüz” tatminini sağlıyor, o kadar!..
Biliyorum, “Ne var bunda, dünyanın düzeni böyle” diyeceksiniz. Ya da, “Para olmasa yıldız oyuncu nasıl izlenecek?” Futbolun beşiği İngiltere’de bile taraftarların tribün geleneği olan dede/baba/çocuk/torun devamlılığı bu endüstriye kurban giderken olan biten ‘normal bulunacak’! Demokrasinin temel öğelerinden ‘fırsat eşitliği’, güç ve para lehine lağvedilirken “Takımım büyüdükçe büyüyor” sanılacak. Halbuki büyüme de ‘eşitsizdir’. Güçlüler çarpan etkisiyle yukarı çıkarken yukarı çıktığını sananların önemli bir bölümü geriler küçük bir bölümü ise ‘yerinde sayar’. Hayatı da futbolu da düşünürken bu formülü akılda tutmakta fayda var...