Arama

Popüler aramalar

‘’Bir derbi böyle geçti...‘’

Yıllardır kapalı tribünün aynı bölümüne giden biri olarak ‘birinci arama noktası’nda kimseciklerin olmamasına şaşırmış halde G kapısına yürüyorum. Durum ‘olağanüstü’. Uzun zamandır ilk kez kapı önü, peteğe polen yetiştirme telaşındaki arılar misali alt alta üst üste. Yaşıma hürmet mi yoksa bir parça ‘televizyon tanınırı’ olmanın faydası mı bilemiyorum, kapı önündeki gençler “Sen önden buyur abi” diyerek yana çekilince itiş kakış yaşamadan turnikeye ulaşıyorum. Ulaşınca anlıyorum ki, bana sağlanan kolaylık saygı ya da ‘tanınırlık’tan değil, kalabalığın ‘biletsiz’ oluşundan! Ne var ki maç başlamadan bir iki dakika sonra kapıdaki ‘biletsiz ama saygılı’ gençlerin çoğunun çevremde olduğunu fark edince, meziyet ve kararlılıklarına imrenmiyorum dersem yalan olur. Nasıl olmuşsa hepsi bir biçimde içeri girmeyi başarmış!

Biber gazı sıkıldı

Saat 19.00. Ama ne hakemler ne futbolcular! Ortalıkta kimse görünmüyor. Nedenini merak edip sorunca çevremdekiler durumu şöyle açıklıyor: “Polis dışarıdaki olayları bastırmak için ortalığı biber gazına boğdu. Soyunma odalarını da gaz basmıştır ondan olabilir. Biz bile burada gözümüzü açamadık bir süre.”

Tribün hınca hınç dolu, neredeyse bir koltuğa üç kişi tünemiş vaziyette bekliyoruz başlama vuruşunu. Çoğunluk ellerindeki ‘akıllı telefon’larla yaşadıklarını ölümsüzleştirme telaşında. Belki bir daha hiç bakmayacakları fotoğraflar çektirip ‘anı’ topluyorlar kendi kavillerince. Maç başlıyor... Küfür kıyamet... Kimi Fenerbahçeli oyuncuların faullerine, kimi pas yapamayan Beşiktaşlı futbolculara, kimi hakeme... Yani ‘Erşan Kuneri’ misali aşçı bahçıvana, bahçıvan şoföre, şoför uşağa sonra hepsi uşağa durumu... Tam önümüzde bir iki ofsayt pozisyonu oluyor Beşiktaş aleyhine. Hepimiz görüyoruz aslında; ofsayt.. Ama çoğunluk “Değildi” diyerek başta önümüzdeki yan hakem olmak üzere duyulmamış küfürler ediyor sağa sola. Tam çaprazımızda demirlere tutunmuş vaziyetteki kızıl saçlı kadın hepimizin ilgisini çekecek desibelde çığlıklar atıyor zaman zaman.. En önde her maçta soyunan bu maçta da başta üstü çıplak olan ‘ciğerci’, bu kez üşüyor giyiniyor ilerleyen dakikalarda.

Zeki Demirkubuz’un yorumu!


Üç yaşlı abi var bir kaç sıra önümüzde. Uzun yıllardır tribüne gelmediklerinden midir nedir, içinde bulundukları ortama hayli yabancı duruyorlar. Devre arasında Dirk Kuyt’ın kendi kalesine attığının belli olduğu golün ardından yaşanan sevinç abileri hayli ürkütüyor. Havada küfür kaplama ‘analizler’ uçuşurken abiler sakin, edeplice izliyorlar maçı... Yıllardır tribündaşım olan Zeki Demirkubuz bir ara maçtan kopuyor ve şuna benzer son derece zihin açıcı bir tahlile dalıyor: “Abi bu Egemen geçen sene bizde, bir sene önce Trabzon’da, daha önce Bursa’da... Bu nasıl bir oyun? Geçen sene buranın kahramanıydı şimdi hain muamelesi görüyor neredeyse! Hiçbir şey kalıcı olmayınca, derinlik de mümkün olmuyor. Oyunun tadı tuzu iyiden iyiye kaçtı...” Zeki anlatana kadar işin bu yanını düşünmemişim. Haklı... Bu oyun bir sevgi öznesini, çok kısa sürede bir nefret nesnesine dönüştürüyorsa demek ki ağır biçimde sakatlanmış durumda.

Maç 2-2’ye geliyor. Ve tribündekiler geri kalan zamanı elleri yüreklerinde izlemeye geçiyor. Hele ki uzatmadaki üst üste gelen kornerlerde... “Ha yedik ha yiyeceğiz” duygusuyla gerilen bünyelerden yükselen elektrik havada asılı duruyor... Veee... En son Olcay’ı görüyoruz Fenerbahçe ceza sahası içinde... Olanlar oluyor..

Sevinçten küfürler edildi

Havadaki elektrik patlamaya dönüşüyor. Görüntüdeki sesleri silin, geriye toplu bir ‘çıldırma ayini’ kalır herhalde. Herkes vücudunun yapamayacağı bir hareketi gerçekleştirmeye çalışıyor. Biri nedense koluma yapışıp beni devirmeye uğraşıyor! Bir başkası diğerinin yanağını ısırmaya çalışıyor. İki kişi üzerimden aşıp ayaklarımın dibine yığılıyor. Gözüm o üç abiye takılıyor bir ara. Korku içindeler. Fiziksel olarak o enerjiye ayak uydurmaları mümkün değil, oradan kaçmaları ise hiç mümkün değil. Çaresizler... Hakemin bitiş düdüğü duyulmuyor ama maçın bittiği belli oluyor. Yaşlı abiler kazasız belasız kurtuluyor. Bu sefer küfürler sevinçten ediliyor. İnsan şaşırıyor, mutluluk neden daha nezih ifadelerle çoğaltılamıyor diye... Öte yandan “Bu kadar insanı böylesine mutlulukla kucaklaştıran kaç duygu var acaba” diye de düşünüyor tabii...Dışarı çıkıyoruz. Ağızlar kulaklarda. Ancak ilerlemek mümkün değil kapalının önündeki yol araçtan, köfteci el arabasından geçilmiyor. Az ileride iki kocaman TOMA -bir tür polis aracı- kenara park etmiş. Yürümek mümkün değil. Küçük bir otomobil içindeki kadın sürücü aracın içine kaybolmak istercesine siniyor. Otomobili yumruklayan, tokatlayan, camını öpen.. Her geçen tuhaf bir hareketle korku içindeki kadının korkusuna korku katıyor. Gece bitiyor. Bir Fenerbahçeli, bir Galatasaraylı dört Beşiktaşlı arkadaş geceye Beyoğlu Ocakbaşı’nda bir süre daha maç yorumlarıyla devam ediyoruz. Sonra biz de sıkılıp, “Karaburun ne güzel yerdir be abi” muhabbetine dönüyoruz...

05 Mart 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Son saniyede olsa da...‘’

İçeriye girmiş bu kadar insan için bilet basıldı ve satıldıysa, Beşiktaş borçlarının ciddi miktarını ödeyebilir sanırım. Bu kadar başıbozuk bir stat organizasyonu yapmak herhalde büyük marifet gerektirir! Maçın ilk bölümü tahmin edilebileceği gibi iki takımın ‘Kontrol’ tercihi nedeniyle sıkıcı geçti.

Fenerbahçe’nin gol öncesi saldırgan tarzı oyuna ritm kazandırınca ortalık şöyle bir canlandı. Daha akılcı ve akıllı oynuyor görüntüsündeki Fenerbahçe, Beşiktaş’ın agresif tarzına ayak uyduramayınca, denge de yer değiştirdi. Pozisyon fukarası ilk yarının son bölümlerinde yükselttiği tempoyla oyuna ağırlığını koyan Beşiktaş, bulduğu golle ikinci yarıya en azından moral üstünlüğü ele geçirmiş olarak çıktı.. Bu sezon maçların son bölümünde sıkıntı yaşayan Beşiktaş bu kez kendini bu dilimde zorlamayan bir rakibe karşıydı. Gökhan Süzen ile Emre’nin yer değişikliği müdafaa tadilatı açısından işe yararken ikinci golün de başlangıcı oldu.
İkinci yarıyı enerjik, agresif ve de arzulu oynayan Beşiktaş son saniyede de olsa alacağını aldı. Özellikle Fernandes ve Olcay’ın üst düzey çabasına, Holosko ve Hilbert’in yıpratıcı koşuları da eklenince denklemin çözümünde Beşiktaş öne çıktı. Temposu çoğunlukla olduğu gibi yine düşük kalan Fenerbahçe’de hafta içi Aykut Kocaman’ın “Yenilen büyük kırılma yaşar” sözü akla gelince, en azından ligde işlerinin artık çok zor olduğu rahatlıkla söylenebilir.

04 Mart 2013, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın tuhaf işleri‘’

Yıldırım Demirören yönetiminin son 2 aylık döneminin ibra edilmemisiyle birlikte yönetim eline 103 milyon TL için bir 'hibe kozu' geçirmiş gibi algılanıyor. Dün Avukat Ali Rıza Dizdar, Fanatik'te "Eğer elde belge varsa ve mahkemeye vermiyorsa bu yönetim suç işliyor" diyordu. Sanırım "103 milyonun hibesi için alttan alta pazarlık yapılıyor" türü şantaj algısını değiştirmenin tek yolu var. O da, yönetimin kendinden önceki dönemle ilgili yaptırdığı denetimde herhangi bir usulsüzlük tespit edilip edilmediğinin açıklanması. O denetim raporları açıklanmadıkça bu tür şüpheler öyle ya da böyle sürekli dile getirilecektir.

* * *
Kongrede Fikret Orman konuşuyor; "Yeni statla beraber kartı olmayana bilet satmayacağız." 'Taraftar kartı' olmayana bilet satmamak muradı hayli aşan bir ifade. Bilindiği gibi maça gitmek tıpkı 'seyahat özgürlüğü' gibi anayasal hak. Yani, her vatandaş istediği maça biletini almak koşuluyla gidebilir. Temel ilke bu. Ancak özel durumlarda güvenlik gerekçesiyle tribünde 'grup oluşturmak', yerel idare tarafından kısıt altına alınabilir. Haliyle 'Beşiktaş Taraftar Kartı'na sahip olmayan bir Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon, Diyarbakırspor ya da her hangi bir takım taraftarı biletini almak koşuluyla stata girme hakkına sahiptir. Bırakın hayatımızı kuşatmış olan bu 'kimlikçi, ayrımcı dil' bari statlara girmesin... Umarım bu mesele benim anladığım gibi değildir!

* * *

Öte yandan, 'taraftar profili'ni değiştirmek için incelikli bir politik çizgi izleyen Beşiktaş yönetimi son olarak Fenerbahçe maçı için bilet fiyatlarına 'çaktırmadan' yüzde 25 zam yaptı. Örneğin 120 liralık biletler bir hokus pokusla 150 liraya fırladı. Neden? Maç önemli! Eeee, hangi maç önemli değil ki? Bazı maçlar önemli değilse, o zaman kayıp puanlara neden bu kadar yanıp yakılınıyor!

'DÜRÜST'ÇE BİR HATIRLATMA!

İşlerin sarpa saracağının hissedildiği noktada memleket futbol yöneticisi - takım adı fark etmez - hakemleri taraftarlara hedef gösterip, 'kurtarma filikası'yla güvenli sulara doğru yolculuğa çıkar. Bu şaşmaz bir gerçektir. Son olarak Galatasaray İkinci Başkanı Ali Dürüst, Ordu maçının ardından ''Hakemin bütün kötü yönetimine rağmen tahriklere kapılmayan taraftarlarımıza teşekkür ediyorum" dedi.

Aşina olduğumuz bir kavram 'tahrik.' Ve tuhaftır, onu 'hafifletici sebep' haline dönüştürerek el birliğiyle meşrulaştırdığımızın farkında olamıyoruz bir türlü. Ali Dürüst de öyle yapıyor. Hakemi 'örgütlü bir karşı faaliyet'in unsuru olarak gösterip tüm derdinin maç idare etmek değil de, Galatasaray'ı imha etmek olduğunu ima ediyor alttan alta! Ve taraftarlarını da gelecek günlerin olası olumsuz sonuçlarına karşı ajite ediyor.
İşler iyi giderken hakemler için 'gık çıkmayanlar', ayakları bir parça tökezlendiğinde derhal hırçınlaşıp, o bildik provokatif bir dile meylediyorlar. Bu bugün Galatasaray için böyleyse emin olun yarın bir başka takımla gündeme gelecek. Üstüne üstlük bu tür girişimleri engelleyeceği iddiasıyla hazırlanmış bir de kanunu var bu ülkenin!

Peki, hakemlerin 'kötü yönetimi'nden bu kadar rahatça söz edebilen Ali Dürüst'ün onca yıldır yönetiminde bulunduğu Galatasaray'ı 'doğru yönettiği' ileri sürülebilir mi? Örneğin, mali konularda... O kadar ödemeye rağmen son olarak hala 200 milyon doları aşan bir borçtan söz ediliyor ve "Şu kadar borç temizledik" diye övünülüyordu malum!

Beri yandan hakemin 'kötü yönetimi'nden şikayet ettiği maçın oynandığı stadın zemini de sanırım kendilerinin sorumluluk alınında! Stat hizmete girdiğinden bu yana üç kez 'el atılmak' zorunda kalınmasına rağmen Olimpiyat adayı bir ülkede tablo hala böyleyse, burada hakem yönetiminden önce konuşulması gereken bambaşka şeyler olmalı değil mi?..

27 Şubat 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’'Düğüm futbolu'yla üç puan!‘’

Son üç dört dakika hariç ilk yarıda birbirlerini kilitlemeye çalışan iki takımın oynadığı şu ‘düğüm futbolu’nu izlemek için stada gidenlere ‘’Allah sabır versin’’ demek en doğru dilek olur sanırım...

Neyse ki iki takım da ikinci yarı, kendilerini birilerinin izlediklerini nihayet hatırladılar. Belli ki devre arasında ‘Oynatma’ komutu ile ‘Oyna’ talebi yer değiştirmişti. Önce Beşiktaş, ardından Sivas rakip alana inince maç da izlenir hale geldi. Rıza Çalımbay, Beşiktaş’ın tempoya dayalı ‘baskı oyunu’nu hız düşürerek uzun süre engelledi... Ne var ki, maçın en diri oyuncusu Olcay Şahan, pozisyonu başından beri sürükleyen Hilbert’e öyle bir gol attırdı ki 10 kişi kalan Sivas’ın direnci orada kırıldı.

Neredeyse oynadığı her maçta ağır eleştiriler alan kaleci McGregor bu maçı Beşiktaş’a çeviren oyuncuların başındaydı. Sıkıntılı yedek kulübesine rağmen Beşiktaş, Olcay, Veli, İbrahim Toraman’ın fevkalade enerjisi, Fernandes’in zaman zaman aksasa bile yaptığı hız ayarı, Niang’ın güçsüz de olsa tehditkar dalışları ile zor da olsa üç puanı almayı başardı.

Fakat benim için en şahanesi, uzunca bir sürenin ardından sahada SİYAH BEYAZ formalı bir Beşiktaş görmüş olmaktı.

24 Şubat 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bir pozisyon yetti‘’

Sana, bana, hepimize ait tarihi, değerleri yeniden yazmaya kalkışır. Beşiktaşlılar’ın çok büyük bölümü için bu takım ‘siyah beyaz bir aşk’sa, bu takım ‘Kara Kartal’sa artık hakikaten yeter! Bu ‘kırmızı forma’ inadı kimin aklından çıktı ve hangi akla hizmet sürdürülüyorsa, artık yeter. Sahada iki takım var biri geleneksel olarak siyah-beyaz diğeri kırmızı-siyah... Ancak sahadaki kırmızı Beşiktaş, beyaz ise Antep.. İş saçmalık sınırını iyice aştı...

Semtten stada kadar yol boyunca sorulan tek soru, “Bu sakatlıklar neden oluyor”du... Sahi, bu kadar sakatlık ‘kısmetsizlik mi’ yoksa ‘bilimsel doğrulara karşı yüzme’ gayretinin sonucu mu?

Maçın ilk 5 dakikasındaki Antep ataklarını kazasız atlatan Beşiktaş, oyun kontrolünü eline aldıysa da güçlü ataklar organize edemedi. Evet, henüz Niang ‘merkez forvet’ olacak güçte değil ancak yarattığı efekt rakip ceza sahasının iki köşesinde ciddi boşluklara yol açtı. Veli, Olcay ve Mehmet Akgün’ün ‘korumaya aldığı’ Fernandes pas bağını çoğaltacak partner bulamadığından atakların çoğu ceza sahası önünde ‘eridi’.

Evet, oyun Beşiktaş’ın kotrolündeydi ancak topu kaptıklarında “Şimdi ne yapacağız” görüntüsü veriyorlardı. Çünkü şimdiye değin ‘enerjik oynayarak’ sonuca gitmiş bir takımdı Beşiktaş ve Antep ‘geride kümelenerek’ bu enerjinin ortaya çıkmasını engelledi. Zaten bunun dışında Antep, ne birşey yapmaya niyetliydi ne de bu yönde bir bilgisi olduğunun işaretini verdi. Ama 10 kişi kalmış olsa da son anda bir top çıkıp, Beşiktaş’ın o ‘ünlü müdafaa zaafı’ndan da yararlanarak tahmininden fazlasını aldı...

Hava soğuktu, futbol yavan.. Yine de tribünde olmak olmamaktan daha iyiydi...

17 Şubat 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kartal'ın başarısı oyuncuların eseri‘’

Samet Aybaba, “Öne geçtikten sonra takımımı tutamıyorum” diyor. Peki o tutamıyorsa kim tutabilir?

Bu önerme Beşiktaş üzerine kafa yoranları yanıltıyor diye düşünüyorum. Şöyle ki, kaybedilen maçlar ya da kayıp puanlar ‘aşırı iştahlı’ oynamaya ve kontrolü kaybetmeye bağlandıkça, ‘takım müdafaası’ndaki sorunlar da gözden kaçıyor. Oysa ki, problem fazlasıyla burada. Enerjik bir takım görüntüsündeki Beşiktaş, gücünü orantılı kullanamıyor ve takım balansı ister istemez defans aleyhine bozuluyor. Ve özellikle oyunun son bölümlerinde genel olarak takım özel olarak defans hattı müdafaa da açıklar vermeye başlıyor. Aybaba kuşkusuz ki bu sorun üzerine kafa patlatıyordur ancak sınırlı sayıda ve belirli yetenekte oyuncuyla oynamak zorunda kalması elini kolunu bağlıyor. Bence Aybaba’nın buradaki temel hatası, kayıplar karşısında oyuncularını fazlasıyla kamuoyu önünde zor durumda bırakacak bir dil kullanması. Beşiktaş, bu zorlu şartlar altında ligin en izlenebilir takımlarının başında geliyorsa bunu fazlasıyla sahada ter döken her bir oyuncusuna borçlu olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir.

Niang sadede 8 dakika oynadı ama bir fikir sahibi olabildiniz mi?


Ben futbolun da hayatın da ‘mucize’lere değil bilgiye, gayrete, çabaya bağlı olarak yükseldiğini düşünürüm. Niang hafızamda hep ‘iyi’ ama öncelikle ‘güçlü olduğu için iyi’ bir futbolcu olarak yer etmiştir. Elazığ maçının üçüncü golündeki pası elbette ki ona dair bir ipucu verebilir hepimize ancak, sonsuz ihtimallerin oyunu olan futbolda esas olan ‘devamlılıktır.’ Bir futbolcunun devamlılığı da gücü ile doğru orantılıdır. Aybaba’nın söylediği gibi 40 gün idman yapmamış, ondan öncesinde de farklı bir coğrafya ve iklim altında, farklı bir takımda farklı bir anlayışla idman yapmış bir oyuncudan sırf adı uğruna üst düzey verimlilik beklemek hayalcilik olur. Niang, belirli maçlarda belirli sürelerde takıma katkı sağlayabilirse ki bu sezon için sanki biraz güç görünüyor- bunu yeterli saymak gerektiği kanısındayım.

Arena’dan sonra şimdi de gündem Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı? Bu konudaki görüşünüz nedir?

Henüz İnönü ile ilgili projenin ne olduğunu ve Anıt Kurulu’nun nasıl bir rapor vereceğini bilmiyoruz. Ancak öyle bir propaganda yapılıyor ki, ‘gökdelenler şehri İstanbul’da bu projenin de onay alacağı inancı hızla yayılıyor. Taraftar profilini baştan sona değiştirmeyi de hedefleyen bu tür girişimler ‘Beşiktaş’ın geleceği’ olarak sunuluyor. Ne var ki, bu sözleri defalarca duymuş Beşiktaşlılar bir sabah uyandıklarında ‘kulübün batmış’ olduğunu da unutmamalılar. Diyelim ki İnönü yıkıldı... “Beşiktaş nerede oynamalı” sorusuna aklın vereceği yanıt; “TT Arena” olmalı elbette. Gerek ulaşım olanakları, gerek ‘semt’e yakınlık gerekse ‘insan mutluluğu’ düşünüldüğünde akıl burayı gösteriyor. Beri yandan Arena ya da haracoğlu’nun zeminleri bu haliyle bile acınacak haldeyken lig, kupa, Avrupa maçlarıyla bazı haftalarda üç-dört maç oynanacak bu statların ne hale geleceğini varın siz düşünün. Elbette hesaba şu da dahil edilmeli; farklı takım rengi görünce ‘çıldırma eğilimini’ne giren taraftar profilinin verebileceği zararlar... İnşaat sektöründe bilgi, teknik bu kadar gelişmişken stat neden parça parça yapmak üzere planlanmıyor o da ayrı bir soru işareti.

İnönü Stadı nasıl dolar

Öncelikle bilet fiyatları düşürülerek. Deniyor ki, “Önce çok para verenlerin hakkı ne olacak?” Zaten ‘çok para’ verdirildiyse bir haksızlık olmuş. Haksızlıkta eşitlik olmaz. Yok, para uygunsa, demek ki insanlara fazla geliyor, yine düşürmek gerek. Benim gibi sezon başı kombine alanlar da, “Feda ettik, helal olsun” der geçer. Stadın dolması takımın da coşkusunu artıracağından, parası olmayan Beşiktaşlılar’ın da en azından bazı maçları izleme hakkı olduğundan, futbol ‘insan odaklı’ bir oyun olduğundan, bu oyunda yöneticiler kadar yönetilenlerin de eşit hakkı olduğundan bilet fiyatlarını düşürmek gerek. Hem sistemin ‘para kazanma mantığına’da uygun olmaz mı bu durum? Stat önüne ne kadar çok adam gelirse o kadar forma, su, tost da satılmaz mı?


14 Şubat 2013, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Doğru koşan kazandı!‘’

Aybaba’nın bu formülü, Almeida’nın yokluğunda önce Holosko ardında genç Sinan Kurumuş’la denendiyse de tutmadı. Beri yandan müdafaa önünde ‘çift kesici’ ile oynama alışkanlığı da Necip Uysal’ın yokluğunda aksayınca maçın ilk 25 dakikası maçın başında golü de bulmuş olan Elazığ’ın kontrolünde geçti. Bu bölümde Fernandes’in ‘sinikliği’nde Oğuzhan’ın yaratıcılığına muhtaç Beşiktaş 30’lara doğru toparlandı ve oyun üstünlüğünü ele aldı. Nihayetinde Escude değişikliğiyle İbrahim Toraman’ın öne atılmasıyla hem orta saha güçlendi hem de Sinan’ın varlığıyla mecburen geride kalan Elazığ defansı öne çıkınca başta Holosko olmak üzere ‘koşucu’lara koridorlar doğdu. Ve ikinci yarı orta sahadan sürüklenen hemen her top, ilk 20 dakika ve bir kaç cılız atak dışında mecalsiz görünen Elazığ ceza saha içinde tehlike oldu.

Ortalaması vasatı aşamayan Süper Lig’deki dengizliğin apaçık göründüğü bir maç izledik dün akşam. Maça fazla değil bir parça ‘enerji koyan’ ve topu kendi arasında daha çok gezdirmeyi başaran takımın rakibine üstünlük sağlamasına yeten bu ligde Beşiktaş ilk yarı oynadığı maçları anımsatan bir tempodaydı.
Geçen hafta yatıp kalkıp milli takım konuştuk. Bu ligden nasıl bir ‘üst düzey milli takım’ beklenir, varın siz düşünün..

Maçı izlediğimiz ve ‘totemler’in havalarda uçuştuğu Beşiktaş’taki Celil’in yeri Kartal Restaurant’ta en az üç kişinin 1-3’lük sonucu tahmin etmiş olması da en azından benim açımdan gecenin enteresan anlarından biriydi...

10 Şubat 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Peki hata kimde!‘’

“Aybaba’nın açıklamalarında ‘Ben şurada hata yaptım’ ya da ‘Gördüm ki, oynama biçimimize dair şöyle sorunlara neden oldum’ türünden bir özeleştiriye rastlamadım... Eğer söylendiği gibi savunma coşkusunda bir hata varsa, bu takım planlamasıyla ilgili bir sorun ve bu sorun sezon başında yaratıldı.

Sorumluluk alanı ne olursa olsun, sorunları ‘dışsal gerekçe’lerle açıklamak bu ülke yöneticilerinin ‘ortak hasleti’dir. Sorumlular, beceremedikleri işleri kendi dışındakilere yükleme konusunda hayli mahir görünüyorla. Samet Aybaba da şaşırtıcı olmayan benzer bir tutum içinde. Oysa ki özeleştiri problemin çözümü için elzemdir ve öncelikle yapana ‘güven duyulması’nı sağlar.

Özeleştiri yapmıyor

Gazetecilerle yaptığı sohbette, “Ben şurada hata yaptım” ya da “Gördüm ki, oynama biçimimize dair şöyle sorunlara neden oldum” türünden bir özeleştiriye rastlamadım. İfadelerindeki “biz”li cümleler yanıltmasın. O bölümler esasen “onlar”, yani “futbolcular” diye okunursa daha doğru olur. Örnek mi? “Coşkulu hücumlar yapıyoruz ancak savunmayı aynı şekilde yapamıyoruz” dediğinde sanki işe kendini de kattığını düşünüyoruz ama devamı muradını daha iyi açıklıyor; “Yediğimiz goller tamamen bireysel hatalardan.” Yani, “Oynatma biçimimde sorun yok, sorun hata yapan futbolcuda.” Eğer Beşiktaş’ın savunma yapamadığı düşünülüyorsa ki öyle, bu, takım planlamasıyla ilgili bir sorun ve bu sorun sezon başında yaratıldı. Takımın müdafaa anlamındaki en önemli iki karakteri Egemen ve Fabian Ernst, ‘feda etmediler’ diye gönderilirken doğabilecek enfeksiyonlar da hesaplanmalıydı. Şimdi “Coşkulu müdafaa yapamıyoruz” demek pek bir şey ifade etmiyor doğrusu..

El yordamıyla transfer


Öte yandan lig başlarken hedefsiz olmaktan kaynaklanan rahatlık ve ligin ortalama kalitesinin düşüklüğünün getirdiği ‘görece başarılı’ sonuçlar beklentiyi yükseltti. Bu beklentiyle yapılan acele transferlerin ne denli acemice yapıldığı da ortaya çıkıyor. Aybaba, “Takımında oynayan futbolcuyu kim verir?” derken Dentinho’nun ‘şanssız sakatlığı’ (!) ve uzak ihtimal oluşu, 30 gün çalışmamış olduğu yeni öğrenilmiş (!) Niang’ın o çok güvenilen fiziksel eksikliği, Gökhan Süzen’in fark yaratacak gibi görünmeyen stili gibi can alıcı konularda işin el yordamıyla yapıldığını itiraf ediyor gibi. Son Karabük maçı için yaptığı analizde “2 gol attık 6 pozisyon kaçırdık” diyen Aybaba, ne var ki rakibin pasa dayalı sakin oyunuyla maçın başında girdiği pozisyonları kayda almamış görünüyor. Maçta 2-0 öndeyken bile tribünde oluşan tedirginliği görmesini isterdim doğrusu. Elbette ki Hilbert, Sivok, Veli gibi müdafaa bazlı oyuncuların yokluğunda sorunlar yaşanabilirdi. Ancak bu sorunlar bu maça özgü değildi ki! Takımın maçların son bölümünde pas ritmi ve oyun temposunu kaybettiği gözle görülürken meseleleri ‘oyuncu yetersizliği’ ile açıklamak çok doğru olmasa gerek...

Akıl tutulması...

“Galatasaray 4 aydır oynamayan futbolcu aldı, biz onun otuzda bir maliyetine oyuncu transfer ettik” türündeki gereksiz karşılaştırmasını ise anlık ‘akıl tutulması’ olarak okumak gerek. “Beşiktaş’a neler gerekir?” sorusunun yanıtları ise hafta içindeki başka yazıların konusu olsun...

Cem Dizdar

Samet Aybaba ne dedi?

-“Takımında oynayan futbolcuyu kim verir? Galatasaray 4 aydır oynamayan futbolcu aldı. Onun otuzda bir maliyetine biz oyuncu aldık. 2. ligden bir oyuncuya talip olduk fiyatı 1.5 milyon Euro’ya çıktı.”

-“Futbolda iş sadece kaleci ile bitmez. Kaleciyle de başlamaz. Coşkulu hücum yapıyoruz, ancak savunmayı aynı şekilde yapamıyoruz. Buna rağmen son maçta yediğimiz goller tamamen bireysel hatalardan oldu. Maçlarda neler olduğunu da görüyorsunuz.”

-“İnönü’de oynamak kolay mı? İzleyenin eli ayağı titriyor. Oynayanın eli ayağı titremez mi? Sinan’ı beğenerek aldık. Henüz 18 yaşında ve orta vadeli planlarımız için transfer ettik. Sonuçta maça ısınmadan girmek zorunda kaldı.”

-“Oyuncuya sormadan biz onu oynatır mıyız? Futbolcu ’Ben hazırım’ demedikten sonra onu oynatmayız. Sağlık ekibi oynaması için onay verse dahi oyuncuya hazır olup olmadığını sorarız.”

-“Dentinho’nun eksiği yoktu ve hazır geldi. Eski takımında antrenmanlarını yaptı ve bazı turnuvalarda oynadı. Zeminde sorun yok. Biz de çalışma programımızı yapıyoruz. Bazen bu konularda şanssızlık yaşanıyor.”

05 Şubat 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI