Arama

Popüler aramalar

‘’Kartal'ın sırrı kulübede‘’

Fenerbahçe derbisine kadar Beşiktaş’ın karşısına yenebileceği takımlar çıkacak. Gökhan ve Olcay, ritmini yakalarsa, Beşiktaş, peş peşe 3 maçı da kazanır

Siyah-Beyazlılar henüz ritmini bulamadı. Özellikle yedek kulübesinin katkısına ihtiyaç duyuluyor. Kenardan gelenlerden yalnızca Ömer Şişmanoğlu, tabelaya etki eder

1) Fernandes ve Almeida’nın sözleşmeleri sona erecek. Bu iki futbolcuyla yeniden anlaşılmak isteniyor ancak istedikleri ücretler nedeniyle yeni sözleşme çıkmaza girdi. Fernandes ve Almeida’ya istedikleri paralar verilmeli mi, yoksa takımdan gönderilmeli mi? Fernandes’in boşluğunu Oğuzhan doldurabilir mi?

Haberlere göre Fernandes 4 milyon Euro dolayında ücret talep ediyormuş. Elbette bunun ne kadarı yıllık garanti para ne kadarı yeni moda olan ‘imza parası’ bilemiyorum. Almeida için de 2-2.5 milyon Euro’dan söz edildiğini okuyoruz. İki oyuncu da Beşiktaş takım formasyonu açısından kilit önemde oyuncular. Özellikle Almeida’nın takımdan yeterli katkıyı alamadığını düşünüyorum. Fernandes ise Beşiktaş’ın oyununu süsleyen bir oyuncu. Hele Oğuzhan desteği aldığında bu durum daha da netleşiyor. Oğuzhan, mevcut fiziksel düzeyiyle Fernandes’in yerini dolduramaz ancak takıma farklı bağlamlarda çok önemli katkılar verir. Fernandes ve Oğuzhan’lı orta saha, pas merkezini çoğalttığı için hücum varyasyonlarını artırıp oyun hızına da önemli derecede etki ediyor. Bu durum ikilinin oynadığı her maçta açıkca kendini gösteriyor zaten. Haliyle Fernandes ve Almeida’nın takımda kalmaları önemli. Beri yandan talep ettikleri ücretleri bu ligde verebilecek takım da yok gibi. Bu bağlamda kulübün eli güçlü. Makul ve kulüp tarafından kabul edilebilir bir seviyede anlaşılması iki tarafın da menfaatine.

2) Stat konusunda her geçen gün yeni bir tarih belirtiliyor. 2014’ün Ekim ayında bitmesi planlanan yeni stat için önce 2015 Ocak ayı, ardından da 2015 yılının Şubat ayı hedef tarih olarak gösterildi. Stat belirtilen tarihte tamamlanabilir mi?

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için öncelikle finansman kaynağı ya da kaynaklarının bilinmesi gerekiyor. Ki, bunu henüz öğrenemedik. Önümüzde TT Arena örneği varken açıklanan sponsor parasının yapım için yeterli olmadığını belirtiyor bu işin uzmanları. Stadın yıkımı bile öngörülen tarihi aşmışken ve inşaata başlama tarihi de hâlâ belirsizken bir tahminde bulunmak benim açımdan zor. Bitiş tarihi sürekli ötelenirken ve Fikret Orman yönetiminin başlangıç tarihini belirlemek için bir ‘Ankara seferi’ne daha çıkacağı haberleri dolaşımdayken her Beşiktaşlı gibi ben de sürecin nasıl sonlanacağını hararetle merak ediyorum.

3) Beşiktaş geride kalan 5 maçta 1 galibiyet alabildi. Şimdi Fenerbahçe derbisine kadar önünde 3 önemli maç var. Siyah-Beyazlılar, Karabükspor, Kayserispor ve Konyaspor karşılaşmalarından 9 puan çıkarabilir mi?

Soru böyle sorulunca yanıtın “Evet” olması pek şaşırtıcı olmasa gerek. Teorik olarak bu üçlü arasında Beşiktaş’ın yenemeyeceği bir takım yok gibi görünüyor. Lakin, bu sadece ‘teorik olarak’ mümkün. Bu takımlar ağırlıklı olarak ligin ‘büyük takım’larına karşı hakim oynama biçimi olan katı savunmacı yapıdalar. Haliyle bu savunma hattını açmak için örneğin Oğuzhan Özyakup gibi bir ‘ekstra yaratıcı oyuncu’ya çok ihtiyaç duyacak Beşiktaş. Gökhan Töre ve Olcay Şahan’ın tahmin edilemez performansları ise en büyük handikap. Sanırım Slaven Bilic’in de en büyük sıkıntısı orta saha hücum arkası oyuncularının bu ‘belirsiz performasları’. Olcay Şahan ve Gökhan Töre, ilk haftadan bu yana tahmin edilemez bir performans ortaya koyuyor. İki futbolcunun da her maçtaki oyunu, bir diğer haftayı tutmuyor. Hal böyle olunca da Bilic’in kadroda rotasyona gitme konusunda kafasında soru işaretleri ortaya çıkıyor. Buradaki sorun çözülebilirse Beşiktaş’ın, Fenerbahçe derbisine 3 maçın ardından 9 puanla çıkması pek de zor olmaz.

4) Sezon başında 11 yeni isim kadroya dahil edildi. Ancak bu isimlerden Eneramo, Pedro Franco, Kerim Frei ve Ömer Şişmanoğlu fazla şans bulamıyor. Slaven Bilic, elindeki kadrodan yeteri kadar verim alabiliyor mu? Kulübenin takıma katkısı ne kadar?

İlk 4 maç ile son Akhisar Belediyespor karşılaşmasının belirli bölümleri Beşiktaşlılar’ı yanıltmasın. Takım henüz kendi dengesini ve ritmini bulabilmiş değil. Haliyle özellikle ‘yedek kulübesi katkısı’na fena halde muhtaç görünüyorlar. Gelin görün ki, ben adını zikrettiğiniz dört oyuncudan sadece sıhhatli bir Ömer Şişmanoğlu’nun tabelaya etki edebileceğini düşünüyorum. Eneramo, Sivasspor’daki formunun uzağında. Beşiktaş’ta şu ana kadar kendisini gösteremedi. Teknik direktör Slaven Bilic, bu kadroyla yapabileceğini yapıyor ancak özellikle müdafaa hattındaki geçen yıllardan kalan sıkıntı devam ettikçe yakın gelecekte gerek oyuncu, gerekse takım performansını yükseltmek beklenen kadar kolay olmayacak gibi görünüyor. Sivok’un sakatlığının ardından takımın yaşadığı sorunlar, buna en büyük örnek.

Cem Dizdar

01 Kasım 2013, Cuma 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mahalle maçı!‘’

Ancak kimse ilk yarı boyunca Sivok’un yokluğunun bu kadar hissedileceğini tahmin etmemiştir. Neredeyse her yüksek topta Çağdaş Atan’ın eşleştiği Veli Kavlak’a üstünlük sağlaması, Bruno’nun ilk golde unutulup ikincisinde ise kolayca içeriye döndürülmüş olması Sivok’un o mevkiideki yakıcı önemini bir kez daha gösterdi.
Oysa Akhisar’ın savunma dörtlüsü ile onların önünde oynayan ikilisi arasında ‘koca bir havuz’ bomboştu. Beşiktaş gerek Olcay’ın golünde, gerek Fernandes-Almeida işbirliğinde kaleci Oğuz’a takıldığında gerekse de Oğuzhan’ın golünde hep bu ‘havuz’dan yararlandı ancak devamını getiremedi.

İlk yarı temposu ve pozisyonu yüksek görünen maçta iki takım açısından da en büyük sorun bu tempoya uygun takım müdafaası problemiydi. Topu alanın elini kolunu sallayarak orta sahayı geçtiği pozisyonların maç boyu devam etmiş olması ‘izlenirlik açısından’ kuşkusuz ki olumlu ancak futbolun matematiği böylesi denklemleri kaldırmaz.

İkinci golün ardından paralize olup üçüncü golü yiyen Beşiktaş’ın ciddi bir odaklanma sorunu olduğu açık. Resmen o dakikalarda kopup gittiler. Bilal Kısa golündeki takip eksikliği de ayrıca not edilmeli. Akhisar’ın bu kadar duran top kullandığı ayrıca neredeyse her duran topun ceza sahası içinde sıkıntı yarattığı düşünülürse ‘göbekteki uzun’ların iyi ders çalıştıkları söylenemez.

Serdar Kurtuluş’un nasıl olupta Roberto Hilbert yerine tercih edilmiş olmasını anlayabilen varsa, dinlemek isterim. Ramon Motta’nın ofansif silikliği, Gökhan Töre’nin sürekli doğaçlama arayışları, Olcay’ın orta saha aksiyonlarından kopuk tarzının Fernandes/Oğuzhan ikilisinin de ikinci yarıyı süslemelerini engelledi. Kuşkusuz ki bunda başta Bruno/Merter Yüce faktörü de devreye girdi ancak maç boyunca neredeyse sahanın her yanının ‘topla oynayıcı’lara terk edildiği bir maçta Beşiktaş’ın daha etkili olması beklenirdi, en azından bonservis ve yıllık ücretler bakımından.

Netice itibarıyle gollü ve pozisyonlu bir maç izlemekten şikayet etmemekle birlikte, ‘futbol ve direnç denklemi’ içerisinde düşünüldüğünde ‘mahalle maçı’ formatında geçen karşılaşmanın ardından “İki takım da çokça alan bilgisi çalışması gerekir” diye düşünüyor insan.

Öte yandan geçen sezon ligde kalmayı başaran Akhisar belli ki, adı ‘Süper’ olan ligde kendilerinden daha güçlü takımlar olmadığı fikrini kafasında iyice pekiştirmiş. Oyunlarını biraz daha geliştirmeleri durumunda ligdeki bir çok teknik direktöre ciddi ilhamlar vereceklerdir, ki bu da hepimizin menfaatinedir.

27 Ekim 2013, Pazar 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Baskı işi çözdü‘’

* Bu planın - artık buna bir plan denebilir mi, bilemiyorum- en büyük bonusu da 'kontratak'tır. 13. dakikada Cenk Tosun bu plan dahilinde arzu edilen fırsatı bulduysa da biraz utangaç epey çekingen ve hayli ürkek bir vuruşla pozisyonu zayi etti...
* 14'te Alper Potuk, bu 'temas et ve geriye kapan' planına son veren bir hamle yapıp baskıyla topu kapıyor ve Eminike'nin kafasına bırakıyor. O da geçen hafta son dakikada kullandığı kafasını bir kez daha kullanıyor.
* Maçı anlatan arkadaşlardan biri de o esnada şöyle bir şeyler söylüyor; "Emenike müthiş bir özgüven depoladı!" Ben de düşünüyorum, bu 'depo' bünyede nereye tekabül ediyor acaba? Çözemiyorum!.. Elbette devamında insan depolanan özgüven miktarını da merak etmeden duramıyor. Tahmin edersiniz ki, depolanan miktara dair ipucu verilmiyor.
* Fenerbahçe arka oyuncularını - Mehmet Topuz ve Caner Erkin- oyuna sokamadıkça yük iyice Alper Potuk'a biniyor. Baroni de fazla çıtkırıldım havada oynayınca Alper'in yükü arttıkça artıyor. Ancak bazı futbolcular da bu yükü seviyor. Alper de 'top seven' bir oyuncu olarak 'yük'le coşuyor.
* Fenerbahçe baskıyla oyun alanının boyunu kısaltıp Antep'i geri ittikçe Bülent Uygun'un takımı kaptığı topları bile kullanamaz hale geliyor. 39. dakikada gelen golde Baroni merkezli paslaşmalardan Sow'un bir 'antrenman golü' çıkarmış olmasında Antep'in baskı karşısında paralize olmasının etkisi de çok büyük. Antep herhangi bir reaksiyon göstermiyor devre boyunca...

* İlk devre boyunca sahada varlık gösteremeyen, hatta ilk 7-8 dakikadaki 'temas oyunu'nu bile uygulayamayan Gaziantep ilk golün ardından 30'lara doğru 3-5 dakikalık 'kafa kaldırır' gibi olduysa da Fenerbahçe baskısı bunun devamına izin vermemişti.. İkinci devre de 'film değişecek' gibi görünmüyor.
* Fenerbahçe ikinci yarıda da kaptığı toplarda rakip alana tüm varlığıyla inmeye çalışıyor. Öyle ki bazen Gaziantep cezasahası içi çevresinde 6-7 adam atmayı başarıyorlar.
* Ancak Gaziantep de 75'te tıpkı Fenerbahçe gibi yani tam da yapılması gerektiği gibi 5-6 adamla baskına kalkıyorlar. Belli ki onlar da ilk yarı boyunca oynadıkları düzenden hem sıkıldılar hem de bir işe yaramadığına ikna oldular. Hayli dengesiz yakalanan Fenerbahçe müdafaası Stiliç'in şık vuruşunu tıpkı bizim gibi hayranlıkla izliyor! İnsan, "Peki ama bizim 'Anadolu takımları' neden bu aksiyonları daha sık denemiyor" diye düşünmeden edemiyor.
* 84'te yine çok adamlı bir saldırı başlatıyor Gaziantep kendi solundan. Ofsaytla sonuçlanmış olsa da topu kaleye sokabilmiş olmaları Fenerbahçelileri fazlasıyla tedirgin etmiş olmalı. Ama...
* Sow ile yer değiştiren Salih Uçan, Caner'in baskısı sonucu kaptığı topla şahane bir 'solo' yapıyor Gaziantep sol kanadında. Sonra da sağ ayağının dışıyla Emenike'nin hazır ayağına 'topu çarptırıp' golü atıyor! Bu pozisyonda resmi kayıtlar golü Emenike'ye ben de 'aslan payı'nı Salih'e yazıyorum.
* Gaziantep kısa erimli başkaldırısını uzun kılabilir miydi emin değilim ama kılabilmeli.
* Fenerbahçe oyun içinde zaman zaman ritmini kaybediyor. Bu tip maçlarda sorun olmuyor ama 'zorluk derecesi yüksek' maçlarda bu tip kopuşlar telafisi mümkün olmayan sıkıntılar doğurur.
* Son olarak... Takım iyi oynayıp üç gol atmış. Futbolcular soyunma odasına kuvvetli bir alkışla gitmeyi hak ediyor ama maraton tribünü bir iki dakika içinde boşalıyor. Takım da tüm maç boyunca onlarla birlikte oynayan 'kale arkaları'nı, 'kale arkaları' da onları selamlıyor... Yani.. Her zaman olan oluyor...

26 Ekim 2013, Cumartesi 00:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fernandes'i durdurunca!‘’

Bu ülkede futbol bu kadar ‘temasa’ dayalı oynandıkça, sahada olan biten üzerine bir şeyler söylemek de güçleşiyor. Çünkü, ‘temas’ önce oyunun en önemli yanını, ritmi düşürüyor. Temel amaç bu zaten; “Önce ritmi yok et sonra kazanabilirsen maçı kazan.” Rize başlardaki 5-6 dakikayı çıkarırsak tüm ilk yarıyı bu formüle dayalı oynadı. Ritmi ve oyun zevkini düşürebileceği kadar düşürdü. Hal böyle olunca zaten tek merkezli Manuel Fernandes- pas trafiğine mahkum olan Beşiktaş’ın tempo yapabilmesi de mümkün olamadı. Çünkü Fernandes her yerde baskı altındaydı ve bu merkezi çeşitleyecek Necip, Veli, Gökhan Töre ve özellikle Olcay’ın silik oyunları tempo için yeterli değildi.

Maçın ikinci yarısının hemen başındaki Beşiktaş’ın 10-15 dakikalık arzulu oyun sanki ilk yarıdaki olumsuzluğu tekzip eder türdendi. Topu oynatan ve onu boş alana taşıyan Beşiktaş böylece ‘temas’tan da kurtuldu ancak bu bahar havası uzun sürmedi. Rize’ye gelince... Fernandes’in orta saha tarafından etkisiz hale getirilmesi onlar adına işleri kolaylaştırdıysa da bu durumu avantaja çevirememiş olmaları, ülkedeki ‘muhafazakar oynama’ biçiminin doğal sonucu! Oysaki ikinci yarıda iki üç dişe dokunur hücum organizasyonu yapan bir takım atak sayısını neden çoğultamaz işte o da anlaşılır gibi değil.

Beşiktaş maçı kazanacak kadar oynamadı kuşkusuz ancak bu ülkede maç kazanmaya yetecek kadar pozisyon bulduğu da bir gerçek. İlk dört haftadaki galibiyetler aldatıcı olabilirdi, oldu da. Bu takımın olgunlaşıp, devamlılık sağlayabilmesi için daha zamana ihtiyacı var. Ancak daha ivedilikle ihtiyacı olan ise oyuna hız ve tempo katacak oyuncu sayısını bir biçimde artırmak. Bu haldeki Olcay, her koşulda topu bu kadar seven Gökhan, başladığı günden bu yana çok küçük gelişme gösteren Necip’le bu olgunlaşmanın kısa sürede gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor.

Töre ‘duran top’ aramalı

Gökhan Töre, bu ülkedeki ‘kapalı müdafaa anlayışı’na karşı Beşiktaş’a alınmış bir oyuncu. En azından Önder Özen transferi böyle tarif ediyordu. İlk devre sadece bir kez sağda buluştuğu topla içeri dripling yaparak şut attı. Oysa ondan beklenen bu olduğu gibi, ceza sahası çevresinde duran top kazandıracak kadar top saklaması da... Çünkü, duran toplar da - ki elinizde Fernandes gibi bir vuruş ustası var- hücuma dahildir ve Beşiktaş bu sayede çok gol bulmuştur. Gökhan’ın biraz daha işin bu yönüne kafa yorması gerekir.

Dentinho ne yapabilirdi?

Bu denli durağan bir Beşiktaş izlemiş olmamızın en büyük nedeni, kuşkusuz top kapıp onu top yapıcıya servis eden Atiba ile Fernandes'in daha efektif oynamasını sağlayan Oğuzhan Özyakup'un yokluğudur. Ancak ben kendi adıma Dentinho'nun hangi plan dahilinde Peketemek ya da Ömer Şişmanoğlu'ndan önce oyuna dahil edildiğini anlayamadım. Açıkça görüldü ki, Dentinho'nun girişiyle Beşiktaş süratle ritim yitirdi ve 'doğuçlamaya savruldu.' Oysa baskı gereken son 10 dakikada en çok gereken şey sakinlik ve 'akıl'dı ve ilk terk edilen de onlar oldu.

22 Ekim 2013, Salı 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Türk usûlü‘’

Stat yapımları için onca para döken 'devlet aklı' acaba tribünleri doldurma konusunda kafa yoranlara kulak verir mi? Yoksa 'holiganizm ve şiddet öcüsü'yle maça gitmeyi düşünenleri korkutmaya devam mı eder? Sanırım yine ikinci seçenek kazanır...
* Uzun süredir tribünde pas tutan Christian Baroni ile Emre Belözoğlu oyunu Fenerbahçe adına kurmak, yönlendirmek ve yönetmek için sahada ama en azından ilk 20 dakika fark yaratabildiklerini söylemek güç.
* Dirk Kuyt, ilk devre boyunca yine topun olduğu her yerde... Şaşırtıcı mı? Değil. Soru şöyle sorulmalı; sahadaki diğerleri neden kendi bölgeleri için aynı şeyi yapmıyor, yapamıyor?
* Randal Azofeifa, kendisini Kayseri'ye taşıyan Fuat Çapa'yı da kurtaran bir vuruş yapıyor uzaklardan. Sağ ayak içiyle sert gönderiyor. "O mu atıyor, Volkan Demirel mi yiyor" sorusunu yanıtlamak hayli müşkül görünüyor. Ben bu golü topu doğru adrese gönderene yazarım.
* Maç 20-30 arası hareketli ama dengeli değil. Ritmi 'oyuna hükmeden paslar'dan çok, iki takım oyuncularının sık sık kaptırdığı toplar belirliyor. Hücumlar daha çok 'başıbozuk' ve doğaçlama tonda... Bakalım ikinci devre sahaya 'akıl' hükmedebilecek mi?
* Caner Erkin'in sorunu esasen ülke futbolcu ortalamasını da gösteriyor. Gereksiz öfke, kontrolsüz akıl, bilinçsiz edim.. Sonuç; zarar. Hem takıma hem kendine hem oyuna...

İKİNCİ YARI; PARLA VE SÖN

* İkinci devre de ilk devre benzeri dengesiz arayışlarla başlıyor. Emre uzun toplarla arkaya adam kaçırmaya çalışırken, Baroni ceza sahası civarında sekenleri kolluyor. Kayseri Erciyes ise Sinan Kaloğlu'nun 'yalancı koşuları'nın yaratacağı efektlere bel bağlamış görünüyor.
* Emre yine bildik Emre. Al Emre'yi vur ilk devre kontrolünü kaybetmek üzereyken oyundan alınan Caner'e... Belki istemeden belki pozisyon gereği rakibine arkadan vuruyor. Hakem Halis Özkahya görüyor, oynatıyor, oyun durunca da durumun gereği olan o haklı sarı kartı gösteriyor. Emre o tanıdık halleriyle öyle bir itiraz ediyor ki, sanırsınız hakem dahil hepimiz o ara başka bir şeye bakıyor, başka işle ilgileniyoruz. Tamam belki bazılarımız kaçırmıştır ilk anda pozisyonu ama az sonra ağır çekim gelecek ve göreceğiz. Acaba Emre hepimizi 'şaşkın', teknolojiyi de şaşı mı sanıyor? Bu açıklıkta bir durumu bu öfke, inat ve ısrarla sürdüren birinin hayatın diğer alanlarında referans kabul edilmesi hayli zor olsa gerek diye düşünüyorum.
* 60. dakidan sonra Fenerbahçe cıvataları biraz sıkıyor ve rakibini oyunun son bölümünde paralize edeceğinin sinyallerini vermeye başlıyor.
* Ama Jorgacevic gününde. Hep dikkatli, oyuna konsantre ve iyi yer tutuyor.
* Fuat Çapa için bir 'hücum futbolu' ilizyonu yaratılmıştır öteden beri. Ben organize edilmiş bir atağını göremedim Erciyes'in. Kapılan toplarda örneğin, İbriçiç ya da Azofeifa'nın marifetlerine muhtaç olma dışında oyuna akıl koyma ya da hükmetme konusunda bir varlık gösteremediler doğrusu. Bu, bildiğimiz 'kalabalık savunma yap, bulursan kontraatağa çık' formülüne dayanan futbol... Ki, bu ülkede yıllardır bunu izlemekten bezdik!..
* 80'e doğru Fenerbahçe'nin de harı sönüyor. Erciyes oyunu 'vasatlıkta eşitliyor.' Biz de buca yıldır dinlediğimiz nakaratı bir kez daha dinlediğimizle kalıyoruz! Doğru. Bu kadar harcamayla ilk beklenti Fenerbahçe'nin fark yaratması. Ama ne yazık ki, ülkedeki hakim oynama biçimi her şeyi dipte eşitliyor. Acaba, insanların maç izlemek için stadyumlara gitmemesinin temel nedenlerinden biri de bu 'Türk usulü yavan futbol' olabilir mi?
* Ve önce ilk golde Sow'u sonra son saniyede Emenike'yi en arkada unutuyor Erciyes müdafaası. Böylece futbol değilse de Fenerbahçe ve taraftarları kazanmış oluyor.

20 Ekim 2013, Pazar 21:50
YAZININ DEVAMI

‘’İğneyle kuyu kazmak‘’


* Maç başlarken merak ettiğim sorular var! 'Total futbol tasavuru'nun anayurdu yenilenen kuşağıyla, 'motivasyon eksenli kaos futbolu'na karşı nasıl oynayacak? Merak ediyorum, sürekli not ve istatistik tutan 'matematikçi Van Gaal'in takımına karşı daha çok oyunun duygu yanıyla anılan Fatih Terim neler tasarladı?
* İlk bakışta sağ kanattaki 'arkaya kaçıcı Olcan Adın' ilginç bir hamle gibi görünüyor. "7. dakika hamlesi gelecek dakikalar için umut verecek gibi duruyor" derken Robben kendisini bile şaşırtan basitlikte bir duran top golü atınca iş yine 'efsane/destan yazma mitolojsi'ne kalacak gibi duruyor.
* Fatih Terim takımlarının alameti farikası olan ilk 20 dakika 'total futbol'un hakimiyetinde geçtiyse de 20-27 arasındaki üç dört pozisyondan gol çıkarmak gerekiyordu. Ancak unutmamak gerekir ki, bu baskıdan gol çıkaramayınca ileride oynamanın yarattığı coşku 'geride unutkanlık' tuzağına düşme riski taşır ki, bunları yazarken Hollanda iki pozisyon buldu bile.
* Burak topu 44'te ayağından açınca sanırım tüm ülkede ve memleketlilerin olduğu gezegenin her yanında bir tür 'öfke patlaması' gerçekleşti.
* ilk yarı boyunca özetle; milli takım iğneyle kuyu kazıp, gayret sarf ederek pozisyon bulurken Hollanda sakin, basit ve işlevsel oynayarak gol aradı.

VE İKİNCİ YARI

* İkinci yarının başındaki Sneijder golünün yenmesi ya da diğer deyişle atılmasındaki ilke, üzerine en çok düşünülmesi gereken şeydir... Onların finalde duyduğu bireysel beceriye biz atak başlangıcında muhtacız. İşte futbol aklı da farkı da burada ortaya çıkıyor.
* Böylesi bir maçta Burak çıkarken gösterilen tribün öfkesi, futboldaki 'gerçek' ile 'ihtimal' arasındaki dengede 'ihtimal'e bel bağlamanın anlaşılabilir sonucu. Unutmayalım ki, 'mucize/efsane/destan sarmalı'na kilitlenmiş düşünme alışkanlığı hayalkırıklığının da sınırıdır.
* Tribün suskunluğu, oyunun en temel öğretisi 'eğlence'nin bu ülkede sadece kazanmakla eşdeğer tutulduğunun açık göstergesi. Tribün eğlenemeyince oyunu da ayağa kaldırmak mümkün olamıyor. Ve bu sarmal oynayanı da izleyeni de aşağı çekiyor.
* Tüm maç boyunca kanaatimce temel fark şuydu; biz bir pozisyon kurgularken ya bireysel becerinin belirleyiciliğine ya da bir kaç oyuncunun aşırı eforuna ihtiyaç duyarken Hollanda 'total futbol tassavuru'nun da getirisiyle 'topu oynatarak' arayış içindeydi. Bu esasen milli takımın değil ülkedeki hakim oynama biçiminin sıkıntısıdır. Ve tahmin edilebilir ki, bu ülkede üzerine en az düşünülüp konuşulan konu budur.
* Ve finalde yanımda oturan Gökhan Kamil Yılmaz maça noktayı şöyle koydu; "N'olacak abi gücün bu kadar. Ne olmasını bekliyoruz ki?" Bu, ülkede sonucun böyle olacağını ağırlıklı olarak sezenlerin ama 'ihtimal' olarak umut edenlerin maç sonundaki ortak kanaatidir sanırım.

15 Ekim 2013, Salı 23:30
YAZININ DEVAMI

‘’Umut gecesinden hızla tutulmuş notlar‘’

Arda’nın kolu kendine ‘zimmetlenen çocuğun’ omzunda, sanki Bayrampaşa Altıntepsi’den bir arkadaşının çocuğuymuşcasına onunla güle eğlene sohbet ediyor. Bu hürmet, bu naiflik, bu muhabetle büyüyen ve yaşayan birisi her koşulda büyük futbolcu olur, Arda Turan olur.

* Futbolda farkı arka oyuncular yaratıyor. Gökhan Gönül/Caner Erkin ikilisi milli takımın olduğu kadar Fenerbahçe’nin de en ayırt edici üstünlüğü. 22’de Umut golünde kafa vuruşu kadar kıymetli olan o topun Caner tarafından kafaya indirilmesi de değil mi? Hatta golden daha fazlası?

* İkinci yarı başlar başlamaz yaratılan ilk pozisyon bize en eski doğruyu hatırlatıyor; futbol basit bir oyundur ancak zor olan basit oynamaktır. Umut basit oynuyor, Gökhan Töre basit oynuyor, Burak da en iyi bildiği o gösterişli vuruşunu çıkarıyor.

* Sadece dayanıklılık ve oyun disiplini üzerine kurulu görünen Estonya ile farkımız ‘topla kreatif’ oyuncu sayısındaki farkta. Arayan, araştıran bizimkiler ancak eksik olan bunu bir disiplin içinde yapamıyor oluşları. Hayatımızın her alanında yaşadığımız ‘toplumsal sıkıntılar’ futbolda da kendini gösteriyor. Az ‘toplumsal’, çokca ‘bireysel..’

* Hollanda maçından gelen haber bugün için sevindirici elbette.. Ancak bunu salı günü için düşünürsek ‘vites yükselterek’ FIFA sıralamasında ilk sekize girmeye çalışan bir futbol makinasına karşı dün akşam oynanan oyun umut verici mi, işte işin o yanı benim için büyük bir soru işareti...

12 Ekim 2013, Cumartesi 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Müthiş maç mı ?‘’

Bu ülkede futbol, 'takım tutma' ve oyunu bu 'takım tutma' hadisesine saplanmadan açıklamaya çalışma hattına geçmedikten sonra doğru verilerle tartışılamayacak ve sanırım bu nedenle de gelişemeyecek. Ligin 'en değerli' dört takımından ikisi karşılaşıyor ve maçtaki pas kalitesi amatör karşılaşma seviyesini aşamıyor. Ne sahayı kullanabiliyorlar ne de topu! Tek fark para. Fenerbahçe bütçe olarak daha yüksek değerli oyuncularla dolu ve haliyle ilk yarı boyunca daha baskın görünüyor, ancak bu sadece 'görüntü.' Orta sahasında top yapıcı Alper Potuk, Samuel Holmen ve kesici Mehmet Topal, Trabzonsporluların hatasına bağlı bir performans çizgisindeler. Tek olumlu şey Dirk Kuyt, Pierre Webo ve Moussa Sow takım topu kaptırdığı an müdafaa önündeki yerlerini anında alıyor. Ancak bu durumun dezavantajı da şu; hücuma yerleşirken zaman kaybı oluyor ve Trabzon müdafaası dengeyi kuruyor. Alper şaşırtıcı derecede olumsuz pas tercihleri yapıyor ve oyunu hızlandırma konusunda gereken etkiyi gösteremiyor.

Trabzon, Malouda'ya kilitli görünüyor... Oynadı oynuyor, oynamadı bekliyor. İkinci devre Adrian ortaya çıkmadan farkı da yaratamayacak diye düşünüyorum. Olcan sol bekte oynamakta hücum sezgisini yitirmiş gibi. Bir Paulo Henrique çalışıyor ama onun da en yakın arkadaşı 15-20 metre uzağında.

İlk devre sonunda yayıncı kuruluşta maç anlatan arkadaşlar yüksek volümde ilk yarı kalitesinden söz ediyorlardı. Son 5-7 dakikayı -ki o da şuursuz bir baskı - dışarda tutarsak sanırım televizyon başka bir maçı yayınlıyor bizim olduğumuz yerde.

Gelelim ikinci yarıya...

Yayıncı kuruluşta maçı anlatan arkadaşlar ilk yarıda ne gördülerse aslında ikinci yarıda da o vardı; plansız oyun, savruk hücum. Kim adına? Fenerbahçe. Trabzonspor futbolcu kalibresine göre oynarken bekledi ki, rakibi plan değiştirsin. Ersun Yanal, sürekli artık her şeyin değiştiği yolunda röportajlar veriyor ancak şu oyunla neyin değiştiğini tespit etmek pek mümkün olamıyor. İnsan sormadan edemiyor, Baroni oyuna etki edecek bir oyuncu değil mi ya da etki edecek bir ritme kavuşturalamadı mı? Bu maç için Fenerbahçe aleyhine eksik olan, 'oyun aklı'ydı. O da Baroni'yle tesis edilebilirdi.

Trabzon ise sol tarafta nedense Yusuf Erdoğan gibi 'fark yaratacak' bir oyuncuyu sağ tarafta pasifize etti ki, maçın en heyecan vuruşlarından birinde yine o vardı.

Maçın en iyisinin Didier Zokora olduğu düşünülürse varın gerisini siz düşünün.

Netice itibarıyla heyecanı yüksek, oyun becerisi açısından vasatı aşamayan bir maç daha izledik. Üstelik bunlar ligin en sükseli takımlarından ikisi arasında geçti.

Maç biterken esasen ilk devreden memnun olmayan ancak yayıncı olmanın zorunlu sonucu olarak vasatı aşamayan bir maçı öven arkadaşlar bu kez 'sportmence bir mücadele' klişesine sığındılar. Lakin aynı anda ortalık karışmıştı. Ekranda Fenerbahçeliler Didier Zokora'ya 'dalıyordu'. Böylece sportmence 'mücadele' retoriği de taca çıktı.

Ardından hemen 'Maraton'da yayın başladı... Şansal Büyüka'nın ligin bu haftası için açılıştaki ilk sözü "müthiş mücadele"ydi. Oysa iki maçı tam, iki maçı da fasıllarla izlemiş biriydim... Oyun fukarası bu tarz için 'müthiş mücadele' tanımını zekama hakaret ediyorlar diye düşünüp kapatacaktım ki, Hakan Şükür aynı telden topa girdi. "Ya Basta" dedim kendime. Türkçesi "Yeter artık" gibi bir şey. Olay mahallini hızla terk ederken iki gündür başta Premier lig ve Bundesliga olmak üzere iki üç maç izlemiş biri olarak, "Bunlar seni kandırmaya çalışıyorlar ancak sen bu tuzağa düşme" diyerek olay mahallini hızla terk edip, Kavacık Dörtyola doğru yola çıktım...

07 Ekim 2013, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI