‘’Beşiktaş'ın gücü bitmiş!‘’
Beşiktaş’ı yakından izleyenler fark etmiştir, özellikle ligin ikinci yarısında takımda ciddi bir ‘güç kaybı’ söz konusuydu. Bu ‘güçsüzlük’ Akhisar karşısında zirve yaptı. Koca maç boyunca Oğuzhan üzerinden ve rakip müdafaanın göbeğine yapılmaya çalışılan baskıda temel eksik ‘güç’tü. Defans önüne kadar gitmesine gitti Beşiktaş ancak ne orada topu gole götürecek pas seçeneğini artırabildi ne de kaptırdıkları toplara devamında baskı yapabildi. Hal böyle olunca Akhisar’ın Merter-Ahmet Cebe-Bilal Kısa eksenli hücumlarının neredeyse tamamı Beşiktaş kalesinde etkili oldu..
Beşiktaş orta sahasıyla müdafaa bloğunun arasındaki boşluğa bol pasla taşıdıkları her topu mancınıkla atılma misali stoperlerin arkasındaki Gekas’a kelimenin tam anlamıyla ‘aşırdılar.’ Ve büyük golcü Gekas da gerek golleriyle gerekse atamadıklarıyla Escude-Ersan ikilisini neredeyse maç boyunca mahcup etti.
Olcay ve Veli’nin sorumluluk almadan oynamaları, Necip’in gayreti ama sınırlı hücum katkısı ilerideki Mustafa Pektemek, Niang, oynadığı sürece Holosko’nun elini kolunu bağladı. Fernandes’in yokluğunda yük Oğuzhan’a binmişti ama takım ne onu ‘saklayabildi’ ne de kullanacağı toplarda boşa çıkarak elini rahatlattı. Bu durumdaki Oğuzhan da Akhisar’ın başarılı kurgusu içinde kayboldu gitti. Elbette ki meseleyi ‘defans kurgusu’nun berbatlığıyla da açıklayabiliriz. Ne var ki, bir takım hemen her alanında rakibine top yapacak, oynayacak, koşacak bu kadar alan bırakıyorsa orada sadece kaleciye ya da stoperlere bakmak büyük yanılgı olur.
Akhisar’ın verdiği ilham
Peki ya Akhisar? Maçın başında Hilbert’in arkasına kaçtıkları ilk topta Güray’ın ortasına Gekas için ‘çocuk işi’ olan golünün ardından tüm karşılaşma boyunca istedikleri oyunu oynadılar. Beşiktaş’ın ‘yumuşak karnı’ Escude/Ersan ikilisinin uzun boylarına rağmen arkalarındaki boşluğa geçirdikleri her topla tehlike yarattılar ve istediklerini umduklarından fazlasıyla aldılar. Akhisar bu ligin en izlenesi topunu oynayan takımlardan biri. Sınırlı bütçe, sınırlı kadro... Ama fazladan arzu, oynama isteği ve oynarken eğlenebilme... Akhisarlı futbolcular esasen diyor ki; “En zor görünen durumda bile mutlaka bir çıkış vardır. Yeter ki hepiniz birbirinizle dayanışın ve yardımlaşın..” İşte hepsi bu...
Ayağa gelmiş öğretmen
Bir öğretmen; Teofanis Gekas. Yeteneğini tercübesiyle birleştirip, öğretiyor da öğretiyor. Nasıl ve nereye koşulur, müdafaa oyuncuları nasıl gezdirilir ve ‘uyutulur’, her bir şeyi gösteriyor öğrenmek isteyene. Genç forvet adayları ayaklarına kadar gelmiş bu büyük ustadan öğrenebileceklerini hızla öğrenmeliler. Tüm çabasına rağmen Samsun’u ligde tutamamıştı, umarım Akhisar’ın ligde kalmasına katkı verebilir. Manisa’daki Beşiktaş taraftarının Gekas’a alkışı da futbola dair ne çok şey anlatıyor aslında...
Aybaba’nın işi gittikçe güçleşiyor
Samet Aybaba, “4 yıllık sözleşmem var” dedi geçenlerde ama ligin ikinci yarısında tel tel dökülen bir takım izleyen taraftarlarını bu önermeyle ikna edebilmesi zor görünüyor. Gerçi orada “Sezon bitsin biz de kendi değerlendirmemizi yaparız” demişti. Agresif ve yarardan çok zarar veren Gökhan Süzen tercihi bile zaman zaman “Şu oyuncuyu ben bulmuştum” türünden cümleler kuran Aybaba’yı hayli zorlayacağa benzer. Evet, bu yıl Beşiktaş sezon başı tahminlerin çok ötesinde bir yerde şu anda. Ancak sorun tam da bu zamanlarda gelecek için umut vaat eden bir takımın ortalarda görünmemesinde. Haliyle ‘umut yoksa’, bu oyunla ve bu kurguyla Aybaba’la devam da zor gibi...
‘’Sus kimseler görmesin...‘’
Alışıldık bir durum değildi elbette. Genellikle bu işaret deplasmandayken ev sahibi taraftarlara yapılırdı. Olcay devamında ‘özür’ bâbından bir şeyler söyledi ama ikna edebildiği insan sayısı hayli azdır diye düşünüyorum.
Açık ki, Olcay Şahan taraftarların Samet Aybaba’ya gösterdiği tepkiye reaksiyon veriyordu. Kendi adıma, biraz alışılmadık olsa da Olcay’ın reaksiyonunu anlaşılır buluyorum. Çünkü eğer bir takımdan söz ediyorsak, hocanın da o takımın parçası olduğu düşünüldüğünde oyuncuların da hocaya sahip çıkmaları kadar anlaşılır bir durum olmasa gerek.
Öte yandan, Aybaba’nın her mağlubiyet ya da kayıp puan sonrası sorumluluğu üstlenmek yerine ‘oyuncuları işaret eden’ açıklamalarına da iyi bir ‘ters örnek’ oluşturdu Olcay’ın bu tutumu.
İşin bir başka boyutu ise ülkedeki futbolcu/hoca ilişkisindeki sorunlu tanımlar. Bu tanımlardan biri de ‘baba/oğul ilişkisi’dir. Samet Aybaba da Antalya maçının ardından futbolcularıyla ilişkisini bu pederşahi tanımla açıkladı.
Oysa hatırlanırsa, daha bir kaç hafta önce Oğuzhan Özyakup’un babası Muzaffer Özyakup, oğlu için hocasının kullandığı ifadelerden rahatsız olmuş, kalkıp Hollanda’dan gelmiş ve gazetecilere durumdan şikayet eden demeçler vermişti.
Futbolcu, teknik direktör ilişkisini ‘baba/oğul’ biçiminde tanımlamak hocaya değil ama oyuncuya ciddi zararlar verebilir. Olcay Şahan kuşkusuz ki çok sevdiği Aybaba’ya destek için tribüne “Sus” işareti yaptı. Ancak unutmamak gerek ki, taraftar hafızası kuvvetlidir. O işaret, iki üç maçlık formsuz olacağı periyotta Olcay’a ciddi sıkıntılar yaşatabilir. O nedenle, teknik direktör/futbolcu ilişkisini ‘aile’ değil de oyunun kavramlarıyla kurgulamak ve oyunculara öyle belletmek en doğrusudur.
Kaş yapayım derken!
Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, sezon başından beri izlediği ‘güvenli demeç’ politikasını yavaş yavaş terk ediyor gibi görünüyor. ‘Stat yıkılınca Beşiktaş nerede oynayacak?’ tartışmaları sırasında polemik performansının gelişkin olmadığını göstermişti. Son olarak ‘Mustafa Denizli ve cesaret’ başlıklı manasız münazarada geldiği nokta malum. Denizli, lisanı münasiple ‘cesaret’in ne olabileceğini anlattıktan sonra yaptıkları görüşmede yanlarında olan ortak dostlarını da refere ederek, ‘Bir daha yapma’ uyarısında bulundu kanımca. Orman ise, durumu düzeltmek için yaptığı açıklamada bu kez de zaten sıkıntılı bir dönem geçiren mevcut teknik direktörü incitti. Denizli’nin sözleri üzerine açıklama yaparken dedi ki; “Kendisine olan güven ve inancımın karşılık bulmamış olması, aynı zamanda Beşiktaş için belki de kaçan başarılar anlamı taşımaktadır.”
Yani hülasa edersek; “Samet Aybaba ile başarıyı kaçırdık...” Bence bu da doğru olmadı. Sizce oldu mu?
‘’Yakışmadı‘’
“Kaleci değil” denilen McGregor üç gol kurtarmıştı! Sezon başında kimsenin umut beslemediği Beşiktaş, onca sıkıntıya rağmen ligde hala üçüncüydü.. Haliyle ‘Şifo Mehmet’e coşkuyla tezahürat ederken - ki sonuna kadar hak ediyor - takımın teknik direktörünü refüze etmek Beşiktaşlı’ya yakışmazdı, yakışmadı da... Eksiğiyle fazlasıyla, yırtığıyla söküğüyle Samet Aybaba bu takımın teknik direktörüyse saygı göstermek bir görevdir. Saygı duymayabilinir, o Aybaba’yla ilgili bir durum... Ama saygı göstermek ‘özne/kişi’ ile ilgilidir. Ve Beşiktaşlılık hiçbir şey değilse ‘saygılı olmaktır’.
Peki ilk devre genel olarak ne oldu? Orhan Ayhan abimizin eski zamanlardan kalan veciz tanımıyla, “Orta saha mücadelesi şeklinde geçen bir maç”tı. Maçın Orhan abinin sıkıcı maçlardaki anlatımdan farkı, yağmurlu havada martı uçmuyor, akşam olduğu için boğazdan geçen vapurlar görünmüyordu. İkinci yarı da, ta ki Oğuzhan değişikliğine kadar ‘aynı tas aynı hamam’dı. Aybaba’nın ‘55-60 planı olarak yanında oturttuğu Oğuzhan ile hem gol hem oyuna canlılık geldi. Bir aksilik olmazsa gelecek yıl Beşiktaş’ın gerçek omurgası olacak Necip-Oğuzhan-Olcay golü de buldular.
Beşiktaş zor maçlarından birini kazasız belasız atlattı, ama tuhaftı! Maç bitti soyunma odasına ilk giden Aybaba oldu. Oysa en dayanıklı olması gereken de oydu, değil mi?
‘’Bursa dersine iyi çalışmış‘’
Beşiktaş’ın şimdiye kadar yapabildikleri esasen eksiklerini de apaçık gösteriyordu. Sol kanat... Bu sorun bir türlü çözülemedi. Ne içerden yamayla ne dışardan destekle.. Hal böyle olunca Hikmet Karaman’ın bunu görmemiş olmasını düşünmek mümkün değildi. Bütün ilk yarı boyunca aynı yere yani kanayan yaraya basınç uyguladı Bursa ve karşılığını da iki golle aldı. Çünkü Beşiktaş sıkıntılı bölgesine top almamayı şimdiye kadar hiç beceremedi. Ligde bugüne kadar farkını ‘oynama iştahıyla’ yaratmıştı Beşiktaş. Ancak Bursa o iştaha izin vermedi. Fernandes’i kapatıp Oğuzhan’ı da mümkün mertebe arkaya iterek rakibini çaresizleştirdi. Böylece ‘yaratıcı oyuncu’ eşleşmesinde Pablo Battala gibi denklem çözme ustası öne çıktı ve farkı da yarattı. Bu nedenle her Bursalı topu ayağına aldığında pas seçeneği en az iki iken Beşiktaş’ta bu oran çoğu zaman tek pasa bile ulaşamadı.
İkinci yarı Bursa ikinci plana geçti. Topu rakibine verdi ve bekledi. Çünkü topu tehlike yaratacak bölgelerde kapacaklarına emindiler. Kaptılar ve istediklerini de yaptılar.
Maç boyunca Samet Aybaba’nın yüzündeki çaresizlik Beşiktaş’ın sakatları ve yedek kulübesindeki seçeneksizlik olduğu kadar Bursa’nın oyunun her anına hakim olmasından kaynaklanıyordu sanırım. Ben Aybaba’yı bir kere bile oyuncularına direktif verirken görmedim.
Beri yandan maçın belki de en anlamlı yanı son 5 dakikada Bursalı futbolcuların gözle görülür biçimde rakiplerini yıpratmamaya dönük tavırlarıydı. Hikmet Karaman da oyun değişiklikleriyle maçı iyiden iyiye soğutarak rakibinin üzerine salmadı takımını.
Kuşkusuz ki Beşiktaş oyunu merkez forvet oyuncusu olmadan oynamaya çalıştı. Ancak bu Bursa’nın her atağını bilinçle örmüş olduğu gerçeğini değiştirmez hücum edemiyorsan kendini savunacaksın... İkisini de yapamıyorsun sonuca katlanacaksın.
‘’Fernandes'in ifadesi!‘’
Elbette Almeida’nın erken sakatlanması oyun planına olumsuz anlamda etki etmiştir. Ne var ki ligin dibine demir atmış, bu sezon üçüncü hocasıyla çalışan bir takıma karşı şampiyonluk iddiası taşıyan bir takımın oyun biçimiyle fark yaratması gerekmiyor muydu?
Mersin’in can havliyle oynadığı maçta Beşiktaş’ta ne yaptığını bilen ve takımı dengede tutmaya çalışan tek oyuncu Manuel Fernandes’ti desek yanlış olmaz. Biraz da topsuz alan ustası Niang. Başta Necip ve Veli olmak üzere neredeyse tüm Beşiktaşlılar ‘ustabaşı Fernandes’i koruma kollama görevi edinmiş gibiydi sahada! Ne sorumluluk alma, ne fazladan bir şey yapma gayreti. Ancak şunu da unutmamak gerek ki, Necip ve Veli gibi futbolcular ‘taktik disipline bağlılığı’ yüksek oyunculardır. Yani, onları biraz da takımın oyun anlayışının sınırları içinde analiz etmek gerek. 60’ıncı dakikada ‘problem çözücü’ olarak oyuna dahil edilen Oğuzhan’ı da bu çerçevede ele almak gerekir.
Beri yandan, Manuel Fernandes’in gerek attığı, gerek attırdığı gollerdeki yüz ifadesini siz de fark etmişsinizdir... Kayıtsız, küskün hatta bir miktar sitemli! Oysa Samet Aybaba onu “Takımın sahadaki lideri” olarak tarif etti haftalarca. Gol atan ancak sevinmeyen ve arkadaşlarına mesafeli bir lider! Düşündüm de... Arkadaşımız Orhan Yıldırım önceki gün Fanatik’te Fernandes’in kampta promile bağlı olarak yüksek volümde müzik dinlediği için uyuyamayan arkadaşlarının şikayetçi olduğunu ve sorun çıktığını yazmıştı. Ve tahmin edileceği gibi Beşiktaş Yönetimi de bu haberi alelacele yalanladı. Basın tarihi, muktedirlerce yalanlanmış nice haberin kısa süre sonra farklı kaynaklarca doğrulandığı gerçeğini de yazar kuşkusuz. Bence Fernandes’in ifadesi haberi doğrulayan en güçlü ‘kaynaktı.’
Ve finalde soruyorum, Fernandes’in 83. dakikada girdiği pozisyonda gol atmaya çalışması mı doğruydu, yoksa topu genç Oğuzhan’a geçirme gayreti mi? Bu soruya vereceğimiz yanıt, oyunu da hayatı da nasıl algıladığımızı gösteren doğru tanımlardan biri olacaktır, şüpheniz olmasın!
‘’'Çarşı' ikinci kez sürgüne!‘’
Anlamını, ‘kazandığı kupalar’da değil, ‘kalabalığında var eden bir takım’dır Beşiktaş. En azından benim için böyledir...
Oysa Başkanı Fikret Orman, ‘taraftar’ ile ‘müşteri’ arasında tercih yapmış modern zaman futbol yöneliminin tipik temsilcisi gibi... Beşiktaş’ı başkalaştırmak için bulunmaz bir ortama doğan Orman, dün Fanatik’te ‘Çarşı’ için şunları söylüyordu: “Onların olacağı yeri daha makul seviyede tutacağız. Çünkü yeni stadımızda onlara çok ihtiyacımız olacak. Kale arkasına geçecekler. Stadın en iyi yerinde en çok para verenin oturması lazım...”
Düşünmeden edemedim! Acaba sivil, serbest katılımlı ve kaç kişi olduklarını kendilerinin bile bilmediği ‘Çarşı’ grubunu Orman mı yönetiyor ki, onlar adına konuşup, karar veriyor? Yoksa, kale arkasına gideceklerin biletleri bir jest olarak kulüpten mi? Oraya gidecekler ceplerinden bilet alacaksa, ‘zenginlerin koltukları’nı da para verip edinmelerini kim, hangi hakla engelleyecek?
Taraftarı zengin/fukara olarak ‘müşterileştiren’ bu bakış açısı için Almanya’dan bir karşı örnek vereyim de, kafalar belki biraz açılır!
Takım, Borussia Dortmund. Taraftarı Avrupa’nın en düşük kombine fiyatlarından birine sahip! En ucuz kombine fiyatı yaklaşık 190 Euro!.. Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaldırdıktan sonra çöken ve tekrar, plan ve ‘takım değerlerine bağlılık’la yükselen Dortmund’un CEO’su Hans-Joachim Watzke diyor ki; “Avrupa’nın bir çok ülkesinde taraftarlar artık müşteri haline geldi ve buna itiraz etmiyorlar. Ancak, bir Alman taraftara ‘müşteri’ olduğunu söylerseniz sizi öldürebilir! O kulübüyle arasında bir bağ ister...”
Ve Watzke devam ediyor; “İşçi sınıfından oluşan Ruhr bölgesinde insanlar bizden ne ister diye sorduk. Cevabı basitti; sürekli mücadele ve varımızı yoğumuzu vermek. Böylece yeni felsefemiz oluştu.”
Sloganı Beşiktaş’ınkine benzer, ‘Gerçek aşk’ olan Dortmund’un CEO’su sürdürüyor konuşmasını: “Kulüp kültürünün parçası şeylerle ilgili önemli kararlar aldık. Bilet fiyatları açısından yılda yaklaşık 5 milyon euro kaybımız oluyor ama bunu göze aldık ve her maça sarı-siyah formayla çıkıyoruz.” Yani özetle Beşiktaş’ta yapılanların tam zıddını yapıyor Avrupa’yı kasıp kavuran Dortmund. (B.Dortmund dosyası FourFourTwo dergisi Mart sayısında. Hararetle tavsiye edilir..!)
Beşiktaş ise güçlü markası ‘Çarşı’yı kriminalize edip, Serdar Bilgili döneminin ardından ikinci kez ‘sürgüne ötelerken’, bilet fiyatlarını artırarak tribünleri ‘soylulaştırma’ hattına giriyor. Sonucu tahmin edebilecek var mı?
‘’Vasat oyun yavan maç‘’
Çünkü, yetenekli oyuncu sayısı fazla ‘pahalı takımlarla’ aradaki farkı kapatmanın tek yolu müdafaa oynama bilgisini geliştirebilmekten geçiyor. Hücum organizasyonları yetenekli ve haliyle pahalı oyunculara ihtiyaç duyuyor. Müdafaa öyle değil... Güçlü ve birbirine yakın oynayan oyuncu sayısını artırınca en azından beraberliği kurtarma ihtimali güçleniyor. Andorra gibi takımlar da kolay ulaşılır ve uygulanabilir bu bilgi nedeniyle ister istemez bu zorunlu yola giriyor. ‘Oynamak ve eğlenmek’ gibi bu oyunun varlık nedeni olan ilke ‘kazanabilmek için oynatma’ teziyle yer değiştirince ortaya da tatsız tuzsuz maçlar çıkıyor. Veriyorlar sana topu geçiyorlar geriye, ‘Bir fırsat çıkar belki’’ diye bekliyorlar.
Kaybettiği maçlar nedeniyle Dünya Kupası geleceğini ‘başkalarının kayıpları’na bağlayan Milli Takım zaman zaman 11 kişiyle kendi ceza sahası içine yığılan Andorralılar arasından topu geçirecek delik bulamadı. Şaşırtıcı olan dışarıdan atılan şut sayısının düşüklüğüydü. Bu tip oynayan takımlara karşı arkaya koşucular ya da driplingle içeriye kat ediciler değil de ‘vurucular’ daha çok iş yapar diye düşündürttü oyun düzeni bana.
Her takım ve her maç farklı düzenler gerektirdiğinden bu maçı, Macaristan maçının idmanı olarak düşünmek de doğru olmaz. Doğrusunu isterseniz tempoyu haliyle tansiyonu yükseltmeyi beceremeyen, Türkiye Ligi vasatını aşamayan milli takım,
“Gelecek için ümit veriyor” türünden cümleler kurmamıza izin vermiyor ne yazık ki!.. Günler, olumlu gelişmelere gebe gibi görünmüyor...
‘’İnsafsız tribün!‘’
Kuşkusuz ki, bir çok duygu gibi ‘insafsızlık’ da insan tarihi kadar eskidir. Umulur ki, bilgi arttıkça bu tür olumsuz duygular akıl tarafından köreltilir ve insan daha gelişmiş bir varlığa dönüşür. Ama bu sadece umulur!..
Bir kurmaca olan oyunun - haliyle de futbolun - insanları etkinlik ve mutlululuk vasıtasıyla geliştirdiği genellemesi yapılırsa da pekala ‘hasta ettiği’ de söylenebilir. ‘Kazanma hırsı’ insanın aklını, vicdanını körelttikçe bunca bilgiye(!) rağmen ‘insafsızlık’ artıyorsa bu noktada durup biraz düşünmek gerek.
Beşiktaş taraftarlarının önemli bölümü geçmişte Vedran Runje’ye yapılana benzer bir tavrı şimdilerde kaleci Cenk Gönen’e göstermekten geri durmuyor. Hayli kalabalık bir grup, pür dikkat ve ajite halde kaleci Cenk’in hata yapması için insafsızca aportta... Hatalı bir degaj, iki hamlede kontrol ettiği bir top ya da yenilen gol Cenk’e yüklenmek için yetiyor da artıyor...
Oysa oyunun olmazsa olmaz paydaşlarından taraftarlığın en önemli katkısı, kendi oyuncularına ilham verip onları yüreklendirerek yukarı doğru itmektir. Yoksa insan kızmak, küfretmek, kendi oyuncusunu aşağı çekmek için neden taraftar olur? Neden onca zahmete katlanıp stata gider?
Futbol bize sadece ‘kazanmayı’ değil aslında bu hayatı nasıl yaşayabileceğimizi de öğretiyor. Tabii görebilirsek.. Daha az yetenekli olan, daha tecrübesiz, bir yanı daha eksik olanımızla dayanışarak nasıl hep birlikte yükselebileceğimizi gösteriyor. Futbol bir çok şey olduğu gibi bir yanıyla ‘eksik tamamlama’ oyunudur da. Hepimizin birbirimize muhtaçlığını anlatır bu oyun. “Yanındakinin açığını kapatırsan, kazanırsın. Bu kadar basit” der ama nedense biz duymamak için direniriz.
O nedenle varsa Cenk’in bir eksiği bir yandan o çalışırken diğer yandan taraftarın da ona katkı sağlaması oyunun emridir! Bundan önce defalarca yapılmış ve hiçbir işe yaramamış bu zalim tarzdan derhal vazgeçmek gerekiyor. Bir dönem Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu’na, şimdilerde Fenerbahçe tribünlerinde Selçuk Şahin’e, İnönü’de Cenk Gönen’e ve daha nicelerine... Yeter artık!..
Aybaba'ya saygı
Sezon başlarken acaba kaç taraftarı Beşiktaş’ın ligin buralarında olacağını tahmin edebiliyordu!.. Öyle ya da böyle, şu an Beşiktaş ligin üçüncüsü durumundaysa bunda hiç kuşkusuz ki Samet Aybaba’nın da payı var. Haliyle her kayıp puanın ardından Aybaba’ya yönelik tribün tepkisini de insafsızca bulduğumu belirteyim. Beşiktaş, bir futbol takımından öte rakibi de dahil kendine katkı sağlayan her bireye saygı duyan bir kültürdür. Aybaba’ya saygı göstermek Beşiktaşlılığın olmazsa olmazıdır. Ancak ne yazık ki, lümpen kültür hayatın her yanını olduğu gibi bir kıyıdan Beşiktaş’ı da kemiriyor!
Görün... Biz arkadaşız!
Jose Mourinho... Yaptıkları ve yapacağı farz edilenlerle, saha içi ve saha dışı tutumu, kazanmayı her şeyin önüne koyan tarzıyla modern zaman futbolunun büyük fenomenlerinden. Önceki akşam Kayseri’deydi ve medyanın neredeyse nutku tutuldu! Güç ve liderlik karşısında yüksek büyülenme kaabiliyetine sahip kalabalıklar da bu vesileyle kamaşmış gözlerle şöhreti, başarıyı ve gücü bir kez daha kutsadı.
Öte yandan bu ilginin altında ‘kesif bir kompleks’ de sezilmiyor değildi. Her durumu kendi gerçekliğinden kopartıp abartarak anlamaya çalışan bakış açısı burada da kendini gösterdi. Evet, Mourinho aynı zamanda iyi bir ‘magazin karakteri’ ve hal böyle olunca medya ilgisi de anlaşılır ama bu biraz aşırıya kaçmak olmuyor mu?
Düşünün, futbolculardan çok Fatih Terim’e odaklanma konusunda hayli mahir olan kameralar bile ‘yerli imparator’u ihmal edip oturduğu yerde oturan ve en ufak bir aksiyon planı vermeyen ‘Portekizli Titan’a yöneldi sık sık!.. “Bir daha ne zaman gelir kimbilir?” haleti ruhiyesinin ilahlaştırdığı ve gerçekten kopararak abarttığı bir durum ortaya çıktı böylece.
Bilinir, Mourinho medya algısını yönetme konusunda hayli marifetli biridir ve burada da Fatih Terim’e bir tür ‘el ense’ atarak verdiği fotoğraf onun ustalığının kanıtıdır!
Ancak unutulmasın ki Fatih Terim de aynı algının ustalarındandır... Örneğin, Schalke maçı öncesi basın toplantısında Fenerbahçe şikayetlerini yanıtlamak için not kağıdının arkasına yazdığı geçmiş dönem maç trafiğini ‘bir kaza sonucu’ objektiflere yakalatması tam da bu bağlamda ele alınmalıdır.
Futbol bağlamında ele alırsak şimdiye değin yapıp ettikleriyle Fatih Terim zaten öğretecek çok şeyi olan iyi bir öğretmendir. Four Four Two dergisinin değerlendirmesine katılıyorum, bu ülkenin “gelmiş geçmiş en iyi 50 teknik direktör”ü listesinin ilk basamağında onun olması aklın emridir.
O nedenle Abdürrahim Albayrak’ın da sık sık yaptığı gibi Terim’i Mourinho’nun yakın arkadaşı olarak gösterme gayretleri nafile girişimlerdir ve esasen Terim’e haksızlıktır. Evet, iyi arkadaş da olabilirler ama o sunum daha güçlü olarak algılanan Mourinho merkezlidir ve ‘eşitsiz’ bir sunumdur. Ve aslında başta sözünü etmeye çalıştığım o batılıya karşı duyulan ‘kesif kompleks’in tezahürüdür.
O nedenle bu ‘el ense fotoğrafının’ okumasını yaparken bunun ‘algı yönetimi’ konusunda bir tür karşılıklılık ilişkisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. İki ‘eşit’ algımızı yönetiyor; “Biz arkadaşız!..” Haliyle bu durumda, “Evet ama nereden arkadaşsınız?” sorusu da anlamını yitiriyor. Çünkü burada ‘gerçek’ değil ‘görünüş’ hedefleniyor ve görüldüğü kadarıyla da amaca ulaşılıyor.









































