‘’Daha çok isteyen kazandı!‘’
Önde oynama iştah ve becerisi yüksek iki takımın karşılaşmasında belirleyici olan, çoğu maçta olduğu gibi yine Beşiktaş’ın müdafaa hattı olacaktı. Geri dörtlünün performansı öndeki ikili, Veli ve Atiba’ya üst seviyede muhtaçlık duyduğundan işin arkaya sarkmaması gerekiyordu. Bursa’ya golü getiren ilk atağa dikkat edilirse Josue, Beşiktaş’ın gerçek savunmasından Veli-Atiba arasından kurtulmuş adamı Bakambu’yu gözlüyordu ve bulması hiç de zor olmadı!..
Yine verim alamadılar
Beşiktaş, kadro yapısı gereği topu mümkün mertebe müdafaasından uzak tutmak zorunda. Ancak bunun için kapılan topu elde tutmak şart. Evet, rüzgar ile zemin, seri ve düzenli pas yapmayı engeldi. Bu nedenle iki takım da orta sahada bu kadar pas hatası yaptı ve maç bir tür ‘kaybedilen top’ oyununa döndü. Yine de Beşiktaş, en azından ikinci devre daha baskılı göründü. Ancak bu görüntü, bir düzen tutturup oyuna hükmetmesinin sonucu değildi. Onlar adına iş yine becerili Sosa, Gökhan Töre ile sonradan oyuna dahil olan Kerim ve Oğuzhan’ın ‘doğaçlama’larına muhtaç hale gelmişti. Çünkü oyunu kenarlara genişlettikleri anlarda arkadaki iki kanat bekinden ‘tehlike riski yüksek’ bu maçta da yine verim alamadılar.
Son bölümde goller geldi
Çok istediklerini belli ettikleri maçta problemi tam Töre’nin muazzam işçiliğiyle çözdüler derken iş karıştı. Önce iki dakikalık Bursa baskısında Ozan Tufan topu iğne deliğinden geçirdi, ardından son Beşiktaş atağında kırmız kart ve Demba Ba’nın penaltı golü geldi. Şaşkınlık, hayal kırıklığı ve geri dönüşler... Özetle futbol denen oyun bize diyor ki; en zor zamanlarda bile yaşamdan umudunu kesme...
Bursa’nın bekleyip, ritmi elinde tutmaya çalışarak oynadığı maçın onlar açısından en iyisi belki de maçın en iyisi kaleci Harun Tekin’di. Sosa’nın çekip çevirdiği, Töre’nin renklendirdiği Beşiktaş’ta ise yenilen goldeki yer tutma ve hız sorunu yaşasa da Atınç’ın Bursa hızlı hücumlarında yaptığı kritik ‘pas araları’nı hanesine artı olarak not etmek gerek.
‘’Bakalım kaç çocuk daha tokatlanacak?‘’
Anormal olanın süratle normalleştiği güzide ülkemizde çeşitli suçlar da sıradan şeyler gibi algılanır oldu. Hem milli takım hem Galatasaray’a hocalık yapan Ergin Ataman’ın, oyuncusu Göktürk Ural’ı dövmesi de bu sıradanlık içinde seyrediyor. ‘Konuyu uyutmak için’ sistemli değilse de vurdumduymazlığa, kanıksatmaya bağlı bir gayret olduğu açık. Sporda başarı uğruna oyun dışı etkileri devreye sokma konusunda ‘sosyal sabıkalı’ olan Ataman’ın, öğrencisini dövdüğü için utanmasını beklemek ise Ekvator kuşağına kar yağması gibi bir durum. ‘’Bu bizim mahremimiz, olayı büyütmeyelim’’ türünden bir şeyler buyuran Ataman gibilerin ‘mahrem’ tanımları yüzünden ülkede neredeyse her gün bir kadın cinayeti yaşanıyor. Yani, saçma sapan üslup nedeniyle ülkeyi Sırbistan ile diplomatik bir skandalın kapısına getiren Ataman nedeniyle artık ‘adam dövmek’ meşrulaşacak, öyle mi?
Albayrak’a ne demeli
Ya hamilerinden biri olan Abdürrahim Albayrak’a ne demeli? Kulübünün borç batağının sorumlularından olan Albayrak, ‘’Ben görevde olduğum sürece Ataman kalacak’’ demiş. Paraları ödenmeyen sporcular idmana çıkmazken gıkı çıkmayan biri söylüyor bunu!.. Soruşturmaya uğramayacağını bildiği için suç duyurusu niteliği taşıyan ‘’Futbolculardan alacağım yoktur imzalı kağıtlar aldık’’ diyen birinden konuya ilişkin ne tür savunma beklenir ki? Ama kabul etmek de gerek, sahada maç oynanırken televizyon ekranında bazı futbolculardan daha çok görünebilmeyi becermek de özel yöneticilik yeteneği ister, değil mi!..
Erdenay neyi yönetiyor!
Ya Basketbol Federasyonu’nun Milli Takımlar Sorumlusu, zamanının büyük basketbolcusu ‘Pegasus Harun Erdenay’!.. Geçmişte bu tür davranışların normal karşılandığını ancak günümüzde insanlara garip geldiğini belirtmiş konuşmasına başlamadan. Dayağın suç olmadığı geçmiş çok eskidir. Erdenay’ın yaşı o kadar eskiye yetmez sanırım... Ve şunları söylemiş devamında: “Tabii kimse tokat atma, küfür etme hakkına sahip değil ama bence bu Galatasaray içinde çözülecek bir sorun. Biz Federasyon olarak, bir kez yaşanmış talihsiz bir olay nedeniyle milli takım antrenörü hakkında karar alma veya antrenör değiştirme olayını gündemimize almadık, almayacağız.”
Sormak gerek, ‘’Erdenay acaba hangi oyunu yönetiyor? Milli takım hocasının bir marifeti neden sadece Galatasaray’ın sorunu oluyor? İkisinin de olamaz mı?’’ Erdenay’a hatırlatırım; ‘’Dünkü Hürriyet Gazetesi’ni bulup okuyun. Hukukçular diyor ki; ‘Ataman’ın yaptığı suçtur..’ Yani sizin dediğiniz gibi ‘talihsiz bir olay’ değil. Şöyle söyleyeyim, kapınızdan arabanız çalındığında yaşadığınız ‘talihsiz bir olay’ değil ‘suç’tur. Bu da öyle. Yani en azından konuyu mutlaka ‘gündeminize almalısınız.’’
Hukuk nedir bilmiyorlar
Bu örnekte de görülüyor ki, ülkede spor yönetilemiyor. Yetersiz yöneticilerin çoğu ‘hukuk nedir’ bilmiyor. İdare-i maslahat yönetim sayılıyor. Bunların yaşandığı yerlerde ne maç izlenir, ne sporcu yetişir, ne oyuna ilgi duyulur. Ama günler süren ‘şahane hakem kararı tartışmaları’ yapılır ve bu arada hepimiz gencecik Göktürk Ural’ın yediği dayağın kesilememiş cezasının utancıyla yaşarız!..
‘’Korkusuz Rize düzensiz Beşiktaş‘’
Beşiktaş’ı izleyenler, uzun süredir maçların ilk yarılarının ‘nafile’ kabilinden oynandığına şahittir. Bu maç için de aynı tespiti yapmak mümkün. İlk yarı onlar adına ‘boş geçti’ desek yeridir. Atiba yerine Oğuzhan ile sahaya çıkmayı tercih eden Bilic, kuşkusuz ki daha çok top yapmayı hedefliyordu. Lakin, bunu gerçekleştirebilmek için önce topu kapmak gerekiyordu ve Oğuzhan, bu konuda Atiba kadar yetkin değildi! Haliyle top kapma yükü yine Veli’nin omuzlarına bindi. Oysa Rize’nin orta sahadaki ‘direnç merkezi’ Kıvanç daha ilk dakikada sarı kart görmüş, bu nedenle ‘temkinli mod’a geçmişti. Ancak Beşiktaş topu ele geçirmekte zorlanıp top yapamayınca Rize’nin bu handikapı ilk yarıda bir avantaja dönüşemedi. Temposuz ve durgun geçen ilk yarının özeti olarak, ‘’Rize’nin arayışlarıyla geçti’’ demek yanlış olmaz...
İkinci yarıyla birlikte daha ‘görünür hale’ gelen Sosa, Beşiktaş’ı topyekun öne çağırdığında ‘durağan maç’ın hal ve gidişinin değişeceği de belliydi. Önce Sosa’nın ‘usta işi’, sonra Sercan’ın ‘Tolga’nın usta ikramı’ndan gelen golleri... Ancak maçın gerçek belirleyicisi temkinli olmaları gerekirken fevrileşen Kıvanç ile Koray’ın kendilerini kısa aralıklar içinde attırmaları oldu. Düzenler bozuldu... Dokuz kişilik Rize’nin geriye yığılıp ‘güvenlik duvarı’nı yükselteceği tahmin edilse de Hikmet Karaman tersine Lafferty’yi oyuna alıp topu ‘önde istediğini’ belli etti. Onlar eksik olmasına rağmen düzenli oynadıkça Beşiktaş’ı gol telaşı sardı. Maç boyunca topa sahip olma sıkıntısı yaşayan Beşiktaş kenarlardaki Olcay/Töre hattını işletemeyip Demba Ba’yı uygun pozisyonlarda topla buluşturamadı. İki kişi eksik rakibine 30 dakika boyunca hükmedemeyen Beşiktaş’ta işler ‘doğaçlama’ya kalmıştı ki, o fırsat da bir pozisyonda kenara sızan Sosa’nın yaptırdığı penaltı olarak yakalandı. Neticede, garantili Veli/Atiba düzeninden vazgeçmek Bilic’e hayli pahalıya patlıyordu. Bu maçı ucuz atlattılar ama Beşiktaş son maçlardaki düşüşüne acil çare üretmek zorunda. Yoksa sıkıntı büyür...
‘’Eline, beline, diline... Bu mudur resmi görüş!‘’
Yakın zamanda İlhan Cavcav ile ilgili resmi siteye konan yaşına bağlı sağlık durumuyla ilgili incitici ve iç acıtıcı yazıya, dün de Fikret Orman ile ilgili magazin çağrışımlı bir başkası eklendi. Fenerbahçe içinden beklenen ‘vicdani itiraz’ın zayıflığı bir kenara not edilmeli!..
Daha çok konuşup daha çok bağıranın ‘doğru’ ve ‘haklı’ bulunduğu yurdumuzda yüksek perdeden konuşan muktedirlerden biri de Aziz Yıldırım’dır. Az sayıdaki ‘doğru’yu olumsuzlukların arasına serpiştirerek sık sık gündemi belirler. Bu durumdan şikayetçi gibi görünmesi ise ‘muhteşem vahşi dünya’nın ironisidir! Ülkede son yılların stratejik siyasi çizgisi olan “Sürekli düşman yarat ki, arkana yığılan kalabalık inde kalsın” ilkesiyle hareket ettiklerini düşündüğüm Yıldırım ve ekibi, Fenerbahçe amblemini de ‘düşük seviye açıklamaların’ imzası haline getirmekte sakınca görmez. Yakın zamanda İlhan Cavcav ile ilgili resmi siteye konan yaşına bağlı sağlık durumuyla ilgili incitici ve iç acıtıcı yazıya, dün de Fikret Orman ile ilgili magazin çağrışımlı bir başkası eklendi. Alevi-Bektaşi geleneğinin düsturu olarak bilinen sözü - “Eline, beline, diline hakim ol” - siteye nakş edenler, durumun insanların çocukları ve aileleri ile ilgili acıtıcılığını bir an bile akıllarına düşürmemişler belli ki. Öte yandan böylesi kabul edilemez dilin ‘resmi görüş’ olarak tescillenmesine Fenerbahçe içinden beklenen ‘vicdani itiraz’ın zayıflığı da bir kenara not edilmeli!..
Federasyonun durumu elini güçlendiriyor
Beri yandan Yıldırım ve ekibinin, toplumda yaygın olan ‘kazanmanın her şey olduğu’ inancına çok güvendikleri belli. ‘Güç’e tapılan coğrafyamızda ‘Fenerbahçe’nin haklarını koruyoruz’ demogojisiyle ambalajladıkları bu tutum ‘havuz problemi’nde açık seçik görülüyor. İktisat, sosyoloji, tarih vb. disiplinleri kulak ardı edenlerin hesaplarını ‘kurnaz tüccar işletmeciliği’ üzerine inşa ettikleri açık. Bu tartışmayı başka bir gün rakamlarla uzatacağım... Bugün konuya başka bir yerden devam ediyorum...
Kabul etmek gerekir ki, ‘karşı taraf’ olarak bellettikleri ‘Türkiye Futbol Federasyonu’nun tutarsız, çelişkili ve zayıf halleri ellerini hayli güçlendiriyor ve ‘doğru söylüyorlar’ gibi algılanmalarına yol açıyor!
Gazetelere de yansıyan Fenerbahçe Dergisi’nin son sayısındaki Aziz Yıldırım açıklamalarında başta ‘yabancı kuralı ile ilgili itirazlar’ olmak üzere doğrular var. Lakin tartışılacak ve eleştirilecek görüşler onlardan daha fazla.
Kimdir bu ‘biz’?
Örneğin, söyleşiye hakim olan şu ‘biz’ dili dikkat çekici. İnsan merak ediyor, kim bu ‘biz’? İkide bir, ülke futbolunun hakimi olduklarını yüzümüze haykırmaktan çekinmeyen ‘Üç İstanbullu’ mu kast ediliyor? Yoksa ‘biz’, sadece Fenerbahçe mi? Ya da bizatihi kendisini Fenerbahçe ile özdeş görmemizi arzulayan Aziz Yıldırım mı? Sahi kim? Eğer sonuncusu ise Theodor W. Adorno’nun şu sözünü hatırlatmakta fayda var; “Biz derken ‘ben’i kast etmek hakaretlerin en örtülüsüdür...”
Büyüklük konusunda böbürlenmekten bir an bile geri durmayan Aziz Yıldırım, reytingi olmadıkları için önemsiz de olduklarını ima ettiği ‘küçük takımlara, “Asıl biz olmazsak -havuzda-, siz yer alamazsınız. Biz Vefa’yla oynarız, Beykoz’la oynarız, yine alırız ama siz aranızda oynarsanız gelirleriniz çok önemli miktarlarda kayba uğrar’ dedik” diyor... İnsan düşünmeden edemiyor, “Vefa ile Beykoz ‘biz’e mi dahil ‘siz’e mi?” Onlarla oynanırsa Vefa ile Beykoz ne alacaktır? Biz maçlara rekabet düşük olsa bile sadece bir takımı çılgınca seviyoruz diye mi gidiyor, izliyoruz Eğer durum gerçekten Yıldırım’ın iddia ettiği gibiyse, Türkiye Kupası’nda neden kimse diğerleri gibi Fenerbahçe’yi de izlemiyor? Saracoğlu’ndaki ‘tribün fukaralığı’ yalnızca ‘passolig’le mi açıklanır? Statlardan kaçışta o çok arzulanan, tribünlerin yüksek gelir grubuna dahil ‘elitler’ce doldurulmaya çalışılmasının payı ne kadardır? Sorular sorular...
‘Havuz problemi’ni ise önümüzdeki yazılarda ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağım...
‘’Düzen bozuldu ama ‘beceri' iş gördü‘’
Futbolda efektif oynamanın yollarından biri de oynanan alanın boyunu rakip sahada olabildiğince kısaltmayı becerebilmektir. Bu da rakibe geçmiş topun süratle geri alınmasına bağlıdır. Böylece hem ‘takım
enerjisi’ oyuncular arasında eşit bölüştürülür hem de rakip sürekli savunmaya itilerek gol yeme tehlikesi minimuma indirilir.
Beşiktaş maçın ilk 30 dakikasında buna uygun oynadıysa bu, yüksek eforları sayesinde mümkün oldu. O ara bir de gol buldular. Orta sahaya kadar çıkan Serdar rakibine basıp topu alarak golü hazırlayan
isimdi. Top da Sosa-Ba-Töre üzerinden Olcay’la buluşup gol oldu. Ancak 30’dan sonra tempoları düştü. Çünkü oyunun boyunu kısaltma konusundaki en işlevsel oyuncuları Atiba sahada yoktu. Bu çerçevede topun kapılması konusunda tek başına kalan Veli, yetenekli ancak fifiziksel olarak yetersiz Oğuzhan’dan yardım alamazken arkadaki Pedro-Ersan ikilisi de geride ‘tıkaç’ olamayınca işler değişmeye başladı. Artık onlar için belirleyici olan ‘geri kalan enerji’ ve kişisel beceriydi.
Sahada geniş alanlar bulup onları Welinton'la tehlikeye çeviren Mersin, 61. dakikada Sinan Kaloğlu ile golü bulunca iş zora girer gibi olduysa da Demba Ba'nın 'vuruş artı şans'ıyla gelen gol imdada yetişti. Atiba'nın yokluğuna rağmen Beşiktaş yine kazandı ama önde giderken oyunu kontrol edebilme sıkıntıları sürüyor. Kazanıyorlar ama ligin ilk yarısına göre oyunlarındaki düzen ve gösterişi kaybetmiş gibiler.
Son bir not da Lig TV’deki hakem yorumuyla ilgili... Sinan Kaloğlu’nun golünde topun Serkan tarafından ‘içerden mi dışardan mı’ çevrildiği konusunda hakem kararı ve ‘Bay Piero’ yetmemiş olacak ki, 2-3 santimlik bir karar için Mustafa Denizli ile Tümer Metin tuhaf referanslar arıyordu! Denizli, Ersan’ın itirazının ‘yetersizliğini’, Tümer Metin ise Motta’nın hakem üzerine koşmayışını ‘topun içerden çevrildiği’ne delil gösteriyordu! ‘Anormalin normalleştiği ülke’de artık hiçbir şey tuhaf kaçmıyor değil mi? Yani, hakem kararı değerlendirilirken bundan böyle yavaşlatılmış çekimler dışında bir de ‘futbolcu itiraz şiddeti’ mi baz alınacak? Hakikaten tuhaf
‘’Zorlama artık!‘’
Dün birçok yerde çıkan, ancak Hürriyet’in manşet yapmaya değer bulduğu Olimpiyat Stadı haberini okumuşsunuzdur.. Ve sanırım çoğunuzun aklına da tıpkı bende olduğu gibi çok bilinen o söz gelmiştir;
“Zararın neresinden dönersen kârdır...” Haberde ‘mucizevi projenin mimarı’nın Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim olduğu ısrarla vurgulanmış. 120 milyon Dolar’a mal olacak projeye göre, zemin 90 derece döndürülüp, tribün yapısı da değiştirilerek en büyük tehlike olan rüzgardan kurtulunacağı da not düşülmüş. Elbette şu ünlü, ‘365 gün yaşayan stat’ klişe palavrası da ihmal edilmemiş.
Ciddi anlamda karşı çıkılmaz
‘Anormal olanın hızla normalleştiği ülkemizde’ böylesi bir girişimin de ciddi bir reaksiyonla karşılaşmayacağını tahmin etmek zor değil. Kimsenin, “Onca parayı inşaata yatırmak yerine oyuncu ve eğitmen gelişimine yatırmak daha doğru olacaktır” demeyeceklerini bildiklerinden projeyi ufaktan ısıtmaya başladılar. Milli takımın, “Topu elleriyle bizim kaleye üç kez getiremezler” denilen İzlanda karşısında nasıl un ufak olduğuna akılcı açıklamalar getiremeyenler... Göreve gelirken vaatler uçuşturup, tüm uluslararası derecelendirmelerde dramatik düşüşler yaşandığı halde ham hayallere devam edenler... Çocukların dahi bildiklerini ‘ince elenip sık dokunarak bulunmuş gerçekler’ gibi yutturmaya çalışanlar... Lise mezunu olmayanlara UEFA Pro lisansı verebilmek için mevzutta acemi oyunlar oynayanlar, - ki federasyonun resmi sitesinde hâlâ ‘lise diploması’ şartı duruyor...- Üstüne üstlük... Örneğin, ülke sol bek yetiştiremediği için yegane sol bek Caner Erkin hakem dahil herkese fırça atma hakkını kendinde bulan bir kibir abidesine dönüşmüşken... Ön liberolarla stoperlerden biri mutlak yabancı olmak zorundayken... Top oynayacak zemin yokken... Federasyon başkanının deyişiyle, “İstenmeyen taraftarlar sahalara alınmadığı için” stadyumlar bomboşken!.. Kulüp ekonomileri Kulüpler Birliği Başkanı’nın itiraf ettiği gibi sürekli ‘makyaj’lanıyorken... En büyük kulüplerden birinin yöneticisi “Oyunculardan borcu yoktur kağıdı aldık” diye kendi ağzıyla acemi bir ‘suç duyurusu’nda bulunurken... Koca koca yöneticiler, hocalar, menacerlerin oyuncağı olmuşken... Her konuda sürekli mevzuuat değiştirenler, yabancı oyuncu kuralıyla ilgili başta Şenol Güneş olmak üzere onca haklı itiraza ısrarla kulak tıkıyorken...
‘Makam’ ses çıkarmıyor
‘Futbol direktörlüğü’ makamı tüm olan bitenlere ses çıkarmıyor, düzenleme önermiyor ancak 120 milyon Dolar’lık tadilat projesiyle bir kez daha ortaya çıkıyor!.. Tamam, bu ülkede bir zamanlar bu işleri yönetenler düşünüp, taşınıp -elbette payına düşeni de alıpmilyonlarca Dolar’ı çöpe attı... Ama artık zorlamaya gerek yok değil mi!.. Anlamayanlar için bir kez daha tekrar edelim; orada sorun rüzgar ya da zemin değil, insan!.. İstediğin tribünü yap, en gelişmiş AVM’yi ekle, en güzel çimi ek, olmaz... Çünkü orası insani değil... Zorlama artık...
‘’İyi uykular Türkiye!‘’
Enteresan bir ülkede yaşadığımız çoğumuzun malumudur. Devrimci olan her şeyden korkup,korktuğu her şeyden de nefret edenlerin ülkesinde ‘devrim niteliğinde karar’lar diye alkışlanan ‘yabancı futbolcu sayısı’ üzerindeki kota genişletildi. Bundan böyle isteyen takım 11 yabancı oyuncu ile sahaya çıkabilecek. Ne mutlu!... Karar devrimciydi ya (!) kimse karar alıcıların ‘devrimci nitelikleri’ni sorgulamadı bile.
Üstümüzden yük kalktı!
Bu serbestiyle ülkemizin üzerinden büyük bir yük daha kalktı. Yani, milyonlarca insanı büyüleyen görkemli takımlarımızın bilgili, becerili, öngörülü ve ne denli donanımlı olduklarını defalarca kanıtlamış yöneticileri sayesinde Avrupa’da başarıdan başarıya koşmamızın önünde engel kalmadı!...
Benden söylemesi, gelecek yıldan itibaren dünya devlerine kafa tutacak kadrolara hazır olun ve şimdiden kombinelerinizi ayırtın. Çünkü, yıldızlar geçidini ‘takımınızın mabedi’nde canlı izleyebilmek için fazla zamanınız yok!..
Ayrıca, TFF Başkanı Yıldırım Demirören’in muştuladığı yeni düzenlemeyle birlikte, yerli oyuncuların bonservis ücretleri ve yıllık garanti paraları düşeceğinden kulüplerin de mali kriterlere uygunlukları konusunda artık bir dertleri kalmayacak! Ülkemiz bu sayede bol ve ucuz yedek parça alır gibi kaliteli yabancılarla dolacak, ‘futbol piyasası’nda yer edinmek isteyen ama yeterince çalışmayan (!) yerli oyuncular da var güçleriyle çalışarak rekabet ortamında kendilerini geliştirecek!.. Böylece, bir felsefesi (!) olduğunu her fırsatta hatırlatmaktan geri durmayan Fatih Terim önderliğindeki milli takım başta olmak üzere ülke futbolu uçuşa geçecek!
Evet, uzun yolculuklar o ilk adımla başlar başlamasına da ilk adımın kimden geldiği de adım kadar önemlidir. Bu zamana kadar attıkları her adımı sorunlu olanlar... Hepimizi zeminsiz futbol, taraftarsız stat, ehliyetsiz hoca, futbolcusuz futbola mahkum edenler... Bugün kurtuluş reçetesinin yine kendi ellerinde olduklarını iddia ediyor ve “Biz batırdık yine biz çıkarırız!” diyorlar. Bu muazzam projenin de aliç
Kongre Merkezi’nden iki gün canlı bağlantıyla dinlediğimiz ‘Fatih Terim vaazları’nın kısa özeti budur.
Galatasaray’dan başlansın
İşin en ironik yanı ise, “Mali kriterlerden taviz vermeyeceğiz” diyen kişinin mali kriterlere uygunluk taşıyabilmek için çırpınan Beşiktaş’ın eski başkanı Yıldırım Demirören’in olmasıdır. “Bir kulüp esasen nasıl yönetilmez”in en öğretici örneklerinden birini oluşturan döneme dair “Demirören ve Beşiktaş deneyimi” adlı bir kitap kaleme alınsa ülke futboluna muazzam faydalı bir eser kazandırılmış olur.
Gelin yazıya bir öneriyle devam edelim...
Madem ki bu federasyon ve ona bağlı futbol direktörlüğü makamı mali disiplin konusunda bu denli kararlı işte bu kararlılığı gösterme fırsatı... İlk olarak Galatasaray Yöneticisi Abdürrahim Albayrak’ın oyunculardan aldığını açıkladığı “Kulüpten alacağım yoktur” imzalı o kağıtların peşine düşsünler bakalım. Ortada ödemelerin yapılmadığına, işin kılıfına uydurulduğuna dair açık ikrar varken yerli yerinde
bir başlangıç olur bu girişim. Bir bakılsın Galatasaray’ın sadece oyuncularına ne kadar borcu var!...
İrade var mı bakalım!
Ve eş zamanlı olarak sık sık “Kendi paramızla stat yapıyoruz” diye böbürlenen Beşiktaş’ın borç/alacak dengesi bir sezon sonra sürdürülebilir bir noktada olacak mı?... Bir de ona bakılsın!.. Diğer takımlarla ilgili olarak da buna benzer türlü ‘önleyici taramalar’ yapılabilir elbette... Peki sizce TFF iktidarında bu irade ve kararlılık var mı?...
‘’Felsefenin sefaleti!‘’
‘Hayatım ve eserlerim’
Esasen, “Hayatım ve Eserlerim” üst başlıklı hatıratında kaleme almasını beklediğim ‘öğretici’ anlarını aktardı; Popescu ile başbaşa varılan 2-5-3 formasyonunun inceliklerini, dünyanın sayılı hocalarıyla yüksek samimiyetini vs... Böyle bir fırsat ele geçmişken isim vermeden birilerine göndermelerde bulunarak aslında herkesi ablukaya alma gayretini de atlamayalım... Konuşmaları sırasında bazı kişileri ‘sayın’, bazılarını ‘hoca’ diye anarken kimilerinden de, örneğin ‘Okan’, ‘Şenol’ gibi, sadece isimleriyle söz ederek ‘resmi seminer’e hayli samimi bir hava yaydı!
Tuhaf bir sunum
Kameralar zaman zaman salonu gösteriyordu ve insanlar dikkatle dinliyordu kendisini... Oysa bilmediğimiz hiçbir şey anlatmıyordu. Adana Genç İşadamları Derneği’nde yaptığı gibi “Küfürün iyi birşey olmadığını, kendisine yakışmadığını ama hak edene çok yakıştığını” söylese bu kez de alkış yükselir mi salondan diye düşünmedim değil!... Teknik direktör ya da antrenör olmadığım için doğrusu Terim’in konuşmalarından yüksek oranda feyz alamadım! Eminim, dinleyenler de konuyla ilgili iki kitap okusalar daha fazlasını öğrenirlerdi. Benim açımdan her şeyiyle baştan ayağa tuhaf bir sunumdu.
Bunca yıl nerede yaşamış!
Özellikle ikinci gün konuşmasından anladım ki meğer Terim, Türkiye Futbol Direktörü olana kadar ülke futboluna dair hiçbir şey bilmiyormuş! Koltuğa oturup iki yıllık bir çalışmanın ardından vakıf olmuş tablonun bu denli vahim olduğuna!...
O konuşurken, “Acaba bunca yıl nerede yaşamış ve hangi konularla ilgilenmiş!” diye bir sordum kendime. Stada gidenin, ortalama gazete okurunun, kahvede arkadaşını dinleyenin, abartalım, sokaktaki çocuğun bile ezbere sayabileceği sorunları anlatıp durdu uzun uzadıya, “Hepimiz suçluyuz” dedi ara ara. Kimse de çıkıp, “Hepimiz suçluysak suçlulardan biri ‘ben’ burada dinliyor, suçlulardan diğeri ‘siz’ orada neden konuşuyorsunuz?” demedi!
Yanlış kavramlar
Kimse, “Hepimizin ezbere bildiği konularda bu denli suya tirit analizler yapıyor görünmek için ayda yaklaşık 300 bin Euro kazanmak, biraz abartılı kaçmıyor mu?.. Hem de tam futbolcu paralarından tasarruf öngörülen bu dönemde!..” diye sormadı.
Doğrusu ya, ben yine de buralara takılmadım. Sonuçta o kadar para alanın değil verenin, o konuşmalarda bir şey öğreneceğim diye dinleyenlerin sorunuydu... Ancak sık sık ‘felsefe’ ve ‘kendi futbol felsefe’sinden söz ettikçe doğrusu şöyle bir durdum... Bu tanımı da tıpkı göreve gelirken yaptığı konuşmada kullandığı ‘reform’, ‘devrim’, ‘rönesans’ gibi tamamen yanlış kullanıyordu. Nasıl ki, ‘devrim’, ‘reform’, ‘rönesans’ bambaşka durum ve gelişmeleri açıklamakta kullanılan tanımlardır, ‘felsefe’ de düşünme halinin tamamen Terim’in kullandığı anlamının dışındaki bir etkinliğine karşılık gelir. Terim de çoğu kişinin yaptığı gibi ‘felsefe’yi dünya görüşü, bakış açısı, yönelim/yöntem, ideoloji vb. farklı kavramların yerine kullanıp durdu.
Demagojiye hizmet!
Yani, işine gelenin büyülü bir vurguyla kullandığı ‘felsefe’, Terim’in kurduğu bağlama pek de yakın bir tanım değildir... Ancak ülkemizde kavramlara, konulara, metoda titizlenmek öyle pek de önerilmez!...
O nedenle terminoloji, literatür değil ‘jargon’ revaçtadır. ‘Jargon’ da daha çok demagojiye hizmet eder... O da nedir mi? İki farklı Türkçe sözlükten birleştirerek aktarıyorum. DEMAGOJİ: Bir kimsenin veya grubun duygularını kamçılayarak, gerçek dışı sözler söyleyerek onları kazanmaya çalışma, halk avcılığı. Toplumun duygularını okşayarak kendi davasını, çıkarını yürütme yolu...









































