‘’4+3=7‘’
Cumartesi akşamı, daha ilk yarı bittiğinde 5 gol vardı. Dün akşam yoktu ve en büyük fark da buydu zaten iki kapışma arasındaki.
Yoksa, koşan yine sürati yettiğince koşuyor, basan yine basabildiğince basıyor, vuran yine vurabildiğince vuruyordu...
Alex yine “al da at” diyordu örneğin, tam üç kez. Hatta, taç atışıyla bile deniyordu gol pasını. Semih Petkoviç’in kafasına, Sedat Migros tribününün taa ortasına, Deivid kalecinin göbeğine, Murat Erdoğan dış yan fileye, Deniz Telsim’in üzerinden liseye gönderiyor, Mehmet Yıldız boş kale varken önünde, boş geçiyordu pozisyonu...
Fenerbahçe üç gün arayla ikinci kez, deli gibi istiyordu maçı. Hadi Gökhan, Uğur, Emre falan tamam da, Alex bile basıyordu olur olmadık yerde rakibine.
Süper Lig liderinin orta sahayı geçmekte zorlandığı dakikalar yaşaması ve bunların çoğu zaman mücadele bile etmediği için eleştirilen Fenerbahçe tarafından yaşatılması ilginçti oldukça. Varılacak sonuç ne olursa olsun, üç gün arayla Fenerbahçe, gerçekten Fenerbahçe gibi duruyor, davranıyordu sahada. Gurur duyuyordu, Sarı-Lacivert’e gönül verenler haklı olarak...
Hani, Bülent Hoca “6 yemeyiz, 8 yemeyiz” diyordu ya, bir anlık dalgınlık veya şaşırmışlıkla; hocam kusura bakma da, 6 da olurdu, 8 de, 9 da...
Bak, iki maçta 7 oldu bile. 7 de bir şeyler ifade ediyor biliyorsun birilerine. Bu toplara hiç girme...
‘’Sen istedin!‘’
Öncelikle ve özellikle vurgulamak gerek yazının başında; söz konusu olan 102 yıllık bir takım, kulüp ya da inanış. 102 yıllık bir duruş veya yürüyüş. Yitirilmiş bir kaç maç, bir kaç hafta ya da bir kaç sezon bile olsa çok yakın zamanlarda, ayağını buna göre uzatacaksın, buna göre tedbir alacak, buna göre davranacaksın. En azından çok konuşmayacak, halden hale geçmeyecek, havalanmayacaksın...
Alex’in neredeyse üç dakikada bir hakemin üzerine üzerine yüklenişinin, Uğur’un ipini koparmış gibi gidiş, gelişinin, taraftarın tribüne akın edişinin ve hiç susmadan destekleyişinin, bundan kaynaklandığını bileceksin. Daha önce kavga ederken hiç görmemiş olsan bile Deivid’i, şaşırmayacak, bunu senin tetiklediğini ve aslında kendi kuyunu kazdığını kabul edeceksin...
Bir kere “Fenerbahçe ligi bırakır, kupa maçını alır Sivasspor’dan” gibi, iq testi bile gerektirmeyen geri zekalılıklar üretmeyeceksin. “Şu Sivas bizi bir yense de, Aziz iyice zor durumda kalsa” hıyanetine düşmeyeceksin. İyi günde yanında olmak kolay bir tarafından tuttuğunun, asıl zor günde desteğini vereceksin...
Önceliği, Uğur Boral, Gökhan Gönül, Alex de Souza, Emre Belözoğlu, Diego Alfredo Lugano ve tribündeki 12. adama verip, böyle bir yenilgi sonrası üzülmeyeceksin. Saygılı olmayı bilmiyorsan, öğreneceksin...
Buraya kadar yazılanların, sahada onurlarıyla, güçlerinin yettiği kadar mücadele eden Sivassporlu futbolcularla hiç bir ilgisi yok. Onlar dışında, isteyen herkes, istediği kadar pay çıkarabilir kendine. Ayrıca, çarşamba akşamının favorisi de onlardır artık. Sivasspor yener, Fenerbahçe’yi eler ve Türkiye Kupası’nın en önemli özelliği devam eder...
‘’Bir arpa boyu!‘’
Beşiktaş ligin 25. haftasının, yani Sivasspor maçının sonunda lider olursa; geriye ikincilik kalır, Şampiyonlar Ligi için ve sonrasında UEFA’ya katılabilme mücadelesi...
İster suni zeminden etkilensin, bu zeminde 8 puan bırakan Fenerbahçe’nin narin ayakları, ister kural hatası olsun her Galatasaray maçında, ister bir Alanzinho komikliği daha transfer etsin Trabzonspor, ister ‘gönüllerin şampiyonu’ olarak anılsın Yiğidolar...
İddia ettiği gibi liderse, 26. haftadan itibaren Mustafa Denizi haklıdır artık Türkiye’de. Eğilip, bükülmeye, eğrilip, burkulmaya, kıvrılıp, kıvırmaya gerek yok!
Sivasspor’u elemeyi başarırsa Fenerbahçe, alır bu sezon Türkiye Kupası’nı ve hiçbir özelliği kalmaz artık bundan sonra, abartılmaya çalışılan, ancak abartılacak bir organizasyonla bir türlü organize edilemeyen, Türk futbolunun son dönemdeki büyük angaryasının. Grup maçlarında şu kadar kazandı, çıkınca bu kadar daha aldı, gibi sıradan ve sözü bile edilmemesi gereken gelirler de, hak ettiği ‘gerçek’ değerini bulur ondan sonra...
Şampiyonlar Ligi’ne kalamazsa üç büyüklerin en azından biri, gelecek sezon çok acıtır bu durum bizi. Biber kadar ‘Acı’ ancak ‘Gerçek’ bu, ne yazık ki!
Klavyenin tuşları yazmak bile istemiyor dese de insan, düşünüyor haklı olarak.
Siz de düşünün, Sivasspor ve Trabzonspor gibi hâlâ zirveye oynayan takımların taraftarları, yöneticileri de düşünsün; gelecek sezon bu iki güçlü Süper Lig takımının Şampiyonlar Ligi’ne birlikte katılma olasılığını...
‘Üç Büyük’ olarak adlandırılanlar, Avrupa’da daha tecrübeli olanlar biraz daha fazla düşünsün tabii. Örneğin; Fenerbahçe!
Fena mı olurdu, beş, altı sezon üst üste bu büyük organizasyonda sürekli yer alması Kanarya’nın. Onca, ekonomik olanak varken elinde! Arkasında onca, her şey varken bu ülkede...
Elbette hata yapılır, insan değil miyiz sonuçta; başkan, yönetici, teknik direktör, menacer, futbolcu, taraftar, medya unsuru veya kaşar-ekmekçi olsak da. Ancak kırılma noktalarından ibret, istikrardan nasip, geçmişten ders almak gerekir mutlaka.
Aksi halde, masallarda olduğu gibi, yürür yürür bir de bakarsın ki, bir arpa boyu yol gitmişsin...
‘’Semih mi, Güiza mı!‘’
Bırakın forvet hattını, orta sahada bile top tutamayınca, oyunun hakimiyetini ele almak olanaksızlaşır doğal olarak. Üstelik, tam hücuma çıkarken sıkça top kaybı yaşarsanız hem haddinden fazla pozisyon fırsatı verirsiniz rakibinize hem haddinden fazla yorulursunuz geri dönerken hem de demoralize olursunuz.
İleriye nadiren top taşırken, tek forvetiniz gelen topları sıradan şekilde kullanmayıp, ayağının yanı veya arkasıyla oynarsa devamlı, bu bölgede de hüsran yaşarsınız. Semih gibi futbolun basitini oynayan bir oyuncunun, ilk yarı boyunca denediği pasları görünce önce şaşırır, sonra da bunun nedenini araştırırsınız. Bir hafta önceki farklı galibiyetten başkası da gelmez aklınıza. Bu gevşekliği ona bağlarsınız.
“Semih mi, Güiza mı?” sorusu ile ilgili olarak, özellikle geçen haftaki 7’lik maçtan sonra çok cevap üreten oldu, çok yorum yapıldı. Sakatlıktan sonra hâlâ form tutamamış olan nam-ı diğer ‘yedek golcü’nün dün akşam önünden geçen fırsatlara bile ayak uzatamayışı ve tıpkı Güiza gibi ileride yapayalnız kalışı, bir fikir vermiştir umarız otoritelere!
Başta ön liberoları, sonra diğer orta alan oyuncuları ile bu sezon bir çok kez olduğu gibi, yine sapır sapır dökülen Sarı-Beyazlılar’ın tek şansı Alex’ten gelebilecek özel bir bereket veya goldü dün akşam sadece. O da yeterli sayıda ve gerekli yerlerde topla buluşturulamayınca, Ankara’nın suni zemininden üç puan çıkarma hayali bir başka bahara kaldı...
‘’Demiş bir kere!‘’
Futbol takımının son dönemdeki tüm kayıpları sonrası, hakem ve kural hatasından söz ettiği için Galatasaray Spor Kulübü’nün ileri gelenleri, birkaç kelam ettik aleyhlerine iki gün önce...
Biraz, hatta çokça alay da vardı işin içinde. Olmalıydı da bize göre ki, ondan öyle yazdık. Hak edilmişti bu kadar ‘caz’a, bu kadar ‘ti’ sesi...
Peki, onca ağır, hiddetli, şiddetli, yakışıksız, mesnetsiz tepki niye, birkaç kelam üzerine! Üstelik biz bir kişiyiz, etimiz, budumuz ne! Ne hıncalmak niyetimiz, ne öcalmak; sadece zamanlaması tam yerinde, hiciv ya da kara-mizah bizimkisi!
Gelen elektronik postalar, sanki haklı olduğumuzun somut delili. Sandıkları kadar olmasalar da, kalabalıklar oldukça! (Bakın ‘sandıkları kadar’ diyor yazan! ‘sandıkları’ diyor! ‘sandık’ diyor bir daha, anlayamayana)
Tamam kalabalıklar da; Galatasaray’ın haklarının önüne, Amerika’daki hocanın hakları çıktıkça gelen tepkilerde, tuhaf oluyor insan! Tuhaf ve gerçekten haklı ve farklı hissediyor kendini!
Biri diyor ki örneğin, “Amerika’daki hoca” dediğin, senin camiana destek vermiyor diye değil mi bu çırpınışın”...
İşte, zurnanın ‘zırt’ dediği yer! İşaret etmek istediğimiz de, tam olarak bu zaten.
Devir; yaşayan, yasayan, yürüten, yürüyen, düzen... Asla kabul edemeyeceğimiz bir nokta şu gelinen...
Bir kere bile eğilip, bükülmedi, “Aziz abi” diye yazmadı örneğin bu kalem! Çok fazla ‘es’ geçmedi rakibin verilmeyen penaltısını. Az eleştirmedi, kendisine araba almayanın, eşine iş bulmayanın, hatta yılda bir kere bile zor görüştüğünün bir hatasını!
Şehit olan erleri de, yan gelip yatanı da, ‘ananı da al git’ diyeni de, kirletilen dereyi de, tükürülen sokağı da, rakip kaleciyi oyundan attıran sahtekarı da yazdı, günü geldiğinde!
Hiç saplantısı, bağlantısı, hatası, eksikliği yok mu! Tabii ki var, çok var...
Atatürkçülük var bir kere. Tam bağımsız bir Türkiye hayali var! Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve devrimcilik var. Eksiklikse, hataysa, suçsa bunlar; sonuçlarına katlanmaya hazır; çünkü onun için değişmez, değiştirilemez düsturlar!
Gerisi gelir, geçer! Hatta deler geçer, kimin umurunda.
Nef’i gibi, “yakalarsam (vezin tutsun) babamı bile hicvederim” demiş bir kere, yazmaya başladığı 13 yıl önce...
‘’İnanılır gibi değil!‘’
Her ne kadar, ekrandan milyonlara futbolu taşıyanların daha önce defalarca vurguladığı gibi, ‘kamera; eli topa, ayağı ayağa veya eli ayağa yapıştırır’sa da, Ömer’in Baros’a yaptığı penaltı olmalıydı, yine onlara göre! Yani Baros’a sarı yerine, Ömer’e sarı ve hatta kırmızı gösterilmeli ve top penaltı noktasına konmalıydı! Olmadı...
Buna rağmen, Antalyaspor karşılaşmasında bir kural hatası aranmaması inanılır gibi değil! Nasıl yani! Galatasaray, kural hatası olmadan mı puan kaybetti orada! Olacak iş mi bu! Mutlaka birileri ya da bir şey vardır, bu kaybın arkasında! Aaa, tamam yaa! Şey var; hani şu, hakemin önce kırmızı gösterip Zitouni ’ye, sonra vaz cayması var kartından. Yuppii! Hadi, hadi, hemen bir basın toplantısı, sonra bir basın toplantısı daha! Barkovizyon, yürüyüşler, çelenkler...
Hayır; hata olmasa puan kaybetmesi olası mı şu takımın! Sayın Adnan Polat’ın vurgulaması Türk futbolu için bir tehdit gibi algılanmasın ancak, dediği gibi, milli takıma da o kadar oyuncu veriyorlar (1923’ten bu yana Galatasaray’ın milli takıma verdiği futbolcu sayısı 123, Fenerbahçe’nin 150). Eee tabii, Sabri’si var, Ayhan’ı var, Arda’sı var. Hasan Şaş’ı, Ümit Karan’ı, Emre Aşık’ı ve dahası var bu takımın. En az iki tane hocası var! Kulisi, lobisi, locası ve cabası var! Hepsini geçtik, maddi, manevi koskoca devlet var arkasında! Bırakın cümlesini, Amerika’dakinin hayır duası var...
İnanılır gibi değil, bir kaybın herhangi bir dış etkene yorulmaması. İnanılır gibi değil, kural hatası olmaması!. Ve inanılır gibi değil hâlâ bir basın toplantısı yapılmamış olması!
Neredesiniz ey ümmet, pardon millet! Gün gelir yoksulluk, gün gelir sakatlık, gün gelir (Amerika’dakine rağmen) hocasızlık, gün gelir hakem hataları, gün gelir federasyonun tüm kurulları, gün gelir yağmur, gün gelir rüzgar, gün gelir kar; hep onlara, hep mağdur bırakılanlara, bu kadar da olmaz, ayıp ya!
Hadi, hadi ne olur; bir basın toplantısı daha! En azından, gündüz maçıydı oynanan Antalya’da. Bu da mı gündeme getirilmeyecek; pes valla!
Koskoca camianın hakkını savunacak kimse kalmadı bir haftada! Sonuçta bu kurum; akil, itidalli, bilhassa kültürlü, filhakika liseli, sempatik ve sevimli. Sadece, basketboldaki Zafer Kalaycıoğlu olayı bile, bunun en güzel delili!
‘’Beyaz mendil!‘’
Karşılaşmanın 58. dakikasından itibaren tüm Adana Demirsporlular Fenerbahçeliydi dün akşam. Kolay değil, 1989-1990 sezonunun 6. haftasından bu yana, lig tarihinin en farklı yenilgisini alan taraf durumunda Demirsporlular. Beşiktaş’a karşı 10-0 kaybettikleri maçın tarih sayfalarında geri planda kalmasını istemekte son derece haklılar.
Gelin görün ki, büyük usta Alex önderliğinde tarihinin en rahat ve farklı galibiyetlerinden birini kazanan Fenerbahçe, bitime 32 dakika kala 7-0 öne geçmesine rağmen işin sonunu getiremedi.
İlk yarıda, bu sezon ligdeki en önemli ve gereksiz kayıplarından birini yaşadığı rakibine, kelimenin tam anlamıyla baştan sona sahayı dar eden, büyük ustanın marifetiyle tribünde ya da televizyon karşısındakilere “tarihi rekor” muhabbetleri ettiren Kanarya, ‘beyaz mendil’lileri mutsuz etmekten öteye geçemedi!
Ne yaptılar ‘Rantbahçeliler’ beyaz mendillerini acaba! Sallamak kısmet olmadı da, en azından bir yerlerini silmişlerdir mutlaka! Tribünler de boştu ve onlar için oldukça uygundu ortam. Neyse, artık bir dahaki sefere. Fırsatlar bitmez ‘Rantbahçeliler’ için, Aragones oldukça. 7-0’da bile, Semih’i çıkarıp İlhan’ı oyuna alacak kadar bir teknik direktör, tecrübeli İspanyol sonuçta!
Bu arada, akşam üstü de bayanlar basketbol maçı vardı Fenerbahçe’nin, ezeli rakibi Galatasaray’la. Klasik, 28 sayı farkla kazandılar. Meraklı gözler Zafer Kalaycıoğlu’nu aradı; neredeydi acaba!
‘’Pijama ve terlik (2)‘’
Bundan böyle ağzıyla kuş tutsa, “Aragones Fenerbahçe’de teknik direktörlüğe devam etsin” veya “İspanyol akıllı bir teknik adam” ya da “Dede bilinçli bir hoca” cümleleri kurulmaz bu satırlarda. Belediye maçının ikinci yarı değişiklikleri var ya; bu yeter, tekniği de, direktörlüğü de, kafayı da, bilinci de, geç de olsa anlamaya...
Bu tabii ki, yenilen iki ofsayt golün varlığını, yani yine 0-0’lık bir sonuçla kazanılabilecek bir puanın hakemler tarafından alınışı gerçeğini değiştirmez.
Bu tabii ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, İstanbullular’dan topladığı paralarla kurduğu kadroların, İstanbul’un üç büyüğüne karşı mücadele etme saçmalığının göz ardı edilmesini gerektirmez.
Sami Yen’de, verilmeyen iki penaltıyla Kayserispor’un galibiyetinin nasıl engellendiğinin dile getirilmeyeceği anlamına gelmez. Hakkı yenilen taraf susarken, sürekli yiyenlerin bas bas bağırması olağan ve sıradandır bu ülkede. Sonuçta, Mart Kedisi, Mart Kedisi’dir! Canı çıksa, huyu değişmez!
Profesyonel futbol takımının bu sezon başarısız olması, teknik direktör ve transfer tercihlerindeki büyük hatalar, Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe Spor Kulübü için yıllardır yaptığı önemli ve çağ atlatan işlerin, bir kalemde silinebileceği anlamına da gelemez.
Futbolla yatıp futbolla kalkarken, Zafer Kalaycıoğlu gibi bir profesyonel basketbol karakteri görmezlikten gelinemez. Kalaycıoğlu’nun tavırları, duruşları, gidişleri, gelişleri ne profesyonellikle ne ‘vefa’ denilen semtle ne de Adem oğlu Ademlik’le ilişkilendirilemez. Doğrusu, düştüğü duruma, hiçbir insan oğlu insan düşmek istemez.
1-0 gerideyken takımı, rakibi bir kişi eksik kalmışken ve rüzgar artık arkalarındayken; duran, yürüyen, gezen, tozan, zıplayan, sıçrayan topların ustası Alex’i oyundan çıkaran bir adam, bundan böyle teknik adam muamelesi göremez.
Gol atma engelli de olsa, birinci santrforunu çıkarıp ikincisini öyle oyuna alan, Alex-Güiza-Semih üçlüsüyle geriden gelip maçı çevirme olasılığının daha fazla olabileceğini kavrayamayana “teknik adam” denemez.
Bu tabii ki, en büyük özelliği 25 yıldır Fenerbahçe’nin kazanamaması olan Fortis Türkiye Kupası’nın kazanılarak, gelecek sezon UEFA’ya katılabilme olasılığının devam ettiği gerçeğini de değiştirmez.
Maç sonrası da vurguladığımız gibi; ekonomik krize rağmen, Fenerbahçe yönetiminin mevsim sonu alışveriş zamanı gelmiştir. Fenerium’dan pijamalar, terlikler; teşekküre bile gerek yok, Aragones’e iyi emeklilikler...









































