Arama

Popüler aramalar

‘’‘Dahi'ce olmayabilir ama naçizane bir fikir‘’

Fenerbahçe takımının kalesinde, defansında ve orta sahasında oynayan defansif yönü ağır oyunculardan Rüştü Reçber, Ümit Özat, Servet Çetin, Deniz Barış, Serkan Balcı aynı zamanda Türk Milli Takımı’nda da görev yapıyor. Milli takımımızın Dünya Kupası elemelerinde iki deplasman, iki iç saha maçında kalesinde gördüğü gol adedi 2. Servet, Gürcü maçında sakat olduğu için yoktu, Deniz de Danimarka maçında yer almadı. Bu beşliden bir maç hariç en az 4’ünden yararlanıldı. Bir karşılaşmada 5’i de sahadaydı. Fenerbahçe’nin futbolunun bu sezon beğeni topladığı iki karşılaşma var. Ligdeki Malatya maçı ve Şampiyonlar Ligi’ndeki Lyon deplasmanı. Malatya karşılaşmasını farklı kılan ortadaki Aurelio’ya yardımcı Serkan’ın görevlendirilmesiydi. O karşılaşmadan sonra yine bu köşede Malatyasporlu Bülent Akın’ın bu ikili hakkındaki görüşlerine de yer vermiştim. Lyon maçında da Selçuk ve Serkan’ın yine orta alanda Marco ile beraber verdiği mücadele takdir toplamıştı. İstanbul’daki Lyon maçında Marco’ya yardımcı Deniz’in oyundan çıkışından sonraki futbol ve rakibin yakaladığı pozisyonlar eminim herkesin hafızalarında saklıdır. Daum, takımı ile macera yaşamayı seviyor. Belki de her maç, nasıl bir dahi olduğunu gösterme çabasında. Ama gerek yok. Elindeki kullandığı ve kullanmadığı kadro, Türkiye Ligi’nde onu kral yapmaya yeter de artar. 2004 Avrupa Şampiyonası elemeleri sırasında Avrupalı otoriteler tarafından gelecek vaat eden 4 ümit milli takımdan biri olarak gösterilen (İtalya, Portekiz, İngiltere, Türkiye) ekipte yer alıp da daha yeni kullandığı Selçuk ve hiç kullanamadığı Kemal de Fenerbahçe’nin futbolunu olumlu yönde değiştirebilecek futbolcular. O zaman eldeki kadroyu sahaya bir dökelim. Rüştü veya Volkan - Deniz, Luciano, Servet, Ümit - Selçuk, Aurelio, Serkan - Alex (Eğer Alex vazgeçilmezse mutlaka deparlı iki futbolcuya ihtiyaç duyulacaktır) - Tuncay, Nobre. Eğer Alex duruma göre oynatılacaksa, Kemal burada değerlendilebilir ve Hooijdonk ya da Nobre’ye yer açılabilir. Yok eğer Serhat, Hooijdonk, Alex, Tuncay’ın hiç biri vazgeçilmez olarak görülürse o da Daum’un bileceği iş. Ben daha ne yapayım.Müjdat Yetkiner’e ayıp ettin Başkan!Yıldırım Demirören, Fenerbahçe maçından sonra öyle bir açıklama yaptı ki BJK TV’de vay vay vay. Başkan, Emre’ye Fenerbahçeliler’in gösterdiği tepkiye fazlaca sinirlenmiş olacak ki, verdi veriştirdi. “Önce kendi kapılarını temizlesinler”den girdi. “Futbolcusunu dövenler”den çıktı. Bu arada işin içine Fenerbahçe formasını 763 kere giyerek rekor kıran, futbolu 10 sene önce bırakmış Müjdat Yetkiner’i de kattı. Buna neden gerek duydu anlamadım. Gerçi daha sonra yaptıkları telefon konuşmasında özür dilemiş ama herkesin önünde söyleyip ikili konuşmada pardon demek de bir garip geldi bana.Sahtekar müdür bence yokGeçtiğimiz hafta Fenerbahçe kafilesi Lyon deplasmanı için havaalanında buluştuğunda, Başkan Aziz Yıldırım zehir zemberek açıklamlarda bulundu ve medyada hakkında sahtekarlıktan dava açılmış spor müdürü olduğunu bile iddia etti. Başkan böyle konuşarak herkesi zan altında bıraktı. Ben, bizim grubu araştırdım; hakkında sahtekarlık davası açılmış müdür yok. Spor medyasını ağzına sıkça dolayan Fatih Altaylı ve Hıncal Uluç gibi duayenler de bu konuya el atmadıklarına göre bence hiç bir yerde yok demektir. İlgilenenlere duyurulur.İçişleri bakanına açık telgrafSayın Bakanım; insanca maç seyri hakkını istiyorum stop... Üstelik ben maça da gidiyorum stop

09 Kasım 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Zaman tünelinde yolculuk‘’

Herkes temiz futbol istiyor. Başbakandan taraftara kadar... Geçen hafta bir kulüp başkanı gazetelere verdiği demeçte, “Kirliliği meclis çözer. Bu olay federasyonu aşar. Bir irade lazım” dedi, ben de hafızamda bir geziye çıktım...Ve bu haftanın hikayesini ona ithaf ettim.******Televizyonun başına tekrar geçtiğinde “büyük”lerden birinin maçı yeni bitmiş, o da ihtiyaç molası vermişti.. Şimdi “Maraton”u seyredecekti. Ondan sonra da “Lig Pazarı”nı. Aslında gönlü hep o dışlanan ikinci programdaydı. Yıllarca top oynamıştı ve Anadolu’da top oynamanın bütün eziyetini iyi biliyordu. Gerçi o zamandan bu zamana çok şeyler değişmişti ama yine de onlar “Başka Tanrının Çocukları” olmaya devam ediyorlardı.Beklediği program başlayalı 10 dakika kadar olmuştu ve haftanın en önemli maçına gelmişti ona göre sıra. Çünkü bu maç düşme bölgesini yakından ilgilendiriyordu ve takımlardan biri de eski takımıydı. Yorumculara kulak kabarttı ama duyduğunu önce algılayamadı. Eski takımı küme düşmemeye çalışan rakibine karşı as kadrosundan 10 kişi eksikle mi maça çıkmıştı?“Hiç değişmeyecek bu başkan” diye düşündü.Geçen sene hocası, bir yakın arkadaşından, “Ben bu işleri hiç yapamam bana bir maç lazım” diye ricacı olurken ve istenen destek sağlanırken “O” ortaya hiç çıkmadan aradan sıyrılmıştı ama bu sene takımı, bir yıl önce desteği veren takıma karşı aslarından yoksun çıkıyordu sahaya. Gören gözler bunları görüyordu da acaba ondan kimse bahsedecek miydi? Ya da kimin umurundaydı acaba?Eşi, programı seyrederken her zaman yaptığı gibi soğuk bir bira getirdi önüne. Soğuk biranın etkisi ile ıslanan cam bardağa bakarken daldı gitti..Yıl 87... O sene şampiyonluğa oynayan bir takımla maçları vardı. Kadroya yeni transfer olarak katılmıştı. Soyunma odasına heyecanla girdiğinde şaşırdı.. Odada bir kaç kasa bira vardı. “Bu ne” diye düşünürken cevabını almakta da gecikmedi. Çok çok önemli takımlarda görev yapan sağlıkçı, elinde içinde “Pervitin” (atlara da kullanılan doping maddesi) bulunduran şırıngasıyla futbolculara iğne yapıyordu. Birisi “ben yaptırmam” dedi, anında 11’den çıkartıldı. O biralar futbolcuların maçtan sonra kolayca idrarını yapıp vücudunu temizlemesine yarayacaktı. 90 dakika bittiğinde hala fişek gibi hissediyordu kendisini. Üstelik berabere kalmışlardı o İstanbul deviyle.Büyük rakibe karşı elde edilen beraberlik onlar için çok iyiydi. Başkan içeri girdi, kulüpte konuşulanlara göre İstanbul’dan geldiği söylenen 20 milyon lirayı futbolculara pay etti ve geldiği gibi çabucak dışarı çıktı.. Elindeki paraya bir süre baktı.. Yaptığı daha doğrusu yapılan doğru muydu acaba. Fazla da düşünmedi. Neticesinde iyi kazanmıştı.Kafasını yeniden kaldırıp programa dönmeye çalıştığında dudaklarında hafif bir tebessüm vardı..“Ne dünya ama” diye geçirdi içinden. Bir süre önce okuduğu haberi hatırladı. Futbolculara dağıtılan 17 milyarlık prim haberini. Şampiyonluğa giden rakipten alınan beraberlikten sonra dağıtılan, hatta yurt dışındaki yardımcının “Bana da ayırın” diye telefon ettiğinin yazıldığı haberi. “Acaba onlara da iğne yapılmış mıdır” diye geçirdi içinden ama bu sefer teknik direktöre güveniyordu. O ne olursa olsun buna izin vermezdi.Tebessümü bıraktı, eşine seslendi, “Gel hanım kaçırma. Bu hafta maçlar çok enteresan”

02 Kasım 2004, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu hikaye gerçeklere dayanmaktadır‘’

Misafirini beklerken, içinde bulundukları durumu düşündü. Yıllardan beri durmadan bu piyasada tutunmaya çalışan biri olarak, İstanbul takımlarıyla baş etmenin güç olduğunu çok iyi biliyordu. Oyunu onların koyduğu kurallara göre oynamaya çalışmak; çok zordu ama öğrenmişti. Sahada olmasa bile öcünü transfer sezonlarında iyi alıyordu. İstanbul’un derebeyleri onun için hep iyi bir müşteri olmuştu ama bu kez durum farklıydı. Gelecek planlamasındaki en önemli kozuna çengel atılmıştı.Gerçekten çok sinirliydi.Kapı önce iki kez vuruldu. Sonra açıldı. Kapıda beliren sekreter kız, beklenen misafirin geldiğini söyledikten sonra hafifçe kenara çekilip içeri girmesi için yolu açtı.Gençti hem de çok genç. Aydınlık bir yüzü vardı ve kendisine göre çok toydu.“İstanbul, sana da el attı” diye düşündü ihtiyar kurt, söze nasıl başlayacağını kararlaştırırken.“Kısa konuşucam evladım. Seni istediklerini söylediler. Ama benim için senin ne istediğin önemli. Beni paralarıyla da, baskılarıyla da kandıramazlar. Ama niyetliysen, ne tazminat isterim ne başka şart öne sürerim. Serbestsin. İyi düşün, oralarda onlarla çalışmak zordur. Ben kimlerin, nasıl harcandığını gördüm”.Bir çırpıda ağzından dökülüvermişti bütün cümle.Genç hoca şaşırdı ama belli etmemeye çalıştı. Çabuk toparlandı ve “Beraberiz.Beraber yapacak çok işimiz var” dedi.Konuşma çabucak bitmişti, odadan çıkarken kafası karmakarışıktı aslında ama vicdanen rahat hissediyordu kendini. Hayallerini rafa kaldıracak kadar dürüst davranmıştı başkanına. Yönetim binasından çıkıp idman sahasına doğru giderken yaşadıklarını düşündü ve gülümsedi.“Vay be, şaka gibi” dedi içinden gelen ses.Gerçekten de şaka gibiydi.***Evinin telefonu çalıp, eşi aşağı kattan, “Seni arıyorlar” diye bağırdığından bu yana bir hafta geçmişti.Ahizenin diğer uçundaki tok ses, “İyi günler hocam. Müsaitseniz sizinle öğlen yemeğinde buluşmak istiyoruz” dedi.Referans sağlamdı. Buluşmak isteyen kişinin teklifini kabul etti.Hazırlandı.. Yemeği kısa tutup evde çocuklarla biraz vakit geçirmeyi planlıyordu.Buluşma saatine kadar oyalanmak için geçen haftaki maçın kasetlerini yeniden izleyip notlar tuttu. Kaptan yine bir kaç pozisyon hatası yapmıştı ve bunu bir kez daha mutlaka konuşmalıydı onunla. Vakit yaklaşırken “traş olmalı mıyım?” diye düşündü ve fazla üstünde durmadan çıkıp banyoya girdi. Sonra giyindi artık hazırdı.Evi ile gideceği yer arasındaki mesafe aslında yürünebilir türdendi ama yine de arabasını almayı tercih etti.Restorana girdiğinde kendisini üç kişi karşıladı. Hepsi temiz giyimli ve takım elbiseliydi. Bu kadar adam beklemiyordu karşısında. Telefondaki ses önce atıldı.“Hoş geldin hocam. Nasılsın?”“Sağolun, siz?. Hayırdır?”“Başkan sizinle görüşmek istiyor. Onunla, sizi buluşturmak için buradayız”“Ne zaman gelecek?” sorusu gayri ihtiyari çıktı ağzından. O andan itibaren ne olanlara anlam verebiliyordu, ne de duyduklarına.“O gelmeyecek biz gideceğiz” dedi adam. Kirli sakalı ve kıyafetiyle sert mizaçlı olduğu her halinden belliydi ama olabildiğince de kibar konuşuyordu.“Nereye?” dedi genç hoca.“Hele bir yola çıkalım da anlatırız hocam”Lüks Mercedes’e binerken, nerede buluşacaklarına dair en ufak bir fikri yoktu ama heyecanlıydı. İki öne iki arkaya. O arkadaydı.Hayalleri... “Olur mu acaba” diye geçirdi içinden.Araba şehir merkezini terk ederken, “Nereye” diyebildi.“İstanbul’a gidiyoruz. Akşam döneceğiz hocam merak etme” dedi yanında oturan ve baştan beri diyalogda olduğu adam.Ses çıkarmadı ama tedirgin oldu. Cep telefonunu çıkartıp, eşine geç kalacağına dair kısa bir bilgi verdi, Karşıdakinin ne dediği duyulmadı ama, konuşma“Anlatırım”la bitti.Arabadaki diyaloglar normal bir insanın sinirini bozacak kadar kısaydı önce, sorular, “Rahat mısınız.. Bir şeye ihtiyacınız var mı.. Müzik açalım mı” cevaplar da “Evet, hayır” türündendi.Sakarya civarında ise daha rahatladı... Çok detaylı olamasa da futboldan bahseder olmuştu ama yine de aklı buluşmadaydı.Araba gerçekten güzeldi ve nerdeyse göz açıp kapayana kadar İstanbul’a ulaşmışlardı. Uçağın, indisi, bindisi, alana gelmesi, orada beklemesi derken neredeyse aynı süreye geldiğini düşündü.. Belki de sırf başka birşeyler düşünebilsin diye aklına gelmişti bunlar.. Otabandan çıkıp ikinci köprüye yaklaşırlarken yoldan çıkıp kısa bir süre gittikten sonra, mahalle arasında tenha bir yerde durdular.300-400 metre uzakta trilyonluk, dev plazaları görmesine rağmen, fakir bir mahalledeydiler. “İniyoruz” dedi yanındaki adam.“Burda mı” diye düşündü ama konuşmadı. Sadece denileni yaptı. Arabanın yanına park ettiği kamyonetten iri bir adam indi ve o da “Hoşgeldiniz” dedi ve arka kasasının her iki yanında ufak birer camı olan, fırınların ekmek taşımakta kullandığı türden kamyonetin arka kapısını açtı.“Gir hocam, burdan sonra bununla gideceğiz” Müthiş tedirgindi ama belli etmemeye çalıştı. Mercedes’in şöförü hariç iki kişi onunla arkaya geçti. Dışarısını oturduğu yerden görme şansı yoktu. Önce kısa bir süre rampadan aşağı doğru seyrettiler. Sonra sola döndüklerini hissetti. Kısa bir düz gidiş sonra bir sol daha. Yokuş yukarı doğru çıkarken, kamyonetin biraz zorlandığını fark etti. “Dik olmalı” diye düşündü. Yolculuk toplam 5 dakika içinde tamamlanmıştı.Arka kapı açıldığında güzel bir bahçenin içinde olduğunu gördü. Evin kapısında ise “o” vardı.***Yukarıdaki hikaye gerçek bir olaya dayanmaktadır.Neden inanıldıBu haftanın hikayesinin gerçek olduğunu belirttim. Önceki için ise gerçekle alakası yoktur yazmıştım. Ama büyük tuttu. İnsanların neden bu kadar inandığını dört gün önceki Milliyet Gazetesi’nin birinci sayfası bir kez daha hatırlattı bana. Artık ne desek boş, ben olsam ben bile inanırım.

26 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İster inan, ister inanma!‘’

Öyküyü bu kadar okunur kılan elbette kaybedilen bir şampiyonluğun ardında yatan inanılması güç olaydı. İnanılması güçtü, ama yazıldığında gördüm ki, herkes inanmak istedi. Bu isimsiz öyküyü en çok Fenerbahçeliler ve Beşiktaşlılar’ın sahiplenmesi ise gerçekten enteresandı. Taraftar siteleri bu hikayeye atfedilen senaryolarla doldu taştı.Beşiktaşlılar, geçen yıl akıl almaz şekilde kaybettikleri o şampiyonluğu, bu akıl almaz senaryoyla mantıklı hale getirirken, Fenerbahçeliler akıl almaz şekilde kazandıkları şampiyonluğun altından bu akıl almaz senaryonun çıkabileceğinin paniğiyle bizi suçladılar.Aslında hazin bir tablo. Çünkü gerçekte şike yapılan, teşvik verilen, maç alınıp maç satılan bir ülkede yaşadığımız ve aşağı yukarı bu konuda herkesin bir fikrinin olduğu için bu tip hikayeler inandırıcı geliyor.Ama ortada dönenler canı yananlar dışında kimseyi pek de ilgilendirmiyor. Teşvik primi neredeyse yasalara uygun. Üç büyükler denilen kitle takımlarımız, federasyonlarda gerektiği anlarda istedikleri gibi at oynatabiliyorlar. Siyasi iktidarlar futbolumuzun santra noktasında yer alırken, “devletin bittiği yerde biz başlarız” diyenler de sahada bulabildikleri her yerde cirit atıyorlar. Ve bu fısıltı gazetesiyle o kadar çok haber pompalanıyor ki ortaya, artık kim neye ne kadar inanacağını bilemiyor. Gerçekten pisliği bilen herkes susunca bilmeyenler konuşuyor ve boğulup gidiyoruz.İki sene önce gariban Gençlerbirliği’nin elinden şampiyonluğu çalınırken tamsiper olup zafer şarkıları söyleyenler, bir hikayeye dayanarak mazlum edebiyatı yapmamalı halbuki. Bursalı, kendi futbolcusu Elazığ’da 60 metre top sürüp neredeyse şehri çalımlayarak gol atıp kümede kalmasına ses çıkarmıyor, canı yanan Altaylı’nın isyanına kulağını tıkıyorsa, bir sene sonra hangi sistemde mücadele ettiğini de unutmadan aşağı inmeyi bilmeli. İstanbulspor maçında Vahap Beyaz’ın 60 metreden çaldığı penaltıyla şampiyonluklar zincirine başlayan Galatasaraylı, rakibinin yüzüncü yılında, “Bu şampiyonluğu benden hakemler aldı” dememeli. Ya da 4 yıl boyunca hakem edebiyatının arkasına sığınan bir Fenerbahçeli, aynı şey rakibinin başına gelirken kıs kıs gülmemeli.Akçaabat bu sene düşecek olursa, geçen sene Rize’yi hatırlayarak düşmeli. Türkiye, rakibin soyunma odasına maça çıkmadan gaz basanları, koridorlarda deplasmana gelmiş rakiplerini tekme tokat dövenleri unutmamalı.Aslına bakılırsa kimin kimden daha çok pisliğe battığını ayırtetmek oldukça güç ve anlaşılan o ki, batmayan neredeyse yok. Bu akılalmaz hikaye bile insanlarımıza bu denli mantıklı geliyorsa, futbolun yetkili ve etkili insanlarının ayrıntılarla boğulmadan geçmişi iyi irdeleyip bizleri bu kaostan çıkartması gerekir.Aksi takdirde hikaye yazan da çok olur inanan da... Gerçeği haftayaHikaye işi iyi tuttu. Açıklama biraz uzun sürdüğü için yenisini haftaya bırakıyorum. Hem de bu sefer gerçeğin ta kendisi.Kutlu olsunÇok güzel bir duygu olmalı.. İki yıl evvel Serdar Bilgili’nin yaşadığı gururu, şimdi Özhan Canaydın yaşıyor. 100’üncü yılda, gönül verdiği renklere başkanlık yapmak onuru. Bir asır süren yürüyüşün simge senesinde bayrağı taşıma şerefine ulaşan Sayın Canaydın’ı ve tüm Galatasaraylılar’ı kutluyorum. Nice yüzyıllara...

19 Ekim 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yaşanmamış olması gereken bir öykü‘’

Sabah aldığı telefondan sonra hiç bu kadar korkmamıştı. Hattın diğer ucundaki sesin, o, insanın vücut kimyasını bozan tonu ve söylediklerini hafızasında tekrarladı.-Bana tam 100 milyon dolara mal oldun. Ya bu parayı getirirsin, ya da sen bilirsin.“Sen bilirsin.”Dağın kenarında bağırıp, yankılanan sesini dinler gibi beyninde büyüdü büyüdü.-Sen bilirsin.Borsadaki operasyonu yöneten arkadaşına okkalı bir küfür savurdu yeniden. Bilmeliydi. Evet, o kesin bilmeliydi. Speküle ettikleri kağıtların kime ne yapacağını, onun gibi bir uzman atlamamalıydı. Mafyanın 100 milyon dolarına mal olmak... İçinin titrediğini hissetti yeniden. Masif gül ağacından yapılma çalışma masasına döndü. Deri koltuğuna oturmaktan son anda vazgeçti. Eğilip diafondan sekreterine seslendi. - Bana bir duble daha viski ver.Bir türlü oturamıyordu yerine. Şu başkan da nerede kalmıştı.Böyle bir konuda en büyük rakibin başkanına ricacı olmak yeterince canını sıkıyordu ama ondan başka bu işi çözebilecek kimse de aklına gelmemişti. En azından şu anda sıkılacak bir canı vardı.Mafyaya kaybettirdiği 20 milyon dolara karşılık kendisinden 100 istenmesine de kızıyordu aslında ama bu konuda pek de yapacağı bir şey yoktu.Mesaj çok net gelmişti. - Biz o parayla 100 kazanırdık. Sen de bize 100 vereceksin.Sabah başkanla konuşurken, “Lütfen” dedi, “Bu işi 20’ye bitir. Ondan sonra dile benden ne dilersen.”Karşı tarafın isteği de mafya kadar sendeletti onu. Ama ağzından “Tamam” çıkmıştı bir kere.Gitti cep telefonunun çekip çekmediğini bir kere daha kontrol etti. Uzun zamandır “Ya arayıp da ulaşamıyorsa” psikozuna girmişti. Geçici bir tik gibi 5 dakikada bir cebini kontrol ediyordu.Artık hava kararmak üzereydi. Camın yanına gidip tekrar dışarı baktı. Trafiğin akşam keşmekeşi yeni yeni başlıyordu.Telefondan “groove” melodisinin tonu gelmeye başladığında yüreği yerinden çıkacakmış gibi oldu. Arayan oydu. Ondan başkası olamazdı, çünkü bu hattı sırf bu iş için alalacele aldırmıştı ve bu numara da ondan başkasında yoktu.Doğruca “Başkan” diye açtı telefonunu.“Merhabalar” dedi karşısındaki ses.Bu aksan oldum olası komiğine gitmişti ama şimdi gülecek hiç hali yoktu.- Ne oldu? diye sordu.“Tamam” dedi. “20’ye 20. Teslimatı 3 gün içinde yapacaksınız. Gerisi konuştuğumuz gibi. Bana verdiğin sözü unutma.”“Tamam” dedi kısık bir sesle. Bütün gün hiç oturamadığı deri koltuğuna adeta çökerken. “Tamam anlaştığımız gibi.”Telefonu kapattıktan sonra biraz evvel sekreterinin bıraktığı “Maccallan” dolu bardaktan iri bir yudum çekti. Rahatlamıştı ama şimdi başkana verdiği sözü nasıl tutacağını düşündü. Nasıl yapmalıydı da onca puan farkı kapanmalıydı. Aklında bu işi becerebilecek tek bir kişi vardı. Telefonu eline aldı ve numaraları çevirmeye başladı.....***Yukarıdaki hikayenin gerçekle alakası yoktur. Ya da olmaması gerekir.

12 Ekim 2004, Salı 04:31
YAZININ DEVAMI

‘’Gerçek dünyaya dönüş‘’

Maç için Sir Matt Bussby yolundan ilerleyip VIP tribünündeki TREBLE suitine geldik. Önce bir görevli tarafından kibarca karşılanıp yukarı çıkartıldık. Orada bekleyen personel tarafından daha önceden bize ayrıltılmış masaya oturtulduk. Ne içeceğimiz sorulup servis yapıldıktan 20 dakika sonra alt salona yemeğe indirildik. Yemek sırasında bir görevlinin, yanımıza gelerek fotoğraf çekmek için yukarı davet ettiği bizleri üst katta müthiş bir sürpriz bekliyordu. Federasyon Kupası ve efsane kaptan Brian Robson: Onunla tanışıp kupa eşliğinde fotoğraf çektirdikten sonra tekrar aşağı indik. Beş dakika sonra Manchester United’lı Wes Brown salona girip isteyenlerle fotoğraf çektirerek imza dağıttı. Bütün bunları niye anlattım. Prag maçından sonra Manchester United’dan bile daha organize olduğumuz iddia edildi de onun için. Şu bir gerçek ki, adamların pazarlama tekniği ve halkla iletişimi bizden üç gömlek üstün. Şimdi gelelim maça: Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz, Gençlerbirliği maçından sonra süper bir yorum yazmıştı Fanatik Gazetesi’nde. Ve demişti ki: “Fenerbahçe, ilk 10 dakikada, sonraki 75 dakikada ve son 5 dakikada hep kendi gibi oynadı.” Yani kısacası diyordu ki Mehmet Yılmaz; “Bu takım rezil de oynar, iyi de oynar ve Fenerbahçe’nin gerçeği budur.” Dün Manchester’da daha ne olduğunu anlamadan 3-0 yenik duruma düşen Fenerbahçe’de gerçekten kötü olan, devre bittiğinde takımdaki futbolcuların bile ne yaptıklarının farkında olmamalarıydı. Avrupa Şampiyonası’nın dillere destan maçı olan Portekiz-İngiltere karşılaşmasında sakatlanıp çıkana kadar Rooney’in gösterdiği en önemli özelliği; topu rahatsız olmadan alıp, kaleye yüzünü dönerek hızlandığında, tutulmaz olduğuydu... Ve dün Rooney, ilk yarı boyunca neredeyse her topu, yanında kimse yokken rahat rahat aldı. Ve belki de dün Daum’un yaptığı en büyük hata, ona bu fırsatı tanımasıydı. Fenerbahçe, düne kadar ülkemizde yarattığımız yerçekimsiz ortamda uzay yürüyüşü yapıyordu. Dün gerçek dünyaya döndü. Umarız çabuk uyum sağlar! Bir soruyla yazıyı bitiriyorum: Volkan olsaydı kaç gol yerdi?

29 Eylül 2004, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Onun için buradalar!‘’

Yaptıklarını değil söylediğini yapınYavru Kartal’ın ikinci sayısı elime geçti. Emek harcanmış güzel bir dergi. Beşiktaş çocuklara yönelik bu yayın ile diğer rakiplerinin bir adım önüne geçmesinin meyvelerini ilerleyen yıllarda kesin olarak alacaktır. Çocuk, kendisiyle iletişim kuranın yanında olur, Kara Kartallar, Yavru Kartal ile bu iletişimi kurmaya başladılar. Diğer kulüplerimiz bu alana girmezlerse kayıpları büyük olacaktır. Dergiye göz atarken, bir konu ayrıca dikkatimi çekti. Frikik ustası Sergen’in, frikiği anlattığı bu bölümde, yıldız futbolcumuz diyor ki, futbolcu olmaya meraklı çocuklara; “Hangi işi yaparsanız yapın, severek ve inanarak yapmalısınız. Tabii bunun yanında çalışmanın da büyük önemi var. Çalışmadan ve çaba sarfetmeden hiçbirşey kazanılmadığı gibi, hiçbir yere de gelinmiyor... Altyapının öneminin farkında olun, hocalarınızı dinleyin...”. Ben de diyorum ki, sevgili yavru kartallara Sergen abinize kulak verin, yaptıklarını değil, söylediklerini yapın!Fener’in 10 numarası Alex değil!Malatyaspor maçı bu sezon, hatta son birkaç sezondur Fenerbahçe’nin futbol olarak tavan yaptığı karşılaşma oldu. Bu maçtan sonra, söylenen, hayıflanan, “Kazandık ama..” ile başlayan konuşmalar yapmayan taraftarların tribünleri terk ederken gerçekten mutlu oldukları çok belliydi...Hiç girmeyeceğim şu Serkan, Aurelio beraber oynamalı konusuna. Çünkü artık herkes söylüyor. Şimdi ben size Malatyaspor maçından sonra Malatyaspor’lu Bülent Akın’ın anlattıklarını ileteceğim, bizim Hakan Can’a.. “Bu ikisi felaketler (Serkan-Aurelio). Bir bakıyoruz yanımızdalar, bir bakıyoruz 20 metre ötede topun gittiği yerdeler. Süper olmuşlar beraber. Fenerbahçe’nin gerçekten bir 10 numarası olsa, Nobre ile Van Hoijdonk leblebi gibi gol atar. Tutmak çok zor. Ama bunun için topu alan, topu isteyen, koşan bir 10 numara lazım. Aykut hoca, “Top rakipteyken Alex’i sen kontrol et” dedi. Ama adam hiç koşmadı ki. Ne yapacağımı şaşırdım. Bu Alex,bu Fener’in 10 numarası değil. Sadece duran top ile korner atması için alınmış gibi duruyor sahada. Bana garip geldi.” Evet bunlar Malatyaspor maçından sonra, Bülent’in söyledikleri. Fenerbahçe takım olma yolunda büyük bir adım attığının sinyallerini verdi. Bir de Alex kıpırdansa, işte o zaman tutulmaz olacaklar.Sağlam liste dışı!Çıkmış değerlerimizi bile çok çabuk paramparça etme eğiliminde bir toplumuz. Kişisel reyting uğruna asmayacağımız kimse yok gibi. Televizyonda yorumcuları dinlerken zaman zaman ben bile hayrete düşüyorum. Ben bile diyorum, çünkü bunların aslında kim olduğunu ve neyin peşinde olduklarını bilmeme rağmen “bu kadar da olmaz” dediğim oluyor. Ersun iki maçta yerle bir ediliyordu az kalsın, “Yardımcısı kim” den tutun, bilimsel çalışmasına kadar alay edilmeye çalışıldı. Şimdilik ilk salvoyu atlatmış gibi görünüyor. Şimdi tehlike bölgesine giren hocalardan biri de Nurullah Sağlam. İyi işler yapıyor, sürekli oyuncu satarak geçinen Gaziantep’te yeni yeni değerler çıkarıyor, transferi başkanı ile birlikte bizzat izleyerek yapıyor, takımı Beşiktaş ve Galatasaray’ı yendikten sonra Trabzonspor’dan puan alıyor. Liderin 3 puan gerisinde ligde 4’üncü sıraya oturuyor. Aman hocam dikkat çekmeye başladın, abiler seni de listeye almasınlar.Bekleyin, çok yakında!Çok yakında, Türk futbolunda bazı olayların aslında göründüğü gibi olmadığını öğreneceksiniz. Bekleyin.. Fanatik ekibi yine ortalığı ayağa kaldıracak.

21 Eylül 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ey güzel İstanbul‘’

Akşam yemeğinden sonra başlayıp saatler süren sohbetlerin bazılarını hâlâ zaman zaman hatırlar, kendi kendime de gülerim. Neredeyse hepsi bugünün Cem Yılmaz’ı ile Ata Demirer’i gibi çocuklardı arkadaşlarımın.Renkli mahalleydi ve o rengi veren insanlar arasında da eski İstanbullular diye tanımlayabileceğimiz Rum, Musevi, Ermeni vatandaşlarımız da vardı. Yan komşumuz Madam Aryora’nın torunu Batu geldiğinde ben de mutlaka oraya geçerdim ve hâlâ çok iyi arkadaşız. Alt komşumuz İrma teyzenin oğlu Ari ile anneler sokağa çıkmamıza izin vermediği yıllarda merdivenlerde oyun oynardık.Aramızda ne bir itiş kakış olurdu, ne de sen şusun ben buyum kavgaları.Kendi çocukluğumun bu dostlarını, uzun zaman sonra Atina’da hatırladım Bay Ligor ile sohbet ederken. 70 yaşındaki, doğma büyüme Bakırköylü, Yunan vatandaşı, Türk dostu hasta Beşiktaşlı Ligor amca. Hatıralarımızda kalan Beşiktaşlı Niko’nun tavsiyesi ile gittiğimiz sokak arasındaki Falami isimli aile işletmesi balıkçıda. Bizim grubumuzun yanındaki masada eşi, kızı, torunu ve aile dostları ile oturan Ligor amca, servis yapan kadına derdimizi anlatmaya çalışırken girdi araya, “Türk müsünüz?” diye. Son zamanlarda hiç böyle keyifli bir yemek yemedim ve hiç böyle keyif almadım o geçen 4 saate yakın zaman içinde. Zaman tünelinde yolculuk gibiydi benim gibi baba tarafından tüm bilinenleri İstanbullu olan birisi için. Ligor’un hatıralarındaki İstanbul ile bugünün İstanbul’u arasında dağlar kadar fark var. O da, son ziyaretinde gördüğü İstanbul için “Ne kadar da değişmiş!” diyor zaten. Karısı 6 aylık hamileyken, mahalle arkadaşı polisin gelip, “Yarın gitmek zorundasın” demesinden bu yana geçen 40 yıl içinde törpülenen öfkesinin ardında gözlerindeki bu şehre olan özlem açık okunuyor. “Buralarda bulamazsın, oranın lüferini” deyip bizlere tavsiye ettiği balığı, uzolar eşliğinde yerken, politikacıların mahvettiği hayatından pasajlar anlattı uzun uzun.Birbirine ikiz kadar benzeyen iki toplumun insanları arasında yaşanmaması gereken dramlar. Gecenin sonunda Digitürk Genel Müdür Yardımcısı Kerem Ertan’a 5 yaşındaki torununu gösterip “Bak abisi” dedi, “Şimdi neler söyleyecek” ve o küçük kız çocuğu, hiç görmediği Türkiye’nin Türkçesi ile bizlere “Ekmek, anne, baba, dede, su” dedi dedesinin gururlu bakışları arasında. 40 yıl önce kopartıldığı Türkiye’ye özlemi bitmemiş Ligor amcanın. Kalkarken söz verdim iki tane Beşiktaş forması göndereceğim diye...Ben yapacağımı bilirim!Rıdvan Dilmen, Tamer Bağlan, Cem Dizdar.. Bu üçlüden Rıdvan’ı herkes tanıyor. Tamer Bağlan ile Cem Dizdar ise bu gazetenin okuyucularının yabancı olmadığı iki yazar arkadaşımız. Hepsinin futbol bilgisine güvenirim. Ama şu “Fenerbahçe Prag’ı kesin yener” demelerine anlam vermekte zorlanıyorum. Daha doğrusu Rıdvan diyor ki, “Servet oynarsa 1-0 kazanırız, oynamazsa zor”, diğerleri buna bile gerek duymuyorlar. Hepsinin ortak söylemi ise “Bu maçlar lig maçlarına benzemez”. Ben de diyorum ki, Rize maçının ilk 35 dakikası, Samsun’un ikinci 15 dakikası, İstanbul’un 25 dakikası, Sebat’ta son 8, Kayseri’de iki frikik. Toplamı 90 dakika etmiyor, peki bu takım üst düzey maça başlayıp 90’ını birden nasıl çıkaracak. “Yok yok diyorlar merak etme. Bu maçlar lig maçına benzemez”. Hepsi buranın yazarı. Bir çıkmasın tahminleri ben yapacağımı bilirim...Aradaki fark!Adı Türk futbolunun unutulmazları arasına çoktan girerdi girmesine ama, biraz kendi haylazlığı, biraz bizim hoşgörüsüzlüğümüz, Sergen hâlâ tartışılıyor. Tartışılmayan tek noktada herkes de aynı şeyi söylüyor, “Mesleğini sevse, dünya yıldızı olur”. Artık kariyerinin sonuna geliyor. Bu sene son, belki itelenirse bir sene daha, ondan sonra sahalarda Sergen’i göremeyeceğiz. Peki bu yıldız, hâlâ acemi gençler gibi, neden penaltı olmayan pozisyona maç çıkışı “penaltıydı” demeyi tercih edeceğine, “Hakem yanlış gördü, ama futbolun içinde böyle şeyler var” diyemiyor. Büyük futbolcu ile büyük sporcu arasında dağlar kadar fark var. Bana göre makbulü ikisi de olabilmek.

14 Eylül 2004, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI