Arama

Popüler aramalar

‘’İyi futbolcu mu, teknik direktör mü?‘’

Transfer dönemi devam ederken bütün takımlar iyi futbolcuları kadrolarına katmak peşindeler. “Futbol iyi futbolcuyla oynanır” sözü klasik bir söylem haline gelmesine karşın, derim ki futbol sadece iyi futbolcuyla değil aynı zamanda iyi teknik direktörle oynanır. Bu iki temel unsurdan biri yetersiz olursa o ekipten bir takım yaratılamaz.

Yıllar önce Rıdvan Dilmen hakkında bir yazı yazmış ve şöyle demiştim: “Beyni ile ayakları arasındaki mesafe çok kısa”. Bunu derken amacım futbolcunun beyinsel etkinlikleri ve çabuk ve de doğru kararlar vermesine vurgu yapmaktı. Zaten futbol beyinde doğar, bedende değil. Beynin senaryo haline getirdiği pozisyonları beden uygular. Rönesans’ın yetiştirdiği büyük ressam ve heykeltıraş Michelangelo elleriyle değil zihniyle resim yaptığını söylemişti. Bu nedenle futbolda düşünsel yönden zengin oyunculara ihtiyaç duyulduğu gayet açık…

Bizler futbolda tek başına sahaya çıkıp solo yapan sanatçı futbolcular istesek de bugünün futbolu artık virtüözlere yaşam hakkı vermeyecek kadar sert ve organize prese dayalı. Rusya’da oynanan 2018 Dünya Kupası’nın en önemli sonuçlarından biri de bu olsa gerek. Öyleyse, futbol aklının daha gelişmiş olması gerekiyor ki, presin yarattığı karmaşa içinden yardımlaşarak çabuk çıkılsın. Bu da solo sanatçıların yerini ortak düşünceyle hareket eden bir orkestranın alması demektir. Bir önceki yazımda teknik adamlığa ilişkin düşüncelerini sizlerle paylaştığım ünlü İtalyan teknik adam Arrio Sachhi’de oyunun bu yönüne vurgu yapıyor. Sachhi, AC Milan’ı kastederek “Aldığım en büyük iltifat insanların oynattığım futbolu müziğe benzetmeleriydi” diyor.

Yine bir önceki yazımızda “futbolun bir senaryosu var” demiştik. Aktörler büyük aktörlerse, senaryo ve replikleri kendi yaratıcılıkları doğrultusunda yorumlayabilirler, ancak yine de senaryoya sadık kalmak zorundadırlar. Bu kavramsallaştırma çerçevesinde senaryo yazarının teknik direktör olduğuna kuşku yok ve senaryonun kendisi de doğaçlamaya değil yorumlamaya açıktır. Futbolculara rehberlik eden ve onların potansiyelini en üst düzeye çıkaran, kolektif oyun becerisini geliştiren teknik direktördür. Bir teknik direktör futbolcularına öğretebileceği her şeyi öğretmelidir ki, saha içerisinde karşılaştıkları her türlü soruna doğru tepki verebilsinler ve o problemin üstesinden gelebilsinler

29 Temmuz 2018, Pazar 15:18
YAZININ DEVAMI

‘’Teknik direktör orkestra şefi midir?‘’

Ülkemizde bugün bile dernek olmaktan, mesleki birlik olmak aşamasına geçemeyen teknik direktörlüğün değeri pek anlaşılamamış durumdadır. Peki, teknik direktör kimdir? Teknik adam bir orkestra şefi midir? Nota okumayı bilmeyen bir orkestra şefi, orkestraya uyum içinde şarkı söyletebilir mi? İtalya’nın Revenna bölgesinde 7000 kişilik bir kasabada doğan ve yaşadığı mahallenin takımı Baracco Luco’da bile futbol oynayamadığı halde Milan’ı başarıdan başarıya koşturan Arrigo Sachhi, hiç kuşku yok ki nota okumayı bilen iyi bir orkestra şefiydi. AC Milan’ın, 1980 yılında “totenero” şike skandalı kapsamında Serie B’ye düştükten sonra yeniden eski günlerine dönmesi, tutku derecesinde öğrenmeyi ve öğretmeyi seven Sachhi ile gerçekleşti. Mahalle takımında bile futbol oynayamadığı için acımasızca eleştirilen, bir teknik direktör olarak asla başarılı olamayacağını söyleyenlere Arrigo Sachhi sert bir şekilde yanıt vermişti: “Bir jokey, at olarak doğmak zorunda değildir.”

Sachhi oyuncu kazanmakta, birlikte çalıştığı grubun kalbine giden yolu bulmakta oldukça ustaydı. “İyi bir teknik adam hem senaryo yazarı hem de yönetmendir. Takım onun bir yansımasıdır” diyen Sachhi, İtalya’nın acımasız savunma kültürünün içinden atak yapısı çok güçlü olan bir Milan ortaya çıkarmıştır. İtalya, bizim Anadolu’muz gibi tarih boyunca defalarca işgal altında kaldığı için savunma kültürü gelişmiştir. Böyle bir kültürün içinden atak oyunla Şampiyonlar Ligi Şampiyonu çıkartmak hiç de kolay olmasa gerek.

Henüz otuzlu yaşların başında mükemmellik arayışının peşine düşen Sachhi, topsuz oyuncunun da topu ayağında tutan futbolcu kadar önemli olduğunu savunmuş, futbolun on bir bireyden değil bu bireylerin oluşturduğu dinamik bir sistemden oluştuğu sonucuna varmıştı. Futbol oynamamış bir insanın futbola ve teknik direktörlük mesleğine yaptığı katkıları düşündüğümüzde, teknik direktörlük mesleğinin futbol oynamış ya da oyunculukta yıldızlaşmış insanların tekelinde olamayacağı açıktır. Bir yıl neredeyse kendini arayıp bulamayan ama yeni sezona çok iyi bir giriş yapan Beşiktaş’ın futbolcusu Jeremain Lens’in, B36 Torshavn takımına attığı güzel golü izleyince aklımdan bu düşünceler geçti. Oyuncularını anlayabilen, on bir bireyden dinamik bir sistem yaratan teknik adamlarla, gerekli hamleleri ancak bir yıl sonra yapabilenlerin farkı da Beşiktaş’ın Torshavn ile oynadığı maçın görüntüleri içinde saklıydı…

28 Temmuz 2018, Cumartesi 16:43
YAZININ DEVAMI

‘’Gençlere güvenmek zorundayız…‘’

“Atatürk kos koca bir ülkeyi gençlere emanet etti de, yöneticilerimiz futbol takımlarını gençlere teslim etmiyor” diye bu durumu kendime dert ederim ya, çok şükür bu sezon, başta Fenerbahçe olmak üzere takımlarımız gençlere yönelerek beni bu dertten kurtaracak gibi. Aslında büyük kulüplerimizin tarihine bakıldığında, onları bugüne getiren de gençlerdir. Fenerbahçe, Haydarpaşa Lisesi’nde, Galatasaray ise kendi adını taşıyan lisesinde okuyan gençlerle adını dünyaya duyurdu. Beşiktaş ise semtin gençleriyle büyüdü.

Avrupa’nın önde gelen takımlarına baktığınızda da, uzun süre bir arada oynayan gençlerle dünya markası olduğunu görürsünüz. Ajax ile Bayern Münih gençlerle büyüdü. Borussia Mönchengladbach Bundesliga’ya çıktığında takımın yaş ortalaması yirmi bir buçuktu. Fenerbahçe teknik direktörü Phillip Cocu, PSV’de şampiyonlukları 23 yaş ortalaması olan bir takımla kazandı. Şimdi aynı şeyi Fenerbahçe’de yapmak istiyor ve kendisini sonuna kadar destekliyoruz.

Bugüne değin 18-21 yaş arasında yedi oyuncu transfer edildi Fenerbahçe’ye. Bu gençlerin mutlaka oynatılması gerekiyor. Başta Özer Berke kastedilerek “bu gençlerin bir tek şeye ihtiyacı var, o da zamandır” şeklindeki yorumlara sık rastlıyorum”. Bu yorumların hiç birine katılmıyorum. Fenerbahçeli genç oyuncuların bir tek şeye ihtiyacı var o da” oynamak” tır. Mert Günok, Volkan Demirel’in arkasında 26 yaşına kadar bekledi. Oynamadığı için gelişmedi.

Genç oyunculara güvenmek ve onları oynatabilmek için biraz da gençlik biliminden(hebeloji) haberdar olmak gerekiyor. Genç oyuncuların kafasında kalıplaşmış, yerleşik düşünceler, doğmalar yoktur. Tedbirli olmayı gerektiren deneyimden yoksun olduklarından daha uysal, söylenenleri yerine getirmekte daha hızlı düşünürler ve daha da korkusuzdurlar.

Küçük yaştan itibaren birlikte oynamaya alışmış olan gençler birbirlerini daha iyi anlıyor, organik olarak beraber büyüdükleri için birbirlerinin sıra dışı özelliklerine uyum gösterebiliyorlar. Biri öne çıktığında, diğeri arkasını kolluyor, biri sola giderse, öteki sağa gidiyor; pozisyon değişimleri akıcı, neredeyse bilinçaltı dürtülerle gerçekleşiyor. Böylesine sofistike bir futbol ancak derin bir karşılıklı anlayıştan kaynaklanabilir ve bu da en fazla genç yaşta ortaya çıkabilir. Genç futbolcuların duyarlılığının ortaya çıkması için sabırlı olun, onlara güvenin, sonra da edinecekleri başarıların tadını çıkartın…

25 Temmuz 2018, Çarşamba 12:43
YAZININ DEVAMI

‘’Büyük kulüplerin ortak özellikleri‘’

Dünyadaki birçok büyük kulüp gibi Fenerbahçe’nin büyüklüğü de kazanılan madalyalar ya da şampiyonluklarla ölçülemeyecek bir büyüklüktür. Çağından ve taktikler ya da sistemlerden bağımsız olarak, tarih boyunca tüm büyük kulüplerin ortak bir özelliği vardır. Büyük kulüpler maç başladığı andan itibaren sahanın ve topun sahibidirler. Yani top sizdeyken oyuna ağırlığınızı koyar, rakibi kendi oyununuza zorlarsınız, top karşı takıma geçtiği anda da alanı kontrol edersiniz, rakip futbolcuların peşine koşmazsınız. Başka bir deyişle büyük takımlar topa ve rakibe hükmederler, sıradan takımlar ise topun peşine koşarlar.

Fenerbahçe ile Aykut Kocaman arasındaki ayrılığın temel nedeni de bu felsefi gerçek olsa gerek. Geçen sezonun bitiminde Fenerbahçe ve dolayısıyla Aykut Kocaman’ın başarılı olduğunu başta yeni başkan Ali Koç olmak üzere herkes kabul ediyor. Ancak bir felsefe değişikliğinden de, kongre döneminin başlangıcından itibaren Ali Koç söz ediyordu. Başkan Koç’un dile getirmek istediği felsefe de, topun peşine koşan takımdan, topa ve rakibe hükmeden takıma yani Fenerbahçe’nin asıl özelliğine geçiş olsa gerek.

Ancak bu çok kolay değil. Fenerbahçe yeni bir yönetim ve yeni bir teknik direktör ile düşünsel, yapısal değişiklik yapmak için yola çıktı. Ne ilginçtir ki, bu yolculuğun başlangıcında da Benfica gibi güçlü bir rakip var. Yenilenen bir anlayış ve yapı ile böylesi güçlü rakipleri alt etmek her takım için zordur. Ancak bu zor engel aşılmasa bile sözü edilen felsefeden ödün verilmemeli.

Şenol Güneş ile giriştiği anlamsız ve gereksiz demeç düellosuna rağmen benim kişisel fikrim Aykut Kocaman ile devam edilmesi yönündeydi. Ancak şimdi yeni bir teknik direktör göreve getirildi. Bir teknik direktörün büyük bir kulüpte fark yaratabilmesi için en çok ihtiyaç duyacağı şey zamandır. Bu zaman içerisinde yönetim ona güven duyacak, sabırla yapılan çalışmalar sonucunda teknik direktör oyuncularına özgüven aşılayacak, yaratılan güvenli ortam içerisinde de, başarıya yönelik yüksek rekabet ortamına geçilebilecek.

Yüksek rekabet ortamı söz konusu olduğunda anahtar faktör kısa bir takım olmaktır. Kısa takımdan kastimiz oyuncuların boyu değil sahanın uzunluğu ya da kısalığıdır. Yani savunma ile hücum arasındaki mesafe 25-30 metreye kadar kısaltılmalıdır. Büyük takım oyuncularının yetenek ve becerileri de bu dar alan içinde fark yaratabiliyor zaten…

24 Temmuz 2018, Salı 12:04
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ta neler oluyor?‘’

Beşiktaş’ın tarihine kısa bir gezinti yaptığınızda, üç büyükler içerisinde transfer ayı boyunca adından en az söz edilen takım olduğunun farkına varırsınız. Ancak bu sezon en azından Beşiktaş’ın kendi tarihinde transfer döneminin gözdesi olduğu açıktır. Takımın neredeyse yarısına hiçbir yöneticinin karşı çıkamayacağı paralar önerilerek transfer edilmek isteniyor. Bir yandan da gideceklerin yerine yenileri aranıyor. Transferler söylenti boyutunda olsa bile, hazırlık döneminde futbolcular ve Şenol Güneş’e konsantrasyon sorunu yaşatıyor. Asıl söylemek istediğimiz de bu noktada karşımıza çıkıyor.

Futbol dünyamızın genelinin bildiği gibi Şenol Güneş kriz anlarında gerekli ve doğru tepkileri veremeyen bir teknik adamdır. Beşiktaş kampını yakından izleyen deneyimli gazeteci arkadaşımız Orhan Yıldırım’ın da Beşiktaş’a ilişkin uyarılarının merkezinde kriz yönetimi konusundaki aksaklık var. Hele, Güneş’in uygulamaları sonucunda futbolcular arasındaki adalet duygusunun sarsıldığına ilişkin bir güvensizlikten söz ediliyor ki, bu çok dikkat çekicidir, lig başladığında Şenol Hoca’nın başını en çok ağrıtacak sorunlardan biri olarak karşımıza çıkabilir.

Şenol Güneş’in Negredo’ya karşı olan genel tutumu anlaşılır gibi değil! Avrupa’nın en önemli golcülerinden biri transfer ediliyor, ama hoca onu yok sayıyor. Geçen sezon Quaresma’yı küstürmemek dolayısıyla tribünleri karşısına almamak için Negredo ve Lens’i adeta bitirdi. Şenol Hoca her ne nedenden olursa olsun İspanyol santrforu istemeyebilir. Ancak sözleşmeli oyuncusuna antrenmanlarda takındığı tavır hocalık duruşuyla da felsefesiyle de hiç ama hiç bağdaşmıyor. Oyuncu hazırlık kampında iyi çalışıyor, çift kalelerde birbirinden güzel goller atıyor ancak hoca ona devamlı sırtını dönüyor, her durumda Negredo’nun aldığı parayı dillendiriyor. Negredo kariyerinde bir santrforu ona ödediğiniz yıllık parayla transfer edebilir misiniz?

Şenol Güneş iki yıl üst üste şampiyonluk kazandıktan sonra geçen sezon yaşanan hızlı kadro değişimi karşısında bocaladı, takımı kurmakta ve yönetmekte oldukça zorlandı. Daha kolay şampiyon olacağı bir dönemde ligi dördüncü bitirdi. Bu sezon geçen yıla oranla söylentisi ve karmaşası daha da çok olacak gibi görünüyor. Gazetelerde yayımlanan bir fotoğrafta Şenol Güneş, Guti ile tercüman aracılığıyla konuşuyor. Bu görüntü bile Beşiktaş’ın, Şenol Güneş ile birlikte sezona sorunlu gireceğinin bir göstergesidir.

22 Temmuz 2018, Pazar 12:41
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe'nin sistemi ne olmalı?‘’

Fenerbahçe’nin Hollandalı teknik direktörü Phillip Cocu Türkiye’ye geldiğinden beri takımının nasıl bir futbol oynayacağına ilişkin fikirlerini dile getiriyor. Söylemlerinin büyük çoğunluğu mantıklı hatta akla yatkın. Ancak futbolda sezon öncesinde söylenenler ile sezona girince karşılaşılan değişik durumlar beklentileri karşılamıyor olabilir. Bu bağlamda benim en çok dikkatimi çeken konu sistem üzerine söyledikleridir.

Bir teknik direktör istediği sistemi seçip, oynatabilir. Buna bir engel yoktur. Kimse “neden bu sistemle oynatıyorsun?”diyemez. Ama bunun için yapılması gerekeni herkes biliyor artık, seçtiğiniz sisteminize uygun olan futbolcuların hepsini transfer etmeniz gerekiyor. Oysa salt Fenerbahçe’nin değil diğer büyüklerin de transfer konusunda engelleri var. Phillip Cocu şu anda anlamlı bir transfere tanık olmadı. Geçen yıllardan Fenerbahçe’de kalan oyuncuları tanımaya çalışıyor. Bu nedenle, genel söylemlerinde mantıklı olmasına karşın 4.3.3 sistemi ile oynayacağını dile getirmesi pek anlamlı gelmiyor bana.

Hangi diziliş ve taktikle oynamanızın temel kriteri elinizdeki oyuncuların nitelikleridir. Oyuncunun özelliklerinin yanında futbol takımının oynadığı oyunun geleneği de sistem seçiminde yardımcı olmaktadır. Oyuncu özellikleri ve oyun geleneği sistemin seçilmesinin yolunu açar. Geçen yıl Fenerbahçe’nin oyun geleneğinden uzaklaşıldığı için seyirci tribünleri terk etti. Fenerbahçe atak yönün gelişmiş, rakip sahada daha çok oynama geleneği olan bir takımdır.

Bir hoca yeni geldiği bir takımda, kadrodaki oyuncuların özelliklerini göz önüne almadan “ben bu sistemle oynayacağım” diyemez. Böyle düşünen ve henüz takım kurulmadan önceliğe sistem konusunu yerleştiren teknik adamlar zaman içerisinde sistemin kurbanı olurlar. Ayrıca sistemler genel olarak rakipleri hazırlıksız yakalamak üzerine kurulurlar. Eğer rakipler tanımadıkları bir sistemle karşılaşırlarsa o yapıya tepki vermekte zorlanırlar. Öyleyse Fenerbahçe hangi sistemle oynarsa oynasın, yapacağı ilk iş kendi sahasındaki maçların ilk 20 dakikalık bölümünde konuk ekibin tepkisini kırmak olmalıdır. Bu da sistemlerden çok kavramlarla oynamakla mümkündür.

20 Temmuz 2018, Cuma 12:39
YAZININ DEVAMI

‘’Aykut Kocaman haklıdır!‘’

Rusya’da yapılan 2018 Dünya Kupası’nda oynanan 64 maçın tamamına yakınını izledik. Maçların savunma ağırlıklı oynandığı daha grup maçları aşamasında belli oldu. Biz ulus olarak estetik, bol çalımlı ve peşi sıra gelen gollere özlem duysak da, futbol bizi dinlemeyip kendi yolunda ilerlemeyi sürdüredursun biz de yavaş yavaş Dünya Kupası’ndan ayrılıp kendi futbol dünyamıza doğru yol alalım.

Futbolun defansif ağırlıklı oynanması salt bugünün sorunu değil. Oyuncuların kondisyonel yeteneklerinin gelişmesi sonucu daha fit olmaları, sistemleri daha organize hale getirdi, savunmalar da daha sıklaştı. “Futbol nereye gidiyor?” sorusu en yüksek sesle 1990 Dünya Kupası’nın sonunda sorulmaya başlandı.

Benim de 55 gün kalıp yerinde izlediğim İtalya 90’da şampiyonluğa ulaşan Almanya, turnuvada oynadığı son üç maçta sadece üç gol atabilmiş, finalde sol bek Brehme’nin penaltı golü ile Maradonalı Almanya’yı 1-0 yenmişti. İki yıl sonra oynanan 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası ise tam bir futbol kasveti olarak değerlendirildi. Atak yönüne bakıldığında futbol dibe vurmuş, oynanan karşılaşmaların sonucunda ortaya maç başına sadece 2,13’lük bir gol ortalaması çıkmıştı.

FİFA çaresiz bir şekilde geri pas ve arkadan müdahaleleri yasaklayan kural değişiklikleri yapsa da futbol estetikten uzaklara doğru yürüyüşünü başlatmıştı bile. Oyunlar iyi analiz ediliyor, savunma stratejileri son derece dirençli hale gelen 1990’ların başında artık asıl önemli soru futbolda güzelliğe yer olup olmadığıydı. Bu soru, futbolun ortaya çıkışı ve geçirdiği evrim sonucunda ibrenin hep fiziksel uygunluk ve güç yönünde ilerlediği günümüzde de sorulsa da, artık eskisi kadar yüksek sesle dillendirilmiyor.

Çünkü Aykut Kocaman’ın da dile getirdiği gibi Dünya Kupası aşırı savunma ağırlıklı oynandığı halde gol ortalaması 1990’ların üzerine çıktı. Rusya 2018’de gol ortalaması 2,64’ü biraz geçti. Aykut Kocaman’ın söylemek istediğinin açılımı şöyle olsa gerek: “İzleyiciler futboldan keyif almasalar da, savunma ağırlıklı oynanarak da çok gol atılabilir”. Rusya 2018’e savunma oyuncularının attığı goller ve duran top sayılarının damga vurması Kocaman’ı haklı çıkartmaktadır. Ancak Türkiye’de haklı olan değil, şampiyon olan haklıdır…

19 Temmuz 2018, Perşembe 13:02
YAZININ DEVAMI

‘’Hırvatistan neden kaybetti?‘’

Ancak bir takımda oynamak ile milli takımda oynamak birbirinden farklıdır. Hele bir de, eski Yugoslav futbolcuların gelenek haline getirdikleri “milli takım için değil kendin için oyna” anlayışının

Hırvat bilinçaltında izler taşıması söz konusu olunca kaybetmek kaçınılmaz hale geldi.
Kuşkusuz finale gelen her takım başarılıdır. Ancak Hırvatistan iyi bir milli takım olsaydı Fransa’ya bu denli kolay yitirmezdi. Ayrıca Fransa’dan çok daha deneyimli oyunculara sahipti. Birçok oyuncusunun bir daha Dünya Kupası finalleri oynayamayacağı da düşünülünce takımın motivasyonunun yüksek olması gerekirdi.

Son derece kaliteli takımlarda oynayan Hırvatistan’da sanki bir “hocaya güvenme” sorunu da var gibi geldi bana. Yugoslavya’nın dağılması sonucu birkaç yıllık yeni bir ülke olarak Fransa 1998’e katılan Hırvatistan’ın o günkü hocası Ciro Blazevic 3.5.2 sistemini bulan teknik adam olarak bilinir. Her ne kadar ülkemizde Piontek olarak bilinse de üçlü savunmayı ilk kez 1982’de, o günlerde Yugoslavya vatandaşı olan Blazevic denemiştir.

Blazevic, eğer oyuncular teknik direktöre inanmıyorlarsa ya da yeterli motivasyondan yoksunsa, en özenle hazırlanmış taktiksel sistemin bile hiçbir değeri olmadığını içselleştirmiş bir teknik adamdı. 1998’de Almanya ile oynayacakları çeyrek final maçının öncesinde gece sabaha kadar Oliver Bierhoff’a nasıl önlem alacağını düşünür. Hazırladığı taktik planı Suker, Boban ve Boksic gibi önemli oyuncuların bulunduğu kadrosuna açıklamak için soyunma odasına girdiğinde bir anda taktik ve sistemler için kallavi bir küfür savurduktan sonra kağıdı çöp kutusuna atıp şöyle konuşur: “Bugün Hırvatistan bayrağı için ve hayatlarını kaybeden bütün insanlar için çıkıp ölümüne oynamalısınız”. Yugoslavya iç savaşına gönderme yapan Blazevic sağladığı motivasyon sonucunda Hırvatlar Almanya’yı 3-0 yener.

Ciro Blazevic’in bu hamlesiyle anlatmak istediği de şudur: Teknik adamlar oyuncuların psikolojisini hesaba katmak zorundadır. Bu zorunluluk bugün ve gelecekte daha da önemli olacak. Hoca takımla böyle bir psikolojik ilişki kuramazsa kendi ruh halini onlara aktaramaz.

17 Temmuz 2018, Salı 15:57
YAZININ DEVAMI