‘’Dünya Kupaları bize ne öğretir?‘’
İlk yazılarımızın birinde Dünya Kupası futbolun güzellik yarışmasıdır demiştik ya, kupa aynı zamanda futboldaki yeniliklerin sergilendiği bir büyük organizasyondur. Dünya Kupası başlarken hepimiz “acaba ne gibi yenilikler izleyeceğiz” diye meraklanırız. İnsanlık ve futbol var olduğu sürece yeni bir şeyler çıkacaktır. Çıkmazsa futbol ölür zaten. Ancak eskiden olduğu gibi dikkat çekici yeniliklerde artık kolay çıkmıyor.
Rusya 2018’de daha organize savunmalar ve takımlardaki fizik kalite dikkat çekici boyutlardadır. Fizik kaliteyi korumak için futbolun ayrıntılarına inmek, antrenman kalitesi, beslenme ve uyku düzenindeki aksaklıkları gidermek ilk akla gelenler…
Fiziksel üstünlük denilince aklıma pasın icadı geldi. İngilizlerin üstün fizik güçleriyle baş edebilmek ya da topu o fizik güçten uzak tutmak için pasın icat edildiği ne kadar biliniyor acaba? Pas, 1872 yılında İskoç takımı Queens Park Rangers tarafından, topu heybetli İngilizlerden uzak tutmak için icat edilen bir savunma biçimidir aslında. Futbolda rakibin neler yapabileceğini bilmek amaca varmanın önemli kriterlerinden biridir. Johan Cruyff, Barcelona’nın oynadığı pas oyununu bu mantıktan hareket ederek geliştirdiğini söyler.
İskoçların bulduğu paslaşma 138 yıl sonra İspanya’nın Dünya Şampiyonu olmasının temel koşuluydu. İşin ilginç yanı pas oyununu İspanya’ya bir Katalan takımı olan Barcelona’nın öğretmiş olmasıydı. İspanya özel bir adla tiki-taka denilen pas oyunuyla Dünya ve Avrupa şampiyonu olmasına karşılık, 2018’de de pas oyununun yozlaşmış bir şeklini sergileyerek kupaya veda etti. Pas oyununda şimdi gelinen nokta şudur: Eğer çok pas yapıyorsanız sonuçta topu en uygun durumdaki arkadaşınıza aktarmak zorundasınız. Oyunu olgunlaştırmanın ve ataklardan sonuç almanın en kestirme yolu budur.
Bir örnek: Brezilya’nın maçlarını televizyondan izlerken sambacıların pas yaptığını görüyoruz. Birden boşaltılan sağ tarafa ekranda görünmeyen Willian süratle görüntüye geldiğinde topu önünde bulur. Bu uygulama Brezilya’nın en belirgin hücum organizasyonlarından biri. Rakip savunmayı Neymar’dan daha çok zorluyor Willian. Fransa Ulusal takımından Mbappe ile Willian 2018’in en dikkat çekici oyuncuları…
‘’İspanya'nın oynadığı tiki-taka değil‘’
İspanya, gruptan çıkması bile sürpriz sayılan Rusya’ya elendi. Hem de Rusya’ya göre üç kat daha fazla pas yapıp neredeyse yüzde 75 civarında bir topla oynama üstünlüğü sonucunda kupaya veda etti. “Önemli olanın topla uzun süre oynamak değil, topla nasıl oynandığıdır” futbol gerçeğinin bir kez daha karşımıza çıktığı Rusya-İspanya eşleşmesi, tiki-taka ile top dolaştırmanın arasındaki farkı da bize göstermiş oldu.
Tiki-taka asla ve asla yan pas ve geri pasa dayalı oyun değildir. Tiki taka rakip orta alanı delici paslarla geçip ceza alanı içerisinde sonuç alıcı paslaşmaları devam ettirmektir ki, bu oyunun altyapısını Cruyff kurmuştu. Barcelona’nın oynadığı tiki takayı ilk kez gören Alex Ferguson “paslaşmaları ile sizi hipnotize ediyorlar. Teknik direktörlük hayatımda böyle bir takım görmedim” demişti. İşte o takım İspanya’yı dünya şampiyonu ve Avrupa şampiyonu yapmıştı.
Benzer şekilde, İspanya futbolunun ruhunun derinliklerine inen bir görüşü de Menotti ortaya atmıştı. Şöyle diyordu ünlü teknik adam: “İspanya sahada boğa olmaktan çıkıp boğa güreşçisi olmaya karar verdiği gün daha iyi futbol oynamaya başlayacak”. Gerçekten, dünya futbolunda hiçbir kariyeri olmayan İspanya tiki-takanın bir sonucu olarak Dünya ve Avrupa şampiyonu oldu. Boğa olmaktan kurtulmuştu İspanya futbolu.
Ne var ki, Barcelona kuşağının sonu gelince İspanya yeniden boğa olmak konumuna geldi. Yaptıkları gereksiz pasları izlerken futboldan soğuduk. Tiki taka taktiğiyle oynamak tıpkı bir filmi izlemeye benzer. Nasıl ki filmin her sahnesi birbirinden farklıdır, birbirinin aynı kareleri kimse izlemek istemezse, tiki-takayı top dolaştırmak mantığına oturtursanız izlenmezsiniz, büyük turnuvalarda da bir başarı edinemezsiniz. Tiki-taka her anı değişik görüntüler içeren film sahnelerine benzer. Her yeni pozisyonda değişik, yeni bir davranış kalıbı ortaya koymalısınız.
2011 Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona’nın pas örgülerini hayranlıkla izleyen ve maçı 3-1 kaybeden Manchester United teknik direktörü Alex Ferguson oyunun bitiminde “kimse bize böyle esaslı bir dayak atmamıştı” dedi. O takımın mirasını yiyen İspanya futbolunun bugün tiki-takadan top dolaştırmaya geçmesi bana ilginç geldi. Umarım bu durum bizim teknik direktörlerimizin bakış açısını da değiştirir. Çünkü biz de top dolaştırmayı tiki-taka yani pas oyunu zannediyoruz.
‘’Cocu'ya sabır Kocaman'a güle güle…‘’
Fenerbahçe’nin yeni başkanı Ali Koç seçim öncesi ve sonrasında yaptığı konuşmalarda, saha sonuçlarına ilişkin aşağı yukarı şöyle demişti Fenerbahçe yandaşlarına hitaben: “Sizlere dikensiz gül bahçesi sunmayacağım, üç yıl sabır istiyorum.” Hepimiz kadar Ali Koç’ta biliyor ki, futbolda bir anda başarı az rastlanılan bir olaydır. Düşüncesini açık yüreklilikle ve hiçbir yan yola sapmadan açıklamasını ilk günden beri alkışlıyoruz.
Ancak ortada bir sorun var gibi geliyor bana. Çoğunluğun söylediği ve Ali Koç’un da altını çizdiği bir nokta var; Fenerbahçe’nin kadro değeri söz konusu olduğunda Aykut Kocaman’ın başarılı olduğu… Ligin son haftasında Galatasaray kaybetse Fenerbahçe şampiyon olacaktı. Peki, öyleyse neden Cocu’ya sabır istenip, Kocaman’a güle güle denildi? Futbolda sabırlı olunduğunda şampiyonluğu kanıksamış her takım amacına ulaşır. İyi bir kadro oluşturup üç yıl bekledikten sonra Cocu’ya gerek yok, Kocaman ile ya da başka bir hoca ile de şampiyonluklara ulaşılabilirdi.
Hollandalı teknik adamın söylemleri ise hiç yabancı değil. Aynı tespitleri ve takımın oyun felsefesine ilişkin görüşleri yıllar önce Hiddink bana bire bir anlatmıştı. Takımı ileride oynatmak total futbol geleneğinin saha uygulamasıdır ki, bu işin babasının kim olduğuna önceki yazımda değinmiştim. “Takımı önde oynatmak” ile gerektiğinde çift defansif ön libero oynatabileceğini söyleyen Phillip
Cocu’nun söyleminde bir çelişki var gibi... İki defansif ön libero ile takımı ileride nasıl tutacaksınız? Tutsanız bile top kazanıldığında bu ön liberolar ile oyunu nasıl istediğiniz gibi atağa dönüştüreceksiniz?
Takımı ileride oynatmanın ilk şartı dünyanın en iyi stoperlerine ve çok iyi bir kaleciye sahip olmaktır. 1984-85 sezonunda teknik direktörlüğünü yaptığım Eyüpspor maçlarını hep ileride oynadı. 30 maçta 64 gol attık. Fenerbahçe ve Aydınspor’dan sonra Türkiye’nin en çok gol atan üçüncü takımı olduk. Ancak 49 gol atan Bakırköyspor şampiyon oldu. Çünkü iyi bir kalecimiz yoktu, stoperler de sorunluydu. Türkiye’de önemli olan kaliteli futbol değil şampiyonluğun kaybedilmesidir. Sözgelimi, Fenerbahçe yeni sezonda 20 maçını 1-0, beş maçını ise 2-1 kazansa kalan maçlarda eminim ki seyirci rekoru kırılacaktır. Kimse 25 maçta 30 gol atıldığına bakmaz.
PSV’de kazanılan şampiyonluklar Fenerbahçe teknik direktörünün Kadıköy’de de başarılı olacağını asla garanti etmez. Hollanda liginde zaten iki takım var. Ya PSV ya da Ajax şampiyon oluyor. Bizim ülkemiz dünyanın hiçbir coğrafyasına benzemez. Fenerbahçe nice dünya şampiyonu hocalara Kadıköy’ü dar etmiştir. Ali Koç’un illa da sabır demesinin altında da bu gerçek var sanırım.
‘’Almanlara ne oldu?‘’
Hiç olmayacak bir şey gerçekleştiğinde “şaka gibi” der şaşkınlığımızı gizleyemeyiz ya, Almanların gruptan çıkamayıp ilk turda elenmeleri de böyle oldu sanki. Futbolda her sonuç doğaldır. Hatta bu konuda eski Beşiktaş teknik direktörü Gordon Milne’in de bir görüşü vardır. Milne şöyle der: “Her sonuç futbolun doğasında vardır. Hiçbir sonuç sürpriz değildir.” Bu görüşe katılanlardan biri olmama karşın Almanların elenmesi bana da “şaka gibi” geldi.
Almanya’nın, Güney Kore’ye yenilmesinden bu yana, hatta karşılaşma berabere devam ederken düşünmeye başladım. Almanya Ulusal takımı nasıl bu denli kötü olabilir? Bu takım 2006’nin dünya üçüncüsü, 2010’un finalisti ve Brezilya’da yapılan 2014 Dünya Kupası’nın şampiyonu. Üstelik yarı finalde Brezilya’ya tam yedi gol atmış bir ekip. Futbolda istikrar denilince akla gelen ilk ülke. Gruplardan hiç yenilmeden çıkıp Rusya’ya gelmiş.
İlk oynadığı Meksika maçında savunmanın ağırlığı dikkat çekiciydi. Nitekim Mesut Özil’in savunmacı konumuna geldiği maçta hata yaparak golü yedirmişti. Oyun içi organizasyonu iyi, fiziksel olarak dayanıklılığı kusursuz İsveç’i mucizevi bir gol ile yendiklerinde bile bildiğimiz Almanya’yı izleyemedik. Güney Kore maçı ise Almanya tarihinde bir daha zor yaşanır. Hani yaşlı insanlar kuvvetten düştükçe sendeler, dengeleri bozulur ya, Almanların görüntüsü de benzer şekildeydi.
Fizik olarak zayıf, oyun kuramayıp topu sürekli yan oynayan, rakip topu kazanınca takım olarak dengesi bozulan bir ekip. Mesut ve İlkay’a yapılan protestolar takımın psikolojisini bozmuş olabilir mi? İnsan her yerde insandır, kabul, ancak Almanlar söz konusu olduğunda duygusal dalgalanmalar en alt düzeydedir. Löw’ün takım kurgusunda ciddi hatalar vardı. Örneğin, İlkay Gündoğan, Mesut’a göre çok daha iyi durumdaydı. Kaleyi karşıdan gören pozisyonlarda İlkay hem öldürücü paslar veriyor hem de topa çok iyi vuruyor. Kalabalık savunma arasında çabukluğunu ve kısa pas silahını da iyi kullanabiliyor. Ne kadar formsuz olsa da Müller gibi bir golcü yedekte tutulmaz. Artık milli takım kariyeri bitmiş gibi görünen Kehedira’nın yerine İlkay oynayabilirdi.
Bütün bu yanlışlıklara karşın Almanya, Güney Kore’ye bir gol atabilse gruptan çıkacaktı. Takımın bozuk dengesinin en önemli göstergesi Hummels’in yakın mesafeden vurduğu üç kafa şutunun gol olmamasıydı. Üstelik birini kafa yerine omzuyla vurdu. Bu denli denge sorunu varsa insanın aklına bir tek şey geliyor. İsveç maçını kazanınca, Güney Kore’yi nasıl olsa yeneriz düşüncesiyle Löw takıma aşırı yüklememi yaptı? Bilemiyorum, sadece düşünmeye çalışıyorum. İleriki maçlarda işe yarasın diye ağır antrenman yapıldıysa takımın bütün dengesi bozulmuştur. Bir gol Almanlara belki de final yolunu açacaktı. Ancak Almanlar gruptan çıkamadı. Şaka gibi!
‘’Bireysel beceriler neden gelişmiyor?‘’
Sorunun yanıtının altında birçok etken var aslında. Teknolojinin gelişimine bağlı olarak insanın düşünce, duygu ve bedensel değişime doğru zorunlu yol alışı kültürünü de, futbol oynama biçimini de farklılaştırmaktadır. Dolayısıyla top sürme ve çalım atmaya dayalı kişisel oyunun değişime uğraması da bugünün işi değildir. Prese dayalı rakibi baskı altına alma isteğinin ortaya çıkması futbolun oynanış biçimini de değiştirmeye başladı. Bu başlangıcın merkezinde, 1970’lı yıllarda Ajax ve Hollanda Ulusal takımı var. Prese dayalı total futbolun zirve yapması ise 1974 Dünya Kupası’nda gerçekleşti.
Bireysel becerilerin sergilenmesinden, herkesin koştuğu, pres yaptığı ve rakibi oynatmamaya dayalı oyunun merkezinde Hollanda olmasına karşın başlangıcının portakallardan yıllarca öncesine dayandığı en azından bizim futbol dünyamızda az bilinmektedir. Elbette ki futbolun evrimi doğrusal değildir ve oyunun modern bir hal almasında başkalarının da katkısı vardır. Ancak modern futbolun babası olma iddiasında bulunabilecek bir isim varsa o da Viktor Maslov olmalı. 1910 yılında Moskova’da doğan Maslov, dayanıklı ve presi seven bir futbolcu olarak Torpedo’da ün yaptı. 1942’de futbolu bırakan Maslov, Torpedo’nun başına geçtikten sonra takımını iki yıl üst üste Sovyet lig ikincisi, üçüncü yılında ise lig şampiyonluğuna ulaştırdı. Oynattığı futbol dayanıklılık, pres ve hızlı oynamak üzerine kuruluydu.
Bu oyun anlayışı nedeniyle o yıllarda futbolcusu olan ve bireysel beceriye dayalı oynayan Lobanovski’yi takımdan kesmişti. Maslov modern futbol oynatarak asıl büyük başarısını 1964 yılında Dinamo Kiev ile elde etti. Öyle ki, onun sayesinde Ukrayna’nın başkenti Kiev, Moskova’nın yerini alıp Sovyet futbolunun merkezi haline geldi. Maslov’un oyun felsefesi şuydu: Top sendeyken ve topu tutman kolayken sahayı genişlet; top sende değilken de sahayı daralt ve rakibinin topa sahip olmasını çok daha zor hale getir. Ne var ki, Sovyet sistemi o yıllarda dışa açık olmadığından modern futbolun babası Maslov’un adı tarihin tozlu sayfalarının arasında kaldı.
Ne var ki Maslov’un futbolcusu Valeriy Lobanovski ve Rinus Michels iki zıt kutuptan 1970’li yıllarda karşımıza çıktılar. Biz total futbolun öncüsü olarak onları bildik. Modern futbol rakibe top aldırmamak felsefesi üzerine kuruludur. Oysa 1950’li ve 60’lı yıllarda futbolcuların kişisel yeteneklerini kullanmak için yeterince alanları ve zamanları vardı. Rakibin ayağından top almak, pres yapmak diye bir anlayış yoktu. Garrincha ve Stanley Matthews’un çalım yeteneklerini günümüz futbolunda göremiyor olmamız, bu becerilerin kaybolmuş olmasından değil, hiçbir rakibin sizin çalım becerinizi sergilemeniz için alan ve zaman bırakmadıklarındandır. Peki, Garrincha ve Matthews bugün futbol oynasalardı o eski ünlerine kavuşabilirler miydi? Büyük olasılıkla evet ancak çalım atarak değil modern futbol oynamak koşuluyla…
‘’Kupa tarihinin en çalımcı oyuncusu kimdir?‘’
Rusya’da yapılan 2018 Dünya Kupası finallerinde ilginç istatistiksel(sayılamalı) verilere tanıklık ediyoruz. Özellikle Rusya Ulusal takımının ilk iki maçında koştuğu mesafeler değişik yorumlara neden oluyor. Futbolun geçirdiği evrim sonucunda, bugün gelinen noktada, futbolcuların bireysel ya da takım halinde koşu mesafeleri maçı kazanmanın kriterlerinden biri olarak görülüyor. Yapılan orta ve şut sayısı, köşe vuruşları da maçların kazanılmasında istatistiksel veri olarak oyun hakkında bilgi veriyor.
Peki, Dünya Kupaları tarihinin en çalımcı ya da en güzel çalımları atan oyuncusu kimdir diye soracak olursam, kuşkusuz çoğumuzun aklına Maradona gelir. Diego Armando Maradona’nın Meksika’da yapılan 1986 Dünya Kupası’nda, bütün İngiliz savunmasını çalımlayıp attığı gol tarihsel bir değere sahiptir. Ancak izlerken insanları deyim yerindeyse mest eden iki büyük çalımcıdan söz eder futbol tarihi; Brezilyalı Garrincha ve İngiliz Matthews.
Manuel Francisco dos Santos doğduğu 1933 yılında bir çalıkuşu kadar küçük olduğundan büyük ablası ona “Garrincha” ismini takmıştı. Sonrasında attığı çalımlar ve rakiplerini geçiş biçimiyle de küçük bir kuşa benzetildiğinden “Garrincha” onun ölünceye değin anılan ismi oldu. Garrincha aslında futbolu pek sevmezdi. 1950’de bütün Brezilya’yı yasa boğan kupa finalini izlemek bir yana radyodan bile dinlememiş, balık tutmaya gitmişti. Ancak 19 yaşında yine bir rastlantı sonucunda Botafogo’nun seçmelerini kazandıktan kısa bir süre sonra bütün dünya onu tanıyacaktı.
Garrincha için çalım atmak sokakta yürümek kadar doğal ve basitti. Üç-dört rakibini çalımladıktan sonra geriye dönüp onların hepsini bir daha çalımladığı söylenir. Bir maçta o kadar çok çalım atmış ki maçın hakemi yanına yaklaşıp “topu ayağında bu kadar tutarsan seni oyundan atarım” demiş. Bir söylenceye göre Latin Amerika’da tribünlerin söylediği “ole” nakaratının esin kaynağı Garrincha’nın çalımlarıydı. Arjantinli savunma oyuncusu Vairo ile giriştiği bir mücadele esnasında onu zarif bir şekilde geçince izleyiciler “ole” diye bağırmışlardı. 1958 ve 1962 Dünya Kupaları’nın en iyi oyuncusuydu.
Stanley Matthews İngiltere’de düzenlenen 1966 Dünya Kupası’nda İngilizlerin kupayı kazanmasında başrolü oynayan oyuncudur. Eski Beşiktaş teknik direktörü Gordon Milne’in de görev yaptığı bu kupada Matthews, bizim bugün “sağından atıp solundan geçmek” adını verdiğimiz çalım şeklinin mucididir. Stanley Matthews bu çalımıyla İngiltere Kraliyet Ailesi tarafından verilen “Sir” unvanını almıştır. Peki, futbol artık bu çalımcıların çıkmasına neden izin vermiyor? Bir sonraki yazı konumuz da bu olsun…
‘’Alan ve zaman daraldıkça...‘’
Siz bakmayan Rusya’nın Suudi Arabistan’a beş, İngiltere’nin Panama’ya altı gol attığına… Onlar kendi coğrafyalarında oynadıkları grup maçlarının iyileri olarak geldiler Rusya’ya. Normal koşullarda Avrupa ve Latin Amerika ile önemli bir fark var aralarında. 2018 Dünya Kupası’nın gösterdiği yalın gerçeklerden biri de budur. Ülkelerin oynadığı tempolu futbol ve ortalama koşu mesafelerinin on kilometreye çıktığı bir mücadele ortamında oyuncular arasındaki mesafe de göreceli olarak kısaldı. Bu çok daha fazla fiziksel temas demek ve buna bağlı olarak da futbolcunun yaratıcı davranışta bulunmasının zor olduğu anlamını taşır. Bu durumda yapılacak şey bellidir.
Eğer bugünün futbolunda tek pas yapıp tek vuruşları denemiyorsanız başınız dertte demektir. Dar alan ve kısa zaman içerisinde futbolcu ne yapması gerekiyorsa onu denemelidir. Aksi durumda mutlaka bir fiziksel temas ile karşı karşıya kalacaktır ki, bu da yapmak istediği hareketin amaca yönelik olmasını engelleyecektir.
Savunma oyuncuları VAR öncesinden kalan alışkanlıkları sonucunda fiziksel temasın dozunu kaçırıyorlar. VAR’ın en önemli yararlarından biri de bu noktada olacaktır belki de. Ceza alanları içerisinde ki yoğun fizik mücadele esnasında kuraldışı davranışları hakemler kaçırabiliyor. Çünkü onca futbolcunun değişik şekilde koşu ve mücadelesini insan gözü tespit edemiyor. VAR’ın pozisyonları kaçırmadığı penaltı sayısının aşırı artmasından belli oluyor.
Cruyff VAR sistemine şiddetle karşıydı ancak yıllar önce söylediği en iyi futbolcu tek pas oynayan futbolcudur söylemi de bu Dünya Kupası’nda yerini bulmuş oluyor. Topu bir arkadaşına verip boşa çıkmak bu basit ama etkili oyunun temelini oluşturur. Bütün oyuncuların aynı duygu ve davranışla oynadığını düşünürseniz alan ne denli dar zaman ise ne kadar kısa olursa olsun, o fizik mücadelenin içinden topu çıkartmak daha kolay olur. Rusya 2018’de grup maçlarının sonuna yaklaşıyoruz. Bir üst turda takımlar güç açısından daha da denkleşecek. O zaman fizik mücadele sırasında tek pas oynamanın değeri daha da net biçimde ortaya çıkacak.
‘’Dünya Kupaları ve futbolun evrimi‘’
Rusya’da devam eden Dünya Kupası benim 13. finalim. 1970’de Meksika’da yapılan Dünya Kupası finalinin görüntülerini sinemalarda film aralarında izlerdik. Çünkü Türkiye’de henüz televizyon yoktu ya da İTÜ televizyonu kapalı devre yayın yapıyordu. Futbolcu olmak için ilk adımlarımızı attığımız günlerdi. Finalde Brezilya’nın İtalya’yı 4-1 yendiği kadroyu hepimiz ezbere bilirdik. Felix, Alberto, Brito, Piazza, Everaldo, Clodoaldo, Rivelino, Jairzinho, Tostao ve Pele’den oluşan 11’i bilmeyen yoktu o yıllarda. İstanbul’un semt sahalarında Felix’e özenen yüzlerce kaleci, kendini Jairzinho gören bir o kadar kanat oyuncusu ve frikik ustası Rivelinolar vardı. Pele gibi olmak bir düş olduğundan kimse ona cesaret edemezdi.
Sonra, Türkiye’de ilk kez TRT 1974 Dünya Kupası’nı yayınladı. Dünya gözüyle izlediğimiz ilk kupaydı. Finalde Almanya ile Hollanda karşı karşıya geldi. O yıllarda Bayern Münih ve Ajax Avrupa futbolunun zirvesindeydiler. İki ülkenin Dünya Kupası kadrolarının iskeletini de bu iki takım oluşturuyordu. Benim için bugüne kadar oynanan finallerin en görkemlisiydi. Bir daha hiçbir finalde o kadar heyecanlanıp o denli futbol tadı almadım. “Ordu” gibi disiplinli ve “orman” gibi birlikte olan Almanlarla, yaşadığı toprakları “denizden” alıp yurt edinen ve bütün yaşamları, denize karşı setler kurarak yurtlarını korumakla geçen, özgüveni doruktaki Hollandalıların mücadelesi kanımca Dünya Kupaları tarihinin zirvesidir.
Futbol o zirvenin hemen arkasından değişmeye ve dönüşmeye başladı. 1974’ün büyük finalinde futbolcular ortalama 4-5 kilometre mesafe kat edebiliyorlardı. Bugün neredeyse üç katına çıktı. Bu nedenle artık estetik ve yaratıcı futbolun yerini fizik mücadele, koşu temposu ve mesafesi ile duran top taktikleri aldı. Bugün öylesine hızlı maçlar oynanıyor ki, topu kaybeden takım bir anda savunmaya 7-8 oyuncusunu getirebiliyor. Dolayısıyla savunma güvende ve boşluk olmuyor. Bu futbol, 1958 ve 1962 Dünya Kupalarının en büyük oyuncusu, Brezilya’da Pele’den daha çok sevilen çalım ve top sürme ustası Garrincha’ların çıkmasına izin vermiyor. Bugünün Brezilyasının en büyük oyuncusu Neymar olarak kabul ediliyor. Oysa o da öncelikli olarak bir atlet. Sanki Usain Bolt’un futbol oynayan versiyonu. Defans arkasına attığı deparlar öldürücü. Eski Brezilya’dan esintiler sergileyen sadece iki futbolcu var; Douglas Costa ve Philippe Coutinho.
Almanlar son 20 dakikasını 10 kişi oynadıkları İsveç maçını disiplin, koşu ve duran top taktiğiyle kazandılar. Geriye düşüp bir kişide eksilmelerine karşın uzatma dakikalarında bile oyun anlayışından ödün vermeden mücadeleyi sürdürdüler. Toni Kross tam bir duran top ustası ve bugünün futbolu artık koşu, tempo, disiplin ve duran top ustalarına ihtiyaç duyuyor. Sonuçta bilimsel devrimlerin bir ürünü olan teknoloji değiştikçe futbolda bundan payını alıyor. Eski yaratıcı, topla oynama becerisi yüksek oyuncuları özlesek de, futbol bizim duygu ve beğenilerimize göre evrim geçirmiyor. Kendi yolunu buluyor ve er geç herkesi o yolda ilerlemeye mecbur edecek…