‘’Herkes biraz Emre olunca‘’
Hiç alışık olmadığımız bir görüntüydü... Kaleci Volkan hariç (bulunduğu mevki gereği böyle birşey yapması mümkün değil zaten) tüm futbolcular savaşıyordu Fenerbahçe’de. Müthiş istekliydi hepsi, hırslıydı. Düne kadar deyim yerindeyse ikili mücadelelerde ‘kız’ gibi davranan futbolcular gitmiş; topu kazanmak için sonuna kadar savaşan, ‘sert’ giren, ‘faul’ düdüğü beklemek yerine mücadeleyi sürdüren, tekmeye kafa uzatan futbolcular gelmişti.
Ama asıl şaşırtıcı görüntü bu değildi bana göre. Neydi yıllardır Fenerbahçe’nin özelliği; Hakem ne karar verirse versin (bir-iki kişi hariç) itiraz etmeyen, sert bir faule maruz kalsa bile rakibine ters bakmayan, ağzını açıp sitemde bulunmayan, kaderine razı futbolcular topluluğu... Bu da doğal olarak ‘uyuşuklar’ veya ‘uysallar’ topluluğu görüntüsü yaratıyordu sahada. İşte bunu sevmiyordu taraftar. Örneğin sert bir faule maruz kaldığında oyuncusu, kendisini onun yerine koyup söylemediğini bırakmıyordu rakibe. Bir rakip oyuncu horozlandığında, futbolcusu karşılık vermeyince içi içini yiyor; “ulan, şimdi ben olacaktım sahada görürdün sen” diye hayıflanıyordu.
İşte buydu Sivas maçında asıl şaşırtıcı olan; Neredeyse her kararında hakemin yanında bitip topluca itiraz eden, rakiple ağız dalaşına giren, itişen-kakışan hatta devre arasında işi kavgaya kadar götüren futbolcular...
İşte buydu Fenerbahçeli futbolcuları sonuna kadar oyunda tutan; motivasyonu sağlayan; direnç veren...
İşte buydu taraftarın inanılmaz coşkulu olmasını sağlayan. Futbolcuların sinerjisi tribünlere yayılmış, oradan tekrar kendilerine dönmüştü. Futbolcuyla taraftar bu kez gerçekten bir bütün olmuştu.
Ligin ikinci yarısına iyi başlayan Emre Belözoğlu’nun ilk kez Sivasspor maçında bu kadar beğenilmesinin nedeni de buydu. Önceki maçlarda da her yere koşuyor, rakibe çift dalıyor, itişiyor-kakışıyor, mücadele ediyordu Emre. Ama yalnız kaldığı için yaptıkları önem kazanmıyordu. Bu kez arkadaşları kendisine ayak uydurunca, onun değeri de ortaya çıktı.
Takım arkadaşlarının genel yapısına uysa, ne Emre birşey kazanırdı ne de Fenerbahçe. Ama arkadaşları Emre’ye uyunca Fenerbahçe kazandı. Artık karar onların; Ya her maçta Emre gibi olacak ve alkışlanacaklar, ya da!..
‘’At, sahibine göre kişner!‘’
Alex koşmuyor; Uğur Boral savruk oynuyor; Carlos eski Carlos değil; Güiza golcü molcü hiç değil; Emre’ye verilen paralara yazık; Savunma oyuncuları çok hata yapıyor...
Listeyi uzatabilirsiniz... Çoğunda da haklı olabilirsiniz. Ancak Fenerbahçe’nin sorunu, ne Alex’in koşmaması, ne bilmem kimin yürümesi. Fenerbahçe’nin en büyük derdi “GÜVEN” sorunu, başka birşey değil. Oyundan alınan neredeyse her futbolcunun (Semih hariç) tepki koyması, Aragones’in bir sonraki maçta hiçbir şey olmamış gibi o isimleri 11’de oynatması, güveni zedeleyen başlıca unsurdu. Dede, Büyükşehir Belediye maçında yaptığı oyuncu değişiklikleriyle de son noktayı koydu. Direkt olarak, oyundan alınan futbolcuların, hocalarına tepki duymasından falan bahsetmiyorum. Bu, her takımda olabilir. Asıl vahim olan, değişikliklerin tüm oyuncuların kafasında yarattığı güven bunalımı.
Düşünün bir; Devreyi 1-0 yenik kapatmışsınız ancak rakip de 10 kişi kalmış. Hocanız devre arasında Vederson’a, ‘Çıkacaksın’ diyor. “Tamam” diye geçiriyorsunuz aklınızdan, “Rakip bir kişi eksilince, hoca orta sahadan bir adam çıkartıp, Semih’le forveti ikileyecek.” Ama yanıldığınızı çok geçmeden anlıyorsunuz. Çünkü Aragones, Uğur’u sokuyor oyuna. Yani orta sahanın solunda oynayan futbolcunun performansını beğenmiyor ve onunla aynı görevi (ha bir eksik, ha bir fazla) yapacak bir başkasını alıyor oyuna. Yüzde yüz eminim ki, o anda tüm futbolcular içlerinden, “Hadi yaa, sen de” demiş, hatta bir “Yuhh” çekmiştir. Hiç şüpheniz olmasın.
Ve ikinci darbe...
Bursa maçında harika oynayıp, mükemmel iki gole imza koyan Alex, o performansından uzak ama yine de nadir gelişen tehlikelerde onun imzası var. Ve ikinci yarı başlayalı daha 8 dakika olmuş ki, kenardan değişiklik tabelası kalkıyor; Alex dışarı, Kazım içeri. Sadece Alex değil şaşkınlık yaşayan; yöneticisi, taraftarı ve çok daha önemlisi saha içindeki-saha dışındaki futbolcusu aynı durumda. Bu değişiklik yapılırken, Semih geliyor kenara... Hani Alex’le müthiş bir uyum gösteren, onun topu nereye atacağını sezip, vurmadan oraya koşan, ikiye-birler yapan Semih. Aklınız karışıyor. “Olsun, yine de çift forvete döndü” diye düşünecek oluyorsunuz ki, size bir ‘nanik’ yapıyor Dede. Çünkü bir forvet (Güiza) çıkıyor oyundan, bir diğer forvet (Semih) giriyor.
Güven? Tuzla buz...
Birçok şeyi onarabilir, dertlere çözüm bulabilirsiniz ama güven ortadan bir kez kalktı mı, bir daha yerine zor koyarsınız... Geçmiş olsun Fenerbahçe!..
‘’Bunlar sana az bile Semih!‘’
Bursaspor maçında ilk 11’e giremeyen Semih, ikinci yarının başında ısınmaya gönderilmesine karşın, oyuna alınmayınca kızmış. Niye kızıyorsun ki sevgili kardeşim!
Tamam sadece iyi bir golcü değil, çok iyi bir futbolcusun. Sırtı kaleye dönük oynayabilen Fenerbahçe’de tek, Türkiye’deki nadir futbolculardansın... Top sana geldiğinde bazıları gibi ne yapacağını şaşırıp bocalamıyor; arkadaşlarının gelmesini bekleyip, onlara servis yapıyorsun, tamam... Ceza sahası yayı üzerinde ikiye birler yapıp, arkadaşlarını pozisyona sokuyorsun, kabul... Sağ ayak, sol ayak, kafa demeden her şekilde topu kaleye gönderip ağlarla buluşturuyorsun, eyvallah... Gerektiğinde orta saha oynayıp, kimsenin beklemediği anlarda attığın uzun toplarla oyunu açıyor, arkadaşlarına gol pozisyonları yaratıyorsun, oldu... Eeee!!! Hepsi bu mu! Bunlar yıldız olmaya yeter diye düşünüyorsan, çok yanılıyorsun, çoook...
Sen ne biçim futbolcusun yaa!
9 yıldır Fenerbahçe’desin, ne bir çapkınlığını gördük, ne magazinsel bayanlarla bir kaçamağını, onlarla çekilmiş fotoğraflarını... Genç yaşta yuvanı kurmuşsun, idman bitince soluğu evinde çoluğunun çocuğunun yanında alıyorsun.
Hadi bunu anladık; İnsan, eşini alıp, gece yarısı bir bara gitmez, bar çıkışı midye dolma falan yerken medyaya poz vermez mi!
Bunu da geçtik diyelim; Hani nerede hocaya isyan! 9 yıldır Fenerbahçe’desin, bunun 8.5 yılı yedekte geçti. Ne zaman oyuna sonradan girsen kurtarıcı oldun, Alex gibi bir yıldızı kendine hayran bıraktın... Sonra? İnsan yedek kalınca bir isyan etmez, hocası hakkında söz söylemez mi? Söyler... Ama sen, bu formayı senin çeyreğin kadar bile haketmeyenler isyanı basarken, hiç dert etmedin, hep takımının menfaatini ön planda tuttun, ağzına kilit vurup sıranı bekledin. Geçtim bunları, haksız yere sana tercih edilen oyuncuyu, bir maçta ıslıklandıktan sonra teselli etmeye kalktın...
Dur, bitmediii... Bazıları sözleşmesi bitince “hadi bana eyvallah” deyip, elini kolunu sallayarak giderken, sen, “Önce Fenerbahçe” deyip, kulübünle 3 yıllık sözleşmeye imza attın, sızlanıp-dırlanmadan. Hâlâ teklifler karşısında, “Fenerbahçe’nin menfaati önde gelir” diyorsun. Sen iflah olmaz birisin (!) biliyor musun...
O zaman adama böyle yaparlar işte... Çünkü sen, “bizim çocuk”sun...
Kızıyorum sana ama çok da iyi anlıyorum... Çünkü aynaya bakınca seni; sana bakınca kendimi görüyorum... Biz var ya; sittin sene adam olmaz, hiçbir zaman da adam yerine konmayız. Bunu böyle bil...
‘’Semih formayı nasıl kapar!‘’
Neydi Zico’nun en önemli gönderilme nedeni; Disiplin zaafiyeti. Neydi Aragones’in getirilme nedeni; Disiplini. Başkan Aziz Yıldırım, hayatında ilk kez tam istediği tarzda bir hocayla çalışacağını üstüne basa basa söylemişti imza töreninde.
Ne demiş atalarımız; ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
Bakalım biz de... Kazım oyundan alınınca formasını yere fırlatıp, Aragones’e doğru söyleniyor. Disiplinli Dede ne yapıyor? Hiiiçç... Bir hafta sonra Kazım yine 11’de. Bir başka maç... Bu kez oyundan alınan Deivid. O da söylene söylene kenara geliyor. Sonra? Deivid yine kadroda. Bir başka maç... Oyundan alınıp tepki gösteren Uğur... Sonuç aynı. Bir diğer maç; başrolde Alex. Tavır yine aynı; söylene söylene kenara geliyor, yerine otururken İspanyol hocanın yüzüne bile bakmıyor. Basın toplantısında, Alex’in tam hazır olmadığını söyleyen Aragones, kupada kendisini kadroya almıyor; Gaziantep maçında Kaptan yine takımının başında.
Yani hocaya tepkisini koyan, fırçasını atan formayı kapıyor. Fırçasını atmayan bir tek Semih var formayı hakedip de giyemeyenler arasında. Onun da durumu malum... Eee, fırçanı atmazsan, yersin kesiği...
Bu, disiplinli (!) Aragones’in takımında olanlar.
Pekii, disiplinsiz (!) Zico’nun takımında durum neydi?
Aynı görüntü onun döneminde de yaşandı... Oyundan alınan Uğur, el-kol hareketleriyle tepkisini ortaya koymuştu hocasına karşı. Sonra ne oldu? Disiplinsiz (!) Zico, oyuncusunu kolundan çekip, tercüman aracılığıyla kendisini neden oyundan aldığını anlattı bir baba nasihatıyla. O konuştukça öfkesi kaybolan Uğur, özür dileyen bir yüz ifadesiyle soyunma odasının yolunu tuttu.
Bu, Zico’ya karşı konulan ilk ve son tepkiydi... Disiplinsiz (!) Zico’ya karşı.
Gelelim işin bir başka boyutuna...
Disiplinli, otoriter, kimseye işini karıştırmayan Aragones, bir maç sonrası diyor ki; “Devre arası transferleri işe yaramaz. Kesinlikle transfer istemiyorum.”
Yanıt anında geliyor yönetimden: “Hayır, transfer yapacağız...” Ve yapıyorlar. Aragones mi? Çaresiz, boynunu eğip kabul ediyor yapılanları.
Dönelim geriye... Başkan Aziz Yıldırım bir maç sonrası soyunma odasına girmeye kalkıyor. Zico’nun aynı zamanda kardeşi olan antrenör Edu, “Giremezsiniz” diye tavrını koyuyor. Sonuçta Başkan, Aziz Yıldırım olduğu için görevine son veriliyor... Sezon sonuna kadar bu durumu kabul eden Zico, yeni sözleşme için kardeşinin gö-revine dönmesini şart koşuyor. Ve bilinen nokta; Onun da görevine son veriliyor.
Benim kafam karıştı şimdi; Disiplinli, taviz vermeyen, otoriter hoca hangisi bunların.
‘’'Saf'ız dedikse!‘’
Yıllar önce Sakaryaspor’un bir maçına gitmiştim. O günkü rakipleri olmamasına karşın, Sakaryalı taraftarların tek uğraşı Beşiktaş’tı. Neredeyse hiç susmadan küfürlü sloganlarla Siyah-Beyazlılar’ın kulaklarını çınlatmıştı Sakaryalılar. Dakikalarca süren tezahürat, hakem üçlüsü sahaya çıktığı anda bıçak gibi kesilmiş ve bitiş düdüğüne kadar bir daha ne Beşiktaş’ın adı anılmış, ne de küfür edilmişti.
“Uyanıklık yapıyorlar ama hakem duymasa da, gözlemciler, maçtan önce küfür edildiğini rapor eder ve Sakaryaspor ceza alır” diye düşünmüştüm. Çok ‘saf’mışım!
Evet, kabul ediyorum ‘saf’ım ama ne mutlu bana ki, bu konuda yalnız değilim. Anladım ki, spor basınındaki herkes benimle aynı ‘saf’ta! Beşiktaş-Denizlispor maçının ertesi günü neredeyse tüm gazetelerde, “Topluca edilen küfürler nedeniyle Beşiktaş’ın sahasının kapatılacağı” veya, “Seyircisiz oynama cezası verileceği” haberleri vardı. Sizi gidi ‘saf’lar sizi!
Evet, Beşiktaş taraftarı, özellikle Zapotocny’nin atılmasından sonra topluca küfür etmişti maç bitene kadar. Ama bunu öyle güzel ayarlamıştı ki, takımı seyircisiz oynama veya saha kapatma cezası almaktan kurtulmuştu. Nasıl mı? Küfüre başlamış, 90 saniye dolmadan kesmiş, bir nefes molası (!) alarak yeniden başlamıştı. Bunu ben demiyorum, PFDK diyor; “Ceza şartı olarak küfürlü tezahüratın süreklilik arzetmesi ve bir defasında en az 90 saniye sürmesi kıstasının Beşiktaş-Denizli maçı için geçerli olmadığına...”
Yani Beşiktaşlı taraftarlar, hem rahatça küfürlerini edip içlerini döktüler hem de takımlarının “saha kapatma” veya “seyircisiz oynama” cezası almasını önlediler. Bize de PFDK ile elele güzel bir gol attılar! Gel de kutlama; Federasyon ve yan kurullarını bizden iyi tanıdıkları için. Çok samimiyim. Ohh olsun bize!..
***
Fenerbahçe’nin resmi internet sitesinde dün bir haber vardı. Askerde iki ayağını kaybeden Murat Dural isimli taraftar, Alex’in ayak kalıplarıyla yürümek istediğini söylemiş ve talebi uygun bulunmuştu. Sambacı, ayak kalıbı ölçülerini verecek, Murat da bu ölçülerle yapılacak protez ayakları giyecekti.
Haber dün girilmiş ancak bir gün öncesinin tarihi atılmıştı. Çünkü haber, daha önce bir gazeteye uçurulmuş ve dün kullanılmıştı. Yani demek istiyorlardı ki, “Biz haberi perşembe günü girdik. Siz de alıp kullansaydınız.”
Tamam, “safız” dedik ama o kadar da değil!..
‘’Asr-ı 1907 Fenerbahçe‘’
Değişmez kuraldır; Bazıları içinde bulundukları topluma-gruba hizmet edebilmek için canını dişine takar, hayatını adeta buna adar, bazıları da, şahsi menfaatleri için sömürür de sömürür... Birinciler üstünlük sağlarsa, topluluk da buna paralel gelişme gösterir; ikinciler üstün gelirse vay haline...
Asr-ı Fener’le ilgili yapılanları, yazılanları okurken, öncelikle bunlar düştü aklıma. Daha doğrusu 1907 Fenerbahçeliler Derneği. Keşke her kesimin, her toplumun, her kurumun böyle bir yan kuruluşu olsa. Neler yapmamış ki 1907... 4 yıl boyunca erkek basketbol takımının yönetimini üstlenmiş öncelikle. Saracoğlu’ndaki ilk VIP tribünü düzenlemesini gerçekleştirmiş. Türkiye’de ilk Trimatik Reklam Panosu uygulamasını Saracoğlu’na taşımış. “Bahçedeki Fener” belgeselini yaptırmış. 5 yıllık kombine bilet satışını gerçekleştirerek, Fenerium tribününe finansman sağlamış. 100. yılda Atatürk’ün balmumu heykelini yaptırıp, kulüp müzesine hediye etmiş.
En önemlisi ise Sportif A.Ş’yi kurup, bir süre sonra kulübe bağışlamış. O şirket ki, bugün Fenerium adıyla Fenerbahçe’nin en önemli gelir kaynağını oluştururken, rakiplerinin gıptayla baktığı dev bir kuruluş haline gelmiş.
Ve Asr-ı Fener çalışması. 40’ı aşkın kişi, 2 yılı aşkın bir süre müthiş bir mesai harcamış. Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Osmanlı Bankası arşivlerine girilip, 50 bine yakın fotoğraf, tablo ve belgeye ulaşılmış. Sonra tüm Fenerbahçeliler’in gurur duyacağı, 536 sayfalık, 30 kilo ağırlığında dev bir eser meydana getirilmiş. Eminim ki, “Asr-ı Fener”in tanıtım balosunu izlerken, diğer kulüplerin sadece taraftarları değil, yöneticileri bile, “Niye bizde böyle bir çalışma olmadı. Niye bizim, kulübüne böyle hizmet eden bir derneğimiz yok” diye iç geçirmiştir.
Ve eminim ki, hayatlarını kulüp üzerinden rant sağlamaya kurmuş bazıları da, “Ne olacak canım? Adamların parası çok. Onlar yapmayacak da, biz mi yapacağız” diye küçümsemiştir bu güzel işleri; yaptıkları çirkinliklere bakmadan. Anahtarın para değil; Kulüp sevgisi, olumlu düşünme, iş yapma, kulübüne katkı sağlama, gönüldaşlık olduğunu bir anlayabilseler... Ama nerede onlarda o akıl ve sevgi...
İyi ki varsın 1907...
‘’Çiftetelli ‘Turk'iko!‘’
Neden hiçbir işi doğru yapamayız anlamıyorum. Hayır, atla deve de değil ki. Alt tarafı, devre arası ve ara transferin bulunduğu bir lig planlaması o kadar. Ama olmaz, illa ki, bir cinslik yapacağız. Yerli oyuncular bayramda seyranda maç yaparken, yabancıların Noel tatili için ligi güdük bırakıp, devreyi 16 maçla tamamladınız (anlamadık ama) anladık. Pekii be kardeşim, bu transfer tarihi saçmalığı ne?
Biliyorsunuz, 6 Ocak’ta Türkiye Kupası maçları oynanacak. Kadronuzu yeterli bulmadınız ve ara transferde oyuncu aldınız. Ne zaman imza attıracaksınız? 5 Ocak’ta. 6 Ocak’ta da o oyuncuyu sahaya süreceksiniz. Yani futbolcu tek bir idman yapmadan yeni takımıyla maça çıkacak. Veya kulübünden yazılı izin alacak, öyle çıkaracaksınız idmana. Bunu yapmadığınızda, eğer kulüp transferden cayar ve sizi, “Oyuncumu idmana çıkarıp aklını çeliyor” diye şikayet ederse yandınız.
Şu transferi, (güdük) ilk yarı bittiğinde başlatsanız olmaz yani... İlla ki, bir cinslik yapacak, takımları ve oyuncuları zor durumda bırakacaksınız.
Cinslikler sadece federasyondan çıkmıyor. Bizde de (medya) bolca var. Alın işte bir tanesi. İnternet sitelerinden biri aklına esip, Alex’in Türkiye’de 5. yılını dolduracağını ve Türk vatandaşlığına geçme hakkı elde edeceğini, adını da Ali olarak değiştireceğini yazmış. Bu habere atlamayan kalmamış. Ertesi gün bakıyorsunuz neredeyse bütün gazetelerde bu haber var. Yetmiyor, bir tanesi ertesi gün, “Biz duyurmuştuk” diye bir de böbürleniyor. Oysa bilmiyor ki, bir futbolcunun Türk vatandaşlığına kabulü, ülkemizde bulunduğu süre değil, başvuru tarihi üzerinden 5 yıl geçtikten sonra gerçekleşiyor. Şu ana kadar Alex’in böyle bir başvurusu yok. Yani bugün başvursa, 5 yıl sonra Türk vatandaşı olabilecek ancak. Adam kuralı okuma zahmetine katlanmadığı gibi bir de yanlış haberiyle gururlanıyor. Hem kel hem fodul diye böylelerine dönüyor sanırım.
Deivid ile Roberto Carlos’un Türkiye’ye tanıttığı Yengeç Dansı’nı biliyorsunuz. Sarı-Lacivertli yabancılar, gol sevinçlerini bu dansla yapınca, birilerinin bir yerlerine batmış ve hemen karşı harekat başlatılmıştı. ‘Çiftetelli’yi keşfetmişti onlar da (!) Bazıları da, o takımın oyuncularının neredeyse tamamının Türk olduğunu üstüne basa basa (!) vurgulayıp, işi ırkçılığa kadar götürmüştü, Fenerbahçe’ye sallayabilmek adına. Bu sezon, o takımın gollerinin neredeyse tamamını yabancılar atmış durumda. Tabii ki, çiftetelli miftetelli de yok. Hadi o zaman hep birlikte: Çiftetelli Turkiko, şinanay yavrum şinanay nay...
‘’Sarıyı görünce kırmızıya dön!‘’
Bugünkü maçta kırmızı kart görmek serbest! Hatta ceza sınırında bulunan Roberto Carlos, Güiza ve Ali Bilgin’e sarı kart görmeleri durumunda kesinlikle şart! Biliyorum şimdi, “Bu adam delirmiş olmalı” diye düşünüyor birçoğunuz. Oysa aklım hiç olmadığı kadar yerinde. Bunda da futbolumuzu yönetenlerin payı büyük!
Biliyorsunuz, bu sezon ilk yarının son maçı oynanmadan tatile girecek ligimiz. Futbolu yönetenler öyle uygun gördü. Yani Fenerbahçe ile Trabzon, ikinci yarıda iki kez karşı karşıya gelecek. Bugünkü maçta kırmızı kart görenlerle, ceza sınırında olup sararanlar, Trabzon maçı normal zamanda oynansa, forma giyemeyecekti. Ama sağolsun federasyon sayesinde bu durum ortadan kalktı. Çünkü arada tam 3 kupa maçı var. Yani 3 maç ceza alacak bir hareket yapsanız bile, Trabzon’a karşı oynamama şansınız yok Fenerbahçeli bir futbolcu olarak. Hadi kimse kırmızı görmedi diyelim. Ama ceza sınırında 3 oyuncusu var Kanarya’nın. Bunlar sarı kart görmeleri durumunda ligde cezalı duruma düşecek ve Trabzon’a karşı forma giyemeyecek. Ama ikinci sarıdan (veya direkt) kırmızı görmeleri halinde, cezalarını kupada çekecekleri için bu önemli maçta takımdaki yerlerini alabilecek. Yani uyanık olan, sarı gördüğü anda ne yapar eder, bunu kırmızıya dönüştürür. (Aynı şey Trabzonlu oyuncular için söz konusu kuşkusuz)
İşin bir diğer boyutu ise transfer. Biliyorsunuz, devre arasında transfer var. Lig normal seyrinde gitse, iki takım da (tüm diğerleri gibi) şu anki kadrolarıyla oynayacaktı. Ama şimdi sıkıntısı olan kadrosunu takviye edecek ve öyle çıkacak rakibinin karşısına.
Bir başka ve önemli konu sakatlar. Fenerbahçe-Trabzon normal zamanda oynasa Semih forma giyemeyecekti sakatlığı nedeniyle. Ki bu, çok önemli bir eksikti Fenerbahçe için. Ama golcü oyuncu, büyük olasılıkla (2. yarıdaki ilk maçta demek mi gerek bilmiyorum) takımındaki yerini alacak. Yani Kanarya için artı bir güç demek bu.
Bir başka boyut ise takımların formu. Bazı takımlar sonradan form yakaladı, bazıları baştan. Bazıları da inişli-çıkışlı bir grafik çizdi. Fenerbahçe ile Trabzon’un şu anki form durumlarıyla, devre arası hazırlığından sonraki form durumlarının aynı olacağını söylemek akıl kârı olmasa gerek.
Pekii, bu gariplik niye? Yabancılar Noel tatiline çıkacak diye. (Hiç aksini iddia etmesin kimse) Kabul de, bizim futbolcumuzun günahı ne ki, ailesiyle, sevenleriyle bayramlaşmak varken, bayramda (bazen ilk gün) maça çıkıyor? Evet beyler, yanıt lütfen...