‘’Alex ağzınla kuş tutsana!‘’
Pekii, sık sık Hagi ile kıyaslanan Alex? Yine bazılarına göre futbolcu falan değilmiş. Haklı adamlar! Ne yapmış ki bu Alex... 7 sezondur terlettiği Sarı-Lacivertli forma altında ligde 199 maçta 111 (maç başına 0.618), toplamda 290 karşılaşmada 141 (maç başına 0.486) gol atabilmiş ancak! Ayrıca ligde 91, toplamda 115 asist yapabilmiş sadece! Bir kez gol kralı olmuş. (Türkiye Ligi’nde bunu başaran 4 yabancı futbolcu varmış). Bu sezon da ikincisine koşuyormuş. (Türkiye’de bu unvanı 2 kez alan yabancı futbolcu yokmuş). Fenerbahçe formasını resmi maçlarda en çok giyen ve gol atan yabancı futbolcu oymuş. Sarı-Lacivertli formayla Avrupa Kupaları’nda en çok oynayan ve gol atan futbolcuymuş. Türk takımlarının Avrupa Kupası maçlarında en çok oynayan ve gol atan yabancı futbolcusuymuş ayrıca. (Bak sen, Hagi’yi bile sollamış! Bilmiyordum vallahi). Fenerbahçe’nin Türkiye Kupası’nda en çok forma giyen ve gol atan oyuncusuymuş. Teknik direktörü Aykut Kocaman’ın ardından Fenerbahçe’nin lig tarihinde en çok gol atan ikinci futbolcusuymuş. Önümüzdeki 8 maç ve ondan sonraki iki sezonda 30 gol daha atarsa (Ki bu hızla geçer bile) bu alanda da (utanmadan) zirveye o çıkacakmış. Forma giydiği tüm sezonlarda (7) asist ve golcülükte çift haneli rakamlara ulaşan yani double double yapan tek futbolcuymuş...
Yıldız futbolcu yıldızları parlatır
Gördüğünüz gibi hepsi bu işte!.. Adam ağzıyla kuş tutmayı bile becerememiş daha! Gerçi onu da yapsa, bazıları “Ne var ki bunda. Kıçıyla tutsun da görelim bakalım” deyip, milleti kendilerine kıçıyla güldürürler ya, neyse... Bir şey daha var onun için söyledikleri; “Fenerbahçe kötü olduğu için iyi gözüküyor. İyi bir Fenerbahçe’de işi falan yok.” Hadi canım!!! Hangi yıldızın, yanında kazmalar varken yıldız olduğunu gördünüz siz. İyi futbolcu, yanındaki iyi futbolcunun yıldızını daha da parlatır beyler, söndürmez. Bilmem Rıdvan-Oğuz-Aykut örneği yeterli mi sizin için. Yetmedi mi???
Diyorlar ki, “Hagi, Galatasaray’ı Avrupa Şampiyonu yaptı, Alex ne yaptı ki?” Pekii, kiminle yaptı? Taffarel gibi müthiş bir kaleci; onun hemen önünde Popescu gibi geriden oyun kurucu bir libero ve lider; Orta sahada 3 müthiş bücür Suat, Okan, Emre; Forvette Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü Hakan Şükür’le...
Bazıları Alex düşmanlığını açık açık ortaya koyarken, bazıları da gerçekler karşısında çaresiz kalıp, yan yollara sapıyor; “Tamam iyi futbolcu, takıma çok şey verdi ama Fenerbahçe’nin Avrupa’da daha büyük hedeflere koşması için onunla yolların ayrılması gerek.”
Kimi istiyorsunuz söyleyin bakalım
Tamam kardeşim, gönderelim gitsin Alex’i. Giderken yanına İnter maçında rakip savunmacıları yerlerde süründürdükten sonra Deivid’e attırdığı harika golü; Samsunspor’a attığı muhteşem rövaşata golünü; Bir Beşiktaş derbisinde, darbe sonucu yere düşerken, 30 metre ilerideki Semih’e topu aktarıp, ardından yerden kalkarak, arkadaşının pasıyla attığı süper golü; Bir maçta kendisine pas verdikten sonra şutladığı top direği sıyırınca, insanların, “Bu gol olmalıydı ki, Alex, kendisine asist yapan ilk futbolcu olarak tarihe geçmeliydi” deyişini; Birçok maçta attığı nefis frikik gollerini; Ceza alanı çevresindeki her serbest vuruş öncesi taraftarlara “penaltı kazandık” dedirten süper vuruşlarını; Kullandığı her duran topta taraftarların girdiği gol beklentisini; En son Galatasaray derbisinde Kazım’ın attığı golden sonra Fenerbahçe yedek kulübesine yaptığı hareket sorulunca, “Ben olsam yapmazdım ama o yaptı. Ben Alex’im, o Kazım” diyerek verdiği dersi; Attığı ve attırdığı golleri de verelim. Madem Alex gitmeli ve yerine bir yıldız gelmeli. O yıldız da gelirken yanında Alex’in götürdüklerinin bir fazlasını getirmeli. Eee, Alex’ten büyük yıldız alacağız ya.... Evet beyler, var mı böyle birisi? Varsa yazın, Başkan Aziz Yıldırım da hemen transfer etsin. Bilirsiniz, kaçırmaz böyle yıldızları.
Bırakın Alex’ten bir fazlasını, ondan azını yapanı bile bulamıyorsunuz değil mi... E be kardeşim, o zaman niye debelenip duruyorsunuz “Alex gitsin” diye. Yoksa sizin derdiniz başka mı!!!
‘’'Birinden duydum' deseydi belki!..‘’
Hakan Bilal Kutlualp, “Başkan bir gün bana telefonda kendisi söyledi ‘Anelka’yı satacağız’ dedi. ‘Nasıl satarız? Bu adamı alana kadar göbeğimiz çatladı’ dedim. Başkan bana, ‘Senin bilmediğin şeyler var. Bu adam Hooijdonk’tan da beter’ dedi. Yönetim seyirciyle diyaloğu iyi olan futbolcuyu sevmez” yerine, “Birinden duydum. Yıldırım böyle söylemiş” deseydi eğer, belki biraz inandırıcı olabilirdi. Ama “Bana telefonda kendisi söyledi” deyince, bütün her şey değişiyor. Nasıl mı? Şöyle; 27 Ocak 2005’te sözleşme imzalayan Anelka, 17 Ağustos 2006’da Fenerbahçe’den ayrıldı. Yani kaldığı süre 19 ay. O ayrılmadan 10 ay önce ise Hakan Bilal Kutlualp yönetimden istifa etmişti, 17 Ekim 2005’te. Tabii, bu istifanın öncesi de var. Mesleğin duayenlerinden Şansal Büyüka, ayrılığın sinyallerini daha mayıs ayındaki yazısında dile getirmişti. Bu, ayrılığın iyice su yüzüne çıktığı tarih. Yani ondan öncesi de var aslında. Hadi onu bir kenara bırakın. Resmi olarak etti mi size 15 ay. Yıldırım’ın kavgalı olduğu Kutlualp’e bu süre içinde telefon edip, böyle bir şeyden bahsetmesi mümkün olmadığına göre, kalıyor geriye Anelka’nın gelişinden sonraki 4 ay.
Sonra ne oluyor? Lig bitiyor, İngilizler ısrarla geri istemesine karşın Anelka Fenerbahçe’de. Devre arası oluyor, talipliler yine kapıda ama o Fenerbahçe’de. Bir lig daha bitiyor, taliplileri çoğalıyor ama Anelka yine Fenerbahçe’de. Hazırlık kampında da yer alan Fransız yıldız, ancak yeni sezon başlarken İngiltere’nin Bolton kulübüne satılıyor. Ve işte film de burada kopuyor. Adı Aziz Yıldırım olan bir başkan, gelişinden 3-4 ay sonra gıcık olduğu, “Hooijdonk’tan beter. Satacağım” dediği Anelka’ya kapıyı tam 15 ay sonra gösterecek öyle mi. Sayın Kutlualp, kusura bakmayın ama siz, Yıldırım’ı -o kadar birlikte mesai yapmanıza rağmen- hiç tanımamışsınız. Benim bildiğim Aziz Yıldırım, adı-sanı ne olursa olsun, böyle bir futbolcuyu zararına-kârına bakmadan anında kapının önüne koyardı.
Sahi, Yıldırım’a verdiğiniz yanıtta birçok şey söylemişsiniz de, Anelka’nın gönderilişinden 10 ay önce yönetimden ayrılmanız konusunda tek söz etmemişsiniz. Neden acaba!
‘’Kendi kendini döven boksör!‘’
Rakibini iki seksen yere uzatan bir boksör, tam da hakem, galibiyetini ilan etmeye hazırlanırken, “Dur, biraz da kendimi döveyim” der mi? Murat Özaydınlı’ysa der ve bir çuval inciri de berbat eder. Sayın Özaydınlı, düzenlediği “basın toplantısı”nda, yanına aldığı konunun uzmanlarıyla, Hakan Bilal Kutlualp’in iddialarına güzel yanıtlar verdi, kamuoyunu aydınlattı. Söylenenler doğruysa bu, Kutlualp’in “bittiği”nin resmiydi. Tam, “Bu kulüpte yöneticilik yapmış birinin, sırf Aziz Yıldırım’a muhalefet olsun diye gerçekleri bu kadar çarpıtacağı aklımın ucundan geçmezdi” diye düşünürken, Sayın Özaydınlı “güümm” diye bombayı patlattı, yazının konusu da Kutlualp’ten ona döndü; “Bu haberi yapan saygın gazetelerin patronları, genel yayın yönetmenleri yakın tanıdıklarımız (!) Böyle bir haber yapılırken, bizim görüşümüz niye alınmadı? Telefonlarımız günün her saati açık...” Ardından, bazı patronlar için de zamanında bu tür mali haberlerin yapıldığını dile getirip, üstü kapalı, “yapılmamalıydı” demeye getirdi.
İnsanları yanıltmayın Sayın Özaydınlı. O telefonlar, haber için ne zaman açık oldu ki? Çünkü sizin resmi internet siteniz var! Ne zaman bir muhabir sizi veya bir başka yöneticiyi aramaya kalksa, “Resmi sitemizden açıklama yapılacak” demiyor musunuz? Paçanız tutuştuğunda mı açılıyor telefonlarınız. O zaman mı aklınıza geliyor o çilekeş muhabirlerin haber için koşuşturmaları...
Haaa, “O telefonlar, patronlar ve genel yayın müdürleri için açıksa”, o zaman niye toplantıyı da onlara yapmadınız? Herşey bir yana, “basın toplantısı”nın sonundaki tavrınız, bu konuda ne kadar samimi (!) olduğunuzu ortaya koydu. Soru sormak isteyenlere dediniz ki, “Hayır, soru yok. Her türlü açıklamayı yaptık.” Yani 3 dakika içinde kendinizi yalanladınız. “Basın toplantısı”nda bile soru sormalarına izin vermediğiniz muhabirler, telefonda mı soru sorabilecek size? Hadi canım siz de!
Dünkü “basın toplantısı” ve Sayın Özaydınlı’nın tavrı, tam da son yıllardaki Fenerbahçe’yi anlatıyordu aslında; Çok güzel şeyler yapılıyor, ediliyor, tam olgun meyveler toplanacakken, hadi bir hata, her şey boşa... Dilerim, ders niteliğindeki bu toplantıyı, fırsat bulup Sayın Aziz Yıldırım da izlemiştir başka bir gözle!..
‘’Yeter artık Aziz Yıldırım!‘’
Sonunda beni de o ‘malum koro’ya dahil ettiniz! Hakikaten yeter artık! Yaptıklarınızla herkesi Fenerbahçe’ye düşman ettiğiniz yetmedi mi! Hiç ders almıyorsunuz geçmişten. “Hooijdonk” dediniz aldınız, “Kezman dediniz” aldınız, yetmedi Arjantin’in dünyaca ünlü yıldızı Ortega’yı transfer edip, ortalığı ayağa kaldırdınız.
Ama o kadar iflah olmaz biriydiniz ki, kalktınız üstüne üstlük bir de Nicolas Anelka’ya Sarı-Lacivertli formayı giydirdiniz. Dedim ya, iflah olmaz birisiniz diye. Dur durak bilmediniz. Çoğu kimsenin rüyasında bile kendi takımının formasını giyerken göremeyeeceği dünya yıldızı Roberto Carlos’u Fenerbahçeli yaptınız.
Bunları yaparken, bir de devletten tek kuruş almadan muhteşem bir stat inşa ettiniz, “Dikili bir ağacı yok” denilen Fenerbahçe’ye tesis üstüne tesis kazandırdınız.
Sayenizde Fenerbahçe düşmanlığı tavan yapmışken, siz, inadına inadına üstüne gittiniz. Millet, bonservisi elinde “bedava” yıldız (!) peşinde koşarken, şimdi de Krasic diyorsunuz. İspanya Gol Kralı Güiza’ya verdiğiniz 14 milyon Euro sizi kesmemiş olacak ki, Milan’ın, Manchester United’ın peşinde koştuğu Sırp yıldız için 20 milyon Euro bonservis bedelini gözden çıkarıyorsunuz bir çırpıda.
Hakikaten çok oluyorsunuz ama...
Fenerbahçe’ye yaptığınız kötülükler sadece bu kadarla kalsa iyi... Takımınız, son 10 yılda, 4 şampiyonluk kazanırken, iki kez son maçta kaybediyor, onun dışında 2 kez daha ligi ikinci bitiriyor. Yani şampiyon kim olursa olsun, hep sizin Fenerbahçeniz’i buluyor karşısında.
Yetti mi? Hayır... “Ben futbol değil, spor kulübüyüm” diyerek, faaliyet gösterdiğiniz tüm branşlarda göstermelik değil, şampiyonluğa oynayacak takımlar oluşturuyorsunuz. Adam televizyonun karşısına geçiyor, Fenerbahçe futbol takımı... Başka bir kanala geçiyor, bayan basketbol takımının final maçı. “Yeter artık” deyip, hırsla zapping yapıyor, bayan voleybol takımının Avrupa Şampiyonluğu maçı...
Televizyondan sıkılıp, “gazetelere bir göz atayım” diyor, erkek basketbol takımının final mücadelesini okumak zorunda kalıyor. Sayfayı çeviriyor, kürek şubesinin şampiyonluk haberiyle karşılaşıyor.
Ertesi gün bir umutla kalkıyor, gazetelerde yüzücülerinizin başarısını okuyor. Bir başka gün, boksörlerinizin, atletlerinizin, masa tenisçilerinizin zaferleri yazıyor.
Hakikaten yeter artık Aziz Yıldırım... Herkesi Fenerbahçe düşmanı yaptınız... Hatta bazı Fenerbahçeliler’i (!) bile...
YETER...
‘’Onur ve onur!‘’
“Son maçlardaki tabloyu görünce, ligde o saf, berrak temizliği göremiyorum. Böyle kaleci hatalarıyla, gollerle oluşacak bir mağlubiyet kabul edilecek gibi değil, doğru değil. Fenerbahçe’nin kazandığı son 2 maçı dikkate alarak, Fenerbahçe-Trabzon mücadelesini daha dikkatli izleyeceğim” dedi Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ‘bakan’ı. Adı Faruk Çelik’ti... Bu sözlerden bir gün sonra Bursaspor, tam da Sayın ‘bakan’ın tarif ettiği 2 golle yendi Beşiktaş’ı. Şunu bekledik Sayın ‘bakan’dan: “Olmadı, yakışmadı. Hatalı gollerle alınan bir mağlubiyet kabul edilecek gibi değil, doğru değil.” Öyle ya, Fenerbahçe’nin Ankaragücü’ne, Eskişehirspor’a attığı gollerle, Bursa’nın Beşiktaş’a attıkları arasında ne fark vardı ‘hata’ bakımından... Onlar şaibeliyse, bunlar da şaibeliydi. Bunlar değilse (ki değil) onlar da değildi. Değil çünkü futbol bir hatalar oyunu. Ve bu kadar cazip olmasının belki de bir numaralı nedeni de bu. Siz hatalara şaibe olarak bakarsanız, daha ilk haftadan ligi lekelemiş olursunuz. Çünkü hatalar daha ilk maçlardan başlar. Bazen kaleci, bazen golcü, bazen hakemler... Ee, ne oldu şimdi, Bursaspor, sizin deyiminizle, “şaibeli” bir ligin şampiyonu mu oldu?
Sayın Çelik’in bahsettiği kulüpler veya futbolcular çıkıp, “Bir dakika Sayın Bakan, ne diyorsunuz siz?” deyip mahkemelere koşmadı. Oysa açıkça şike yapmakla suçlanıyorlardı Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanı tarafından. Onlar sus pus otururken, bir kulüp çıktı ortaya; “Onur, sadece benim kalecimin adı değildir” diyen. O kulüp, aldığı beraberlikle Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu engelleyen ancak bunu yaparken, futbolun hiçbir çirkinliğine başvurmayan, oyuncuları eften püften nedenlerle zaman geçirmeyen, çirkeflik yapmayan Trabzonspor’du. Devlet Bakanı, maçtan sonra, “Gerçekten hiçbir şaibe ortaya koymayacak şekilde bir mücadele sergileyen Trabzonsporlu futbolcuları da tebrik ediyorum” demişti ama bu sözler, Trabzon Yönetimi’ni kesmedi. Başkan Sadri Şener, Bakan Çelik’in tüm Trabzon camiasından özer dilemesi gerektiğini söylerken, yönetim, kulübü yaralayıcı açıklamalar yaptığı gerekçesiyle Bakan’ın ‘onur’ üyeliğini silme kararı aldı. Doğrusu, çok yakıştı...
‘’Onlar şimdi çok meşgul!‘’
Bütün ‘kurum’larda, patronlar genelde işleri profesyonellere bırakır. Başa getirdiği kişiye yetki ve sorumluluk verir, işleyişte herhangi bir aksama gördüğünde ise çağırıp hesap sorar, gerekirse işine son verir. Sormazsa? Bir süre sonra kapıya kilit vurmak zorunda kalır.
Ya, ‘Kurumsallaşmış’ Fenerbahçe’de?
Valla burada ‘kurumlar’ genelde medyayı yalanlamakla meşguldür ‘yalan’ ‘yanlış’. Birinci görevleri budur. Onların yap(a)madığını medya yerine getirmeye, yol göstermeye çalışır ama anlayana!
Sevgili Tamer Bağlan’ın dünkü FANATİK’te çıkan yazısından sonra bir hareket, bir eylem bekledik Fenerbahçe Yönetimi’nden; Dede’yi İstanbul’a çağırmak ya da, “Sonsuza kadar izinlisin” demek gibi...
Ama onlar için daha önemli birşey vardı; (okuduğunu anlamadan) Fanatik’i yalanlamak. Önce Tamer’in yazısından bahsedelim. Fenerbahçe, milli maç sonrası Eskişehir’i ağırlayacak sahasında biliyorsunuz. O Eskişehir, bir hafta önce yine İstanbul deplasmanında güçlü bir takıma karşı sınav veriyor. Rakibi analiz etmek için ne güzel fırsat değil mi? Bitmedi. Eskişehir’in rakibi, 2 hafta sonra Fenerbahçe’nin Ali Sami Yen’de konuk olacağı Galatasaray. Oohh, ballı kaymak. Bir maça gidecek, iki hafta üst üste oynayacağın rakiplerini izleyeceksin. Hem de sana gelecek olanı deplasmanda, senin gideceğini evinde. Pekii, Fenerbahçe’nin hocası nerede? Kapadokya’da tatilde.
Tamam, Fenerbahçe’de bu işleri Önder Özen yapıyor yıllardır. Tamam da, Dede, geldiğinden beri Özen’in tek sözüne itibar etmiyor ki. Etse, Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi’nde grup sonuncusu olmazdı. O zaman, işi kendin yapacak, Kapadokya’da emekliliğin keyfini çıkarmayacaksın. “Çıkarırsan da sonuçlarına katlanacaksın” diyeceğim ama diyemiyorum ne yazık ki. Çünkü Fenerbahçe Yönetimi çok meşgül. Dedik ya, onlar Fanatik’i yalanlamakla meşgul diye.
Efendim konu şu; Fanatik’te dün, Başkan Aziz Yıldırım’a, genel sekreter Vedat Olcay ve bazı kulüp üyeleri hakkında şikayet ağırlıklı ifadelerin yer aldığı isimsiz bir mektup gönderildiği haberi çıktı. Mektupta Olcay dışında “kimlerin isimlerinin yer aldığı”nın camiada merak konusu olduğu da VURGULANIYORDU haberde.
Kulüp yalanlamasında deniliyor ki: “Fanatik Gazetesi, yaptığı haberin arkasında duruyorsa, bu mektubu yayınlamak zorundadır. Aksi halde yalan yazdıklarını kabul etmiş olacaklardır.”
Affedersiniz ama mektubun “bize gönderildiğini” kim söyledi ki size! Bilmiyorsanız (!) Sayın Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Kulübü’nün Başkanı’dır, bizim bir çalışanımız değil... O isimsiz vatandaş, mektubun bir örneğini bize de gönderirse, seve seve yayınlarız merak etmeyin.
‘’İnatçı keçiler‘’
Başkanı futbolcusu ve menaceriyle; Bir grup taraftar başkanla; Futbolcu teknik direktörüyle; Teknik direktörü futbolcuyla; Yönetimi hocasıyla; Hocası yönetimle; Futbolcusu taraftarla hababam inatlaşıp duruyor. Valla, bu şartlarda Fenerbahçe iyi bile gidiyor.
Hatırlayın Aurelio’nun gidişini. Bir inat uğruna (menacerini kulüpten içeri sokmamak gibi) kaçırılmadı mı Brezilyalı yıldız. “Adam idare etme sanatı”yla konuyu çözmek varken, menacerle inatlaşmak ne kazandırdı Fenerbahçe’ye? Koskocaman bir hiç. Ne kaybettirdiği ise ortada.
“Neye taraf(tar) olduğu” bilinmeyen (!) bir grubun verdiği zararı, hiçbir rakip takım taraftarı vermedi Fenerbahçe’ye... Sarı-Lacivert’e gönül verenler, yeni yeni kendilerine gelip, takımı ateşleyen o müthiş görüntülerine yavaş yavaş dönüyor...
Belediye maçında rakip 2-0 öndeyken, bir grup, “Üç, üç” tezahüratı yapıyor. Buna çok bozulan futbolcular, o bağıranlara inat bir hafta sonra Hacettepe’yi gole boğuyor.
Teknik direktör, sahada istediğini yapmadığını düşündüğü futbolcusunu dışarı alıyor... Vaayy, sen misin bunu yapan? İsyan edeni, formasını yere atanı, ağzına ne gelirse söyleyeni gırla...
Sezon başı hazırlıklarında kendisini adeta yok sayan hocası, “Sakatlığın ne durumda?” diye sorduğunda, işi inada bindiren futbolcu, “Git, doktora sor” yanıtı veriyor. Bunun üzerine hoca daha da inatlaşıp, kendisini oynatmak bir yana ligde 18’e almadığı gibi, Şampiyonlar Ligi kadrosuna bile dahil etmiyor. Sezonun yarısı böyle geçerken, zorunluluktan formayı kapan futbolcu, performansıyla, hocasına adeta “Böyle yapmakla Fenerbahçe’ye neler kaybettirdin, gör” mesajı veriyor.
İlk yarı biterken, “Transfer yapmayacağız. Ara transfer hiçbir fayda sağlamaz” diyen teknik direktöre inat, yönetim “Hayır, oyuncu alacağız” diyor ve alıyor.
Teknik direktör de, “Madem öyle, işte böyle” der gibi alınan oyunculardan “Geleceğin büyük yıldızı” denileni daha kafadan silip, PAF takımına gönderiyor. Ötekine bazı maçların son dakikalarında şans verirken, en çok ihtiyaç duyduğu bir maçta, önce oynatacakmış gibi yapıyor, sonra “Oyuncu istemediğimi söylemiştim. Siz alırsanız, ben de böyle yaparım” der gibi, kesiyor. Kimi oynatıyor? Son 2 maçta 18’e bile almadığı, daha önce formasını yere atan oyuncusunu...
İlkokulda okutulan “iki inatçı keçi” hikayesini bilmeyen yoktur sanırım. O hikayede olan keçilere oluyordu. Ama burada ne oluyorsa Fenerbahçe’ye oluyor beyler, bilginize...
‘’Sakın bunu yapma Dede!‘’
Dedik ki, “Geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde oynanan maçlar dikkatli gözlerle incelenirse, başarıdaki en büyük paylardan birinin Deniz’e ait olduğu görülür.” Yıllarca Deniz’le çalışmış eski antrenör İrfan Saraloğlu da dedi ki, “Birçok yönden Aurelio’dan çok daha iyi bir futbolcu. İyi motive edilir, ona ihtiyaç duyulduğu hissettirilirse, Fenerbahçe’ye çok büyük katkı sağlar.”
Sezon başında, (küçük bir çocuk gibi) oyuncusuna küsen, altyapıdan gençleri bile yazdığı Şampiyonlar Ligi listesine dahil etmeyen, ligde oynatmayan Aragones, sakatlıklar üst üste gelince çaresizlikten sarıldı Deniz’e. İyi de etti. Sonuç ortada. Deniz sadece Aragones’i değil, Josico ile Maldonado’yu, dolaylı olarak yönetimi de kurtardı. Artık ne Maldonado’nun, ne Josico’nun kötülüğü, neden transfer edildikleri konuşuluyor. İkisi de unutuldu gitti. Deniz geldi, Emre bile değişti. Biraz geç olsa da, dilerim elindeki mücevherin değerini anlamıştır Bay Aragones.
Ama bazılarının hâlâ anlamadığı birşey var. Diyorlar ki, “Fenerbahçe çift forvet oynamalı. Semih-Güiza birlikte çok gol atar.” Yahu, Fenerbahçe zaten Güiza-Alex veya Semih-Alex’le çift forvet oynuyor. Onlara kulak asarsanız, Deivid, Emre, Deniz, Uğur’dan birisi kulübeye gitmeli. Sonra? Orta sahada kim mücadele edecek, topu kim getirecek?
Aragones, bu fikre itibar etmedi hiç... Taa ki, Kayseri maçına kadar. Takım 2-0 galip ve 10 kişi kalmış. Yani golcüye değil, orta sahada savaşacak, bir kişilik eksiği dolduracak birine ihtiyaç var varsa. Ama o da ne? Emre çıkıyor, Güiza giriyor. Bunun tek bir anlamı var; Güiza’ya yer aramak. Semih’i sezon başından beri görmezden geldi Dede. Ne zaman ki, Güiza önce cezalı oldu, ardından sakatlandı, işte o zaman zorunlu olarak Semih’e sarıldı. Tıpkı Deniz gibi... Fenerbahçe de rayına oturdu. Alex-Semih birlikteliğinin neler getirdiğini anlatmaya gerek bile yok. Dede, baktı ki, Semih’i kesemeyecek, Güiza’ya yer aramaya başladı. Yapma hoca, bunca yıllık tecrübeye sahipsin. Giden arabanın tekerine çomak sokarsan, başına neler geleceğini en iyi sen bilmelisin.
Sakın Dede, sakın haaa...