Arama

Popüler aramalar

‘’Geçmiş olsun!‘’

Savaşları, askerlerine “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyenlerin komuta ettiği ordular kazanır, “Kazanmamız çok zor” diye düşünenlerin değil. Hele siz, daha ilk cephe yenilgisinde, “Mevcut koşullar gözönüne alındığında kazanmamız zaten zordu” sözünü ettiğinizde, savaşı baştan kaybetmişsiniz demektir. Öyle değil mi Bay Aragones.
Efendim, Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nde başarılı olması zaten zormuş. Öyle diyor Bay Aragones. Zaten bir yıl önce sadece çeyrek final oynanmış, kupa falan kazanılmamış. Ne başarısıymış bu!..
O zaman adama demezler mi, “Madem öyle, siz de takımı Şampiyonlar Ligi Şampiyonu yapın, biz de sizi ellerimiz patlayıncaya kadar alkışlayalım, Fenerbahçe tarihine adınızı altın harflerle yazdıralım o zaman” diye. Adam hem geçen seneki başarıyı küçümsüyor hem de grubu galibiyetsiz 2 puanla kapattıktan sonra, “Bu takımla başarılı olamazdık zaten” diyor. Yani hem kel hem fodul.

Beğenmediği Fenerbahçe, hangi Fenerbahçe? Grubunda İnter, CSKA, PSV’yi darmadağın etmiş, ikinci turda hakeme rağmen Kadıköy’de 3-2 yendiği Sevilla rövanşında 2-0 yenik duruma düşmesine karşın pes etmemiş ve maçı uzatmaya götürüp penaltılarla turu atlamış; çeyrek finalde İngiliz devi Chelsea’yi evinde 2-1 yenip, rövanşta başta teknik direktörleri olmak üzere tüm İngilizler’e tırnaklarını yedirmiş, son ana kadar gol kovalamış ve kaçırmış Fenerbahçe.
O takımdan (Banko oynayan) Aurelio ile Kezman gitmiş, yerlerine Emre, Güiza, Josico alınmış. Haa, bir de komutanlar değişmiş. Galiba Bay Aragones’in (farkında olmadan) anlattığı da bu! Geçen sezon takımın başında komutan olarak Zico vardı. Yerli-yabancı tüm futbolcuların kendisine hayranlık duyduğu, insani yönü nedeniyle çok sevdiği, deyim yerindeyse onun için ölüme gidebileceği Zico. Şimdi ise kendilerine güvenmeyen, asık suratla dolaşmayı, gülmemeyi, takımı önde olsa bile kulübede somurtmayı marifet sanan Bay Aragones. Haklı Bay Aragones! Bu takımın savaş kazanması gerçekten çok zor! Hele siz daha ilk cephe yenilgisinde askerlerinize güvenmediğinizi ulu orta dile getirirseniz, geçmiş olsun.
Başkomutan bu konuda ne düşünüyor acaba. Eminim ki, tüm Fenerbahçeliler de bunu merak ediyor.

14 Aralık 2008, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hayırlı işler Abdullah Bey!‘’

Deivid’in sayılmayan golü ‘hakem şanssızlığı’ymış. Bu, hangi pencereden baktığınıza bağlı. Evet doğru, bir pencereden hakem şanssızlığı. Çünkü yardımcı hakem, pozisyon gereği Denizli’li son oyuncunun hizasındaydı ve pozisyona uzaktı, golü veremedi. Bu, onun şanssızlığı. Ama bir hakem (orta tabii ki), bu şanssızlığı, şansa çevirebilirdi.
Nasıl mı?
Çok basit...
Kalecinin hareketlerine bakarak... Ne yapıyor o pozisyonda Denizli kalecisi Cenk. Top kendisini geçip, üst direğe vururken, geriye dönerek seyrediyor çaresiz şekilde. Top, yere çarpıp, tekrar üst direğe yöneldiğinde de bir hareket yok. Donmuş gibi. Sonra yavaş hareketlerle, dışarı çıkan topu tutuyor. Hareketlerinden çıkan anlam şu; Golü yemenin kızgınlığıyla topa bir vole yapıştırıp, (birçok futbolcunun yaptığı gibi) kaleden içeri göndermek. Zaten ramak kalıyor bunu yapmasına. Sonra dönüyor, tuttuğu topu, (santra yapmaları için) arkadaşlarına göndermeye hazırlanıyor. Ama bir bakıyor ortada düdük sesi falan yok, (belki de içinden derin bir ‘oh’ çekerek), meşin yuvarlağı oyuna sokuyor. Oysa topun çizgiyi geçmediğini görse (veya sansa), daha yere düştüğü anda can havliyle uçması ve yakalamaya çalışması gerek. Yani hareketleriyle gol olduğunu bas bas bağırıyor.
Eğer siz, futbolcu psikolojisinden biraz anlayan bir hakemseniz, hiç tereddütsüz golü verirsiniz. O zaman da büyük hakem olursunuz.
“Yardımcım bayrak kaldırmadı” diye düşünüp, (kurallara göre doğru) pozisyonu devam ettirirseniz ise hakem (!)
Hadi bu, hakemlik-büyük hakemlikle ilgili, ya 4. hakemin yaptığına ne demeli! Futbolcu (Vederson) uyanmış kendisi çıkıp, Deivid oyuna girerse, sahada 7 yabancı olacak ve takımı hükmen yenik ilan edilecek. Israrla çıkmıyor, yanlışı işaret ediyor. Emre de uyanıp, Deivid’e engel oluyor. 4. hakem Abdullah Yılmaz ise nedendir bilinmez, ısrarla Brezilyalı’yı sahaya itekliyor. Sanki adam, “Fenerbahçe kural ihlali yapsın da, hükmen mağlup ilan edilsin” derdinde. Oysa böyle bir durumda yetki kendisinde. Yani öncelikle onun engel olması gerek kural ihlaline. O zaman adama sormazlar mı, “Ne iş Abdullah Yılmaz!” diye.

07 Aralık 2008, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Seni gidi Şark Kurnazı‘’

Önce tabloyu ortaya koyalım. Ligde Ankaragücü ile 90 kez karşı karşıya gelen Fenerbahçe, rakibine ezici bir üstünlük kurmuş. İstanbul’un Sarı-Lacivertli ekibi 58 galibiyet elde ederken, Başkent temsilcisi sadece 7 kez kazanabilmiş 45 sezonda. Yine Ankaragücü, son galibiyetini 2004-05’de elde edebilmiş renkdaşına karşı. Daha sonra oynanan 6 maçın 5’ini Fenerbahçe galibiyetle kapatırken, son mücadele golsüz beraberlikle sonuçlanmış.
Gelelim Halis Özkahya’ya. Fenerbahçe, Özkahya ile çıktığı 4 lig maçında 1 galibiyet, 2 beraberlik, 1 yenilgi almış. Galibiyeti Ankaragücü’ne karşı İzmir’de. Hani Kanarya’nın 2 penaltısının verilmediği, Kezman’ın haksız bir şekilde oyundan atıldığı maç.
Şimdi siz Fenerbahçe yöneticisisiniz ve ezici bir üstünlük sağladığınız bir rakiple oynayacağınız maça, (el altından) size hiç yaramayan bir hakemi istiyorsunuz. “Olmaz öyle şey” mi diyorsunuz. Ama Ankaragücü Başkanı Cemal Aydın öyle söylüyor. Koskoca adam yalan söyleyecek değil ya! Bunu hakeme de iletip, “Ama biz sana güveniyoruz” diye de ekliyor. Karşısındaki adam aptal ya, “Vaay be, demek beni Fenerbahçe istemiş. Aman onun lehine bir hata yapmayayım da, başım belaya girmesin” diyecek ve takdir haklarını onlardan yana kullanacak. Hesap bu... Ama daha önce de, üstüne vazife değilken, federasyona, “Şu hakeme niye görev vermiyorsunuz?” diye soran, küçük hesaplar peşine düşüp, Şark Kurnazlığı yapan Cemal Bey’in hesabı tutmuyor. Çünkü karşısındaki (onun sandığı gibi) aptal biri değil. Durumu MHK Başkanı’na iletip, oyunu bozuyor. Bakalım, şimdi ne cinlikler peşine düşecek sayın Aydın!

22 Kasım 2008, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kalp Alex, beyin Deivid‘’

Tamer Bağlan’ın kulakları az çınlamamıştı 2006/07 sezonunun ilk aylarında. Çünkü Kezman ve Deivid transfer edildiğinde, herkes Sırp golcüden bahsederken, sevgili Tamer, “Kezman falan hikaye. Fener süper bir adam aldı. Bu Deivid var ya, tribünleri ayağa kaldırır” öngörüsünde bulunmuştu. Ancak Brezilyalı’nın ilk sezonundaki ‘kötü’ görüntüsü sonrası, “Hani senin süper transferin!” sözlerine ne yanıt vereceğini bilememiş, kendinden şüpheye düşmüştü. İkinci sezonunda kendine gelebilmişti Deivid ve dolayısıyla bizim Tamer. Kinayeli sözler de, “Haklıymışsın abi”ye dönüşmüştü.
Hani derler ya, bazı şeyler yokluğunda daha iyi anlaşılır diye. Deivid’de de aynen öyle oldu. Aurelio, bana göre, bu ligin en iyi ön liberosuydu. Dolayısıyla kaybı da büyük oldu Fenerbahçe için. Ancak asıl kayıp o değildi. Selçuk, Deniz, Maldonado veya yeni bir transferle tam olarak olmasa da, yeri doldurulabilirdi Sambacı’nın. Ama yeri kolay kolay doldurulamayacak biri vardı; Deivid. Fenerbahçe, asıl darbeyi onun sakatlığıyla yaşadı. Sezon başı kampında Brezilyalı oyuncunun fibula kemiği kırıldığında, “Fener şimdi yandı” demiştim. Çünkü herkesin sandığının aksine, bu takımın beyni Alex değil, Deivid’di bana göre. Alex müthiş bir futbolcu. Daha top kendisine gelmeden, 2 hamle sonrasını düşünüyor; milimetrik paslarıyla savunmayı öldürüyor; frikikleri ve kornerleriyle Fenerbahçe’yi rakipleri karşısında hep bir adım öne taşıyor. Ama takımın beyni değil. Olsa olsa kalbidir. Gökhan’ın son maçlardaki müthiş çıkışını; Selçuk’taki, Josico’daki, Uğur’daki gelişmeyi düşünün bir. Ne oldu birdenbire? Olan şu; Deivid geldi, (yarım haliyle) hepsini oynatmaya başladı. Çünkü o sadece kendisi oynamıyor, tüm takımı oyunda tutuyor. Bir bakıyorsunuz sağ kanatta Gökhan’ın önünü açmış, attığı pasla onu atağa kaldırıyor. Sonra ortaya gelip Selçuk’la verkaça giriyor, ondan alıp Josico’ya dönüyor, tekrar alıyor bu kez sola dönüp, Uğur Boral’ı oyuna sokuyor. Alıyor, veriyor, topu saklıyor, adam eksiltiyor, hızını alamayıp, derbideki gibi 2-3 rakipten sıyrılarak, ağları havalandırıyor.
Beyin sağlıklı işleyince de, vücut tüm organlarıyla canlanıp, harekete geçiyor. Takıma getirdiği hava da cabası...
İkisini birden izlemek müthiş bir keyif ama, “ya Alex, ya Deivid” tercihini yapmak zorunda kalsam, hiç düşünmeden “Deivid” derim...

18 Kasım 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’1 hata, 2 hata eee, yeter ama‘’

Sevgili Tamer Bağlan, Edu’ya kötü giydirmiş maç yazısında. Diyor ki, “İki stoperden kötü olanı, kalecisinin çıkmakta olduğu yüksek topu almak için, dengesizce zıplar ve aynı dengesizlikle topa vurursa, gol olur kendi kalesine.”
Edu’nun en kötü maçlarından birini oynadığı konusunda en küçük bir itirazım yok. Ama konu 2. gol olunca, orada biraz durmak gerek. Siz bir savunma oyuncususunuz. Rakipten sert bir orta gelmiş. Yapmanız gereken ne? Sıçrayıp, kafayı vurarak tehlikeyi uzaklaştırmaya çalışmak değil mi... İşte Edu’nun tam da yaptığı (veya yapmaya çalıştığı) bu. Yani görevini yerine getiriyor. Kafayı kötü mü vurdu? Ne olur ki, en fazla kalecisine gider top... Zaten öyle olmadı mı... Haklısınız, haklısınız kalecisine gitmedi!.. Çünkü kalecisi o anda yerinde değildi. Bu sert ortada top kendisine bir hayli uzak düşmesine karşın, yumruk vurmaya çıkmıştı çünkü. Olabilir. Kendisine en yakın oyuncu Edu. Ne yapması gerek? Yüksek bir sesle, “Bıraaakkk” diye bağırıp, arkadaşını uyarması değil mi. Biz böyle birşey görmedik, duymadık. Eeee? Edu’nun bir yandan kafa vurmaya çalışırken, o kısacık anda kafasını geri çevirip, kalecisini kontrol edecek hali yok herhalde. Futbolcunun o kadar hızlısı icat edilmedi henüz!
Son günlerin moda deyimiyle soralım, “Velev ki, kaleci Volkan ‘bırak’ diye bağırdı, ne değişir?” O oyuncu Edu değil, Eskişehirsporlu futbolcu olsa ne olacaktı? Eğer sen kaleciysen (hele Fenerbahçe’nin ve milli takımın kalesini koruyorsan) ve o topu yumruklamaya çıktıysan, yumruğu vuracaksın, lamı cimi yok. Vuramayacaksan yerinden kımıldamayacaksın, top da senin kucağına gelecek. Yoksa tepinip, suçu Edu’nun üzerine atmaya kalkmayacaksın.
Bu, Volkan’ın yaptığı ilk hatalı çıkış değil ayrıca. Geçen sezon şampiyonluk yine böyle bir hatayla gitmedi mi? Hatırlayın canım Galatasaray’ın 1-0 kazandığı maçı.
Hatasız kul olmaz. İnsansak hata yapacağız. Ama aynı hatayı iki, hatta üçüncü kez yaparsanız, o zaman size başka gözle (!) bakmaya başlarlar. Sadece hatalı çıkışlar değil, hatırlayın Volkan’ın rakiple dalaşıp, hakeme itirazdan gördüğü kırmızı kartları; aklınıza getirin, ceza alanını erken terkedip, sonra topu elle tutamayacağı için kafayla veya ayakla uzaklaştırmaya çalışırken yarattığı tehlikeler, yediği golleri...
Hep Volkan, Volkan dedik, yanlış anlaşılmasın. Bahsettiğimiz Demirel olan Volkan. Yoksa Babacan henüz bu hataları yapacak olgunluğa (!) erişmedi. O adam gibi kalecilik yapmaya çalışıyor sadece... Aklı da, “Gelecek sezon İngiltere’de nasıl oynayacağı”nda değil. Onun için de yedek bekliyor!..

04 Kasım 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Üvey anne sendromu!‘’

Genel Türk aile yapısında değişmez görüntüdür; Otoriter, disiplinli, çocuklarına sevgisini göstermeyen, onlarla yüz-göz olmayan ve otoritesini çoğu zaman dayakla sağlayan bir baba... Kendisi de babanın kötü bazı huylarını (dayak gibi) kullanmakla birlikte, sevecen, çocuklarına kol-kanat geren, şevkatli, koruyucu bir anne. Baba ne zaman çocuklarına bağırsa, tokat atsa, hemen sarıp sarmalar onları. Çocuğuna atılan her tokat sanki ona vurulmaktadır. Çocuk evde veya dışarıda başına ne gelse, hemen annesine koşar, babasına değil. Kollayıcıdır anne, koruyucu, sığınılacak bir liman.
Gün gelir anne ile baba bir şekilde ayrılmak zorunda kalır. Bir süre sonra baba yeni bir evlilik yapar. Yani artık evde bir üvey anne vardır. Baba mutludur, ya çocuklar! Öncelikle annelerinin yerini aldığı için öfkelidirler cici anneye karşı. Kuşkucu, önyargılı, meraklı, yaramaz... Belki üvey anne çok iyi birisidir. Ancak bunu gösterebilmesi, kendisini çocuklara kabul ettirebilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Bu durumda işler kısa sürede rayına girer. Çünkü çocuklar cin gibidir. Birçok şeyi büyüklerden daha çabuk kavrar. Hatta öyle cin ki, üvey anneyi biraz yumuşak bulurlarsa, onu kullanmaktan asla kaçınmazlar. Artık babalarına karşı ellerinde çok iyi bir koz vardır.
Ya, üvey anne de baba gibi otoriter, disiplinli, yüzü gülmeyen, sevgisini (varsa) göstermekten kaçınan biriyse. Yandı çocuklar. Eskiden evde yüzü asık bir kişi varken, şimdi iki olmuştur... Çocuk bir sıkıntısı olduğunda ne babaya gidebilmektedir, ne üvey anneye. Birden büyük bir boşluğa düşer. Tavırları, davranışları, insanlarla ilişkileri değişir. Eskiden okulun en başarılı birkaç öğrencisinden biriyken, artık zayıflar üst üste gelmeye başlar. Öğretmen şaşkındır. Sınıfın en başarılı öğrencisi birden nasıl bu hale düşmüştür... Çocuğun yakınları, onu sevenler de şaşkındır. Bir anlam verememektedirler bu duruma. Akıl vermeler başlar babaya. Bazıları kızmaktadır hatta.
Otoriter tavrını bir yana bırakıp, çocuklarına sevgiyle yaklaşmayı dener bir süre baba. Sonuç olumludur... Ancak yapısı gereği bunu fazla sürdüremez. Ve yine başa dönülür. Zordadır baba. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Tam bir bıçak sırtıdır durumu. Ya canından bir parça olan çocuklarının mutsuz olmasına göz yumacaktır, ya da...
***
“Bir spor gazetesinde bu yazının ne işi var” diyenlere bir öneri: Aile yerine Fenerbahçe, baba yerine Aziz Yıldırım, anne yerine Zico, üvey anne yerine Aragones, çocukların yerine de Fenerbahçeli futbolcuları koyup, bir daha okuyun bakalım, bir anlam kazanacak mı...

11 Ekim 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Vefa değil alınteri‘’

Diyor ki, sayın Can Bartu ve sevgili kardeşim Gürcan Bilgiç, “Fenerbahçe, Rüştü’ye vefalı davranmalı, Vefa’nın bir semt adı olmadığını göstermeli.” Ne yapmalıymış Fenerbahçe? Rüştü ile sözleşme yenilemeliymiş. Böylece vefalı olacakmış.Hangi Rüştü bu?Florya Metin Oktay Tesisleri’ne kadar gitmesine rağmen Galatasaray’ın almadığı; Geçirdiği büyük trafik kazası sonrası, kendisini sağlık kontrolünden geçiren Beşiktaş’ın kulüp doktorunun, “Artık iflah olmaz” raporu üzerine transferinden vazgeçtiği; Fenerbahçe’nin, tüm bunları bir kenara koyup, Antalya’nın 3. kalecisiyken kadrosuna kattığı Rüştü...Hangi Fenerbahçe?...Rüştü’nün, yıllarca formasını giydikten sonra bir sabah, “Hadi bana eyvallah” diyerek terkettiği, bonservisinden tek kuruş para kazandırmadığı Fenerbahçe...Hangi Başkan?...Çekip gittiği için bir daha asla kulübün kapısından sokmaya niyetli olmamasına karşın, teknik direktörü Daum’un çok istemesi üzerine herşeyi bir kenara konup, ona tekrar kucak açan Aziz Yıldırım...Ne yapacakmış Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe? Rüştü’ye vefalı davranacakmış...Hangi Rüştü’ye?..Takımdaki tüm oyuncular ve teknik heyet bir yana, malzemecisi, masörü, fizyoterapisti, kısaca bu işte en küçük bir emeği olan herkesin coşkuyla yer aldığı şampiyonluk kutlamalarına katılmayan tek oyuncu olan Rüştü...Niye katılmamış?Çünkü, son maçta forma giymek istediğini ilettiği teknik direktörü, bu talebi geri çevirmiş?Niye çevirmiş?Çalışanın hakkını vermek, onun emeklerine saygısızlık etmemek için. Bunu da basın toplantısındaki bir soru üzerine açıklamış: “Şu anda birinci kalecim Serdar, ikinci kalecim Volkan” diyerek. Rüştü’den tek kelime bahsetmemesine karşın, ertesi gün bazıları, “Rüştü 3. kalecim” diye başlık atmış. Oysa söylediği çok basit Zico’nun; “Sezon başında Rüştü birinci kalecimdi, Volkan ikinci, Serdar üçüncü. Rüştü sakatlanınca kaleyi Volkan devraldı ama Serdar müthiş bir çalışkanlık ve sebat gösterip, kaleyi devraldı. Ben de bir teknik direktör olarak onun bu emeğine saygı duyduğum için şampiyonluk kupasının alındığı böyle bir maçta yine ona görev vereceğim.”Vay efendim, sen misin bunu diyen, sen misin emeğe saygı gösteren. Kızmış Rüştü efendi. Ve çekip gitmiş stattan. Arkadaşlarının terine, emeğine saygısızlık ederek. Kime vefa gösterecekmiş Başkan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe...İşte bu Rüştü’ye... Hadi canım siz de!.. İkide bir vefa, vefa diye diye vefanın da suyunu çıkardık. O da, Birinci Lig’den amatöre düşen ve şu günlerde yaşam savaşı veren Vefa’ya benzemeye başladı. Ötekisini kaybettik, bari bu vefayı koruyalım...

04 Haziran 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Misket havası!‘’

Size birşey söyleyeyim mi, bu ülkede özgürce yazı yazmama hakkınız bile yok. Çünkü sabrediyor, sabrediyor, bir yere gelince patlıyorsunuz. Tıpkı özel bir nedenden dolayı aylardır yazmayan ben gibi.Pazartesi akşamı bilgisayarımın başına oturduğumda, Fenerbahçe resmi sitesindeki bir yalanlama dikkatimi çekti. “Oyun mu oynuyoruz” başlığı altında Can Arat, FANATİK’i yalanlıyordu! Konu o gün çıkan bir haberdi. Okumayanlar için haberin özeti şu; Nike’ın düzenlediği bir organizasyonda bir araya geldiği Fatih Terim’e Zico’yu şikayet eden Can, “Beni hâlâ çocuk görüyorlar. Bu yüzden şans bulamıyorum. Hocanın forma vermemesi moralimi bozuyor, motive olamıyorum” demiş, Fatih Terim de oyuncusunu, “Moralini bozma ve çalışmalarına devam et. Ben herşeyi takip ediyorum” diyerek teselli etmişti.Bu, yalanlanan ne ilk haberdi, ne de son olacaktı. “Boşver” deyip geçecektim ama geçemedim. Diyordu ki, sevgili kardeşimiz; “Benim ağzımdan ve sanki benimle konuşulmuş gibi bir haber hazırlanmış.” ‘Haydaaa, buyur burdan yak” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, ben de aynen sizin gibi yaptım ve acı acı güldüm. İlköğretim 4. sınıfa giden bir öğrenci de okuduğunda aynı tepkiyi verecektir, hiç kuşkunuz olmasın.Bak ‘can’ım, ciğerim. Bir savunma oyuncusunun sezgi, ALGILAMA, çabuk ve doğru kavrama yeteneğinin üst düzeyde olması gerekir ki, başarılı olsun, yıldız mertebesine yükselsin. Çünkü senin de bildiğin (veya bilmediğin) gibi, top ayağında olan her zaman avantajlıdır. İlk hamleyi o yapar, sen ancak onun hareketlerine göre davranabilirsin. ALGILAMA yeteneğin zayıfsa geçmiş olsun. Takımın o anda golü yedi!Espri yeteneğin de berbat biliyor musun. “Haberi yazan arkadaş, belli ki Fenerbahçe camiası ve oyuncularını tanımıyor. Benim misket ya da birdirbir oynadığımı sanıyor” demişsin, espri yaptığını sanarak. Bu sözlerine katılıyorum ama gülmekten!Hatırlattığın iyi oldu. Gerçekten de, senin futbol oynadığını nereden çıkarıyoruz ki!..Son bir söz; Bundan sonra birisini bir başka birisine şikayet ederken, kalabalık yerdeysen dikkatli ol. Sağında solunda, önünde arkanda bir gazeteci veya bu duyduğunu bir gazeticiye iletecek insanlar olmasın sakın. “Yalanladım, kurtuldum” diye kendini ve sana inanan yöneticilerini kandırabilirsin. Ya konuştuğun kişiyi!Bundan sonra milli takıma alınmadığında sakın, çeşitli bahaneler bulup, bu kez oradaki hocana sallama. Çünkü nedeni, asla senin düşündüğün şey olmayacak!..

25 Nisan 2007, Çarşamba 04:31
YAZININ DEVAMI