‘’Arda kaçıyor mu?‘’
“Cristiano’nun Madrid’e geleceğini duyunca bütün paparazziler gece kulüplerinin önünde kamp kurdular. Ama sonuç onlar için hayalkırıklığı oldu. Hâlâ orada bekliyorlar...”
Valdano, Cristiano Ronaldo’nun nasıl büyük bir profesyonel olduğunu anlatmak için bu cümleleri kurmuştu. Kendisine nasıl iyi baktığını vs...
Halbuki biz onun Manchester’da çeşitli partilerde gönül eğlendirip duran bir serseri olduğunu okuyup duruyorduk öncesinde.
Yeteneğin her şey olduğuna kendisini inandırmış olan bizler, Ronaldo’nun nasıl dikkatli yaşadığını bilmiyorduk. İnanmak istemiyorduk daha doğrusu...
Yeteneğin kutsanması, çoğumuzun sandığının aksine onunla övünmekle olmuyor. Bu ancak onun hakkını vermekle mümkün.
Daha dikkatli yaşamakla, daha çok çalışmakla.
Sıradan yeteneklere sahip bir oyuncudan beklentiler bellidir. Standart bir çalışmayla bu beklentileri karşılamak mümkündür.
Ama çok yetenekli bir oyuncudan beklenenlerin karşılığını vermek için başka türlü yaşamak gerekir. Daha çok çalışmak, sürekli üzerine koymak, daha dikkatli yaşamak, daha az tatil yapmak vs...
Evet, büyük yıldızlar sadece iyi yönleriyle değil kötü yönleriyle de topluma örnek olurlar. Ama büyük yıldız olarak kalmak için hep en çok çalışan ve en iyi yaşayan onlar olmalıdır.
Arda’nın Madrid’e gidişinde şu an için cevabı bilinmeyen sorular da hep bu durumla ilgili.
Aslında 2 değişik versiyonla soracağımız tek bir soru var...
1- Arda kaçıyor mu?
Türkiye’nin en büyük spor yıldızı o. Kendisi gibi bir yıldızla birlikte hayatını sürdürüyor.
Her şeyi, tişörtünden, arabasına kadar her şeyi magazin basını için haber. Çünkü Arda’nın ve kız arkadaşının hayatı bizi ilgilendiriyor.
Bu fotoğraf içinde:
Arda bu durumun yarattığı baskıyı azaltmak için mi buradan gidiyor? Eğer öyleyse Arda yıldız olmaktan kaçıyor demektir. Sıradan olmak istiyor.
Küçük denizde büyük bir balık olmaktansa büyük bir denizde küçük bir balık olmayı seçiyor...
Ya da pozitif bir bakış açısıyla:
2- Arda nihayet koşmaya mı başlıyor...
Arda iki yıldır neredeyse hiç futbol oynamadan tarihin en pahalı Türk oyuncusu olmayı başardı. Yakın paralara malolmuş bir çok başka oyuncu gibi pasaportu onun için avantaj değil dezavantaj. İspanya’nın 4. büyüğü bu parayı veren. Arda son 2 yılda yeteneklerinin hakkını vermiş olup oynasa neler olabileceğini düşünün bir de...
Eğer Arda nihayet 25 yaşında artık nihayet büyük denizde büyük balık olmaya niyetlendiyse, kuşkusuz her şey onun için çok iyi olabilir. Ama bilmesi gereken orada çok daha büyük bir magazin basını presine gireceğidir.
Beyin fotoğrafı
İspanya’daki el Kaide tren saldırılarının birkaç gün sonrasında Valencia’ya gitmiştim. Her zaman olduğu gibi otele yerleşip hemen yerel ve ulusal gazetelerden bir takım aldım ve kahve eşliğinde gözatmaya başladım. Şöyle arkama yaslanıp, yerel gazetelerden birini açtım ve açmamla birlikte ağzımdaki kahve bir metre kadar uzağa püskürdü şaşkınlıktan. İç sayfada, tüm sayfayı kaplayacak şekilde duran fotoğrafa öylece bakakaldım. Saldırıda kırılmış ve açılmış bir kafatasının içinde bir beyin fotoğrafı vardı. Yakın çekimdi ve neyse ki siyah beyazdı... Aksi taktirde kusabilirdim...
Yine son derece temelsiz bir inanışımız vardır. Bizim medya özel hayata saygı duymaz, terörün reklamını yapar, yargısız infaz yapar vs.
Öyle değildir.
Bunları dünyanın her tarafındaki bazı medya yapar. Bazı medya da mümkün olduğu kadar yapmamaya çalışır, ama yine de yapar...
Dolayısıyla medyadan kaçmak mümkün değildir. Hele İspanya’da, hele İngiltere’de medya yıldızlar için insafsızdır. Hem de çok. Buradaki bir gazetecinin aklından bile geçirmeyeceği bir dolu şeyi yaparlar...
Bu koşullarda, eğer Arda nihayet koşmaya, daha büyük olmaya karar verdiyse, orada daha büyük bir magazin presinde olacaktır. Hem İspanyol, hem Türk hem de dünya medyasının presinde.
Messi’nin ağzına fotoşopla sigara montajlamak artık mümkündür. Ya da bir gecelik maceranın bir gün sonra medyaya fotoğraflarıyla çıkacağı kesindir.
Medyadan kaçmak olanaksızdır.
Ama Arda kendi şöhretinden ve yıldız olmaktan kaçmak, uzaklaşmak istiyorsa işte bu farklı bir durumdur.
İşte cevabını merak ettiğim soru bu...
Arda kaçıyor mu?
Yoksa nihayet koşmaya mı başlıyor?
Soytarılar ne yapar?
Son günlerde hemen herkesin ağzından benzer cümleler duyuluyor. Aziz Yıldırım’a dün 100 metre uzaktan selam duranlar bugün bayram yapıyor, arkadan konuşuyor, onu kurban ediyor...
Burada anlaşılamayacak ne var anlamıyorum.
Bir kulüp başkanına 100 metre uzaktan selam durmak soytarılıktır. Dolayısıyla bu soytarılığı yapanların başkan sendelediğinde tekme atmak için yarışmasından daha doğal bir şey de olmaz.
Bugün bu durumun altını çizmek doğru olarak görülse bile, zamanında başkana 100 metre uzaktan selam duranları eleştirmemek de az günah değildir.
Bunu da unutmamak lazım.
Eğer ilişkiler başta yanlış kurulursa bunun sonuçları da doğru olamaz. İktidarla mesafeyi doğru ayarlamak herkes için, özellikle de medya mensupları için ilk temel şarttır. Başta ayarlamazsanız sonra toparlayamazsınız.
‘’Sıradan Milli Takım‘’
Ancak dün de aynı hatta belki daha büyük bir düşüşü görünce bunun Selçuk’un Trabzon’dan ayrılışıyla alaklı olmadığını söylemek mümkün. Burak eğer bu yıl bu standartta oynarsa hem Milli takım hem de Trabzon için çok zor bir sezon olur.
Sinan Bolat’ın heyecanı dikkat çekici. Rüştü’nün Barça açılışına benzer bir başrol zorlaması. Ondan farkı, riskli performansının hatasız oluşu. Seyirciye kendisini beğendirmiş olabilir. Ama Hiddink muhtemelen korkulu ve kuşkuludur.Mehmet Ekici bir maestro. Ama o ispatlaması gereken çok şey olduğunu düşünüyor. Bundan vazgeçmeli. Oyuna konsantre olup takım için oynadığı sürece sorun yok. Dünkü gibi devam ederse zorlanır.Emre Belözoğlu garip bir çıkmazda. Kulübünde oynadamıdığı zamanlarda destek görüyordu. Şimdi şampiyon takımın sürekli oynayan kaptanı ama ıslıklanıyor. İçinde bulunduğu durumdan çıkması kişisel olarak zor olacak. Ama direnci takdir edilmeli.
Kazım’ın son vuruş parlaklığı bugüne kadar görülmedik seviyede. Bunun Fatih Terim’in gelişiyle alaklı olduğu kesin. Onun Terim tarafından ne derece beğenildiği açık. Moral doping onu başka bir seviyeye getirmiş.
Dün milli takımda geri kalan tüm bireysel performansların sıradanlığa yakın olması bir yana asıl sorun takım performansı.Hiddink’in travma yaşayan ve oynanmayan bir ligden daha iyi bir kadro çıkarması çok mümkün olmamakla birlikte oynanan oyunun da kimseyi tatmin etmesi olası gözükmüyor. Hiddink takım oyunu anlamında hiçbir ilerleme kaydedemedi. Bu gerçek...
Bu ekibi bundan çok çok daha iyi oynatabilecek bir hoca muhtemelen yoktur. Ama kabul edelim ki daha kötüsünü oynatmak için de uzmanlık gerekir.
‘’Futbolcular nerede?‘’
İbrahim Üzülmez tam 12 sene Beşiktaş’ta oynadı. Tam 14 teknik adam onu sol kanatta ilk tercih olarak seçti. Belki bir kısmının ilk tercihi o değildi ama sonunda hep ona döndüler. Beşiktaş tarihinin en hızlı oyuncu sirkülasyonlarında hep tutunacak sağlam ve ağır bir kaya oldu...
İbrahim Üzülmez önemlidir. Bu ülkede az görülür bir isyanın başaktörüdür çünkü. 12 yıl böyle kalmıştır zirvede.
Bü yüzden pazar akşamı CNN Türk’te onu görünce kilitlendim ekrana. Onun söyleyecekleri önemliydi çünkü...
Çünkü o, tam 12 yıl ülkenin en zor statlarından birinde, en zor mevkilerden birinde, çok da ahım şahım olmayan yetenekleriyle tutunmayı bilmiş bir adamdı.
Her şeye kulaklarını tıkamış, sonuna kadar çalışmış, onca gelip giden oyuncu arasında hep sağlam kalmış, gelip giden onca hocanın önünde sonunda ilk tercihi olmuştu. Genç yetenekler de alınmış olsa, pahalı yabancılar da...
Sonuna kadar vermiş ve sonunda tüm bu duruma, isyana, yılmaz enerjiye seyirci en manalı lakapla cevap vermiş: Deli İbrahim...
Böyle bir başkaldırıyla kariyerini dolu dolu yaşayan ve sonunda Deli lakabını alan adamın söyleyecekleri önemlidir. Çünkü bunu yapmış olan bir örnektir. Arkadan gelenlerin onun sırrına vakıf olmaları gerekir.
Ama maalesef bu beklentilerim havada kaldı her zaman olduğu gibi.
Ve ondan da hep aynı cümleler duyuldu: “Yabancılar kayrılıyor, medya onlara iltimas geçiyor. Yerliler haklarını alamıyor...”
Bunu Hakan Şükür’den de, Sergen Yalçın’dan da, İbrahim Üzülmez’den de duyuyorsanız gerçeğimiz bu demektir. Her anlamda...
- Oyuncuların ruh halini anlamak açısından
- Ve bu hali değiştirmek açısından ne yaptıkları açısından
Çünkü futbolcuyken hiç kimse bir şey söylemezken, futbol bittikten sonra herkesin konuşmaya başlaması ve aynı şleri söylemeleri manidardır.
Yani hak savunması yerine şikayetçi olmak.
Konuşman gereken hiçbir zaman konuşmaman gibi...
Tıpkı bir aydır olduğu gibi...
Ülke 1 ayı aşkın zamandır şike dalgasıyla kasıp kavruluyor.
Taraftar konuşuyor, protesto ediyor.
Medya konuşuyor, protesto ediliyor.
UEFA, FIFA fikrini söylüyor.
Savcılar, emniyet konuşuyor...
Federasyon kunuşuyor.
Kulüp yönetimleri konuşuyor.
Neredeyse top, kale konuşacak ama futbolcular suskun...
Futbolcuların örgütlerinden, kendilerinden, oyunun kaynağından hiçbir açıklama yok.
Futbolcular “valla ben hiç rastlamadım böyle bir teklife” dışında hiç ses etmiyorlar.
Ligin geç başlaması onları nasıl etkiliyor...
Teşvik kanalı kapandığı için mutsuzlar mı, yoksa bu işler bitiyor diye seviniyorlar mı?
Ne düşünüyorlar?
İşte sorun aslında budur.
İşi yaparken susanların emekli olduktan “bizim hakkımız yeniyor”dan başka bir şey söylememeleri.
Hakkınıza sahip çıkmak sizin işiniz. Kaderinizin efendisi olmak sizin elinizde.
Ama siz zengin köleler gibisiniz.
Artık konuşmak, örgütlenmek ve ayağa kalkmak vaktidir.
Bir ses edin...
Sir olmak için
Alex Ferguson Manchester United’da göreve başladığında bugün kadroda bulunan oyunculardan sadece Giggs, Ferdinand ve Owen okula gidiyordu.
Pazar günü sahaya çıkan oyunculardan çoğu 25 yıl önce o gün doğmamıştı. De Gea bugün 20 yaşında, Evans 23, Welbeck 20, Cleverley 21, Phil Jones 19, Smalling 21, Fabio ve Rafael de 21... Anderson 23, Darren Gibson da...
Nani ise 24...
Ferguson 25 yılda İngiletere’de tam 30 kupa kazandı.
Avrupa’da 4 kupa...
Dünya klasmanında ise 2...
Bütün bunları “bir hocaya yeterli sabrı gösterirsen başarılı olur” saçmalığıyla açıklayanlardan olmayacağım tabii ki... Bu saçmalığa inanmamanızı öneririm...
Buradan çıkacak ders başkadır...
Bizim bakmamız gereken onun pazar akşamı City karşısında her gole nasıl sevindiği... Nasıl çocuklar gibi zıpladığı. 69 yaşındaki bu adamın yüzünde 25 yılın yorgunluğu değil, önümüzdeki sezonun heyecanını ve açlığını görmek hiç zor değil.
Şımarık ve zengin City’lilerin elinden hem de 2-0’dan maçı alabilmek ancak bu açlıkla mümkün...
Tam 36 üst düzey kupa kazanmış bir adam hâlâ bu heyecan ve şehvetle işine sarıldığı için mümkün...
25 yıl sonra, o ikinci goldeki paslaşmayı en yaşlısı 25 yaşında olan bir oyuncu grubuyla yapabilmenin peşine düşme heyecanı bu.
Ferguson’a böyle bakmak lazım.
Gerçek bu ki, öyle baktığınızda şunu görüyorsunuz: Sir olmak
için, sir aroganlığı ile değil, çocuk heyecanıyla yaklaşmak lazım işe.
Kobe reklamı
Zirkov, Roberto Carlos, Dzudjak kadroda. Anelka, Etoo ve bir dolu başka isme de korkunç paralar teklif ediyorlar. Hatta Arda’ya da...
Hepsini aldıklarını düşünün... Dağistan Mahaçkaleli Anji ekibinin bu “parayla yapılamayacak reklam”ının sizin bu kulübe bakış açınızda ne gibi olumlu etkileri olur? Ya da Dağistan’a...
Bakın! Ben Mahaçkaleli olsam bu oyuncular beni heyecanlandırır. Gitmeyeceksem bile giderim maçlarına. Buna kuşku yok. Transferleri bu anafikirle savunursanız tamamdır.
Ama dünyaya adlarını duyurma işi pek öyle değil. Tam tersi hatta.
Duyurduğunuz öyle hoş bir şey olmaz aslında.
Bu mantıkla bakarsak, Drogba ya da Kobe Türkiye’ye gelecekse ben bir sporsever olarak bu lüks transferlerden memnun olurum. Parasını ben vermiyorum sonuçta. Bütün maçlara da giderim keyifle.
Ama ticari açıdan bir faydam olmaz. Onların parasını biletten çıkarmak isterseniz o parayı verecek adam bulamazsın.
Sübvanse edilirse amennah.
Parayı veren varsa, gelsin yıldızlar. Ne güzel...
Ülkenin tanıtımı masalına gelince... Bırakalım bu işleri...
Reklam Hasan Şaş’ın ismini dünyaya ezberleterek yapılır. İlhan Mansız’ı bir uzakdoğu efsanesi yaparak...
Reklam Kobe’yi getirmekle değil, Hido’yu göndermekle yapılır.
Reklam 2000’deki, 2002’deki, 2008’deki gibi yapılır.
Hido giderken iyi bir okul saygınlığına kavuşursun
Kobe gelirken sadece lükse düşkün bir zengin olursun...
Şunu söyleyip bitirelim: Anji ya da, Kobe’yi alacak adı bilinmeyen Çin ekibi bu transferleri yaparsa gözümüzde değerlenecekse yapılması gereken gözlere bir baktırmaktır...
‘’Mitoman futbol‘’
80’lerin sonunda kendi zirvesini bulan milli takımın oyuncuları en az 2000-2002’de tepeye çıkan altın jenerasyon kadar iyiydi.
Engin, Gökhan, Cüneyt, Semih, İsmail, Uğur, Mustafa Yücedağ, Oğuz, Ünal, Metin-Ali-Feyyaz, Tanju, Rıdvan ve daha niceleri...
O takım gerçekten olağanüstü yeteneklerden oluşuyordu...
Hepimiz bunu biliyorduk ve bu bizim jenerasyon için çok can sıkıcı bir durumdu.
Çünkü o yetenekli takım dahi uluslararası arenada silik kalıyordu.
* * *
Anlayamıyorduk. Diğer ülkelerden oyuncuları ‘yaratık’ gibi görüyorduk.
SSCB’yi yenmek bir yana kaleye gidemiyorduk. İngiltere ceza sahasına girince bayram ediyorduk.
Bu durumu hep yetenek farkıyla açıklamaya çalışıyorduk, ama bu doğru olamazdı. 70 milyonluk ülkenin en iyileri bir diğer benzer nüfustan gelen 11’den yetenek olarak bu kadar geride olamazdı. Aynı türden ve yakın ırklardan canlılar arasında istatistiksel olarak böyle bir yetenek farkı olması mümkün değildir.
* * *
Peki bu fark nasıl oluşuyordu?
Bir dolu cevabımız vardı, ama hiçbiri Metin Tekin’in yıllar sonra verdiği kadar açıklayıcı ve basit değil.
Metin, büyük bir açık yüreklilikle şunu söylüyor şimdilerde:
“Biz yetenekliydik, ama futbolu hiç bilmezdik...”
Ona kalırsa taktik bilgi olarak zayıf bile değillerdi. Pozisyon bilgisi açısından yerlerdeydiler.
Anlattıklarından anlaşılan tamamen ‘doğaçlama bir futbol’ oynadıklarıydı.
İyi eğitememiştik bu yetenekleri...
* * *
Oysa biz cevabı başka yerlerde arıyorduk. Klişelerle...
Mesela:
“Yeter ki ilk 20 dakikada gol yemeyelim...”
Defalarca ilk 20 dakika gol yemedik...
Ama bu bizi hiç kurtarmadı...
Futbolu bilmiyorsan 20’inci dakikadan sonra öğrenemezsin, ya da rakip 20. dakikada birden unutmaz...
* * *
Daha önce de yazdığım bir alıntıyla anlatmak gerekirse...
Altın jenerasyonun altın forveti Hakan Şükür kariyerinin en iyi dönemlerinden birinde kontrol için İsviçre’de bir doktora gider. Bu işin ünlülerinden biri olan Dr. Bühllman’a...? Bir makinenin üzerine çıkartır Hakan’ı... Adale yapısını test etmek için!? Sporculuğu döneminde kendisine en iyi bakan oyunculardan biri olan Şükür’e Bühllmann şunu söyler:
“Siz Türk sporcuları sadece gördüğünüz adaleyi çalıştırıyorsunuz. Halbuki vücudu sadece bunlar taşımıyor...”
Zira, Türkiye standartlarında mükemmel atlet diyebileceğimiz Hakan’ın bile vücudunun arka tarafındaki adaleler bu seviye için en ideal durumda değildir. Hakan çalışmadığından değil. Bunun yeterli ve doğru olmamasından, altyapıdan itibaren önemsenmemesinden.
* * *
Şike bulutları bize içinde bulunduğumuz bu durumu unutturmamalı.
Hatta içinde debelendiğimiz şike sarmalının sebebinin de kendi hakkımızda söylediğimiz yalanlar ve tespitlerimizin yanlışlığı olduğunu bilmeliyiz.
Reddedişlerimiz, inkârlarımız, klişelerimiz...
* * *
Kemal Kapulluğlu’nun tespitinde de bunu görüyorsunuz...
Özetle şöyle diyor:
“Bu kadar ağır cezaları yasalara koymamızın sebebi, kendimize söylediğimiz ve sonrasında da inanmaya başladığımız yalanlar.
‘Bizde şike yok’ dediğimiz için minimum ceza 5 yıl hapis.
Bu orantısızlığa imza atıyoruz, çünkü bizde şike olmadığına kendimizi inandırmışız.
Nasıl olsa kimsenin yargılanmayacağı bir suça ne ceza yazdığınızın ne önemi var ki...”
İşte sorun budur.
Hep birlikte yalan söylüyor ve hep birlikte inanıyoruz.
Daimi ikinci
Dünya Kupası’nda 3. olduktan sonra Avrupa Şampiyonası’na, Avrupa Şampiyonası’nda yarı final oynadıktan sonra Dünya Kupası’na gidemiyorsanız, bunun bir sebebi vardır.
Tesadüf değildir.
Eğer hiçbir zaman en büyük başarılarınızda bile hiçbir grupta birinci olamadınızsa, bu da tesadüf olamaz.
96’da İsviçre’nin, 2000’de Almanya’nın, 2002’de İsveç’in, 2008’de Yunanistan’ın arkasında 2. olarak büyük turnuvalara gidebildik. Turnuvalarda da, 2000’de İtalya’nın, 2002’de Brezilya’nın, 2008’de Portekiz’in ardından gruptan çıktık.
Bu Hollanda’nın önünde lider çıkarsak, bu bizim gerçekten ‘krizsever’ olduğumuz dışında bir şey göstermez.
Skandallar ve zaferler
İtalya, tarihin en büyük şike skandallarından birinin ardından 82’de İspanya’da Dünya Kupası’nı kazanmıştı.
2006’da daha büyük bir skandalın ardından bu kez Almanya’da kupayı kaldırdılar.
82’de kupa devam ederken medya oyuncuların homoseksüel olduklarını yazarak ortalığı iyice karıştırmıştı.
2006’da Lippi’nin, menacer olan oğlunun oyuncularını milli takıma öncelikli olarak çağırdığını söylerek işi kızıştırdılar...
Krizden başarı çıkarmaksa, İtalyanlar da en az bizim kadar başarılı.
Biz de Dünya Kupası Yarı Finali’ni ‘kıskananlar çatlasın’ diye şarkı söyleyerek kutlamış bir ulusuz. ‘İçimizdeki İrlandalılar’, ‘basına hareket çeken kaptanlar’ vs. bunlar tarihimizin skandalları olduğu kadar başarılarımızın da motifleri.
Bu şike krizi sonunda 2012 ve 2014’te zaferler gelirse şaşırmam...
Mağduriyet edebiyatı
Bir suç hayatta yaptığınız tüm doğruları götürür mü?
Ya da tersinden bakalım:
Bir mağduriyetiniz yaptığınız tüm yıkıcı hataları temizler mi?
Medyada, yönetimde, sahada hepimiz kimin neyi ne kadar doğru yaptığını, neyi hak ettiğini biliyoruz.
Kimse başkasının acısından zafer çıkarmasın.
Yoksa şikayet ettiklerinizden farkınız kalmaz...
‘’Zemin müsait‘’
Galatasaray’daki kendine güven seviyesindeki belirgin yükseliş dün de başroldeydi. Bayağı bir öne geçtiği düşünülen ezeli rakiplerin içinde bulundukları zor durumun bunda katkısı var kuşkusuz. Terim ve ekibinin enjekte ettiği oyundan keyif alma halinin de katkısı var. Kimsenin kaytarmadığından herkesin emin olmasının da tabii... Kabul edelim ki, her şey hiç beklenmedik bir şekilde Galatasaray’ın lehine döndü. 3 ay önce hiç düşünülemeyecek bir dünyada yaşıyoruz artık. Galatasaray’ın her bir bireyi, en azında sahada olanlar bunun fazlasıyla farkında belli ki... Dün bunu Melo’nun Fiorentina’dan bu yana ilk kez kıran değil oynayan olmaya çalışmasında gördük biraz. Ujfalusi’nin Messi’nin bileğine basan adam olmaktan sürekli rakip yarı sahada hatta sürekli ceza sahası etrafında olan bir hücum silahına dönüşünde gördük. Artık birer fıkra kahramanına dönen Sabri ve Kazım’ın yeni ve farklı görevleriyle farklılaşmasında gördük biraz da... En çok da Baros’ta gördük farklılığı... Rijkaard’ın ilk dönem futbolunu da benzer şekilde selamladığımızı hiç unutmadan, Galatasaray’ın 3 ay öncesinden çok farklı olduğunu söylemek zor değil. Henüz Trabzon standardında olmasa da, Burak’la kurduğu iletişimi henüz Galatasaray’da kimseyle kurmuş gözükmese de Selçuk’un bu haliyle dahi fark yarattığı açık. Sabri’nin delice presi ve Melo’nun basit oyunuyla Galatasaray’ın oyun merkezinde bariz bir kalite artışı var. Bu takımı farklılaştırıyor.
Arda’ya daha fazla serbestlik, Baros’a boşa kaçma şansı sağlıyor. Orta sahada topa sahip olarak savunma yapmak bu. Daha az yorucu, daha sonuca dönük... Şu gerçek ki, yetenek ve oyun görüşü arttıkça pas seçenekleri artıyor. Böylece yeteneklerin sergilenmesi kolaylaşıyor. Galatasaray belli ki yine önde oynayacak. Ön liberosuz, iki yönlü orta sahalarla. Savunma kanatlarını oyuna sokacak. Böyle bir futbol için bundan daha uygun şartlar olamazdı. Hem Avrupa’da yoksunuz. Hem ligdeki Avrupalılar hasarlı. Gelişmek için ideal bir zemin. Ve herkes bunun farkında...
‘’Ülke normalleri‘’
Yıllar önce Bask ülkesinin İspanya tarafında, bir ayaküstü tapas barında, bir Bask arkadaşımla yemek yiyorduk.
Barın üstü envahi çeşit mezeyle doluydu. Deniz ürünleri, patates kökenli bir dolu meze, şarküteri vs. Elli kadar çeşit. Tıka basa dolu dükkanda, herkes barın üzerindeki kürdanlara saplanmış bu mezelerden alıyor, yiyor ve kürdanları tabağına koyuyordu.
Gidecekleri zaman barmene bir el işareti yapıyorlar, barmen hiçbir kayda bakmadan hesabı söylüyor, para ödeniyor ve müşteri çıkıyordu kapıdan.
Barmenin hafıza ve zekasına hayran olmuştum. Onlarca kişinin ne yediğini hatırlıyordu, hem de kendisi servis yapmamasına rağmen.
Sonra başka bir barda yine sistemin aynı şekilde işlediğini gördüm. Daha çok şaşırdım. Sonra bir başka yerde daha. Şaşkınlığım iyice arttı.
Ülkenin tüm barmenleri Harvard mezunu olamazdı herhalde...
Bunun nasıl olduğunu sordum. İşin sırrını anlattılar.
Barmenler tabaklardaki kürdanları sayıyordu. Beş kürdan varsa 2 eurodan 10 euro, misal.
Anlamayıp bir daha anlattırdım arkadaşıma. Barmen de neyi anlamadığıma merakla bakıyordu.
“Ya?” dedim. “Kürdanları yere atarsa müşteri?”
Barmenin ve arkadaşımın şaşkınlığı benimkinden daha büyüktü.
Sordular: “Neden atsın ki!”
Daha önce de yazdığım bu hikaye aklıma geldi geçen hafta.
Bir Hollandalı gazeteci olan Bram Vermeulen’le bu konuyu konuşurken...
Durumu anlamaya çalışıyordu.
Kim neyle suçlanıyor vs?
Gizlilik olduğunu, kesin bir şey bilmediğimizi söylüyor ve bilebildiğimiz kadarıyla olup bitenleri, suçlamaları anlatmaya çalışıyordum.
Daha çok teşvik suçlaması olduğunu, şikenin nispeten az olduğunu bildiğimizi vs.
Teşvikin nasıl yapıldığını anlayamadı bir türlü. Bir daha anlattım. Olmadı.
“Anlayamıyorum” dedi. “Rakibin rakibine para verince daha hızlı mı koşacaklar? Anlayamıyorum.”
Hollanda ve İspanya’da hırsızlık, doping, şike vs.. Hiç olmadı mı peki? Çoook...
Dünya yüzündeki tüm günahları biz keşfetmiş değiliz.
İnsanın olduğu her yerde, orada da, burada da suç var.
Bizde farklı ve vahim olan ise bu durumun normalleşmiş olması... En azından bugüne kadar. Her ülkenin sorgulamayı aklından bile geçirmeyeceği ‘normalleri’ var. İspanya’nın barı öyle, Hollanda’nın gazetecisi.
Bizde farklı olan başkasının algılamasının zor olduğu bir futbol normalimizin oluşu...
Şöyle anlatayım: Yine aynı sohbette ilginç bir saptamada bulundu Vermeulen. “Siz Türk gazeteciler” dedi, “biraz Tour de France’ı takip eden bisiklet uzmanı gazetecilere benziyorsunuz sanırım. Herkes olup biten hakkında derin kuşkulara sahip ama hiçbir şey yapılmıyor.”
Düşündüm, yanılıyordu: “Hayır”, dedim. “Sadece gazeteciler değil tüm Türkiye, hepimiz aynı durumdayız...”
Futbolla ucundan kenarından ilgilenen herkes, onyıllardır binbir türlü şike ve teşvik hikayesiyle yaşadılar bu oyunu. Tüm hakemler satılmıştı misal, neredeyse hepsi...
Yani oyunun doğasında bunun olduğunu kabul ettik neredeyse. Öyle ki bu durum normalleşmeyi de geçti.
Oyunun ayrılmaz bir parçası oldu sanki.
Kimi dedikodusunu kabul etti. Kimi gerçekten varlığını...
Normal oldu.
Bu değişmeli önce...
Bugün tüm kalbimle söylüyorum. Umarım bu dava sonunda, çok geçmeden, herkes aklanır.
Ve daha da önemlisi artık bu durum normal olmaktan çıkar...
Dedikodusu da gerçeği de...
Tek devre oynansın
3 haftadır söylediğim gibi. Bu şartlarda futbol oynatmak mantıklı değil. Kulüpler ekonomik kayıp yaşamak istemiyorlar diye, insanları karşı karşıya getirmek doğru değildir.
Burada doğru tavır Beşiktaş’ın tavrıdır. Aklanana kadar kupayı istemiyorum. Bu tavrı geliştirmek gerekir. Herkes aklanana ya da futbol temizlenene kadar futbol istemiyorum.
Lig, daha doğrusu futbol durmalı. Devam ederseniz fikstürü geçen yılki gibi yapabilir misiniz misal. İkinci hafta Trabzonspor Fenerbahçe... Mümkün mü?
Ne olacak peki? Fikstürü ayarlayacaksınız vs. Alın size bir manipülasyon daha.
Bu yükü futbolcunun, gazetecinin, seyircinin, emniyetin üzerine yıkmayın.
En kötü ihtimalle Ocak’ta başlar, tek devre oynatırsınız ligi. Bu senelik de böyle olur.
Toplum zaten zor günler geçiriyor. Bir de bu gerginliğe gerek yok...
Herkes anlatsın
Bu soruşturmada mağdur olduklarını söyleyen kulüpler, özellikle de Fenerbahçe taraftarları şunu söylüyor:
Yapılmış olsa bile, sadece bizimkiler mi yaptı? Eskiye de bakılsın.
Savcı duruma böyle bakamaz kuşkusuz. Sistem böyle işlemez.
Ama bu konuda yeni bir yöntem bulunabilir.
“Bir defaya mahsus olmak üzere kim ne biliyorsa anlatsın.”
Adli ceza yok. İdari ceza baki. Yani gerçek şampiyonlar, gerçek düşenler ortaya çıksın. Kupalar müze değiştirsin gerekiyorsa. Ama uluslararası olanlar da. Varsa milli takımlarda olanlar da...
Ne olduysa! Yıllardır kim hangi spor suçuna karıştıysa. Vicdanı sızlayan birileri mutlaka vardır değil mi?.. Yoksa fazla mı romantiğim?
Oyuna gelmeyin
Kimse sizin temiz taraftarlığınızı, gönülden ve cüzdandan sonuna kadar verdiklerinizi sorgulayamaz. Hiçbirimiz sizin temizliğinizi sorgulayamayız.
Çünkü:
Bu ülkede dünyanın hiçbir yerinde rastlayamayacağınız şekilde aynı evden 4 büyüğün formasıyla çıkılır.
Yıllardır zaman zaman bu durumla dalga geçtik ama sanırım bu bizim en büyük zenginliğimiz aynı zamanda.
Bir evden 4 büyüğün taraftarı çıkar bu ülkede.
Ve hiç kimse onların takımlarına, kulüplerine olan sevgisini sorgulayamaz.
“Şampiyonluk bizim olmalı” diyen Trabzonsporlu’yla, Bağdat’ta yürüyen Fenerbahçeli aynı takımda aslında.
Çarşı’nın manifestosunda söylendiği gibi.
Kim ne yapmış olursa olsun sizi kirletemez.
Tabii siz istemedikçe.
Oyuna gelmeyin.
Kardeşinize sarılın...
6‘’Müşteri daima haklıdır‘’
Trabzonspor’un taraftarına yaptığı sukunet çağrısını tekrar tekrar okumak lazım. Özellikle de şu cümleyi: savcılık ve mahkeme boyutunda cereyan eden gelişmeler, sonuçları itibariyle üzerinde yorum yapılamayacak kadar hassas bir içerikte sürmektedir”
Durumu daha iyi anlatmak mümkün değil...
Dolayısıyla bizim açımızdan meslek neredeyse yapılamaz halde.
Çünkü mevzu, spor kamuoyunu da aşıp ülke genelinde ilk sıraya yerleşmişken başka bir şeyden bahsetmek sözkonusu değil.
Ve avukatlar dahi gizlilik kararı nedeniyle konuşamazken dava ya da soruşturmanın içeriğiyle ilgili yorum yapmak olanaksız.
Tam bir çıkmazdayız...
Tabii içinde bulunduğumuz bu halin herkesi nasıl etkilediğini konuşmak da bir gereklilik.
Öncelikle seyirci, taraftar, ya da müşteriyi...
Bugün isyan eden, yollarda yürüyen, tepki koyan ve öfkelenenlere sadece taraftar olarak bakamayız.
Sadece öyle olsa “yapmayın, etmeyin” demek mümkün olabilirdi.
Ama onlar sadece taraftar değil.
Onlar Avrupa’nın maç başına en yüksek dekoder ücreti ödeyen müşterileri...
Onlar Avrupa’nın, oynanan oyun, kazanılan uluslararası başarı oranına bakıldığında maç biletine en çok para veren seyircileri,
Onlar, “hadi forma alın, kulübe destek verin” dendiğinde hiç düşünmeden harcayanlar. Hiç hesap kitap yapmadan...
Onlar neredeyse bütün Avrupa gündüz maç seyrederken gece 2’de evde olmak pahasına şehrin bir ucundan diğerine giden seyirciler.
Hem de pazar günü. Yani sabah erkenden aynı mesafeyi iş ya da okul için gidecekken.
Onların ceplerindeki bozuklukları kapıda toplarken kimse eve dönecek paraları var mı diye de sormuyor.
Şimdi bu eziyeti çeken adama, “O sevindiğin maçlar var ya! İşte onların hepsi yalandı” deyiveriyoruz.
Bilmek gerekir ki,
O, yolda yürüyen adamların çoğu sadece taraftar değildir.
Onlar aynı zamanda,
Ne kadar kötü mal satarsan sat,
Ne kadar kötü davranırsan davran, seni terketmeyen sadık müşteriler.
Bu malı satıp şimdi de onlara enayi muamelesi yapınca insanlar kızabiliyorlar.
Doğal olarak.
Bunu anlamak zor olmamalı...
Medya ne ister?
Peki ya medya, gazeteciler, muhabirler, kameramanlar, yazıp çizenler...
Ama gerçekten medya mensubu olanlardan bahsediyorum, yanlış anlaşılmasın...
Onların durumu ne?
Eğer gerçekten bunca maç manipule edildiyse,
Eğer söylenenler doğruysa.
Eğer bu sistem gerçekten bu kadar kirliyse,
Bu sektör kendisini kolay kolay toparlayamaz.
Bu kuşkusuz, tüm taraftarları etkiler, üzer, yıkar...
Ama medyayı sadece üzmez.
Medya çalışanları ekmeklerini de kaybeder.
Sektör dağılır. Pazar küçülür.
Bir haftadır, borsada düşen sadece Fenebahçe’nin değeri değildir.
O taşı yiyen kameramanın maaşıdır aynı zamanda.
Yani ekmek parası...
Çünkü bunlar doğruysa,
Sponsorlar çekilir,
Çünkü reklamverenler azalır,
Çünkü TV’ler seyredilmez, gazateler satılmaz olur.
Ve gazete, dolayısıyla gazeteci kaybeder.
Ve yine dolayısıyla hiçbir medya mensubu bu olup bitenler gerçek olsun, hiç ama hiç istemez.
Emin olun...
Ligi oynatmak
Bu yazı yazılırken TFF’nin ne karar vereceği, Avrupa’ya kimin gideceği vs. konusundan henüz bir ipucu yoktu.
Çok zor bir karar eşiğindeler. Yerlerinde olmak istemezdim doğrusu.
Ancak verilmesi gereken bir karar var.
Bugünkü kamuoyu moraliyle, maneviyatıyla yeni sezona başlamak olanaksız.
Bugün ülkenin içinde bulunduğu ruh haliyle maç oynanamaz.
Hiçbir günahı olmayan oyunculara, hiçbir günahı olmayan hakemlere ve güvenlik kuvvetlerine böyle bir yük bindiremeyiz.
Lig durmalı!
Sağlıklı bir karar verecek duruma gelene kadar, asla maç oynanmamalı.
Eğer tutukevi önünde bile kavga edecek kadar şirazemiz kaydıysa, statlarda neler olabilir, düşünmek dahi istemiyorum...
Ben demiştimciler
En şaşırdığım, inanamadığımsa ‘ben demiştim’ciler!
Yani bütün sezon boyunca, pardon hemen her sezon “bu lig kirli” deyip, şimdi de “Ben demiştim” diyenler...
Bu lige, büyük kulüplere, onları yönetenlere güvenenlere enayi muamelesi yapanlar.
Her yıl ama her yıl Türkiye’de lig kirli her şey hastalıklı diyerek yaşayanlar...
Ortaya hiçbir şey koymadan sadece komplo teorisi üreterek hayatını sürdürenler şimdi “biz haklıyız gördünüz mü?” diye ortalıkta dolaşıyor.
Hayır sen haklı değilsin! Sen komplo teorileriyle beslenen bir tür canlısın...
Sen düzen düzelsin diye o teorileri anlatmadın...
Senin varlık sebebin o teorileri üretmek.
Sen her şey düzelsin istiyor değilsin.
Tam tersi, sen pus, sis istiyorsun.
Çünkü aksi taktirde yaşayamazsın...
***
Bakın!
Diyelim ki en kötüsü oldu ve adı geçen herkes suçlu ve hüküm giydiler...
Yine de bu sisteme, kulüplere, onları yönetenlere güvenen bizler doğruyuz.
Çünkü esas olan güvendir.
Eğer güvendiklerimiz bu güveni kötüye kullandıysa hata onlarındır. Bizim değil...
Ve hiçbir sistem, “suç sabit olmadan suçlu yaratarak” ayakta kalamaz.
Hele de bu ben demiştimcilerin dediği gibi daha ortada hiçbir kanıt yokken sürekli komplo teorisi üreterek ilerleyemez.
Eğer gerçekten komplo varsa, suç varsa, kanıtlar ortaya konur, ceza kesilir ve toplum yüzyıllık kurumlarıyla birlikte yine yoluna devam eder.
Hepsi bu!
Ama biliyoruz komplo olsa da olmasa da bazıları her zaman bunları anlatmaya devam edecek...
Ben bu ülkenin kurumlarına güvenmeye devam edeceğim.
Enayi olmayı, ben demiştimci olmaya tercih ediyorum...
Maç görüntüleri ne olacak?
Gizlilik kararı kalktığında maç görüntüleri de delil olarak kamuoyunun önüne gelecek. Peki bunları yayınlama hakkının sadece Lig TV ve TRT’te olması bir sorun yaratmayacak mı?
Dava konusu olan maçların görüntülerini sadece yayıncıların yayınlayabiliyor olması hukuki açıdan bir sorun yaratmaz mı?
Bu maçların 90 dakikasını yayınlamak isteyen bir kanal bunu yapabilir mi?
Yaparsa ne olur?
Eğer bir şey olmazsa sadece önüzümüdeki yılın değil, geçen yılın faturalarından bir iade sözkonusu olabilir mi?
Durum her halükarda karışık...
‘’Futbol durmalı‘’
Senelerdir ortada hiçbir kanıt, hiçbir soruşturma yokken büyüttük biz futboldaki düşmanlığı.
Tüm şampiyonluklara, başarılara şaibeli gözüyle bakmayı öğrendik...
Bu oyuna böyle baktık...
Şimdiyse tarihin en büyük şokuyla sarsılıyoruz.
Bugün bunca gözaltı gerçekleşmişken...
Telefon kayıtlarından, fotoğraflardan, filmlerden bahsedilirken...
Gelen haberlere bakılırsa soruşturma genişleyecek ve derinleşecekken...
Yorumlar bilinenlerin de ötesine geçmişken,
Futbola nasıl devam edeceğiz?
* * *
Milyar dolarlık bir sektör.
Borsaya kote şirketler.
Sektörden geçinen binlerce aile.
Dünya çapında devasa bir canlı yayın havuzu...
Devasa bir bahis piyasası...
Asıl önemlisi sadece futbolun değil ülkenin en önemli markalarından Fenerbahçe...
Asıl önemlisi ülkenin futbolseverlerinin hemen tamamının sevgiyle, ya da derin rekabet duygusuyla bağlıya da karşı olduğu Fenerbahçe...
Peki şimdi nasıl olacak?
* * *
“Futbol seyircisi müşteri midir?” tartışmasını burada tekrarlamanın alemi yok. Eğer müşteriyse böyle sürüncemede kalmış bir sektörün ürününü almaz. Eğer taraftarsa zaten taraftır ve onu böyle iki arada bırakıp psikolojisini bozmak kimseye yarar sağlamaz.
Dolayısıyla geçikmiş adalet adalet değildir sözü belki de en çok bu durum için yerine oturuyor...
Bu iş sürüncemede kalırsa, dava süreci hızla tamamlanamazsa:
Fenerbahçe nasıl deplasmanlara gidecek? Her bir oyuncu nasıl sırtında taşıyacak bu yükü?
Nasıl seyircilerinin karşısına çıkacaklar?
Bana öyle geliyor ki, bu soruşturma bitene, dava görülene kadar oynanacak hiçbir maçın sağlıklı olması mümkün değil.
* * *
Avrupa Kupaları’na katılımlar, hatta Milli Takım maçları için dahi büyük sorun var.
Rakiplerin, rakip seyircilerin, durumdan doğal olarak etkilenecek hakemlerin nasıl tepkiler vereceğini tahmin etmek zor değil.
Yani hayat sadece suçlananlar, suçlanacaklar için değil, herkes için zor olacak.
Futbolu hayatının en büyük keyfi olarak görenler için olduğu kadar, renklere aşık fanatikler için,
Bu sektörün profesyonelleri için,
Ve bu sektöre büyük paralar yatıran sponsorlar ve yayıncılar için de çözüm aynı...
Bu sürecin hızla, en sağlıklı şekilde tamamlanması. Suçluların suçsuzların ortaya çıkması...
* * *
Ancak süreç uzarsa TFF’nin cesur bir karar alması gerekiyor. Yukarıdaki 3 ligi, Avrupa katılımlarını ve muhtemelen milli takımları etkileyecek bir süreç varken futbol oynamak, ülkede lig organize etmek çok ama çok zor, hatta imkansızdır.
Mehmet Ali Aydınlar Federasyonu tarihin en zor kararının arefesinde.
Ve doğru olan en zor kararı almak...
Çünkü futbolun unsurları, markaları, herbir bireyi aklanana ya da düzen temizlenene kadar futbol oynamanın ve oynatmanın kimseye bir yararı olmaz.
Normalleşen komplolar komploların normalleşmesi
Suçu sabit olana kadar herkes masumdur. Hele de bahis konusu olan bu dev markalarsa...
Dolayısıyla bu son olaylardan bağımsız olarak düşünelim.
Size bir soru:
Şike olduğu için mi bu kadar lafı var etrafta?
Yoksa bu kadar lafı döndüğü için mi şike bu kadar kolay yapılıyor?
Mafya kendiliğinden mi var olur? Yoksa şartlar müsaitse, var olması normal görülüyorsa mı oluşur?
Bence ikincisi...
Bir toplumun çürümesi sadece orada suç olmasıyla ilişkili değildir. Suç, insanın olduğu, yasaların olduğu heryerde olur. En ağır ceza varken, giyotin varken de cinayet işleniyordu. Kol kesilen ülkelerde hala hırsızlık var.
* * *
Toplumun çürümesi daha çok komplo teorilerinin hayatın doğal, normal bir parçası olmalarıyla başlar. Çünkü bireyler her şeyi komplo teorileri üzerinden anlatmaya ve buna inanmaya başladığından toplumdaki adalet duygusu sarsılır, zamanla hiçbirşeye güven duyulmaz olur.
Ben kendimi bildim bileli, yaklaşık 35 yıldır Türk futbolundaki durum da budur.
Yıllardır kiminle konuşsanız çok şey biliyordur. Kiminle konuşsanız sadece kendisi temizdir.
Biz komplo teorilerinin normal, sıradan olduğu bir dünyada yaşadık yıllardır.
Ve galiba sonunda birileri çıktı ve gelin bakalım neymiş bu şike işleri, anlatın deyiverdi.
Umalım ki yine sadece lafı vardır...









































