‘’58'den sonra‘’
Misal, Topal yerli oyuncular arasında o pozisyonun 1. numarası olabilir ve milli takımın direkt oyuncusudur. Ama Sezer, kendi pozisyonunda belki sıralamada ilk 5’e giremez (şimdilik). Ancak Fenerbahçe makinesinin bu düzen içinde işlemesi, Meireles-Topal ikilisinin birlikte oynamasını kabul etmiyor.
Bir defansif, bir ofansif ikilinin önünde orta özellikli bir santrfor ya da yüzde 70 hücumcu top tutabilen, bir orta saha şart. Her ne kadar Fenerbahçe’nin istediği ayarda henüz olmasa da, Sezer veya Semih yani...
Sezer değişikliği sonrası rakip sahaya çok ağır geçebilen takımın, Gençlerbirliği orta saha direncini kırışı önemli. Akın sürekliliği ve kontrol edilemezliğe ulaştılar. Bunu ligin direkt oynamayı en iyi bilen takımlarından birine karşı yapabilmeleri, önemli.
Fenrebahçe bu oyunuyla ligde, perşembe oynadığı ilk 70 dakika ile de Avrupa’da, geleceği olduğunu gösterdi. Şimdiki hedef; bu oyunu Avrupa seviyesinde oynamak.
-Sow’un olağanüstü bir ilk sayı ratiosuyla geçirdiği sezon, az rastlanır cinsten. Girdiği en geç 2. pozisyonda golü, her seferinde sıradışı vuruşlarla buluyor. Ancak sonrası gelmiyor. Dün rahat bir hat-trick yapabilirdi.
- Hasan Ali, sezon başındaki ‘tedirgin çocuk’ değil. Yükseldi. Eşik atladı. Daha yolu var. Son adamı geçme sonusundaki tedirginliğinden kalanları da atmalı üzerinden.
-Sezer genç değil. 27 yaşında ama hala yüksek potansiyelinde gideceği yerler var. Burak Yılmaz orada duruyor işte...
‘’Melo efsanesi‘’
Bir 10 numara penaltı kurtarırsa efsane olur. Hakem de 3 adım öne çıksa bile penaltıyı iptal edemez. Dünkü maç Melo’nun efsane olduğu bir maç olarak hatırlanacak kuşkusuz.
Biz güne bakalım...
Alex Ferguson’ın Galatasaray karşısına çıkardığı kadro sadece grubu garantilemiş olmaktan kaynaklı değil. Önce teknik direktör özgüven ve sürekliliğiyle, sonraysa oyuncu eğitimiyle alakalı.
Eğer Galatasaray 96’dan bu yana Terim’le çalışıyor olsa, Terim de Ferguson’ın yaptığını Elazığ’a yapabilirdi. Ancak bizim durumda bu mümkün olmuyor. Ülke kalibre ve bakışında ‘rotasyon’ olarak değerlendirilebilecek olan bu kadro aslında sadece Sabri’yi içeri almış. Genişlik, derinlik olamıyor.
Ama öte yandan futbol tarihimizi değiştiren adam, Selçuk, mecburen dışarıda olduğu için Terim’in zihninin rahat olması mümkün değil. Çünkü yerine konulabilecek takımda değil, ülkede değil, dünyada az oyuncu var. Onun rotasyonu ancak onun takımdaki rolünü minimize edecek bir takım mükemmeliyetiyle mümkün olabilir.
Dün Yekta’nın olağanüstü çabası ve performansı özeldi. İşte buna rağmen yaşanan ilk yarı Selçuk’un değerini daha net gösteriyor.
Yılmaz Vural’ın takımını son haftaların Galatasaray’a ilaç oyunuyla sahaya sürdüğünü söyleyebilriz. Savunmaya değil orta sahaya baskı, kapılan topları iki savunma kanadının arkasına gönderme. Ancak Engin’in fizik olarak dökülmesinin de yardımıyla bunu belli oranda yapabilmelerine rağmen fizik ve yetenek olarak zayıf kaldılar. Terim’in ikinci yarıda orta sahayı çoğaltma hamlesi takdire şayan. Engin’i sahada tutarak ona verdiği şans da. Orta sahada çoğalınca hem akın sürekliliği hem savunma açıkları... Sorunlar çözüldü. Ama final Melo’dan geldi işte. Efsaneler de böyle ortaya çıkıyor. Hiç yokken...
‘’Aynı oyun‘’
Bu kadar çalkantının ve kötümserliğin (ben de buna dahilim) içinde dün akşam oynanan soğukkanlı oyun bu maceranın da zirvesiydi. Özellikle de ilk yarıda. Savunmayı göbekten delmeyi iyi bilen bir rakibe karşı 20. dakikadaki verkaç dışında hiç açık vermedi sarı-lacivertli ekip. Oyunu harika soğuttular. Kendi standartlarının çok üzerinde bir hızlı akın sıklığı, kalabalığı ve etkinliğine de ulaştılar.
Marsilya mükemmel bir iç saha takımı değil. Ligde iç saha sıralamasında 10. sıradalar. Daha çok deplasmanda işliyorlar. Zaten ligde en çok puanı toplayan 3 takımdan biri onlar. Ancak ne olursa olsun bu kadar zayıf bir ilk yarı performansı Valbuena’nın olmayışına rağmen Fenerbahçe’nin büyük başarısı.
İkinci yarıya Marsilya iyi bir refleks göstererek başladı. Önde bastılar. Oyun ritmini yükseltmeye çalıştılar.
Fenerbahçe’nin 2. yarı performansı ise karışık. Başta akın sürekliliğine maruz kalmadılar. Oyunu soğutmaya çalıştılar. Ancak rakibin bu oyunundan yararlanamadılar. Aynı ilk maçtaki gibi. Sebep aynıydı. Orta sahadaki oyuncu yapısı. Ve hücumcuların son 20 dakikada hiç top tutamayışı. Gittikçe artan bir baskıyla işlerini zorlaştırdılar.
Tıpkı ilk maçta olduğu gibi.
Bu çerçevede Kocaman’ı eleştirebiliriz. Haklı da oluruz. Ancak... Mesela Semih de bu Cristian’ı kesemiyorsa en azından bir 20 dakika çalamıyorsa sorunu biraz da başka yerlerde aramalı.
Son olarak: Bekir o kadar olağanüstü bir gol attı ki olağanüstü oyununu gölgede bırakacak. Ve hakem sahanın en iyisiydi.
‘’Heyecan serüveni‘’
Kağıt üstünde Cleverley, Powell, Welbeck, Hernandez dörtlüsüyle Galatasaray savunmasını yorma planıyla sahaya çıkan Manchester United; Melo-Selçuk İnan ikilisi için hafif kaldı.
Melo’nun bu seneki en güçlü, en konsantre oyununu sergilemesi sadece Powell’ın o pozisyondaki yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Brezilyalı’nın artık kredisinin bitmekte olduğunu anlaması da herhalde kendisine gelmesini sağladı. Bu durum Karabük maçındaki kalabalık baskınların gerçekleşmesini engelledi. Sahadaki herkesten farklı bir atletik ve teknik seviyede olan Welbeck’in şahsi performansı üstünden Galatasaray savunmasını yoramadılar. Hamit ve Amrabat’ın bir sonraki hamleyi hesaplamayan, bir plana bağlı olmayan ama inatçı ve ısrarlı oyunları karşısında güçsüz kaldılar. Galatasaray belki oyunu domine etmedi ama Welbeck dışında zorlanmadı da. Tüm bu tablo içinde eleştirebileceğim tek hamle Engin Baytar’ın sahaya sürülmesi olabilir. Ferguson; Ashley Young-Macheda hamlesi yapacakken, oyuna girdiğinin 30. saniyesinde yorulan Engin’i orta sahaya sürmek çok gereksiz bir riskti. Ancak Manchester bunu cezalandıracak kadar kaleye yaklaşsa da, oyunun merkezini ileri taşısa da o kaliteyi üretemedi.
Kötü başlayan serüven böylece son saniyeye kadar süren bir heyecana dönüştü. Bakalım Terim Şampiyonlar Ligi Grupları’ndan çıkan ilk Türk teknik direktör olma onuruna da erişebilecek mi?
‘’İşgüzarlık ve ötesi‘’
Fırat Aydınus’un cumartesi akşamı gösterdiği kırmızı karta bu açıdan bakmak gerekir. Yaptığı bir hata değildir. Yaptığı maalesef hakemlik adına daha büyük bir günahtır. Bu bir üşgüzarlıktır. Çünkü yanılmamıştır, yanlış görmemiş, yanlış duymamıştır. Yüzde yüz emin olmadığı bir konuda karar vermeye soyunmuştur. Bu yüzden de bunun adı hata değil, işgüzarlıktır.
Caner’in ya da Veysel’in ne dediği, bunun cezasının ne olacağı başka bir tartışmadır. Hakemin emin olmadığı bir konuda, ortada hiçbir tartışma, duraklama, dalaş, kavga, itiraz yokken elindeki en ağır silahı kullanması ise başka.
Bunun adı, hata, kötü niyetlilik, önyargılı olmak değildir. Sadece işgüzarlıktır. Ancak ne acayiptir ki, bu konu üzerine yapılan yayınlarda işgüzarlığın altını çizmek bir yana işgüzarlık yarışına girilmiştir. Gazetecelik adına Aydınus’un kapısına gitmek bir tercihtir. Çok riskli ve sonuçlarının ince elenip sık dokunması gereken bir tercih. Doğruluğunu yanlışlığını tartışmıyorum. Hukuki ve etik tartışmayı yapmayı bile manasız buluyorum. Öte yandan, muhabir arkadaşımızın bu girişiminden çıkan haber nedir? İşte manalı bir tartışma budur. Oraya gidip ne öğrendik? Bu röportaj girişiminden ne çıktı? Girişim aşamasında kalmış, haber çıkmamış bir röportaj niye yayınlanır? Meslektaşlarıma haksızlık etmek istemiyorum. O yüzden de cevabı merak ettiğimi söylemekle yetiniyorum. Çünkü ben bir şey anlamadım. Burada haber nerede?
Hakemleri seçen sistem
Hakem olmayı seçmek çok normal bir iş değil. Hele de bu topraklarda. Çoluk çocuk sahibi olan ya da olmak isteyenler için hiç kolay değil. Cesaret gerekir. Hatta hafif bir delilik belki. Bu sistem iyi işlemiyor Türkiye’de. Hayır! Hakemlerin performansları doğrultusunda vardığım bir karar değil bu... Bu, hakemlik sonrası kariyer performansları doğrultusunda verdiğim bir karar. Hiç kusura bakmasınlar. Ekrandaki hakem yorumcusu performansları hiç de ‘normal insan’ portresi çizmiyor. Cesaret ve normallik çok uzaklarda kalmış onlar için. İş çılgınlık sınırını geçmiş. Dolayısıyla hakem seçimleri sorunlu burada.
Kriz yönetimi
Yöneticilik, olanı değerlendirme ve gündemin peşine düşme işi değildir. Gündemi belirleme, algıyı yönetme, çıkacak krizi tahmin etme, her türlü olasılığa hazır olma işidir. Şimdi soruyorum: MHK’nın bir kriz el kitapçığı var mı? Bizzat tüm taraflarının yanlış olduğunu açıkladığı hayati bir karar için ne yapılacağına dair elde bir metot, bir kriz yönetim şeması söz konusu mu? Herkesin hatalı olduğunu bildiği, hakemi hakemliği bırakma noktasına getiren bir karar sonrasında çıkması kesin olan yangını nasıl söndürecek MHK? Bunu biliyor mu? Bu tip bir durumda TFF/MHK gündemi izlemez. Gündemi yönetir ve belirler. Önden, erken davranır. Ve konu dünya çapında bir hakemiyse, onu korumaya çalışır. Cezalandırarak da olsa. TFF/MHK hemen akşamı tüm detaylar ortaya çıktıktan sonra medya nasıl Caner ve Veysel’e ulaştıysa, onlardan önce davranmalı konuyu açıklığa kavuşturmalıydı. Aydınus tarafından açıklama ya da özür ne yapmak gerekiyorsa hemen yapılsaydı. Yöneticilik bir koltuk sahibi olmak değildir. Oradan yönetebilmektir. Bu krizde mağdur olan Fenerbahçe dahi doğru adımlar atıp Aydınus’u korurken TFF/MHK sadece izliyor. İş, yangını çıkartmamaktır, söndüreceğim diye üztüne benzin atmak değil.
Yabancı düşmanlığı
Mesut Bakkal cuma akşamı bu ülkede son yıllarda oynanmış en iyi baskın oyunlarından birini sergiledi. Dortmundvari bir çoğalma ve akın süratiyle üst düzey futbolun en iyi örneklerinden bir oynandı sahada. Bakkal, teknik direktörlüğe başladığı dönemlere geri dönmüş gibiydi. Büyük bir umut olarak başlayıp sonra sıradanlaşmaya başlayan performansına dur dedi. Türk antrenörlüğü adına sezonun belki de en büyük sürpriziydi sahada gördüğüm. Keyif verdi. Ancak tabii insana bravo dedirtmiyorlar. Zorluyorlar. Maç zonu yaptığı ‘Yabancı hocaların yaptığını biz temizliyoruz’ açıklamasından bahsim. Eğer gerçekten enkazsa, ortada onu bırakan adamın adı var: Skibbe... Neden bunu söylemiyor. Mourinho da yabancı Wenger de... Sorun onlar değil. Sorun Skibbe’yse adını vermek bir cesarettir. Ama yabancı demek, hayır. Bu düpedüz ayrımcılıktır. Düpedüz ayıptır. Skibbe silah zoruyla gelmedi. Getiren, Bakkal’ı da getiren yönetim. Sorun varsa, sorun bu seçimi yapan. Böyle şahane bir futbol göterisi yapan hocadan insan daha başka cümleler duymak istiyor. Bu ayrımcılığı değil.
‘’Sow şov‘’
Dün yaptığı sayı röveşata değil, vole değil, bildiğimiz terimlerin hiçbiriyle açıklayamayız. Bir balet inceliği, bir avcı takibi sergiledi. Fenerbahçe orta sahasını rahatlatan, rakip savunmayı da tedirgin eden ilginç bir oyuncu. Lille’de sürekli takip ederdim, ancak bu yüzdeyle ve bu belirleyicilikle oynadığını hatırlamıyorum.
Maçın şeklini her iki taraf açısından da stratejisini değiştiren hiç kuşkusuz Fener’in kırmızı kart görmesiydi. Herhalde küfür etti. Ama kime? Etrafında kimse yok. Kavga ettiği kimse yok. Herhalde bir isyan, canı yanma halinde ağzından çıkan kelimeler oyundan atılmasına yol açtı. Fırat Aydınus’un bu ilginç kararı, Ersun Yanal’ın ekibini daha fazla etkiledi. Golü bulana kadar önde oynamaya çalıştılar. Ancak penaltı dışında rakibi açamadılar. Penaltı için söylenecek söz ise Hasan Ali’ye olmalı. Rakip nereye gidiyor, ne gibi bir tehlike yaratabilir, o hamleye ne gerek var. Fırat Aydınus’u eleştirmeden Hasan Ali’ye sormalı.
İkinci yarıda Ersun Yanal ilginç bir kararla risk de alarak hızlı bir oyunla Fenerbahçe kalesine gitmek istedi. Maçı bir an önce bitirmeyi arzuluyor olmalıydı. Net pozisyonlar da buldu. Ancak ne olursa olsun, geniş alanda oynanan bir Rus ruletine Eskişehir açısından gerek yoktu. Fenerbahçe’nin 4-2-3, Eskişehir kadar olmasa da, pozisyonlar yakalayacak geniş alanları bulmasını sağladı. Futbolda temel kuraldır. Alan oyunu oynanan maçlarda önemli olan, kaç kişi olduğunuz değil, ne kadar boş alan bulduğunuzdur. Eskişehir bu alanları, Fenerbahçe’ye verdi. Yani şöyle özetleyebiliriz; Yanal rakip eksik kalınca maçı kazanmayı değil, tarihi bir galibiyeti hedeflediği için beraberlikle yetinmek zorunda kaldı.
‘’LuaLua ve perişanlık‘’
LuaLua’nın 10 yıl önce İngiltere Ligi’nde geçirdiği o parlak dönemde dahi bir maça bu kadar büyük bir imza attığını hatırlamıyorum.
Topa hakimiyeti, tempoyu idare edişi, ara pas etkinliği, driplingi, asla yere yıkılmayışıyla, her şeyiyle olağanüstüydü. 4-2-3-1, eğer böyle bir santrfor arkanız varsa ideal bir oyundur.
Mesut Bakkal’ın LuaLua üzerine kurduğu baskın oyunu övgüyü hak ediyor. Bir Borussia Dortmund selamlaması, Jurgen Kloop’a bir saygı gösterisiydi. LuaLua 60 dakika bu oyunun uluslararası seviyede lideri oldu.
İlk 60 dakika Galatasaray bu oyuna hiç cevap veremedi. Çünkü bu tip bir baskın oyununu sürekli yan pas yaparak geçmeye çalıştılar. Buna hayır diyen Hamit’ti. Golde olduğu gibi araya, ayarlı düzgün paslar attı. Sonuca dönük direkt bir oyun oynamaya çalıştı ama yardımcı bulamadı. Karabük’ün katı disiplinli 8’li bloğunu çok ağır paslaşmalarla geçemediler.
Emre’nin bir adım sonrayı planlamayan oyunu, Melo’nun LuaLua şoku vs. dururken Hamit çıkınca Galatasaray oyuna hiç giremedi.
Terim’in bu yılki planı sahada görünüyor. Ama transferleri ona ihanet ediyor. Amrabat, Melo, Engin, Cris, Dany, bu ücretin oyununu oynamıyor, ilerlemiyor geriliyorlar. Terim buna seyirci kalmamalı.
‘’Çok daha iyi ama‘’
İzmir, Ankara, Adana... Neresiyse! Bu maçların hakkını verecek bir şehir bulunmalı milli takıma...
Danimarka maçı takımın boyunu kısa tutamama sorunu dışında en iyi maçlarımızdan biriydi.
Tabii takımın boyu uzun olan bir oyun ne kadar iyi futbola müsaade ederse!
Abdullah Avcı’nın takımının temel sorunu başından bu yana hep stratejide.
Yani oyun merkezi nerede olacak?
Takımı geriye çektiği maçlarda pivot santrfor bulamayışı dışında çok sorun yaşamasa da denge oyunlarında ya da önde oynamaya çalışıldığında temel bir sorun ortaya çıkıyor.
Orta sahada pasa yatkın oyuncular olsa da fazla top kaybı savunma hattını tedirgenleştiriyor. Dolayısıyla bir süre sonra savunma kendisini riske atmak istemiyor ve geri çekiliyorlar. Bunun doğal sonucu olarak da top kayıplarında hemen basmak mümkün olmuyor ve tüm takım geri koşmak zorunda kalıyor. 1-2-3 derken birileri koşmaktan vazgeçiyor ve boy uzuyor.
İleride pivot özellikli bir oyuncu olmadığı için topu atıp çıkmak da zor olduğundan sahip olunan teknik kapasite kullanılamıyor ve sürekli boşa koşan bir takım olunuyor.
Bu sadece Avcı kaynaklı bir sorun değil. Ülkenin sorunu. Kökten çözümünü hemen bulmak zor. Geçici çözümler ise mümkün.
Orta sahası daha çok topu tutabilen oyunculardan kurulu, hücum hattı ise mutlak pivot santrforlu bir takımla devam etmek lazım yola. Yani Topal-Selçuk-Nuri/Emre üçlüsünün sahada olduğu bir oyun. Hücumda ise pivot özellikli Necati/Nobre (Semih maalesef resimde yok) ikilisinden biri mutlaka her şartta en azından kadroda olmalı. Arda’nın marifetlerini ancak böyle görürüz.
Not: Onur, Bekir ve Mevlüt’e tebrikler. Dün farklı olan onlardı.









































