‘’Rolex de Souza‘’
İki takım Çanakkale Şehitleri’ni hatırlatan duygusal ve anlamlı bir pankartla çıktılar sahaya: “Emanetiniz Şerefimizdir!” Kimbilir yaşayan efsane Lefter, o pankartı tutan çubuklu formalı çocuklara bakarken iç geçirip, kendisi ve arkadaşları adına da pay çıkarmış mıdır? Ya Manisa’daki olaylardan ders çıkaran var mıdır?Fenerbahçe açısından, en azından Konya deplasmanında canı hayli sıkılmış rakibini şampiyonluk yolunda ekarte edeceği bir maç. Ancak bir kez daha ‘isteyen’ değil ‘bekleyen’ kramponlar göze çarpıyor ilk yarıda... Sanki hafiften kaderciliğe, çok az da kederciliğe peşinen teslim olmuş, ürküten değil ürken ayaklar. Rakipleri korkacağına, kendileri sinmişler üzerlerindeki formanın haşmetinden. Rakip sahaya ‘mütecaviz’ ani bindirmeler yapmamak ve ‘mesken dokunulmazlığı’na mutlak riayet üzerine tek taraflı bir protokol imzalamışlar gibi. Olabildiğince kibar ve kırılgan, daha çok karşılamaya programlanmış utangaç ve çekingen bir takım. Appi, Önder ve hatta Albay Aurelio futbolu unutmuş gibiydi. Henüz 24. saniyede mutlak bir golden Serdar ‘Cool’Bilge’nin aşil tendonuyla kurtulan Fenerbahçe, ‘misafir’ psikolojisinden sıyrıldığında dakikalar 35’i gösteriyordu. İlk tehlikeli atak ‘eldivenli Batman’dan geldi. İkinci yarıda pankartın içeriğini Fenerbahçe tarihine ve tarihi değerlerine uyarlayarak çıktı sahaya Fenerbahçeli futbolcular. ‘Batman Kejo’ artık yalnız adam değildi. Deniz Barış kendi taraftarının ıslık ve homurtularından kurtulunca ‘Vieria’ kimliğine bürünmüştü.3-0’dan sonra uzun zamandır gülmeyi de güldürmeyi de unutmuşlardı. 3-0’dan sonra çocuklar gibi şen ve şakrak görüntüler yansıttılar etraflarına.Bir parantez de Texas adıyla tanınan Bursaspor taraftarına... Maç boyunca inanılmaz bir destek verip, ortalığı festival alanına çevirdikleri gibi, ‘Ombudsman’ Rolex de Souza’nın attığı mükemmel gol sonrasındaki alkışları, ayağa kalkıp şapka çıkarmayı gerektirecek bir centilmenlik gösterisiydi.
‘’Dersimiz Fenerbahçelilik‘’
Bu kalın sopalar, hınçtan sıkılmış yumruklar, bu ihtimal muştalar, ihtimalin biraz da tüy kaldırıcısı olan bıçaklar, plato olarak seçilen Dereağzı idman sahası ve tedavi (!) için hedeflenen Fenerbahçe futbolcularının vücutlarındaki çeşitli bölgeler...Fotoğraflarınıza baktım, uzun uzun... Üstten baktım, yandan baktım, alttan baktım. Yaş 15, 16, 17, bilemedin 18...Gazeteler kimlik teşhisi de yapmışlar. Resimaltı olarak özetlemişler, bu hiç de medeni bir hal arzetmeyen eyleminizi...“Fenerbahçeli taraftarlar Fenerbahçe idmanını basıp, futbolcuları dövdüler” diye yazmışlar.Fotoğraflar anlatıyor ki, nüfus kağıdı yaşınız yanında Fenerbahçeli olma yaşınız 5, 6, 7 bilemedin 8...Kim yaptı sizi Fenerbahçeli? Sizi Fenerbahçe’ye tutkun kılan abileriniz, babalarınız, anneleriniz, akrabalarınız veya mahalleli büyükleriniz, Türkiye’de 80 yıldan fazla bir zamandır artık yıkılması mümkün olmayan bir kurum haline gelen Fenerbahçeliliğin prensiplerinden, erdemlerinden hiç söz etmedi mi?Çocuklar...Fenerbahçelilik büyük bir sevgidir, saygıdır. Fenerbahçelilik o kadar büyük bir sevgidir ki, her gün artan duygu birikimleri ile anıtlaşıp bugünlerin yıkılmazlık deyiminin yüceltmelerine oturmuştur.Fenerbahçelilik öyle büyük bir saygıdır ki, ona tutulanlar, onu bir hayat biçimi olarak kabul edenler, Fenerbahçeliliğin rencide olmasına, onun hırpalanmasına, hor görülmesine, en ufak boyun bükmesine asla tahammül etmezler.Çocuklar...Fenerbahçe, futbol tarihinde sizin çok yakışıksız ve de haksız şekilde protesto ettiğiniz durumlara dönem dönem düşmekten kendini kurtaramadı. Büyük depremler, endişe verici bunalımlar, aydınlığı gelmeyecek sanılan büyük karanlıklar yaşadı Fenerbahçe...İşte Fenerbahçe böyle durumlara düştüğünde, en büyük kahrı, en onarılmaz acıları çeken Fenerbahçeli taraftar oldu.Ne yaptı Fenerbahçeli taraftar o günlerde? Fenerbahçe’yi her uyandığı sabahlarda daha çok sevdi. Fenerbahçeli futbolcuya daha çok inandı, onun bunalımından çıkması için her türlü desteği verdi, kendi gözyaşlarını sakladı. Fenerbahçeli futbolcuya kendi kahkahasını sundu.Fenerbahçe’nin en göz kamaştırıcı şampiyonluklarında, Fenerbahçe’nin Türkiye’yi ayağa kaldıran zaferlerinde futbolcuların olduğu kadar, Fenerbahçeliliği en büyük inanç, en yüce değer, en kesintisiz sevgi olarak kabul etmiş, o ayrıcalıklı taraftarın rolü inkârsız bir düzeydedir.O sıkılı yumruklarınızı gevşetiniz çocuklar, kin tekrar Fenerbahçeli ele dönsün. O kalın sopaları bir daha kullanmamak üzere kış sobalarının ateşine veriniz. O elinizde olduğu söylenen muştaları, o bileklerinizden aşağıda sarktığı iddia edilen sivri bıçakları, bir çocukluk kabahati, bir toyluk dengesizliği olarak kabul edip, bir daha kullanmamak üzere hayatınızın aksesuar gardırobundan çıkarınız.Dereağzı’na koşunuz. Herkesi kucaklayınız, öpünüz, özür dileyiniz. Ebedi bir barış için onlara söz veriniz, yemin ediniz.Hem size şimdiye kadar eksik öğretilmiş, yanlış öğretilmiş Fenerbahçeliliği doğru olanla değiştirme imkânını bulacaksınız çocuklar...İslam ÇUPİ (01 Kasım 1996-Milliyet)
‘’Eksik bir şey!‘’
Fenerbahçe camiası mutsuzluktan ve acıdan beslenme alışkanlığından bir türlü vazgeçemedi. Hiçbir başarının keyfini sürmeyi, hiçbir başarısızlıktan ders çıkarmayı öğrenemedi. Mutluluklarından bile mutsuzluklar üretmeyi her zaman başardı.Tarihi tereddütler, tekerrürlerle ve yakınmalarla geçti. Fasit ve bir o kadar da basit bir lanet çemberinin içinde, kendi kendini tekrarlayan arızalar zinciri hiçbir zaman tam olarak kırılamadı. Kendimi bildim bileli bu takımda hep ‘bir şey eksik’tir. Grupçusu, rantçısı, haini, seveni ve fedakarı her zaman fazla, istikrarı ve huzuru hep az olmuştur.Daum takımı şampiyon yapar “Beşiktaş hediye etmiştir”, ertesi yıl bir daha şampiyon olur o zaman da “Derbi mi kazanmıştır?”, ertesi yıl yine şampiyonluğa doğru gider “Futbol mu oynuyoruzdur, bu takımı ben bile şampiyon yaparımdır, hem Türkiye ligi nedirdir?”Taraftar ve camianın burun kıvırdığı, küçümsediği hatta neredeyse şımarık söylemlerle aşağıladığı şampiyonluk son maçta kaçınca, bu kez de nedense ‘travma’ hali başlar. Anlaşılır ve anlatılır gibi olmayan hastalıklı bir halet-i ruhiye.28 yıl sonra 2 kez üst üste şampiyonluk getiren, herkesin bildiği malum nedenlerden dolayı 3. yılını rekor puanla son maçta kaybeden, iki kez kupa finali oynatan bir teknik adam bile bu camiayı mutlu edemedi. Hep iğreti durdu ve kaçar gibi gitti. Fenerbahçe kendi futbolcusunu, kendi teknik direktörünü değersizleştirmeyi hep başardı. Asırlık mazi bu kaygan zeminde patinaj çeken, yok edilen kramponların çöplüğü gibi. Hemen her sezon hatta şampiyon olduğu zaman bile kadro dağıtıp, kaynaklarını hoyrat bir savurganlıkla heba etti. Bir yandan da en olmadık adamlara en olmadık sıfat ve payeleri bol keseden dağıtıp kutsarken, değerlerini değersizleştirip, değersizleri değerlendirdi. Komşunun tavuğu hep ‘kaz’dı ama kendi ‘kaz’ı sığırcık yavrusu kadar olamadı bu camiada.Bir türlü herkesin gönlüne göre bir takım kurulamadı. Hoca, futbolcu, yönetim bulunamadı. Mücadele varsa futbol eksik, futbol varsa mücadele, ikisi birden varsa sonuç, sonuç varsa diğerleri eksikti. Tribünlerdeki iç kanama ve sahaya yansıyan ‘bıçak sırtı’ infaz havası altında futbol oynayabilmek hangi babayiğit soğukkanlılığın harcıdır? O halde ‘trençkotlu yönetici’ Yugoslav kaleciyi dövmek için kovaladığında, Rıdvan’ların idman sahası bıçaklar, muştalar ve sopalarla basıldığında, Rüştü’ler dövüldüğünde bu takımın, bırakın Avrupa’yı ‘kıtalar hatta galaksiler arası’ şampiyon olması gerekmez miydi?Çok radikal bir hamle ve uzun vadeli planlamayla , kendi camiasını, kendi taraftarını hatta kendi yöneticilerinin yanlışlarını da yenebilecek bir takım kurulmadıkça, insanı bezdiren kısır döngü sürer gider. Bir şeyler de ebediyen ‘eksik kalmaya’ devam eder.
‘’Seyir defteri!‘’
Hollanda ve Antalya gazisi Fenerbahçe, taraftarlarına Başkent’te de hayalkırıklığı yaşatmanın baskısı altındaydı.Zico, takım kadrosundaki ezberi bozmuş, Kupa geleneğini muhafaza etmişti. Kadroda aslar yoktu. Solakların Sambacı olanı evinde, yerlisi de yedek kulübesinde ‘seyir hali’ndeydi. Ezeli rakibin Erciyes maçında yaşadığı şok, tedirginliği daha da artırmış, tahammülü olanaksız bir duruma getirmişti olası elenme durumunu.Daha 5. dakikada Çakır Mehmet’in kale direğini yalayan vuruşu, Sarı-Lacivert yürekleri ağızlara getirmişti. Bundan hemen 6 dakika sonra ‘pilot’ santrfor Semih Wesson topu ceza sahasına yuvarladığında, ‘Mehmet’lerin yerli olanı, önce topu, sonra kendini kurtarıp, korkulara karşı, 1-0 öne geçirdi Fenerbahçe’yi. Sonrasında atan-karşılayan şeklinde bir orta saha mücadelesi başladı. Gençler oyunu hızlandırmak, Fenerbahçe buna direnip oyunu dinlendirmek isteğindeydi. Golü tesadüflere havale eden can sıkıcı bir ‘dan-dun’ senfonisi. Biri kazayla gol yiyip umutlandırmamak, diğeri de kaza golüyle havlu atmamak derdinde. Zaman zaman aksi gibi görünse de iki takım da hücum değil, savunma, hatta ‘adam daraltan savurma’ halindeydi.Uğur’un eski takımına karşı yaşadığı ‘uğursuzluk’ bu maçta da devam etti, bir ‘yetenek tutulması’ yaşadığı kesindi. Ayazı da, beyazı da olmayan bir zeminde, topun toprak sahadaymış gibi önlenemez sekmeleri de ayrı bir tuhaflıktı. Sarsaklıklara, sakatlıklara ve acemiliklere çanak tutan bir zemin.Sahadaki dört Mehmet’ten Nas olanının vuruşu Tuna yardımıyla gol olduğunda, Fenerbahçeliler ‘OHsayt’ bayrağıyla rahatladı. Zico, rakibin tehlikeli Nijeryalı’sını iptal etmek için ‘hayalet silah’ Deivid’in yerine, Ganalı Appi’yi oyuna soktu ve istediğini aldı.
‘’Akıl tutulması‘’
Bir hafta arayla mutluluktan havalara uçup, daha sonra üzüntüden dünyadan kopabilen bir hal, yeryüzünde herhalde sadece bu kulübe mahsus. Yüz yıldır camianın genlerine işleyen ve onu korunaksız bırakan bu duygusal ve kırılgan yapı, toplu bir şizofreniye doğru gidiyor. Kendimi bildim bileli bu takım, kendine uygun iyi bir hoca, iyi bir futbolcu bulamaz, asla iyi takım olamaz. Farklı kazansa bile iyi oynamamıştır, iyi oynadığında ise yenilmiştir. Sürekli bir şeyler eksiktir. Şampiyon olur, “İyi futbol oynamadı” ya da “Derbi maç kazanamadı” diye mutsuzdur taraftar. İyi futbol oynar ama zirveden kopar, bu kez de “Sonuç önemli ağabey, sonuç” diye feryatlar duyulur. Hocaları ya köylü, ya stajyer, ya mutsuz, ya ruhsuz, ya donuktur. Anında kelleler istenir, darağaçları kurulur, infazlar ve linçler başlar.Başka takımlardan ‘er’ olarak gelenler, bu takımda iki günde ‘general’ kesilir; kendisini ‘ali kıran, baş kesen’ ilan eder. Sahada kuzu, saha dışında aslan kesilir. İmajları futbollarının önüne geçer. Taraftarı takımın yerlerde süründüğü zamanlarda sahip çıkar, olmazı oldurur. İşler iyi giderken ‘eleştirmen’ kesilir, oluru olmazlaştırır. Manyetik bir duvar gibi önünde duran bu duygusal tuhaflıklar ve çelişkiler silsilesi ile hedef nasıl belirlenir, istikrar nasıl oluşur? Meltem rüzgârı bile kasırga etkisi yapar, şampiyonlukların bile keyfi sürülemez. Haini, rantiyesi ve tuhaflıkları bu kadar fazla bir Fenerbahçe, büyük yürüyüşe böyle devam edemez. Herkesin gönlüne göre takım ve hoca bulunamaz. Hedefi koyar, sistemini seçersin ve ona göre adamlar alıp yoluna devam edersin. Çatlak seslere kulaklarını tıkar, kıra döke ilerlersin.Kulüp bütçesinin 100 milyon dolarları aştığı ve endüstriyel futbolun hakim olduğu bir dünyada, duygusallık sadece ayak bağıdır. Profesyoneller işini en iyi şekilde yapmak, en üst derecede verim ortaya koymak zorundadır. Aksi durumda da amatör ‘ağabey-kardeş’ mantığı değil, profesyonel ‘ödül ve ceza’ sistemi devreye girer.Hakem faktörünü de, federasyon faktörünü de, ittifakları da, hainleri de, ıslıklayanları da, yuhlayanları da sahada yenmek ve dize getirmek zorunda bu formayı taşıyanlar.Fenerbahçe kendini yenemediği sürece kimseyi yenemez. Kendine yenilmediği sürece de kimseye yenilmez. Kimse yakınmasın, sadece kazandığının hakkını versin yeter!
‘’Havale‘’
Lugano ve Edu dışında bütün ayaklar, bildiğini de unutmuş. Yine o bildik, tanıdık hipnoz hali. Sadece kekeme bir şekilde gevelenen top. Futbolun ilkeleri ve ilkelleri çarpışıyor. Denizlispor maçı sanki Antalya’da tekrarlanıyor. Ya Zico meslektaşı Vural’ın Fenerbahçe istatistiğinden fena halde korkmuş ya da futbolcuların gönlü puan farkının açılmasına razı değil. Futbolcular her şeyi birbirlerine havale ederken, Fenerbahçeliler de sahada ve ekran başında ‘havale’ geçirip, ‘la havle’ çekmekle meşguldü. Sahada oynanan şey, mahalle futbolundan farksız. Antalyasporlular antrenman rahatlığında ter bile atmadan top çeviriyor, Fenerbahçeliler seyretmekle yetiniyor. Koca bir 45 dakikada Kejo’nun atamadığı tek pozisyon, 90 dakikada sadece 3 korner. Kanatsız uçmaya çalışan bir Kanarya. Sanki Hollanda’da 12 gol pozisyonuna giren takım bu değil. Hele hele Olcan’ın Ahmet Dursun’a durduk yerde yaptığı yüz kızartan hareket, tartışmasız kırmızı gerektirirdi. İkinci yarıda Aurelio, Deivid ve Semih de kurtarıcı olarak oyunda. Ancak anlaşıldı ki; bütün eksiklerine rağmen Tuncay’sız Fenerbahçe, cephanesiz silahtan farksız. ‘İtirafçı’ gibi dolaşanlara nazire için bile ‘itirazcı’ mutlaka sahada olmalı. Nitekim ikinci yarının hemen başında bağıra bağıra gelen Antalya golünde, kaleci Volkan, sabırları ve güveni sınar gibi yine ‘seyir’ halinde yakalandı. Bu gol bir silkinme ve kendine gelme haline yol açar umudunda olanlar yine yanıldı. Hani geçmişin Fenerbahçe’si olsa, aklıma yığınla komplo teorisi gelecek ama öyle bir durum da duyum da yok ortalarda. Şampiyonluğa oynayan bir takım ligin dibindeki takım kadar mücadele etmezse, dahası 2 Souza 1 Sauzo etmezse olacağı budur. Ezeli rakiplerinin bonkörlüğü bu takımı şampiyon yapmaya yetmez. Üstelik sırf ‘çubuklu’ giydiğin için ekstradan mücadele etmen gerektiğini hâlâ ama hâlâ anlayamamışsan, sana Allah bile yardım etmez. O zaman da camian ve taraftarın dışında herkese ‘umut’ dağıtmaya devam edersin.
‘’Hüzün gecesi‘’
Ancak en önemlisi, yüzlerinden başlayıp kramponlarına kadar yayılan o ‘inanç’ haliydi. Hollanda takımı da olabildiğince kontrollü oynamaya çalıştı. Onların sıkıntısı da Kejo, yani defalarca kere canlarını yakıp iliklerine kadar işleyen ‘eski tanıdık’ Batman’di.İlk çeyrekten sonra Sarı-Lacivertli ayaklarda gerginliğin getirdiği dağınıklıkların, umuda bir kurşun gibi işlememesi Fenerbahçe’nin şansıydı. Rakibin bütün futbolcuları bizim hasret kaldığımız bir güzelliği ortaya koyabiliyor, vücutlarını çok çok iyi kullanıyor, altyapı eğitiminin nasıl bir şey olduğunu anlatıyorlardı. ‘İtirazcı’ Tuncay topu söke söke alıp, Kejo’ya ‘müjdeli hücum’ emrini verdiğinde ‘fetih’ geliyorum dedi. ‘Sol ayaklı direnişçi’ Tümer, Kejo’nun verdiği topu aldı. Önce bir mühendis gibi ölçüp biçti, sonra bir seri katil soğukkanlılığıyla ‘sarı’ kramponlarıyla köşeye yolladı. Umuda yolculuk başlamıştı. İkinci çeyreğin sonunda, bir kez daha rakibin bağrına nişanlanmış bir güdümlü bir oka dönüşen ‘itirazcı’, biraz daha dikkatli kesebilse Batman Kejo, Kaptan Şota’nın Lale Diyarı Şatosu’nu düşürecekti. Hemen 5 dakika sonra yani 35’te solaklar yeniden sahnedeydi. Kejo bu kez topu Fenerbahçe’nin ‘küskün’ solağının önüne yuvarladığında, Alex kendisini yuhlayanları yuhlar gibi, bütün hırsını alır gibi acımasızca vurdu, hep kadife yumuşaklığında dokunduğu meşin yuvarlağa... Yüzündeki ifade, daha önce hiçbir fotoğraf karesine yansımamıştı.2-0’dan sonra AZ Alkmaar için ‘panik atak’ halleri başladı. Ay karanlıktı ve Batman tutulması yaşıyorlardı. Kolay değil bu sahada oynadıkları tam 27 Avrupa kupası maçında, hiç yenilgi yüzü görmemişlerdi. Şota’nın ‘çubuklu’ forma fobisiyle ilgili tüyosu işe yaramış görünüyordu. Allah bu takıma biraz da ‘hakem şansı’ verseydi. İkinci yarıya hızlı başladı rakip. Fetihi engellemek için uzaktan sağlı sollu bombardımana tutma, bütün cephaneleriyle yıldırma arayışına girdi. Kaleyi gördükleri her yerden vurmaya başladılar. Fenerbahçe’nin ribaunt top dalgınlığına sığındılar. Sarı-Lacivertli futbolcular ‘sükuneti’ abartıp, yine ‘hipnoz’ haline girdiler. Bu yaylım ateş 15 dakika boyunca sürdü. Ve 64’te göstere göstere gelen gol, sancılı süreci başlattı.67’de ‘itirazcı’ Tuncay ve 68’de önce Appi, sonra Edu kaleyi düşüremeyince, ‘kara haber’ korkusundan sıyrılan rakip yeniden inanç tazeleyip direnişe geçti. Ve Fenerbahçe, futbolun psikolojik harp yönünü hiç ama hiç bilmiyordu. Bitime 3 dakika kala Volkan kapattığı köşeden golü yediğinde, milyonların yüzü de omuzları da düştü. Bu kadar gol poziyonu bulduğun ve üstelik deplasmanda 2-0 öne geçtiğin maçtan elenerek dönme konusuna gelince; tek kelimeyle çok ama çok yazık oldu.
‘’Utanç gecesi olsun!‘’
AZ Alkmaar deplasmanında...İlk maçta alınan skorun ardından, Sarı-Lacivertliler’in artık kaybedecekleri hiçbir şeyleri yok. Çünkü 3-3’ün altındaki bütün beraberlikler Hollandalılar’a yarıyor. Bu nedenle tek hedef galibiyet...Ancak bu öyle ‘haydi çocuklar’ gazlarıyla, ‘hücum emri’ hamasetleriyle aşılabilecek bir eşik değil. Bunlar tam tersi bir etki yaratıp, skor hezimetine bile yol açabilecek, abuk bir mantıktır. Turun yolu, futbolun basit ve tartışılmaz doğrularını olabildiğince dikkatli uygulamaktan geçiyor. Avrupa’da oynuyorsan ve hele hele deplasmanda isen, önce gol yemeyeceksin. Saha içinde hamleli, mücadeleci ve ciddi bir yardımlaşma içinde olacaksın. Sabırlı ve sakin olup, ‘o an’ı kollayacak ve bitirici hamleyi yapacaksın. Yani ne istediğini bilip, o plana sadık kalarak, üst düzey motivasyonla gücünü efektif kullanacaksın. Fenerbahçe’nin olmadık zamanlarda ortaya çıkan oyun içi dalgınlık, hamle tereddütleri ve basit yerine karmaşığı tercih etme sakatlığı, umalım bu maçta nüksetmesin. Çünkü küçük bir hatanın telafisi mümkün olmayabilir. Hatta hem gereğinden çok daha fazla yorulur ve yıpranırsın, hem de hüsranla dönersin. Fenerbahçe kadrosundaki bireysel yetenekler bakımından AZ Alkmaar’dan daha üstün bir ekip. Ancak Az Alkmaar da bütün Hollanda takımlarında olduğu gibi ayağa top yapan, hızlı ve basit oynayan, takım ruhunu hep ön planda tutan bir ekip. Bir yığın abuk-subuk tartışma ve polemiklerin arasında ve hatta bazen kendi taraftarlarına rağmen, zar zor da olsa kritik bir eşiğe gelindi. Tur artık bu çocukların yüreklerinde, becerilerinde ve hatta kramponlarının ucunda. Aurelio yok, ama bu kez Lugano, Önder ve Kejo da sahada olacak. Appi titreyip kendine döner, Tuncay da ‘şanslı’ gününde olursa ortalık bayram olur.Ve eğer o 90 dakikanın sonunda tur gelirse, bu çocukları ıslıklayanlar, hangi yüzle ve nasıl sevinecek çok merak ediyorum. Hani o tribünlerdeki ‘ruh’ güzelliğinden rahatsız olup, ‘yuh’ çirkinliğini yeniden hortlatanlar ve onlara eşlik edenleri kastediyorum. Umarım onların utanç gecesi olur.