‘’Bıçak sırtı‘’
Uzun yıllar sonra yine, yeni, yeniden bir ‘eski Fenerbahçe’ klasiği... Daha 10. haftada konuşulan konu şu; ya tamam, ya devam. Galatasaray arada bir yalpalasa da moralli ve istim üstünde, Fenerbahçe ise bıçak sırtında. Sürat köprüsünden, bir yılda tepetaklak Sır’at köprüsüne... Bu tuhaf cendereyi de bütün unsurlarının elbirliğiyle kendileri yarattılar.
Sarı-Kırmızılılar uzun yıllar sonra ilk kez açık şekilde favori, hem de Kadıköy’de. Derbi maçların favorisi olmaz dense de durum aynen böyle. Psikolojik üstünlüğü kalmayan Sarı-Lacivertliler’in en güçlü motivasyonu ise galibiyete daha çok ihtiyacı olan taraf olması...
Fenerbahçe açısından en kritik soru Alex’in oynayıp oynamayacağı. Fenerbahçe, rakibin topyekün, ama şuursuz baskı ve baskınları karşısında paniklemeye ve hata yapmaya çok müsait. Paradoks gibi görünecek, ama Galatasaray’ın en güçlü olduğu anlar da bunlar, en zayıf olduğu anlar da... Bütün mesele bu sırada ayağa uzun ve düzgün top çıkarabilmekte...
Galatasaray açısından bakıldığında Kewell muamma. Ancak Baros ve Arda, Fenerbahçe’nin dengesini bozabilecek oyuncular. Lincoln de ister formda olsun ister dibe vursun her zaman tehlikeli bir futbolcu.
İki takımın Avrupa maçı oynamış olmaları, zirveden uzağa düşme stresi derbinin temposunu da ister istemez doğrudan etkileyecek. Şu anda daha kırılgan zeminde duran taraf, ağır özgüven kaybı yaşayan takım Fenerbahçe’dir. Saracoğlu tribünlerindeki olumsuz, gergin, sabırsız ve bezgin havaya, bir de fırsat kollayanları ekleyin, ibrenin yönü kendiliğinden ortaya çıkar.
Fenerbahçe yenerse, Galatasaray’ı da aşağıya çekecek ve 1 puan gerisinde ensesine yapışacak. Tersi olursa kendisi iyice karanlığa demir atacak. Çünkü ezeli rakip karşısında uzun yıllar sonra kendi evinde alabileceği olası bir mağlubiyet, 3 puandan çok daha fazla kayıp ve hasar demek.
Ligin en başarısız takımlarıyla kendi sahalarında karşılaşacak olan Trabzonspor ve Beşiktaş ise en keyifli hafta sonunu yaşayacak gibi görünüyorlar. Derbiden çıkacak beraberlik ya da evsahibinin galibiyeti ikisinin de keyfini katmerleyecek. Yani çok büyük olasılıkla 3’er puandan fazlasını kazanacaklar.
Kadıköy’de parametreleri, konjonktürü ve psikolojisi itibariyle çok kritik bir derbi oynanacak. İki takım, sadece birbirlerini değil, kendilerini de yenmek için kapışacak. Galatasaraylılar uzun yıllar sonra ilk kez bu kadar umutlu ve sakin, Fenerbahçeliler ilk kez bu kadar temkinli ve tedirgin.
Sonuç ne olursa olsun, futbolun üzerine şaibe, utanç, çirkeflik ve vahşetin çirkin gölgesi düşmesin yeter!
‘’Umuda kurşun işlemez‘’
Böyle bir maçtı Fenerbahçe için... Bırakın üst kimlikle üst tura çıkmayı, UEFA tesellisi bile bu maça bağlıydı. Alex yok, Kazım vardı ama umuda kurşun işlemezdi.
Ne de olsa son iki maçında 6 gol yemiş eksik ve sorunlu bir Arsenal vardı karşısında...
Daha ilk 5 dakikada PAF yaşındaki çocukların başdöndüren, izleyenleri bile hipnoza sokan pas trafiği vardı İngilizler’in. Topun oyun çizgisini terk etmesine bile isyanları vardı ki: bu enerji Çelik Bilek’in bile kimyasını bozardı.
‘Bizim çocuklar’ halı saha maçlarında bile rastlanmayacak basitlikte ‘feyk’ yiyen, seyreden, hamle, hız ve zamanlama yoksunu/yoksulu bir çaresizlik içindeydi. Elâlem topla tüfekle taarruza kalkışıyor, sen cılız maytaplarla püskürtmeye çalışıyorsun. Üstelik adamların top kazanmak için çaba sarfetmeye ihtiyacı da yok hani. İkram edilen topu alan zıpkın, fişek ve matkap kesiliyor. Kontrol noktaları terk edilmiş, ne ‘dur’ çeken var, ne kimlik soran, ne de itiraz eden.
İki isabetli top yapabilsen rakibin boşluğunu alıp, oyunu sakinleştireceksin ama, bir gidebilsen! Volkan gününde olmasa, direk yardım etmese ne olurdu bilmem. İlk yarıda verdiğin pozisyon 6, karşı pozisyon yazıyla sıfır!
İkinci yarı daha derli toplu oynayıp, Plevne savunması yapınca hedeflediğini aldı. Tahmin ayağıyla hezimet temenni edenlerin kursağı da tıkandı. Her şeye rağmen, ‘ya hep ya hiç’ mantığında iki final maçı daha var artık Fenerbahçe’nin... Üstelik ilki de Lugano ve Selçuksuz! Zor mu zor! Ama futbolda imkânsız imkânsızdır!
‘’Neşter kesiği!‘’
Futbolu futbolsuz bırakan siyasetin futbolu ile futbolun siyasetinden... Tribünlerdeki satırlı, bıçaklı, silahlı, küfürlü kıyametli rant kavgalarından...
Federasyon ve kulüp seçimlerine doğrudan müdahil olan ‘organize’ işlerden...
Şike konuşmalarına, sahte vizelere adı karışan futbolculardan, yöneticilerden, hakemlerden...
Çete liderlerinin yamacında yancı ve yamak yaftasıyla gururla gezinirken menajerliğe devşirilenlerden...
Kâbesini ve kıblesini kulüp yöneticileri veya muhaliflerinin bonkörlüğüne endeksleyen, ihale usulü tavır koyan profesyonel taraftarlardan...
Bütün bunları bildikleri halde ‘sus ortağı’ olup, yokmuş gibi davranan medya baronlarından...
Futbolcuların, teknik direktörlerin, yöneticilerin tarikat-siyaset-mafya ilişkilerinden...
Liyâkat değil de, rica-hatır-minnet-çıkar-dayatma eksenli atamalardan, tayinlerden...
Yaranma, yamanma esasına dayalı, mesafesini kaybetmiş vıcık-gıcık, yavşak-gevşek, yanaşık-yalaşık gazeteci-yönetici dedikodularından ve konuşmalarından...
Bu deformasyonu, mesleki sorun haline getirmek yerine, kenarından kıyısından dolaşmayı tercih eden bizim gibi riyâkarlardan...
Futbolun, kulüplerin ve federasyonun içinde cirit atan, ahlâk öğretmeni maskeli, simsar karakterli negatif figürlerden...
Taraftarlığını kazanmak, illa ve her şartta kazanmak, bu uğurda her yolu mübah görmek ilkelerine oturtan, futbolcu dövmeye, yönetici tartaklamaya, rakip taraftara düşman muamelesi yapmaya her an hazır tehditkâr tribünlerden...
Başarıyı ve başarısızlığı, sevgiyi ve nefreti rakiplerinin durumu üzerinden tarif eden zavallılıktan...
Bütün gazetecilere ‘satın alınabilir’, ‘kiralanabilir’ gözüyle bakan üç kuruşluk pespaye zihniyetten, bu fikrin oluşmasına hizmet edenlerden...
Cipli, villalı, silahlı, infazlı, şatafatlı, indirmeli-bindirmeli, sahte kimlikli, bedava biletli amigo-reis esaretinden ve bunların tuhaf cesaretinden...
Yalanlardan, dolanlardan, şiddetten, hiddetten, kandan, kavgadan, küfürden kıyametten, saha dışından, masa başından, etkisiz yetkililerden, kanunları işletmeyenlerden...
BIKMADINIZ MI?
‘’Gına gecesi‘’
Bir maçta olabilecek ve olmaması gereken her şey hepsi bir aradaydı. Hani bir dönemin ucuz sinemalarının ‘5 film birden’ saçmalığı gibi...
Fenerbahçeli yöneticilerin son maçtaki şikayetinin hemen ardından, Kuddusi Müftüoğlu’nun bu maça atanmış olması da ince bir mesajdı sanki...
Sanki Eskişehirspor kariyerli ve pahalı yıldızlarıyla 14 kişi, Fenerbahçe de PAF devşirmeleri ile 8 kişi oynuyordu. İvesa’ya biraz da ağır bir şekilde çıkartılan kırmızı kart sonrası bile durum değişmedi. Fenerbahçe bin yıllık Youla’yı Ronaldinho zannetmiş anlaşılan. O’nu kovalarken Anderson’u rahatlattı.
Gollerin öncesi, esnası ve sonrası, Fenerbahçe’nin tuhaf ve kendinden kaçak halleri, asla ‘olmaması’ gerekenlerden. Oyunu koparabilecek fırsatları yakaladığı halde eksilmiş rakibine teslimiyet; olmaması gerekenlerden. Edu’nun ıskaları, Maldonado’nun adressiz topları, Eskişehirspor karşısındaki korkak ve sarsak haller olmaması gerekenlerden. Güiza, La Liga’dan getirdiği tacını iade etmesi gerekenlerden. 4 pası bir arada yapamayanlar, lisans bile verilmemesi gerekenlerden.
Bu hâl akla, takım ruhuna, rekabete, ciddiyete, aidiyete, mücadeleye, oyuna, iyi niyete eziyettir, formaya, yönetime, taraftara, rakibe, kendine, desteğe, futbola saygısızlık ve hakarettir. Arsenal ya da Galatasaray maçları bu acizliğin ve komedinin mazereti olamaz.
Fenerbahçe uzatmalarda golü bulsa, hatta farklı kazansa bile bu görüşüm milim değişmezdi. Karikatürist Can Barslan’ın deyimiyle, dün gece Sarı-Lacivertli taraftarlar için ‘gına gecesi’ydi. ‘Ne varsa sende var Alex’ istisna olmak kaydıyla!
‘’Âlem buysa Kıran kim?‘’
Sayın Tahir Kıran; sitenizden adresli sorular soruyorsunuz. En doğal hakkınızdır, sorarsınız, sorgularsınız. Sizi tanımam. Hakkınızda dava dosyasından tefrika okumuşluğum vardır da kimseden bir şey dinlemişliğim yoktur. Sonrasında da Haluk Bey’in en gözde asbaşkanı olarak kamuoyuna mâl oldunuz zaten. Fenerbahçe’yi yönetmeye talip biri olduğunuza göre, naçizane benim de size bazı sorularım olacak. İster cevaplayın, ister emniyetteki gibi ‘susma’ hakkınızı kullanın.
1- 4 Ekim 2004’te, Sedat Peker’e yönelik operasyonda, 41 kişiyle birlikte gözaltına alınıp, ‘çıkar amaçlı suç örgütü üyesi olmak’ suçlamasıyla yargılandınız, beraat ettiniz. Geçmiş olsun.
2- Avukatınız savcılıkta, “Kıran, 40 gemiden oluşan bir filonun bağlı olduğu şirketin yönetim kurulu başkanıdır” demişken, siz ise sorgunuzda, “26’sı şahsi, 9’u ortak olmak üzere 35 gemimiz var” beyanında bulunup, “Aylık geliriniz nedir?” sorusuna “5 bin YTL” cevabını verdiniz mi?
3- Üç okul gezdikten sonra ancak bir ortaokul diplomasına sahip olabildiğiniz doğru mu?
4- Rüştü’nün dövülmesi olayına adı karışan, sizin de “Fenerbahçe’yle göbek bağı yok, şekli şemali başka, değişik ve başka işleri kovalayan bir çocuk” diye tanımladığınız İbrahim Gümüştekin’in kulübe üyelik başvurusu evraklarında kefil olarak neden sizin imzanız var? Tribünlerde tanıdığınız ‘başka işler kovalayan başka çocuklar’ da var mı?
5- Kanal D konuyu ekrana taşıyıp Gümüştekin sizi aradığında O’na, “Bir şeyler kurcalıyorlar, Aziz Yıldırım’a geçirmeye uğraşıyorlar, bu arada bize geçiriyorlar. Deniz’le konuştum, Gürcan’la konuşup bana dönecek, biz bu haberin bir kontrasını yaptıralım Sabah’ta” dediniz mi?
6- Deniz Derinsu’nun sizi arayıp, “Dayı ne yapıyorsun, Vatan’ı gördün mü, İbrahim’in fotoğrafı çıkmış?” dediği; sizin de, “Evet, onunla uğraşıyorum” dediğiniz; “Temizlemeye mi?” sorusuna da, “Evet. Ferudun’la konuştum. ‘Benle alâkası yok, Saadettin yaptı’ diyor” dediğiniz doğru mu?
7- Aynı meseleyle ilgili olarak Saran’ı arayıp, “Seten’le konuş, uğraşmasın bizim İbrahim’le. Ya, sen indirme bindirme yapmıyor musun hiç buna?” derken kast ettiğiniz nedir? Saran da size, “Sen bana söyleseydin ki bu adam haber yapacak, iş sana dokunuyor Aziz’e dokunmuyor, o zaman işin çıkmasını engellerdim” demiş midir?
8- Sizinle sıra dışı samimiyeti ve hitapları olan gazeteciler ‘indirme-bindirme’ diye tanımladığınız yöntemle mi çalışır? Cesur yürek İbrahim Seten, gıyabındaki bu konuşmalar ve sahipleri hakkında ne düşünmektedir?
9- 3 Mart 2004’te, o gün yapılan Fenerbahçe kongresinde oy kullanan Nihat Öztürk’le yaptığınız telefon görüşmesinde, “Biz ne yapacağız burada, birliğimizi beraberliğimizi bozmayacağız, 2010’a hazırlanacağız. Maddi, manevi şekil-şemal, geleni gideni doyuracağız, gelene gidene para vereceğiz a..k..! Dün gene orada 650 dolar birine, 200 milyon birine verdim” sözleriyle anlatmak istediğiniz nedir?
Şimdilik bu masum sorularla keselim! Armatör değiliz, ama amatör de değiliz! Neyle uğraştığımızın fazlasıyla farkındayız. Belki yersiz, ama Ahmet Çakar gibi fail-i meçhul (!) olmaktan ziyadesiyle endişe ettiğimiz de sır değil.
Biz sadece futbol dışında her şeyin cirit attığı girift ve derin futbol dünyasında (!) kulluğu reddediyoruz, ama Einstein’ın “Tanrı zar atmaz!” sözünü de unutmuyoruz.
‘’Cevabını arayan sorular (III)‘’
Cep telefonum susmadı. Hiçbirine de geri dönmedim. Çünkü kimseyle kayıkçı ya da ‘kayıtçı’ kavgası yapmak niyetinde değilim. Bakkal Mehmet Efendi’yi ya da Emekli Ayşe Teyze’yi değil, elinde kalem tutan, gazetede köşesi, televizyonda ve radyoda programı olan kişileri muhatap alan sorular bunlar. Önce cevaplar gelsin, sonra ‘somut’ üzerinden yürüyelim. Kimseyle kişisel bir meselem yok.
1-) Beşiktaşlı bir gencin, Vietnam usulü infaz edilmesinin altında yatan ‘tamamen duygusal’ neden, takım sevgisi midir? Hangi tribünlerde, hangi organize suç çetelerinin ve cemaatlerin uzantıları vardır? Yönetim destekleme veya yıldırmanın, yıllık rantı ne kadardır? Silah taşıyan ve ‘profesyonel taraftar’ olan amigoların, hayatları ne kadar lükstür?
2-) Fenerbahçe, TMSF yönetimindeyken Adnan Sezgin üzerinden İstanbulspor’a teşvik primi vermiş midir? İddia doğruysa, Sezgin bugünkü göreve neden getirilmiştir?
3-) Ömer Güvenç ve Ferhan Tezcan, Sinan Engin’in cep telefonundan Alaattin Çakıcı’ya, “Bize sağlıklı bir Alaattin abi lazım abi!” demiş midir?
4-) Televoleci Ferruh Taşdemir, Sedat Peker’den Şansal Büyüka için ‘altın tesbih’ dilenmiş midir? Bu girişim Büyüka’nın bilgisi dışında mı gerçekleşmiştir?
5-) Taşdemir’e ait ve adının baş harflerini taşıyan FT Produksiyon ile Büyüka ve Serhat Ulueren’in bir bağı var mıdır? Cihan Oskay’ı Star TV’ye getiren 34 FT 655 plakalı siyah lüks Mercedes Vito minibüsün FT Prodüksiyon adına kayıtlı olması tesadüf müdür?
6-) Serhat Ulueren’in beden eğitimi öğretmeni eşinin, Adnan Polat’ın başında olduğu Seramikçiler Federasyonu’nun resmi yayın organı Seramik Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ne atanmış olması, hangi mesleki birikimin sonucudur? Eşinin bu göreve 1 Ocak 2005’te getirilmiş olması ile Ulueren’in Polat’ın bağış kampanyası için özel program yapmasının, aynı tarihlere denk gelmesi ilahi bir tesadüf müdür?
7-) 2005-2006’da Fenerbahçe açık ara öndeyken; Büyüka, Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan’ın oğlu Sacit Aslan ile Balıkçı Kahraman’da, Prada takım elbisesine iddiaya girmiş midir?
8-) Reha Muhtar, 2004’te kendisinin davetlisi olarak gittiğimiz Reina’da, eski MHK Başkanı Bülent Yavuz’un, Ulusoy Federasyonu’nun Fenerbahçe’ye karşı tavrı konusunda “Ben olmasam daha beterlerini yaparlardı, bir çoğunu engelledim” sözlerini yazmayı düşünür mü?
9-) TMSF’nin, yönetimine el koyduğu Kanal 1’i, kamu adına minimum masrafla yönetmesi gerekirken, Serhat Ulueren’i 25 bin YTL maaşla transfer etmesi normal midir?
Doğru sorular duvarları bile yıkar! Şimdi geldik, her yıl tekrarlanan ve aylarca Türkiye’yi geren o meşhur soruya:
10-) Fenerbahçe mi şampiyon olur, Galatasaray mı, Beşiktaş mı, Trabzonspor mu?
Şimdiye kadar sorduğumuz sorular cevabını bulmadıktan sonra, bu son sorunun bir tek karşılığı vardır; Bana ne, size ne, kime ne?
‘’Firar‘’
Fiyaskodan fiyakaya geçiş yapmaya çalışan bir takım. Seyircisinin çokça terk ettiği ama taraftarının asla yalnız bırakmadığı bir forma.
Tribünleri mayınlanmış, sevgi ve destek yerine gerginlik, hayalkırıklığı, korku, tehdit ve infaz havası altında ayakları dolanan bir kulüp... Bu sezon taraftarlarından çok rakiplerine umut veren, onları güldüren futbolcu topluluğu...
Asgari ücretli gibi kazandığı topu, mirasyedi rahatlığıyla harcayan, durduk yerde kendi ayağına dolanan, kendini inkâr eden, kendini unutturan, futbolun temel alfabesi hafızasından silinmiş bir Fenerbahçe...
Pozisyonlar vermesine kimsenin diyeceği bir şey yok da, evinde baskı yemek ve zaman zaman mahkum oynamak tahammül limitlerinin çok çok üstünde... Duran top ve orta saha krallığı feshedileli zaten çok olmuş.
Bu sezon forması hariç her şeyi firarda; özgüveni, yeteneği, yardımlaşması, inancı, arkadaşlığı, soğukkanlılığı, olgunluğu, karizması, kariyeri... Yani tekmili birden.
Tıpkı kâbuslarda olduğu gibi, korkunç bir şeyden kaçarken, ayakları geri geri koşan bir hâl. Bir galibiyetten çok daha fazlasıydı. Ancak boş kaleye giden iki topun Uğur Boral ve Roberto Carlos tarafından çıkarıldığı da göz ardı edilmemeli... Biraz kıpırdanma ile bu oluyorsa, arızalar ve aksaklıklar giderildiğinde neler neler değişir! Bunun için de, transferden çok, sadece futbolcuların kendilerine inanmalarına ihtiyaç var. Geçen seneki gururu yaşatan bu çocuklardı çünkü...
Barış Manço, “Gökler ağlıyor dostlar, ben ağlamışım çok mu?” diyordu. Deivid’in golü, sipariş üzerine bu kulübe tabut biçenlere, darağacı kuranlara, infaz ve merasime hazırlananlara armağan olsun!
‘’Trajedi‘’
Şair Yazar Murathan Mungan çocukluğunda memleketi Mardin’de ilginç bir manzarayla karşılaşır. Bir kaç kişi, bir adamı taşlayarak gülüşmektedir. Adam canı yandığı halde kaçmaya bile yeltenmemekte, çaresizce yüzünü gözünü korumaya çalışmaktadır. Mungan, bu tuhaf durumu sorduğunda, mesele anlaşılır. Taşlanan adam Yezidi vatandaşlarımızdan biridir. Ve inancına göre etrafına bir çember çizildiğinde, çizen kişi kendi eliyle silene kadar da orada hapsolur. Çünkü aksini yaparsa dininden çıkmış sayılır. Mungan tanık olduğu bu olayı, “Çember çizen için bir komedi, içindeki için de dramdır, ama eğer biri kendini çember içine almışsa işte bu trajedidir” diye analiz eder.
Fenerbahçe’nin tarihi seyrine, grafiğine, ‘gel-git’lerine, iniş-çıkışlarına bakın. Bu şablonun, ‘komedi-dram ve trajedi’ üçlemesiyle tekmili birden nasıl da yerli yerine oturduğunu göreceksiniz. Ama bu camia, etrafına çizilen çemberle yetinmez, kendi elleriyle yenilerini ekler. Herkes çember çizmek için histeri nöbetine tutulur.
Hatta kimsenin aklından geçmediği zamanlarda, niyetleri olsa bile buna dermanları, güçleri ve cesaretleri yokken, hiç olmayacak yer, zaman ve şartlarda kendi kendini lanet çemberine alır. Bazen başkan ve yönetimin yanlışıyla, bazen futbolcuların bezginliğiyle, bazen medya gazıyla, bazen teknik direktör hatalarıyla, bazen de taraftarının hiçbir şeyi beğenmeyen, tepeden bakan kibiri yüzünden...
Şu manzara, mahalle arkadaşlarımız kadar tanıdık ve ezberlenmiş genetik bir defodur aslında... Her Fenerbahçeli bu illet hastalıkla yaşamaya alışmıştır, ama öğrenememiştir. Sıra dışı olan, bu takımın 5 yıldır son ana kadar yarışın içinde kalabilmesi ve 3 kez şampiyon olabilmesidir. Avrupa’da nisan ve mayıs aylarını görebilmesidir.
Kendilerine, başkalarına, kulüplerine, renklerine, rakiplerine, insana, emeğe, üretilene ve bilgiye asla saygısı olmayan şımarıkların küfretmesine, küçümsemesine, yuhlamasına ve kelle isteme inadına ne demeli? Ya her şeye rağmen soylu ve gururlu bir dramı, soysuz ve ucuz bir komediye dönüştürüp işportaya dökmek neyin nesi? Söyleyelim; kendi trajedinden ders çıkarmayıp trajikomik duruma düşmek...
Acıklılık ve cinnet çözüme hizmet etseydi, bu geleneğin zirvesindeki bu kulüp, şampiyonluklara açık ara ambargo koyardı. Sevinçlerini ve eğlencesini, rakiplerinin başarısızlığı ile hezimeti üzerine kuran patolojik taraftarlık anlayışına, başkalarını eğlendirmek müstehâktır çünkü... Yenilgiyi inkâr edenler, zaferi hak edebilirler mi?
Fenerbahçe bir kez daha kendine mağluptur; bu kez istisnasız bütün unsurlarıyla ve hükmen!