‘’Bir elinde cımbız...‘’
Fenerbahçeli futbolcular, Orhan Veli’nin meşhur şiirini futbol sahnesine uyarlamışlar da sevabına sergiliyorlar sanki ligin başından beri...
Ne Şampiyonluk/Ne Devler Ligi/Ne de UEFA Kupası/Ne de forma/Bir elinde cımbız, bir elinde ayna/ Umurunda mı dünya?
Anlaşılan herkesin keyfi yerli yerinde; ilişmeyelim. Ankaraspor ısırıyor, basıyor, yırtınıyor, Fenerbahçe boş gözlerle seyredip, lütfen yalancı hamleler yapıyor: El Classico!
Bir şey yapmaya kalktıklarında da ya kendi ayaklarına dolanıyorlar ya da varyeteye feda ediyorlar. Emre’yi ve Volkan’ı ayrı bir yere koymak gerek.
Eğer Fenerbahçe’ysen, “çok eksik var” lafı ucuz ve komik bir bahaneden başka bir şey değil. Ligin dibine demirlemiş takımlara kaybedilen maçlarda da ‘tam kadro’ hallerini gördük. Ölüyü bile dirilten ‘etkisiz eleman’lar topluluğundan farkı var mıydı?
Yani senin yedeklerin böyle bir maçta kora kor mücadele edecek, oyununu kabul ettirecek yetenekte, güçte ve bilinçte değilse, havlu değil bornoz atsan sürpriz olmaz. Bu maçın, kulüp açısından, gelecek sezon açısından anlamını ve önemini kavramaktan yoksunsa futbolcuların, koyver gitsin zaten. Fener’e gol olmuş önemli mi; maksat paşalar, kurmaylar, yaverler, hancılar, yancılar üzülmesin!
Siz dalganıza bakın paşalar, birileri sizin yerinize de fazlasıyla üzülüyor nasılsa! Ali Sami Yen gladyatörlerine de madalya takmak gerek.
Fenerbahçe’nin varlığı, onların yokluğuna armağan olsun! Lâfı mı olur!
‘’Galatasaray kompleksi‘’
Fenerbahçe’nin ağlayıp sızlanacak, yakınacak, ağıt yakacak, dövünecek hali de, hakkı da yok. Ne yaptıysa kendine yaptı çünkü. Yaşadığı melânetlerin sebebi de bizzat kendisidir. Çıktığı yoldan ve rotasından sapınca kimyası bozulup hedefini şaşırmış, kaçınılmaz olarak da bir mahalle kavgasının ortasında linç edilirken bulmuştur kendisini.
Chelsea, Manchester United, Barcelona, Real Madrid olmayı hedefleyen bir kulüp, bırakın Lyon’u en azından Porto bile olamadıysa, bunun tek nedeni Galatasaray kompleksidir. Bariz bir şekilde tuzağa düşmüştür Fenerbahçe. Hem de ezberlemiş olduğu eften püften ‘numaralar’a bir kez daha kanarak ve bütün bunlara (çanak falan değil) kazan tutarak.
Kendini, kadrosunu yeterli ve herkesin üzerinde görüp transfer hamlelerini Galatasaray’a göre belirleyince güdükleşmiştir. Üstüne koyarak, çıtayı yükselterek devam etmek yerine, var olanı da eksilterek ve bunu da umursamayarak bu noktaya gelinmiştir.
Hep vurguladığımız gibi Fenerbahçe’nin en tehlikeli düşmanı kendisidir. Gelinen noktada, sorgulanması gereken ‘zirvenin kaç puan gerisine düşüldüğü’ değildir. Asıl ölçü, hocasını bile değiştirmiş Bursaspor’un kaç puan önünde yer aldığındır. Bu kadar yatırımın, tecrübenin, sabrın ve özverinin farkı 4 puan mıdır?
Avrupa devlerinin aynasını pas geçip, Galatasaray ve Beşiktaş’ın boy aynasında kendi boyunu ölçmeye kalkışırsan olacağı budur. Bu güdük rekabet, kaçınılmaz biçimde önce rehavete, sonra rezalete, sonra da böyle bir vehamete sürükler.
Mahalleden firar ederek dünyaya açılma macerası, bir türlü söküp atamadığı iç kompleksin dikenli tellerinde son buldu. Kendini aşma fırsatı, kendini ispatlama ve beğendirme kaygılarına feda ve heba edildi. İçeriden, dışarıdan ve medyadan tezgahlanan sataşmalara, küfürlere, kışkırtmalara ve abartılı övgülere kulak tıkayamayınca, soğukkanlılığını ve sağduyusunu kaybedip kavganın içine attı kendisini. Yediği meydan dayağıyla kalakaldı tabii ki!
Hem zaman ve para kaybetti, hem façası ve fiyakası bozuldu. Hem de bilincini, coşkusunu, cesaretini ve yönünü yitirdi. Hasat zamanında haşat olmayı kendisi tercih etti. Radikal bir silkeleniş ve diriliş olmazsa dert aşamasından ‘pert’ aşamasına geçilir ki; bu da kıyamet senaryosudur!
‘’Bitirimlik furyası‘’
Birbirlerinin paçasından çeke çeke sonunda birlikte dibe yuvarlandılar. Yengeç Sepeti misali ‘amansız’ bir rekabet..
Tribünlerde zaten egemen olan, dahası milli takım reklamlarıyla da pompalanan bitirim ve lümpen jargonu, önce tribünleri sonunda futbolcuları da sardı.
Utanç derbisindeki saha içi çirkinliklerin, sonra da tüy diker gibi maç sonunda yapılan ‘alayına gider’ meâlindeki meydan okumaların özeti bu... Sanki Fenerbahçe, Galatasaray ve Milli Takım forması giyen sporcular değil de, Kurtlar Vadisi figüranı mübarekler. Replikleri, mimikleri ve jestleriyle mahalle kabadayısı portresi çiziyorlar. Ne diyelim; dibe vurmuşluğun yol açtığı ‘kelek’ etkisi..
Maçtan önce “skor üst, futbol alt” olur demiştim. Yanıldım. Baştan sona ‘halt’ oldu. Dahası haltların kardeşliği...
Artık iki taraf da mutsuz ama birinin mutsuzluğu diğerinin mutsuzluğuna ‘narkoz etkisi’ yapıyor. Zirvedeki rakipleri de iyice keyiflendi. O yüzden ortalık süt liman. Ülke, bir sonraki derbiye kadar toptan rahatladı.
Bay Polat’ın açıklaması ise boyutlar ötesi bir boyut. Neymiş, “Fenerbahçe ile Galatasaray’ı devre dışı bırakma senaryoları uygulanmış ve başarılmış”mış. Ne teori ama; yesinler, sevsinler! Belli ki yeni bir müttefik arayışı var. Beşiktaş ve Trabzonspor yıllarca bu zokayı yuttu, yanınızda saf tuttu ama bu ‘bitirim ikili’ senaryo tutmaz Sayın Polat!
Vallahi Kocaelispor maçından sonra Çarşı’dan manifesto bekledim. Galatasaray resmi sitesinden açıklama bekledim. Trabzonspor taraftarından siyah çelenkli yürüyüş bekledim. En azından ‘ikiz pankart’ bekledim. Ama tabii ki tıss!
Herkes halinden memnun olmalı ki; ne eleştiri var kulüplerden ne de özeleştiri!
“Benimki kötü, seninki daha kötü” çekişmesiyle yürüyüp gitsinler. Çünkü “Benimki iyi, seninki daha iyi” diyecekleri malzeme yok ortada... İki takım da oyunun dışında kalabilmek için elinden geleni yaptı. Buna rağmen yarışın içinde kalabildilerse, bunu diğerlerine borçlular.
Bu kadar devasa yatırım, maliyet ve transferle her ikisi de Bursaspor’un sadece ancak 4 puan önündeler. O da şimdilik! Bu tepetaklak gidişle Avrupa kupalarının dışında kalmaları bile sürpriz olmaz.
E, ne diyelim: yiyin birbirinizi!
‘’Ne var ne yok!‘’
Hani öyle bir ilk yarı ki; aradaki gergin rekabet olmasa hatır şikesi yakıştırması yapılabilir. Galatasaray gol atmak için, Fenerbahçe de gol yemek için her şeyi yapıyor.
Bütün eksiklerin, ‘var ama yok’ların ve beceriksizliklerin üzerine bir de Gökhan’ın sakatlanması Sarı-Lacivertliler için tuz-biber, Sarı-Kırmızılılar için bal-kaymak oluyor.
Beraberlik sanki mağlubiyetten farklıymış gibi geriye yaslanarak oynamak da neyin nesi? Üstelik bunu da becerebilsen yani... Neresinden bakarsan bak yakışıksız ve kabul edilemez biir durum.
Fenerbahçe’nin dişe dokunur tek pozisyonu da Güiza’nın ellerinde eridi gitti. Belki de 10 yılın en rahat derbisini oynayan Galatasaray ise piyangodan bulduğu pozisyonları acelecilikten harcadı.
80. dakikadan itibaren derbi bir yanıyla ‘ortaoyunu’ bir yanıyla da ‘Rus Ruleti’ havasına büründü. 90’dan sonra ise çirkeflik ve utanç, sazı eline aldı.
Aragones’in, Lugano ile birlikte direnen ve didinen tek futbolcu Selçuk’u, oyundan alması fiyaskodur. Bunu uzatma dakikasında yapması ise ağır bir ‘aşağılama’dır. Bütün kartlara tamam da, ‘itiraz tramvayı’nın abonman yolcusu Sabri’nin kart muafiyeti ligin ve hakemliğin defosudur.
Evet, sonunda zurnanın zırt değil ‘pırt’ dediği yere gelindi. Hasar, puan kaybının çok daha ötesine geçti. Birbirinin yakasından asılıp birlikte dibe vuran iki takımın, Şampiyonlar Ligi hayali de suya düşmek üzere... İkisinin de Beşiktaş’ı İnönü’de yenmekten başka şansının kalmaması, Sivasspor ve Trabzonspor açısından ‘bonus’un kulağı geçtiği raddedir.
‘’Futbol bayramı‘’
Ligde durumları belli... Bu kez yenilen kesin havlu atar, hiçbir yardım da kurtaramaz. Beraberlikte ise ‘çıkmayan can’ misâli, bitkisel hayat ile umut dozu eşitlenir.
Şimdi kestiğimiz ahkâmın, biçtiğimiz donun dayanağı ne; tabii ki zirvedeki diğer takımların kazanacakları ve kayıpsız ilerleyecekleri varsayımı... Oysa 8 maç ve 24 puan var geride... İç saha, dış saha diye bir avantaj da yok. Maç maçtır. Sivasspor’un ligin en efektif ve en dengeli oynayan ekibi olduğu bir gerçek. Zaten enerjik takım olan Beşiktaş’ın da, Ernst ile birlikte sarsaklığını üzerinden attığı ve galibiyet serisi ile özgüven depoladığı bir başka gerçek. Ancak fikstür açısından bakıldığında Sivasspor ile Galatasaray’ın avantajı da tartışılmaz. Şekerin suya düşmesi misali, çözülüş sürecine giren Trabzonspor’un yeniden diriliş yaşamayacağını da kimse iddia edemez.
Dağ fare, fare de dağ doğurabilir.
Eskiden ‘istikrarsızlıkta istikrar’ abidesi olan Fenerbahçe’nin, bu sezon ‘istikrarda istikrarsızlık’ konusunda inat destanı yazması ise derin bir mesele... Galatasaray ‘tez konusu’ olabilir, ama Fenerbahçe paradoksunu çözen ciddi ciddi akademik kariyer yapar.
Boşverin hepsini... Her ne olursa olsun, hangi şartlar altında olursa olsun, gazozuna bile oynasalar bu iki takımın maçı bu ülkede futbol bayramıdır. Ülkenin bizim bildiğimiz anlamda tek derbi maçıdır. Her şeyden önce tanık olmanın keyfini çıkarmak lazım.
İki camianın, ama özellikle de Fenerbahçe’nin içinde çöreklenmiş olan “Bunları yenelim de şampiyon olmasak da olur” ya da “Bunları yenemedikten sonra şampiyonluğun ne anlamı var” güdüklüğünü bir yana bırakalım.
İki kulüp arasındaki ezeli rekabeti, öykünme, imrenme, gıpta etme veya kıskanma çizgisinden, ‘eceli rekabet’e taşıyan faktörler belli. Bunun günahı ve vebâli, futbolu ‘derin mühendisliklerle’ ekseninden saptırıp, sistemi Galatasaray yörüngesine oturtan projecilerin boynuna...
Bence, Lefter’in taraftarlarca heykelinin yaptırılması bu maçtan da, sonucundan da, şampiyonluktan da daha önemli. O hayattayken adının bir tesise verilerek ölümsüzleştirilmesi milyon kere daha anlamlı. Çünkü ilkelliği ancak ilkelerle alt edebilirsiniz. Bayram şimdiden kutlu olsun.
‘’Emre'nin maçı‘’
Sonunda debelene debelene, yalpalaya yalpalaya, bata çıka, bağıra çağıra zurnanın zırt deliğine gelindi. Ezeli rekabet, eceli rekabet aşamasında bu kez. İkisinin de kader kördüğümü pazar günü Ali Sami Yen’de çözülecek.
Yenen son haftaya kadar oyunun içinde kalabilmek için, heyecanı biraz daha uzatabilmek adına vize alır. Yenilen, ya Avrupa Kupaları’na katılabilmenin formülüyle uğraşır ya da formalite eziyetiyle boğuşur. Hele beraberlik, Sivasspor, Beşiktaş ve Trabzonspor için bonus olur.
Her iki takım taraftarı da, kendi mutluluklarını diğerinin mutsuzluğuna, mutsuzluklarını da diğerinin mutluluğuna endekslediği için, ortak dibe vuruş kimsenin canını yakmaz. Ancak futbolcular açısından stresi çok yoğun bir maç, dolayısıyla soğukkanlı olabilenin kazanma şansı daha yüksek.
Alex büyük olasılıkla, Edu da kesinlikle yoksa bile Lugano ve Emre var. Fenerbahçe’de maçın kaderi Emre’nin ayaklarına bağlı... Çünkü hem rakip atakları karşılayan hem de karşı atağı başlatan kilit adam rolünde o olacak. Tabii bütün tribünler de, rakipler de, medya da şimdiden başlayarak onun üzerine oynayacak.
Bu çocuk, Fenerbahçe’ye geldiğinden bu yana saha içinde ve dışında linç yaşıyor. Eziyorlar, vuruyorlar, çekiyorlar, itiyorlar, taamüden katlediyorlar ama görmezden geliniyor. Kendisi ceza kesmeye kalkışınca da anında duvara çarpıyor. Oysa yurtdışına gidene kadar tam tersi geçerliydi, öyle alıştırılmış, öyle alışmıştı. Forma değiştirince ‘katli vacib’ fetvası verildi. Ertelenip ötelenen rövanş ve intikam duyguları katmerlenerek depreşti. Dengesi de şaştı doğal olarak. Ee, Türkiye’nin çıplak gerçeğiyle acımasızca yüzleşiyor artık.
Derdimiz şartlandırmak değil uyarmak. Elbette kendisi de farkında... Bu maçta özellikle tribünlere kulak tıkamayı bilmeli, sinirini yenmeli. Küfürlere, darbelere, çalmayan düdüklere, çıkmayan kartlara, tepki ya da tekmeyle cevap verme tuzağına düşmemeli. Cezayı oyun zekasıyla, hırsıyla, motivasyonuyla ve tecrübesiyle kesmeli...
‘’Şuursuz‘’
Yine bildik, yine alışıldık, yine ezberlenmiş bir görüntü... Deplasmanda oynayan Eskişehir-spor, oyunun her anında pür dikkat 3-4 kişiyle birden basıyor, ev sahibi Fenerbahçe kayıtsız ve uyuşuk bir şekilde seyrediyor.
Akıllar gelecek haftada desek; koca bir palavra olur. Bu maçı kazanamadıktan sonra, Galatasaray maçını almanın teselli ve istatistik dışında hiçbir önemi kalıyor mu?
Kayıp bir medeniyetin, dağıtılmış, şuursuzlaşmış, bitkin, bıkkın, direnmeye bırakın mecali, itirazı bile olmayan ordusu gibi Sarı-Lacivertli futbolcular. Omurgası kırılmış, daha doğrusu kılçığı alınmış balıktan farksız.
Yani söz neyse de, öz bile bitmek üzere... Chelsea karşısında bile bu kadar silik ve aciz durumlara düşmemişti bu takım.
Alex, Emre ve Lugano’nun yokluğundan daha vahim olan, inancın ve heyecanın tükenmişliği... Edu’nun sakatlanmasından daha vahimi, kafalardaki kalıcı sakatlık.
Sezon başından bu yana taraftarların beyni acıyor, içi eziliyor, nefesi daralıyor, gözü kararıyor takımlarının bu durumunu izlemekten.
“Bir takım, bir yılda nasıl böyle tanınmaz bir hale bürünür” sorusuna, tez üretip yanıt verebilen, kesinlikle akademik kariyer yapar.
Trabzonspor’un kendi kendini bitirme becerisi, Fenerbahçe’den aşağı değil. Galatasaray ve Fenerbahçe haftaya berabere kalıp birbirlerini bitirirlerse, meydan Beşiktaş ve Sivas-spor’undur artık.
Bu maçın kader adamı 47. dakikadaki kurtarışıyla hiç tartışmasız Yasin Çakmak’tır.
‘’Kabaktan terazi...‘’
Kabaktan terazi...
Son yazdığım yazıyı alışkanlıkla soldan sağa doğru okuyanlar, abuk anlamlar çıkarmış. Evvela bu anlama özürlü zevata, merâmımızı son kez vurgulayalım.
Güdük, kof, içi bomboş ve kuru hamasete dayalı slogan milliyetçiliğinden nefret ederim. Her milli maç öncesi estirilen salak sapan ve zehirleyici söylemler de buna dahil. Sırf bu yüzden, taraftarların uluslararası maçlarda bile ortaya koydukları rekabeti, panzehir gibi görür ve şiddetle desteklerim. Bu bir.
Vatan-millet yaygarası yaparak çeteleşmeyi hak görenleri, durumdan vazife çıkaranları, kendilerini bu ülkenin, devletin, milletin, yasaların üzerinde ve gerçek sahibi zannedenleri, dağdaki teröristlerden bile daha tehlikeli bellerim. Bu iki.
Çete elebaşılarından ve yancıklarından namus, ahlâk, vatanseverlik ve din dersleri dinlemekten kusacak kadar sıkıldım. Bu üç.
Cumhuriyete ve kurucusuna en ağır tahribatın, onları yok etmeye çalışanlardan değil, onları hukuksuzluklara kalkan yapıp, arkalarına sığınanlar tarafından verildiği konusunda fikrim granitleşmiştir. Bu dört.
Taraf’ın manşeti ile içeriği birbiriyle zerrece örtüşmeyen militan anlayışına ayna tutmak, duygusal değil mesleki bir itirazdır. Bu beş.
“Adam gibi adam...” pankartını açanların duygusal derinliğini, Fetullah Hoca’nın sevgili takımı, futbolcuları ve teknik direktörleri ile Çarşı’daki Vietnam usulü infazın nedenlerini de araştırmalarını bekliyorum... Bu altı.
Tribünlerde rant çeteleri ve lümpen terörü olmasın, açık artırmayla çalışan mafyoz oluşumlar türeyip tünemesin diyoruz. Yönetimlere nüfuz ticareti yapanlar çöreklenmesin, kulüpler soyulmasın, yapan da yaptırımsız kalmasın diyoruz. Bu yedi.
Çeteler hiçbir kulübe sızamasın, futbol kurtarılsın ve koruma altına alınsın, iktidarlar ve cemaatler futbolu ellerinde oyuncak yapmasınlar diyoruz. Bu sekiz.
Gelelim siyaset yazdığım şeklindeki zeka küpü eleştirilere... Yolsuzluğu, işsizliği, hortumculuğu, düzenbazlığı, hukuksuzluğu eleştirmek de siyasettir; “Ekmek çok pahalı” demek de... Ne Çanakkale’nin üstünde bir siyaset bilirim, ne de insanın ve insanca yaşama hakkının üzerinde... Bu dokuz.
Kabaktan terazinin, ağır basan kefesinde dirhem olmak son isteğimdir; yani itirazımız, zamanı kokutanlaradır. Bu da on!