Arama

Popüler aramalar

‘’El Classico‘’

Bir Fenerbahçe klasiği... Saçma sapan gol yemeden rahat etmez, ‘maçı kopardı’ dediğin anda yine saçmalar ve kendini zora sokar. Zaten gol yeme rekoruna doğru koşar adım gidiyor.

Sanki karşısındaki takım 5 haftada 2 gol atan Kasımpaşa değil de, Ali Sami Yen’i ‘deplasman’ kılan Galatasaray...

Fenerbahçe orta sahası önüne gelene ‘serbest giriş’ hakkı tanıyan, sahte okey topluluğu. Savunma da ya ‘savurma’ ya da ‘savrulma’ mantığı üzerine kurulu. Öyle olunca kaleden kaleye Şahin uçuyor.

Fenerbahçe ne kadar korkarsa, rakipleri de o kadar büyüyor. Kendini küçümsedikçe, çakma Drogbalar, çakma Maurinholar üretiyor. Amatör takıma karşı yapamayacakları cesaret gösterisini, Fenerbahçe’ye karşı rahatlıkla yapıyorlar. Çünkü genel itibariyle yaptırımla karşılaşmıyorlar.

Fenerbahçe, kötü bir dönemde, ‘sezonluk penaltı hakkı’ jokerini de kullanarak rahat bir nefes aldı. Ancak farklı skora rağmen taraftarına rahat nefes aldırmayı yine başaramadı.
Alex’in zekasını, yeteneğini ve futbolculuğunu tartışmaya açıp, ele güne malzeme verenler, hepsini geçtim de 3. golün nereden ve nasıl başladığına bir kez daha dikkat edip günah çıkarsınlar.

Gerçekten güçlü olmanın tek yolu, zayıflıklarını görmek ve ortadan kaldırmaktır.

28 Eylül 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Frenbahçe‘’

Bilinci gurbete gelin edeli hayli oldu, hedefler de çoktan kötü yola düştü. Umut, inanç ve coşku da sürgüne gönderildi. Yakışıksız ve engellenemez bir çözülüş almış başını gidiyor. Hastalığı ve tedaviyi inkar ede ede gelinen yer işte burası. Acil önlemler alınmazsa, bunun bir basamak sonrası çürüme ve kokuşmadır.

Fenerbahçe yönetimi ve futbol takımı 3 yıldır inatla bünyeden defettiği gruplara ve grupçuklara çalışıyor. Dahası dirilmeleri ve kemirmeleri için kan pompalayıp, hayat üflüyor. Bitkisel falan da değil, basbayağı bitiksel hayat.

Peki bugünlere nasıl gelindi? Kadroyu hep yeterli ve ligin üstünde görerek, lige tepeden bakarak. Hiçbir yere vardırmayacak anlamsız bir kibire kapılarak. Gaza basması gereken yerde frene basıp yoldan çıkarak. Düz yoldan çıkmaz sokaklara, engebelere direksiyon kırarak, şoför değiştirerek ve rakiplere avans vererek. Takviye yapması, iyice zırhlanması gereken yerde eksilerek.

Gelelim çözüme... Eldeki kadro bu lig için yeterli. Ancak takım olgusundan o kadar uzakta ki. Özgüven de dibe vurunca zincirleme kazalar kaçınılmaz oluyor. Bu, panik ve gerginliği, onlar da yılgınlığı tetikliyor.

Bu kaosu çözmek Aykut Hoca’nın işi, hatta ve hatta boyun borcu... Çünkü Fenerbahçe, futbol falan oynamıyor, futbol Fenerbahçe’yle oynuyor.

Kondisyon, mücadele ve yardımlaşma gibi en temel eksiklerin farkına varıldığında sorunun yarısı halledilmiş olur zaten. Sonrası doğru adam ve alan paylaşımı, doğru hamleler ve doğru koşular ve doğru paslar. Bunlara cesaret, inanç ve hırs da eklendiğinde istemesen bile takım oluyorsun. Mesele rotasyon değil, organizasyon. Aykut Hoca şu sorulara da bir an önce yanıt bulmalı: Bu takımın forvetleri ne zaman rakip kaleciyi rahatsız edecek? Ne zaman rakip stoperleri baskı altında tutup geriden oyun kurdurtmayacak? Ne zaman kendi sahasında rahat rahat taç kullandırmayı bırakıp, rakip sahada bile taç baskısı kurmaya başlayacak? Bu yazılanların hepsini, en sıradan takım, Fenerbahçe’ye Kadıköy’de bile yapıyor da, o bakımdan!

23 Eylül 2010, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Buruk vuslat‘’

Sezonun gerçek galasıydı bir anlamda Kadıköy’deki maç.. Taraftarıyla ve ‘çubuklu’suyla vuslat zamanıydı Fenerbahçe için.

Zaten tek üstün yanı buydu Sarı-lacivertliler’in... Buna bir de galibiyete daha çok ihtiyacı olduğu gerçeğini ekleyelim. Beşiktaş ise moral ve özgüven gibi iki önemli özellikte daha üstündü.

Sezonun ilk derbisine çıkan iki büyüğün tek ortak özelliğine gelince durum vahim. İkisi de takım olmaktan çok uzak ve futbol yoksulu. O yüzden en çok boğuşma, dalaşma, itişme, kakışma ve sinir harbi izledik.

Bu ağır çekim kör dövüşü ve hengame sırasında ilk ciddi girişimler Siyah-Beyazlılar’dan geldi. Sarı-Lacivertliler ilk tehlikeli atağını gerçekleştirdiğinde dakika 25’ti. O dakikada Zapo’nun Niang’ın önünden aldığını, bir dakika sonra Hakan Arıkan yine Niang’a hediye etti.

Sonra sırasıyla Gökhan Gönül, Niang, Dia ve Alex, bomboş 4 pozisyonda ‘kaçırma’ yarışına girip, saç baş yoldurttu. Yoksa maç daha ilk yarıda bitecekti. Hem de Beşiktaş sakatlıktan dolayı iki kayıp vermişken...

İkinci yarıya Beşiktaş daha gayretli ve diri başladı. Fakat ilk gol pozisyonunu bulan geriye yaslanan Fenerbahçe’ydi. Bundan sonra pozisyon harcama sırasını rakibine devretti. Schuster, Emre’nin çıkmasıyla sıkıntıya giren Fenerbahçe’yi, Aurelio’yu kulübeye alarak rahatlattı.

82. dakikada Volkan’ın can havliyle ve parmak ucuyla çıkardığı o topun gol olmaması için sanki doğa üstü güçler devreye girmişti. Sonra Volkan’dan iki çelme geldi. Önce çelme takıp penaltıyı yarattı, sonra Guti’nin penaltı vuruşunu çeldi. Ancak topun sertliğinden dolayı engelleyemedi. Bu bir beraberlik değildir. Gecenin galibi Beşiktaş, kaybedeni Fenerbahçe’dir.

20 Eylül 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çökertme‘’

Onca sil baştanlara, onca yapbozlara, o kadar tecrübeye, bunca yaşananlara, gelenlere-gidenlere, gönderilenlere-terk edenlere rağmen ortada ‘Fenerbahçe’, ‘takım’ ve ‘futbol’ kavramlarından olabildiğince uzakta bir başıbozuklar birliği var. Geleni de kendine benzetip yutan bir gayya kuyusu.

İşin kötüsü Fenerbahçe giderek daha da sıradanlaşıyor. Duraklama döneminden, gerileme dönemine doğru frensiz tam gaz bir gidişat.

Mesele yenilmek değil, mesele farklı yenilmek de değil. Elenmek de, hedeflerden uzaklaşmak da değil. Bunlar futbolun doğasında var olan sıradan şeyler. Fenerbahçe’ninki yenilmek değil kaybetmek. Hedeften uzaklaşmak değil, hedeften sapmak, hatta inkar etmek. Verilen bütün sözlere, yapılan bütün harcamaya rağmen her şey sadece eksiliyor. Lanet gibi, illet gibi, kara büyü gibi, tasarlanmış zincirleme bir kaos gibi.

Pozisyona bile girmeden, pozisyon üretmeye yönelik tek hareket sergilemeden, mücadele, kondisyon, hırs, inat ve futbol zekasına dair ufacık bir kırıntı bile göstermeden, aciz durumlara düşüp komik goller yemek tuhaf olan. Bunun neredeyse bir kader haline dönüşmesi, öyle algılanmaya başlaması ise işin en vahim yanı.

Fenerbahçe kimliğini kaybetti ve fakat kaybettiği kimlik Fenerbahçe’yi hükümsüzleştirdi. Eski ‘kararlılık gösterileri’ artık kış masalından farksız. Bu süreçte yönetimi, futbolcusu, teknik direktörü ve taraftarı Fenerbahçe’yi sabote etmek için birbiriyle yarıştı.

Dünya devlerine kök söktürüp sahayı dar eden takım, sadece 3 senede en sıradan maçta bile taraftarlarına dünyayı dar eden bir ilkelliğe büründü. Orta saha imparatorluğu çökertilip, orta oyunu komedisine sürüklendi. Şimdi de ne yapsan çare olmuyor. Ne yama, ne de dikiş tutuyor.

Tutunulacak tek dal kaldı, o da Galatasaray galibiyetiyle avunma bağımlılığı. Tıpkı yakın geçmişte olduğu gibi. Bu galibiyetleri panzehir gibi görenler hâlâ çoğunlukta. Oysa bu bir zehir. Ve her zehir biraz rüya gördürür.

Fenerbahçe de tıpkı balinalar gibi nedeni bilinmez bir toplu intihar gösterisi yapıyor. Kendini imha etmeye yemin etmiş gibi. Umudun öldüğü bir yerde bu savrulmalar pek de anormal sayılmaz aslında.

15 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kırılgan‘’

Fenerbahçeliler’in “öpen-möpen” değil, “ısıran ve koparan” takım beklentisi bu sene de gerçekleştiril(e)medi.

Devleri alt edecek kalibre ve kalitede transfer bekleyenler, iç piyasaya bayram ettirecek hamlelerle yetinmeye zorlanıyor. Bu takım hala çok kırılgan, çok durağan, cılız ve güçsüz. Böyle giderse bayram seyran demeden öpenleri de çok olur.

Diğer maçlara oranla tek fark, takımın panik havasından ve hırçınlıktan sıyrılıp, daha sakin ve ürkütücü görünmesi o kadar. Fenerbahçe üçe bölünmüş gibi oynuyor. Dişliler bir türlü oturmuyor. Yani takım bütünlüğü hala uzak bir kavram. Peki bu handikapları aşmanın yolu ne? Öncelikle yaratıcı ve atletik ayaklar. Doğru yere doğru koşular, doğru yardımlaşma ve hız. Ama bunları da araki bulaki! Hal böyleyken Şota’yı rahatlatan hamleyi Fenerbahçe yapıyor. Rakibi korkutacak, çökertecek organizasyon silahı Alex oyundan alınıyor. Kayseri’deki futbolunun çeyreğini bile sergilemeyen Mehmet Topuz oyunda dururken. Yani yangında ilk kurtarılması gereken, ilk feda edilen oluyor nedense.

Şota’yı güldüren diğer hamle ise Selçuk oluyor. Kayserispor bir anda tabelayı 2-0’a döndürüyor. Sonrası ezberlenmiş görüntüler. Fark yeme korkusuyla ayakları dolanan, gülünç ve çaresiz durumlara düşen bir Fenerbahçe. Kayserispor, kendi PAF takımıyla antrenman maçı oynasa, bu kadar eğlenemezdi. Zaten Fenerbahçe, Türkiye’yi bu eğlenceden mahrum bırakmamak için, hiç bitmesin diye kaç yıldır bonkörce para harcayıp çaba sarf etmiyor mu? İşte bu da taçlanmış gurur tablosu.

12 Eylül 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Nihayet‘’

Sadece son 3-4 seneyi baz alarak konuşalım. Bu kısacık zaman dilimi içinde ‘yatay’ konumdaki kontenjan senatörlerine ödenen uçuk rakamlarla, teknik direktörlere ödenen abuk tazminat rakamlarıyla futbolcu fabrikası kurulurdu. Hatta Ajax’ın altyapısı, sistemiyle, hocasıyla, futbolcularıyla anahtar teslimi devralınırdı. Hatta onları direkt oynatacak pilot takım bile satın alınabilirdi.

Fenerbahçe bir ara doğru yolu buldu, sonra yeniden eskiye dönüş yaptı. Bu camiada altyapı her zaman ‘haltyapı’ gibi algılanır bildim bileli... Hadi yatırım ve keşif yaptınız, bu kez de oynatacak cesaret olmaz bir türlü. Belki Emin Cankurtaran dönemi biraz ezber bozucuydu. Manisaspor maçında ilk 11’de başlayan Okan Alkan herkesin gözünün, gönlünün pasını sildi. Asistlerden söz etmiyorum; sadece hırsıyla, yeteneğiyle, cesaretiyle, mücadelesiyle ve çabasıyla... Kaptan Alex bile bundan heyecan duymuş. Twitter üzerinden, 6 sene sonra ilk kez bir genç bir futbolcuya ‘gerçek bir şans’ verildiğini vurguluyor. Bu çok önemli bir tespit.

Kaleci Mert’in özverisi, hazırlık maçlarında yeteneği parıldayan Gökay’ın vaat ettiklerini alt alta koyun. Bir de sessiz sedasız yitip gidenleri, bir defa şans bulamadan harcananları, şans bulduğunda kendilerini harcayanları düşünün... Yabancı hakemin bile hayran kalıp başını okşadığı Yüksel’i, gol rekoru kıran takımda Aykut hocanın da yeteneklerini hemen teslim edeceği ‘genç’ Bilal’i hatırlayın... Abdülkadir, Furkan ve Özgür neredeler şu anda?

Oysa altyapı A takıma bir oyuncu çıkardığında zaten 3-5 yıllık masrafı bir anda sıfırlanıyor. Nedense buralara harcanan cüz’i paralar ağır masraf gibi algılanır da, havaya savrulan bonservis bedelleri, yatan adamlara ödenen paralar, bonservisini feshetmesi için verilen tazminatlar çerez parası gibi gelir. İnşallah Okan Alkan ‘adı yadigar kalanlardan’ değil de, Kadıköy yakasındaki döngüyü kıran bir milat, bir sembol olur. Bu çocukların süre alma nedeni zorunluluklar, yokluklar, eksikler değil de cesaret, inanç ve güven olur.

Durumsallık Milan, Barcelona, Real Madrid ve Manchester United olmak gibi uçuk hedeflere yöneltse de, kurumsallık önce Lyon, Porto, Ajax olmak gibi gerçekçi hedefi işaret ediyor. Hem keşfediyorlar hem yetiştiriyorlar hem dünya vitrinine çıkarıyorlar hem satıp kazanıyorlar hem de her yıl Avrupa Kupaları’nda final, yarı final, çeyrek final oynuyorlar.

31 Ağustos 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’En kalabalık yalnızlık‘’

Ne Fenerbahçe, ne de Kadıköy deplasmanı artık hiçbir rakibi ürkütmüyor, korkutmuyor. Yüreği ağzında maç oynayan da, izleyen de hep Sarı-Lacivertliler. Bunun böyle olması için de yıllardır yönetimi, teknik direktörü, futbolcusu, taraftarı ve anonsçusu ellerinden gelebilecek saçmalıkların çok çok fazlasını üretiyor.

Sezona sessiz ve kimsesiz iki maçla başlama utancı, Fenerbahçe’nin Fenerbahçe’den çektiğidir, bitmeyen cinnetidir. En kalabalık yalnızlığın fotoğrafıdır.

İlker’in Alex’e ‘gel de atma dercesine’ yaptığı iki asistten ve Okan’ın umut veren çabasından ve asistlerinden başka ne vardı Fenerbahçe adına? Peki Fenerbahçe’de futbol adına ne vardı?
Ne mücadele, ne koşu, ne baskı, ne istek, ne hırs, ne yardımlaşma, ne dikkat, ne ciddiyet, ne paylaşma, ne paslaşma, ne hamle, ne indirme ne de bindirme... Sakat sakat oynayan kaleci Mert’e geri paslar vermek, aut atışı kullandırtmak ‘takım ruhu’nun göstergesi olsa gerek.

Isaac’in golüyle azap ve işkence katsayısı tavan yaptı. Maç 10 dakika içinde 1-3 olacaktı. Hem Bilica’yı marke eden hem orta sahadan vizesiz geçenleri kontrol etmeye çalışan Lugano, kaosu aralayan kafayı da çakan isimdi. ‘Yalnız adam’ Niang da önce kafası sonra plasesiyle kasveti dağıttı.
Bir takımın ancak en zayıf yanı kadar güçlü olabileceği gerçeğinden hareket edersek, Fenerbahçe’nin gücü de özellikle ikinci golü yeme şeklinde saklıdır. Çünkü aczini bilmeyen ve inkar eden asla güçlü olamaz.

30 Ağustos 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kırık kalpler sokağı‘’

En pis skor demiştik 1-0 için ilk maçtan sonra... Maçın başında 2 gol bulsan bile son düdük çalana kadar diken üstünde ve yıpratıcı bir sinir harbi yaşarsın. Bir golle bitirsen işkence 30 dakika daha uzar.

Bu gerçek apaçık ortadayken, sanki maça çıkmadan önce, aklını ve ruhunu soyunma odasında emanete bırakmıştı Fenerbahçe. Ve aslında keşke anlatması bu kadar kolay olsaydı.

Avrupa’da olup olmamak maçıydı ama Kadıköy’ün temsilcilerinde buna dair bir yansıma yoktu.

Fenerbahçe’nin ‘ilk 45’ raporu, “topa sahipken abartılı, bir yere varmayan ve kontrolsüz bir pas gevezeliği ve sonunda rakibe ikram etme bonkörlüğü” şeklinde özetlenebilir. Rakipteyken de pozisyon almasını, doğru koşu yapmasını bilmeyen, savruk ve darmadağınık bir hali vardı. Ne topu, rakibi ve pozisyonu takip eden vardı, ne de rahatsız edip sıkıştıran. Yalnızlığa mahkum edilmiş iki adamdan Stoch’un mükemmel vuruşu ile Niang’ın insanüstü çırpınışları dışında ilk yarıda dişe dokunur bir şey yoktu. Emre’nin çaprazdan ateşlediği füze kara bulutları dağıtır, narkozdan uyandırır gibi oldu. Sonrası yine hiç. Fenerbahçe yeniden her skor tur atlamasına yetiyormuş havasına büründü. Müsibete davetiye çıkardı.

Annemizin Ligi’ndeki herhangi bir orta sıra takımından farkı olmayan rakibin buldukları ve kaçırdıkları akıllara zarardı. Gökhan’ın mucize hamlesi olmasa ‘uzatmalar’ bile hayaldi.

Fenerbahçe’nin düşürüldüğü duruma mı üzülmeli, yoksa Fenerbahçeliler’in azabının sona ermesine mi sevinmeli bilmem.

Kanarya’nın açmazlarını en güzel Minik Serçe’nin sözleri anlatıyor; “Ne yapsan olmuyor gözüm, terk etmiyor bizi hüzün...” Fakat o şarkının adı da yönetimin tavrıyla çelişiyor.

27 Ağustos 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI