Arama

Popüler aramalar

‘’Arka Bahçe‘’

Aynadaki yabancıVaroluşçuluk akımının öncülerinden Cezayirli düşünür Albert Camus’nun başyapıtı “Yabancı”nın kahramanı Mersault, annesinin, yaşlılar yurdundan gelen ölüm haberini şöyle karşılar: “Bugün annem ölmüş, emin değilim... Belki de dündür!..” Romanın kahramanı, öylesi bir nihilizmin (hiççilik) içine gömülmüştür ki, hayattaki en önemli varlığı annesinin ölümü karşısında bile kayıtsız kalabilmektedir. Camus, sonradan bir konuşmasında bu olayı şöyle yorumlar: “Bugün toplumumuzda annesinin cenazesinde ağlamayan herkes ölüme mahküm edilme riski içindedir.”Bu sezon sinemalarda gösterilen Colletral filminde de kiralık katil rolündeki Tom Cruise, modern toplumun duyarsızlığını, bir başka deyişle yabancılaşmasını şöyle eleştirir: “Bir gün bir adam bir metroya biner ve oturduğu yerde kalp krizinden ölür. Metroda öylece altı saat boyunca yolculuk yapar. Yanına onlarca insan oturur, kalkar ve kimse adamın öldüğünü farketmez!”Duyarlılık, bir insanı insan yapan değerlerin başında gelir. İnsanlığın, insan olmanın başkoşuludur neredeyse. Toplumsal barışın da... Geçmişte Türk toplumunun en önemli hasletlerinden biriydi duyarlılık. Organizmanın bir yerinde açılan yara, diğer unsurlar tarafından derhal sarılırdı. Ama bugün duyarlılık da eriyen, kaybolup, yokolan diğer değerlerimizin arasına karıştı. Gelişen teknolojininin büyük bir hızla bireyciliğe ittiği toplumumuz, bu dönüşümü geçirirken, belki köylülükten arınıyor ama bedelini de ağır bir yabancılaşma buhranıyla ödüyor. Köyle - kent arasına sıkışan ve ne köylü kalabilen, ne de kentli olabilen kitleler, kendi özgün kültürünü yaratamadığı gibi, geleneksel kültürün olumlu yanlarından da birer birer sıyrılıyor. Ve ortaya ne idüğü belirsiz bir “kalabalık” çıkıyor. Kendine, geçmişten miras kalan etik anlayışına, evrensel değerlere alabildiğine yabancılaşmış, sevgisiz, saygısız, duyarsız, bencil, barbar ve lümpen bir çoğunluk...Çok değil, bundan 5 yıl önce ülkemizin batısını vuran 7.4’lük depremi yaşayan, ağır bedeller ödeyen bir toplum olarak yeryüzünün bize uzak bir köşesinde yaşanan korkunç trajediye bu kadar kayıtsız kalabilmenin başka bir izahı var mıdır? 1999’da, başta komşumuz Yunanistan olmak üzere, dünya yardımımıza koşmasaydı, bu kadar kısa zamanda ayağa kalkabilir miydik? Bugün, Güney Asya depremine kayıtsız kalan bir ülke olarak, yarın başımıza gelmesi muhtemel bir felakette elimizden tutacak bir el aramaya hakkımız var mı? Bizi, tüm dünyanın seferber olduğu bir dehşete bu kadar kayıtsız bırakan, yardım kuruluşu vur patlasın çal oynasın göbek atan bir topluma dönüştüren nedir acaba? Bizi bu hale getiren kimdir, kimlerdir? Bizi biz olmaktan çıkaran hangi güçtür, nasıl bir travmadır? Asil davranışıyla, şampiyonluğun yalnızca yarış kazanmak olmadığını tüm spor dünyasına bir kez daha ispatlayan Formula 1’in yaşayan efsanesi Alman Michael Schumacher’in tek başına 10 milyon dolar katkıda bulunduğu bir yardım kampanyasında, 70 milyon olarak 250 bin dolarda kalmak, bölge liderliğine soyunan bir ülkeye yakışıyor mu? Yeryüzünün en köklü medeniyetlerine beşiklik eden Türkiye’nin, bir Schumacher kadar olamaması sizin de içinizi acıtmıyor mu? Ülkenin diğer kurum ve kuruluşları gibi kısır çekişmelerle birbirini yiyen Türk futbolunun, bir kaç cılız çağrı üzerine bir yardım turnuvası düzenlemeye karar vermesi yeterli midir? Ki, o turnuvada elde edilecek gelir de, seyircinin ve yayınlanırsa, yayıncı kuruluşun cebinden çıkacak. Dünyanın her yerinde spor sahalarının yıldızları, tsunamizedeler için seferber olurken, bizim sporcularımızdan neden çıt çıkmamaktadır? Sporcular, spor adamları, yöneticiler, esnaf, memur, işçi, işveren... Her kim ve her ne isen... Yalnız başına kaldığında kalk, bir zahmet aynanın karşısına geç! Gördüğün sen misin?..Fenerbahçe Cumhuriyeti!Türk sporundaki seçim heyecanı bütün hızıyla sürüyor. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı federasyonların ardından özerk federasyonlar da birer birer 4 yıllık yönetimlerini belirliyor. En son, geçtiğimiz hafta tenis ile basketbolda sandık başına gidildi. Her iki federasyonda da mevcut başkanlar iktidarını korudu. Elit insanların sporu tenis, bu özelliğinden dolayı içine kapanık bir camia olduğu için gürültüsüz patırtısız seçimini yaptı. Ancak basketboldaki çekişme, neredeyse ülke gündeminin ilk maddelerinden biri oldu. Sonuçta Turgay Demirel, yaşanan bir yığın tartışmanın ardından az bir farkla da olsa Lutfi Arıboğan’ı geride bıraktı. Basketbol camiasında özellikle üst yapı düzeyinde çok eleştirilen Turgay Demirel’in yeniden seçilmesinde Fenerbahçe’nin ve bölgesel ligden gelen oyların büyük etkisi oldu. Sarı - Lacivertli Kulübün Başkanı Aziz Yıldırım’ın, seçim ortamında bölgesel lig temsilcileriyle tek tek ilgilenerek (!) oylarını yönlendirmesi, Demirel’e, kaybetmesi muhtemel bir seçimi yeniden kazandırdı. Kulislerde, futbolun patronunu belirlemedeki etkisi bilinen Aziz Yıldırım’ın, basketbol seçimine de bu kadar asılması, Fenerbahçe’nin “100. Yıl”ı olan 2007’ye yatırım yaptığı şeklinde değerlendiriliyor. Yıldırım’ın, iki yıl sonra her branşta şampiyon olarak “100. Yıl”ı tam bir şölene dönüştürmeyi hedeflediği, spor camiasında öteden beri dile getiriliyor. Atletizm, boks, kürek ve masa tenisinde de Fenerbahçe’nin desteklediği adayların seçilmesi, senaryoları doğrular nitelikte...Sarı - Lacivertli kulüp, bir tek yüzmede istediğini elde edemedi. Bunda da sutopu camiasına hakim olamayışı önemli etkendi. Çünkü yüzme şubesi bulunan Fenerbahçe’nin sutopu takımı yok! Ama o konu da, lehlerine sonuçlanacak gibi görünüyor. Yüzmeye gerekli ilgiyi göstermediği öne sürülen Haluk Toygarlı’nın dünkü istifasının ardından bu iki branşın ayrılması gündeme gelecek. O zaman, 11 Aralık’taki seçimde yüzmeyi kaybeden Fenerbahçe’nin, bu branşta istediği adayı yeniden seçtirmesi mümkün olacak. Yani zaman ve süreç Aziz Yıldırım’ın lehine işliyor. Güzel bir latife olarak ortaya atılan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kavramı gerçek olmak üzere! Zira Sarı - Lacivertli kulüp Türk sporunu eline geçiriyor!

12 Ocak 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

KısırdöngüZamanın mutlak olmadığı bir evrende değişmemeyi başarabilen bir madde, canlı, nesne var mıdır? Değişimin, evrendeki tüm şeylerin özünü oluşturduğu bir zaman ve uzam boyutunda hep aynı kalmaya direnen canlılar da yok mudur? Ya da, değişimin karşı konmaz gücü karşısında yenildiğini kabul etmeyip kendini fasit bir dairenin içine hapseden ve kısırdöngünün girdabından kurtulamayan insan türü?.. Yaşadığı her günü, yaşamış olduğu geçmiş günlerin tekrarı olarak yaşayan insancıklar olarak nitelendirebileciğimiz tür... Adına, hayatın kendilerine dayattığı yenilikleri kavrayamayan, geleceği, uzak bir hayal ülkesi olarak gören, kendine kişisel hırs ve çıkarlarından oluşmuş sahte bir dünya kuran küçük hesap adamları diyebileciğimiz popülasyon... Evrenin sonsuz boşluğunda bir toz zerreciği olan yerkürenin; milyarlarca yıldır güneşin etrafında biteviye dönen o arz yuvarlığında hayat bulan doğanın, bitkilerin, börtü - böceğin, iklimlerin, mevsimlerin değişimine inat, kendini zamanın belli belirsiz bir yerine sabitlemeye çalışan garip varlıklar değil midir bugünkü sorunların kaynağı?.. Dünyada ve ülkemizdeki tüm sorunların... Son 50 yılımıza baktığımızda, gelişen teknolojinin dışında, yaşamımızda pek de fazla bir şeyin değişmediğini görmek için feylesofların öngörülerine, bilimadamlarının kuramlarına başvurmamız gerekmiyor, aslında... Türkiye dün neyse, bugün de o. Aynı alışkanlıklar, aynı ikiyüzlülükler, aynı bencillikler, aynı sevgisizlikler, aynı aymazlıklar, aynı iktidar hırsları, aynı ayak oyunları, aynı yalanlar, aynı sesler, aynı yüzler, aynı renkler... Geçmişten geleceğe herşey, herkes birbirinin kopyası gibi. Dev bir dairenin içine hapsolmuş, döne döne yaşayan ve hep başladığı noktaya gelen ismi ayrı, cismi aynı hayatlar... Nedense, takvimden bir yaprağın daha düşmesinden öte anlamı olmayan yeni yılın bu ilk günlerinde yaşananlar, kısırdöngünün devam edeceği yönünde işaretler veriyor. Lümpen sürüsü yine sokakları teslim alıyor, yine cinayet gibi trafik kazaları oluyor, yine bebelere vahşice kurşun sıkılıyor, CHP yine kurultaya gidiyor, Galatasaray yine borç krizine giriyor, Aziz Yıldırım yine gazeteci azarlıyor, seçimlerde yine belden aşağı vuruluyor, gazeteciler yine güç odaklarıyla tuhaf ilişkilere giriyor, futbolun dışındaki sporlar yine kendi kaderiyle başbaşa bırakılıyor, transferlerde yine mafyanın sözü geçiyor, siyaset yine spora egemen oluyor, yeryüzünün bir başka yerinde yaşanan trajedilere spor dünyamız yine duyarsız kalıyor... Birbirinin devamı kulüp yöneticileri, birbirinin tekrarı demeçlerle kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor; böylece sahip oldukları iktidar koltuklarına biraz daha tutunmaya çabalıyor. Başarısızlık nedeniyle bir kulüpten kovulan teknik direktörler, bir kaç saat içinde bir başka kulüpte “kurtarıcı” olarak derhal iş buluyor. Bazı boncuk bulunası futbolcular da öyle... 2003 ve diğerlerinin kopyası gibi yaşadığımız 2004’ü ahlar vahlar arasında geride bıraktık ama görünen o ki, 2005 de geçen yılın devamı olacak. Değişime direndiğimiz sürece 2006 ve sonraki yılları da aynı akıbet bekliyor. Ve hep aynı şeyleri yaşamaktan, görmekten yorulan bizler, sanki geçmiş farklıymış gibi kendimize nostaljik avuntular arıyoruz. Eskiden, bütün cümleler, “biz eskiden” diye başlıyordu. Bugün de öyle...Havuzdan yükselen feryat!Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı federasyonlarda seçim süreci tamamlandı ve başkanlar mazbatalarını alarak görevlerine başladı. Genel müdürlüğün, dahası AKP iktidarının seçimlere müdahale ettiği yönünde bir çok haber, yorum çıktı, ihbarlar oldu. Elde somut bir delil olmadan bu konuda kimse suçlanamaz. Ancak ülkemizde böyle bir gelenek olduğu bilinir. Geçmişte de diğer iktidarlar döneminde yapılan seçimlere müdahale olmuştur. Bu ülkede, dünya durdukça siyasetin spordan elini çekmeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin uluslararası arenada en başarısız olduğu sporların başında yüzme geliyor. Ancak ne var ki, yüzmenin 12 yıllık patronu Haluk Toygarlı, camia tarafından başarılı (!) bulunmuş ki, yeniden seçildi. Ancak yüzme camiasında böyle düşünmeyenler de var. Bu köşenin düzenli takipçilerinden, iki milli yüzücünün babası bir okurumun göndermiş olduğu mail, yürek burkan cinsten. Sevgili okurum, çocuklarının zarar görmemesi nedeniyle isminin yayınlanmasını istemedi. Kısaltarak naklediyorum. Sayın Genel Müdür Mehmet Atalay ve diğer spor yöneticilerinin dikkatine... “Yüzme, Atlama, Sutopu, Senkronize Yüzme sporlarının 12 yıl boyunca kökünü kurutan Federasyon Başkanı Haluk Toygarlı bir kez daha seçildi. Sayın Toygarlı bundan önceki seçimlerde tek aday idi... ‘Mecburen seçildi’ diyelim. Bu sefer karşısında 3 aday vardı. Yine değişen birşey olmadı. Çünkü devletimiz böyle istedi. Seçim günü sandık başında bulunan GSGM yetkililerinin hepsinin elinde Genel Müdürlük’ün desteklediği adaylar listesi vardı. Üstelik, federasyon seçimlerinde bilinçlenmemiş illerdeki delegelere bizzat AKP İl Başkanları telefon açarak oy verilecek adayları dikte etti. GSGM İstanbul İl Müdürlüğü’nde bulunan seçim sandığının başında duran şahıs, 12 yıldan bu yana sutopundan sorumlu asbaşkan. Mesleği ise taşımacılık. Tek müşterisi var, o da GSGM! Nasıl? Sistem kurulmuş. Bizim gibi salaklar da, yollara düşmüş, olimpiyat şampiyonluğu rüyaları kuruyoruz. Bakan Şahin, Atina sonrası başarısızlıkların hesabını soracak idi. Sordu! Ne diyeyim ki? Türk’ün en büyük düşmanı kendisi. Artık bu ülkeden ve devletten ve hatta insanlarının yüzde 80’inden nefret ediyorum. Rahmetli Aziz Nesin haklıymış. Oranı az bile tutmuş. Gençliğimde bu ülkeye hizmet edebilme uğruna kaderimi değiştirdim. Ama artık böyle düşünmüyorum. Bence bu ülkeye verilecek her hizmet mundar olup gidiyor.”

05 Ocak 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

2004’ten spor manzaraları!Ölümü bekleyen bir hasta ile dünyaya gözünü açmaya hazırlanan ana rahmindeki cenin için akıp giden zaman aynı şeyleri ifade etmez. Yaşanmış ve yaşanacak, günler, haftalar, yıllar, aşklar, acılar, sevinçler, hüzünler de... Aynı zaman dilimi, yolun başındakiyle sonundaki için farklı anlamlar taşır. O an, biri için geçmişi, pişmanlıkları, diğeri için ise geleceği, umudu çağrıştırır. Binlerce yıllık tarihine, köklü uygarlığına rağmen, çağın gerisinde kalmayı başarabilmiş Türkiye için, birbirinin aynısı gibi yaşanan yıllardan biri daha geride kalıyor. Birbirimize çokça umut pompaladığımız, Avrupa medeniyetinin kapısına dayandığımız, çıkmakta olan bu köhne yılda, bizi biz yapan alışkanlıklarımızdan sıyrıldığımız söylenemez elbette. Bu alışkanlıklar sonucu yaşanmış tuhaf olaylardan da... Günlük yaşamımızda hemen her gün karşımıza çıkan o tuhaflıklardan elbette Türk sporu da payını aldı. 2004’ü acı bir hatıra olarak belleğimize kazıyacak stat cinayeti, zaten başlıbaşına bir fenomen. Hiç şüphesiz yılın olayı. Ancak Cihat Aktaş’ın ölümü kadar trajik olmasa da, traji - komik olarak adlandıracağımız biz Türkler’e özgü, hem güldürecek, hem düşündürecek başka olaylar da, 2004 yılı içinde zuhur etti. Çoğu, çıkan yılın satır aralarında kaldı. Burada bazılarını yeniden hatırlatma gereği duydum. Tuhaf, orjinal ve sadece spora dağil, hayata dair... 2005’in tüm insanlığa barış ve huzur getirmesi dileğiyle...Kurtlar Vadisi sahada!Bolu’da düzenlenen gençlik futbol turnuvasında “Kurtlar Konseyi” isimli takım şampiyon oldu. Maçlara, “Kurtlar Vadisi” dizisinin müziği ve “Süleyman Çakır anısına finaldeyiz” yazılı pankartla çıkan Kurtlar Konseyi futbolcuları, üzerinde, dizi karakterlerinden “Canpolat, Kılıç, Laz Ziya, Karahanlı, Memati ve Abdulhey” isimleri ve “Kurt” amblemi bulunan formalarıyla mücadele verdi. Sahanın duvarlarına da formalarında bulunan isimlerin yazılı olduğu pankartları asan futbolcular, maç sırasında da birbirlerine gerçek isimleri yerine, formalarında yazılı olan isimlerle hitap ettiler.Yalovaspor sahasını okutacakİkinci Lig B Kategorisi A Grubu ekiplerinden Yalovaspor Kulübü Başkanı Nusret Karaalioğlu, deplasmandaki başarıyı iç sahada yaşayamadıklarını belirterek sahalarını okutup, kurban keseceklerini söyledi. Yalovaspor’un deplasmanlarda en başarılı takım olduğunu kaydeden Başkan Karaalioğlu, “Ancak kendi sahamızda aynı başarıyı tekrarlayamadık. Bu sorunu aşmak için gerekirse, sahamızı nefesi kuvvetli bir hocaya okutacağız, kurban keseceğiz” ifadelerini kullandı.Salonda harem-selamlık!Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenen Liselerarası İl Basketbol Şampiyonası’nda, harem-selamlık uygulaması yapıldı. Şehir Spor Salonu’nda yapılan maçların final karşılaşmasında, “güvenlik” gerekçesiyle kızlar üst kata, erkek öğrenciler ise alt kattaki tribünlere yerleştirildi. Uygulamaya tepki gösteren öğretmen ve öğrenciler, “Anlamsız kararı, çağdışı buluyor ve protesto ediyoruz” dediler.Yaş küçültme hilesine hapisÇaykur Rizespor altyapısında futbol oynayan 24 yaşındaki Erdem Çebi, futbola burada devam edebilmek için yaşını küçültmek istedi ve babası Eyüp Çebi ile birlikte 2 yıl önce Trabzon’un Araklı İlçesi’nde Nüfus Müdürlüğü’ne gitti. Baba Eyüp Çebi, tanıdığı olan memur Davut Tanrıverdi aracılığıyla, oğlu Erdem Çebi’yi, Erdinç Çebi adıyla 20 yaşında olarak nüfusa kaydettirdi. Olayın duyulması üzerine Savcılık dava açtı. Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde 1 yıl süren dava sonunda “resmi evrakta sahtecilik” yaptıkları belirlenen Eyüp Çebi ve oğlu Erdem Çebi 1’er yıl 8’er ay hapis cezasına çarptırıldı.Halksız “Halk Yürüyüşü”! Bornova’da düzenlenen “Yaşam Boyu Sağlıklı Halk Yürüyüşü”ne hiç kimse katılmadı. Beş kişilik Tertip Komitesi kendileri yürürken, Herkes İçin Spor Federasyonu İzmir İl Temsilcisi Musa Taş ile İl Müdürü Sabri Sadıklar birbirlerini suçladı. HİS İl Temsilcisi Taş, “İl Müdürlüğü’ne dilekçe vermemize rağmen, etkinliğin duyurulması için pankart yaptıramadık” derken, İl Müdürü Sadıklar ise, “Onu bu göreve atayan kişi benim. Görevden almasını da bilirim” şeklinde tepki gösterdi.Rakip oyuncuyu bıçakladıMalatya’da oynanan amatör kümedeki Malatya İdman Yurdu ile Adafıspor maçında ev sahibi ekibin oyuncusu Emrah Kaya takımının yenilgisini hazmedemeyince rakip futbolculardan Hakan Alkan’ı bacağından bıçaklayarak yaraladıktan sonra kaçtı. Saha içinde tartıştığı Hakan Alkan ile maç bitiminde stad önünde karşılaşan Emrah Kaya eline geçirdiği bir bıçakla rakip futbolcuyu bacağından yaraladı. Futbolcu, ambulans ile Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.Şampiyona susuz kaldıSivas’ta yapılan Minikler Boks Türkiye Şampiyonası’nda belediyenin çalışma yapması nedeni ile salonun suları kesilince sporcular sıkıntı yaşadı. 4 Eylül Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ve 47 ilden 538 sporcunun katıldığı şampiyonanın ikinci gününde belediyenin tesisat yenileme çalışmaları nedeni ile salonun suları kesildi. Organizasyon eksikliğinden kaynaklanan olay nedeni ile banyo ve tuvaletlerde suların akmaması sporcuları sıkıntıya soktu. Sporcu aileleri olaya büyük tepki gösterdi, ancak muhatap olacak bir yetkili bulamadı.Damı akan salonda kampBoks Milli Takımı’nın iskeletini oluşturan Elazığlı boksörler damlayan çatı altında olimpiyatlara hazırlanıyor. Ahmet Aytar Kapalı Spor Salonu’nda tadilat nedeniyle çatı su damlatınca yerlere naylonlar, damlaların altına ise kovalar yerleştirildi. Boksörlerin duş aldıkları bölüm de tamamen kullanılmaz hale gelirken, olaya tepki gösteren boksörler antrenmanlarını güçlükle yapabiliyor.

29 Aralık 2004, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bilirsiniz, gülmek bazen gülmek değildir. Bazen ağlamaktır, gülmek... Bazen de öfkelenmek, kabarmak, bir isyanı haykırmaktır. Gülmek, bazen kınında durmayan iki ucu keskin bıçak gibidir. Kestiği zaman yarası geçmeyen ağulu bir bıçak... Bu ülkenin statları, nicedir, en fazla çözülüp dibe battığımız yerler oluyor. Bütün değerler oralarda erozyona uğruyor. Saygı, sevgi, hoşgörü, insanlık oralarda ölüyor... Oralarda boğaz kesiliyor... Oralarda ırza geçiliyor... Oralarda canlar yitiriliyor... Oralarda anaların, avratların namusu iki paralık ediliyor... Oralarda barbarlaşıyoruz... Kutsanmış neyimiz varsa, oralarda içi boşaltılıyor... Oralarda, bizi biz yapan her şey, ama herşey anlamını yitiriyor. Bir “hiç” olup çıkıyoruz, stat kapılarından... Bu ülkede köpekleşmenin tarihi yazılacaksa, işe önce statlardan başlanmalı!.. Yıllarca Türk futboluna hizmet vermiş bir eski çınar daha sessiz sedasız göçüp gitti bu dünyadan... Üç büyük kulübümüzün de formasını giyen, ama adı 9 yıl oynadığı Galatasaray ve arkasında yedek beklediği Turgay Şeren’le özdeşleşen Bülent Gürbüz, uzun zamandır mücadele verdiği alzheimer hastalığına sonunda yenik düştü. O da, diğer tüm değerler gibi tek sütun haber oldu gazetelerde... Televizyonlar ise bildiğiniz gibi! Son yıllarında onu kaderiyle başbaşa bırakıp yoksulluğun pençesine atanlar, ölümünde de hatırlamadı, hatırlamak istemedi. Hatırlarlarsa, ayıplarıyla yüzleşmeleri gerekecekti belki...FANATİK’in üç yıl önce “Kaybolan Yıldızlar” dizisiyle gündeme getirdiği, mağdur ama bir o kadar da mağrur eski futbol değerlerimizden biriydi Bülent Gürbüz... Söyleşimizde, “Galatasaray” adı geçtiği zaman hüngür hüngür ağlayacak kadar tutkunuydu Sarı - Kırmızılı formanın... Galatasaray, onun yüreğinde hiç sönmeyen bir ateş, sonsuza kadar bitmeyecek bir aşktı... Ama o sevgilinin bugünkü yandaşları, pazar gecesi Bülent ağabeylerine Azrail’den daha öldürücü bir pençe vurdu. Ali Sami Yen’de oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçı öncesinde Bülent Gürbüz için saygı duruşu anons edildiğinde futbolcular orta yuvarlağın çevresine toplanarak başlarını öne eğdiler. Mondragon ise diz çöktü. Stadı derin bir sessizlik kapladığında, kapalı tribünden Fenerbahçe aleyhine yükselen küfürler, insanlıktan çıkmışlığımızın vardığı son noktayı işaret ediyordu. Bir kez daha damarlarımızdan kan çekildi. Buz kestik, içimiz titredi, ruhumuz üşüdü, kaskatı kesildik. Geçmişimizi tarumar eden, geleceğimizi ipotek altına alan bu zavallı sürüsüyle aynı çağda, aynı coğrafyada yaşamış olmanın utancı ve derin kederi çöktü yüzümüze... Ve Bülent ağabey, giydiği formaya, akıttığı tere, verdiği emeğe, döktüğü gözyaşına ve tarihe kazınan anısına saygısızlık eden bu güruha bulutların üzerinden şöyle bir baktı ve acı acı gülmeye başladı. Ve kendi kendine söylendi: “Ne mutlu bana ki, bu sefil ve zalim dünyadan tam zamanında çekip gitmişim... Ne mutlu bana!..”

15 Aralık 2004, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Terbiyeli maç!‘’

Zeytinburnu Stadı’na dün uğrayanlar, belki bu derece hoş bir manzara ile karşılaşmadılar ama küfürsüz bir maç izleme zevkini yaşadılar. Çünkü tribünleri dolduran az sayıda seyirci, sadece futbolseverdi. Bir kısım İstanbulspor taraftarı vardı ama onlar da gelişigüzel bağıran bir kaç çoluk çocuktan ibaretti. İnanır mısınız, politbüroyu andıran protokol tribününde bile küfür edilmiyordu! Tribünler alabildiğine sessiz ve sadece sahada oynanan futbola odaklanmıştı. Gürültü patırtı stat dışından geliyordu! 100-150 kadar bedavacı, maça alınmayınca, stat kapısı önünde toplanmış, içeri girebilmek için tezahürat yapıyordu. Sahadaki futbolcular bile sadece futbol oynamaya çalışıyordu. Rakibe kasti sertlik, hakemi kandırmaya, seyirciyi tahrik etmeye yönelik davranışlar yoktu. Birbirlerine karşı alabildiğine centilmendiler. Ama iyi niyetlerini hakeme yediremediler! Erol Ersoy, yan gözle bakana dahi sarı kart çıkardı. Bu kadar çok lüzumsuz kart gösterdikten sonra o maçı ben bile idare ederim!Durum 1-1 olana kadar deyim yerindeyse iki takım da uyuttu. Tam esnemeye başladık ki, Jaba’nın golü geldi. Ardından da her iki kalede bol pozisyon... Maçın hakkı beraberlikti. Alex’in, Musa Büyük’ün, Jaba’nın, Wederson’un çabaları bile bunu bozmaya yetmedi!

12 Aralık 2004, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bir suşi kadar değeri olmayan şampiyonlar!..İnsan bazen durup dururken yorulur. Nedensizdir. Belki de nedenlidir. Ama o bilmez. Etrafında, yaşadığı dünyada, ait olduğu toplumdaki gelişmeler o kadar hızlı ve başdöndürücüdür ki, tempoya ayak uyduramaz, ansızın bitap düşer. Kıpırdayamaz. Olan bitene kayıtsız kalır. Boş gözlerle oraya buraya, gelişigüzel bakar. İşte o an, “sıfır” noktasıdır. Tükenmişliğin resmidir. İnsan tükenir de toplumlar tükenmez mi? Tükenen insanların bir amip gibi çoğalarak tükettiği toplumlar yok mudur? Tükenip hissizleşen, duyarsızlaşan, vicdanı nasırlaşan toplumlar... Hiçliğin kör kuyusuna yuvarlanan toplumlar... Yuvarlandıkça biraz daha tükenen, tükendikçe sahip olduğu bütün değerleri de tüketen toplumlar... Ve sonunda dünyayı kuyu ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaya dönüşen toplumlar... Bir gün uygar ve vahşi dünyanın masasında bir kobay haline gelerek deney için parçalanacak kurbağaya... Bizler böylesi bir toplum modelinin neresindeyiz? İçinde mi, dışında mı? İçindeysek, başında mıyız, ortasında mı? Yoksa sonunda mı? Statlarında bir hiç uğruna, mezrasında, yaylasında terörist diye çocuklarını öldüren bir toplum nerede olabilir? Ölen çocuklarının arkasından bir kaç gün ağıt yakıp, sonra da unutan toplumu hangi kategoriye sokarsınız? Olan biten herşeyin sorumlusu muktedirlerin, hesap vermek yerine çözüm üretmeye soyunduğu toplumlar kuyunun dibinde midir, dışında mı? Yoksa deney masasında mı?Kendi çıkarları, hırsları, şöhretleri için futbolu bu ülkede tek değer ilan edip diğer tüm sporları yok edenlerin yarattığı terör ortamında, bu ülkenin bir olimpiyat ve dünya şampiyonu güreşçisi sessiz sedasız öbür dünyaya göçüverdi. O kadar sessiz sedasız ki, Yunus Emre’nin, “Bir garip öldü diyeler/üç gün sonra duyalar/soğuk suyla yuyalar/şöyle garip bencileyin” mısralarındaki gibi... Kimse duymadı. Çünkü duyuran olmadı! Dünyanın öbür ucuna, Meksika’ya gidip bu ülkeye bir olimpiyat altını kazandıran, ve sonrasında antrenörlük yaparak daha nice şampiyon güreşçiler yetiştiren Mahmut Atalay’ın ölüm haberini, FANATİK ve Sabah’ın dışındaki gazeteler tek sütuna bir kaç satırda duyurdu. TRT dışındaki televizyonlara haber bile olmadı. Atalay’ın ölüm haberlerinin toplamı, Fenerbahçeli Serhat’ın “suşi partisi” kadar yer kaplamadı gazetelerde!..Tüm değerlerini yokederek köksüz kalan bu ülkede daha neden bahsediyoruz ki? Olimpiyat ve dünya kürsülerinin en üst basamağına çıkan, bayrağını göndere çektiren, istiklal marşını çaldıran, ülkesine gurur ve onur kazandıran bir sporcunun kaybı kimseyi ilgilendirmiyorsa, İstanbul’un olimpiyat adaylığı için milyonlarca dolar harcamanın ne anlamı olabilir ki? Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi gibi kurumlar, olimpiyat yasası gibi yasalar ne ifade edebilir ki? Olimpiyatlara gönderdiğimiz sporculardan başarı beklemeye bu şartlarda ne hakkımız var ki? Böyle bir ülkede, bir çocuk olimpiyat şampiyonu olmayı isteyebilir mi, düşleyebilir mi? Kendine böyle bir hedef koyabilir mi? Aileler, çocuklarını olimpik branşlara yönlendirebilir mi? Sonsuzluğa yolcu ettiğimiz bir olimpiyat şampiyonunun, bir futbolcunun düzenlediği suşi partisi kadar değerinin olmadığı, yankı bulmadığı, televizyonlardaki çaçaron kaynanalar kadar gündeme gelmediği bir toplum kendini tüketmemişse, ne yapmıştır?

08 Aralık 2004, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Yıldızın parladığı ya da parlayamadığı anlar!..Aralarında İstanbul’un Fethi - Fatih Sultan Mehmet, Amerika’nın Keşfi - Kristof Kolomb’un da bulunduğu bu 11 tarihi olayın gerçekleşmesinde en kısa zaman diliminin, yani bir “an”ın etkisinden söz eden Zweig, o “an”la ilgili şunları söyler: “İnsan yaşamına çok ender olarak bağışlanan o bir saniyelik büyük an, kendisinden yararlanmasını bilenlerin yıldızını parlatır, bu aynı zamanda, insanlık tarihinde yıldızın parladığı andır; ama bu yazgı anı kendisinden yararlanmasını bilmeyenlerden de öç alır, hem de nasıl bir öç! Sağduyu, buyruğa boyun eğme, çaba ve akıl gibi insanlık erdemleri, yazgıyı belirleyen o büyük anın tutuşturduğu ateş içinde eriyip yok olur. O büyük an, korkakları küçümseyerek geri iter ve yeryüzünün bir başka tanrıları olan yüreklileri ise, ateşli kolları arasına alıp gökyüzüne, yiğitlerin yanına götürür.”Beşiktaş’ın Steaua Bükreş ile oynadığı UEFA Kupası maçının 87. dakikası da İbrahim Akın için, “yıldızın parladığı an” olabilirdi, şayet o golü atmasıydı! İyi bir insan ve futbolcu olduğuna inandığım İbrahim Akın, Steaua’lu defans oyuncusu yerde yatarken, Juanfran’ın cezaalanına ortaladığı topu kaleye göndermek yerine, eliyle tutsa ve sakat futbolcunun yanına bıraksa, Beşiktaş 2-1 değil, 2-0 yenilecekti. Siyah - Beyazlı takım belki ileride o golle UEFA’da yoluna devam edecek, ama İbrahim Akın’ın karşısına kendisini gerçek bir yıldız statüsüne kavuşturacak böylesi bir “an” bundan sonra çıkmayacak. Genç futbolcu, eğer ofsaytı bozan yerdeki oyuncuyu hiza alıp pozisyona girmek yerine topu tutabilme yürekliliğini gösterebilseydi, bir karabasan gibi üzerimize çöken futbol terörü belki bugün ikinci planda kalacaktı. Bizler geleceğe daha umutla bakacaktık. Gençler, onun yalnız futbolculuğunu değil, insanlığını da örnek alacaktı. Taraflı - tarafsız herkesin gönlünde taht kuracaktı. Kazanmanın herşey olmadığını bir kez daha öğrenecektik. Başına gelen olaylarla giderek nefesi daralan Beşiktaş’ın yüzü ağaracaktı, camia onunla gurur duyacaktı. Statta işlenen cinayetle dünyaya rezil olan Türkiye, kaybettiği itibarını geri kazanacaktı. Ama ibrahim Akın ne yazık ki bunu yapamadı. O, İngiltere Premier Ligi’nde oynanan iki maçta; kaleci yerde yattığı için kendisine verilen pası gol yapmayan ve topu eline alan West Hamlı Paolo di Canio ile hakemin takımı lehine verdiği penaltıya itiraz edip, itirazı kabul olmadığında topu auta atan Liverpoollu Robbie Fowler gibi gökyüzünde sonsuza kadar parlayan bir yıldız olmak yerine, bir gece ansızın kayarak kaybolan bir yıldız olmayı seçti. Ne yapalım; herkes kendi seçimiyle varolur ya da yokolur...ENKA’dan anlamlı seminerFarkında mısınız, Türk sporunda son yıllarda yüreğimizi daraltan o kadar olumsuz gelişme oluyor ki, ebeveynler artık çocuklarını spora yönlendirmemeye başladı. Dopingten tacize, şikeden stat terörüne kadar bir çok olayın tozu dumana kattığı, önümüzü göremez hale getirdiği şu günlerde; içimizi ferahlatan gelişmeler de yok değil. Tıpkı ENKA Spor Kulübü’nün sporcu, antrenör ve sporcu ailelerine verdiği seminer gibi... Geçtiğimiz pazar günü Sadi Gülçelik Spor Tesisleri’ndeki Oditoryum’a toplanan bir avuç insan, daha bilinçli spor yapabilmek için uzmanları can kulağıyla dinlediler. İlk kez düzenlenen ve geleneksel hale getirilmesi hedeflenen seminerin konusu, “Sporcularda Duyguların Yönetimi ve Hedeflere Ulaşım”dı. Kişisel Değişim Modeli (NLP) uzmanı Cengiz Eren ve Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı Ayşim İncesulu’nun konuşmacı olarak katıldığı seminerde; “Sporcu Davranışları ve Psikolojisi”, “Profesyonel Zihin Yapısının Önemi”, “İstenilen Hedeflere Odaklanmak”, “Veli - Antrenör - Sporcu İletişimi”, “Duygusal Patlamaların Yönlendirilmesi” gibi konular işlendi. Eren ve İncesulu’nun verdiği mesajlar, Türk sporunun neden yerinde saydığı konusunda ipuçları veriyordu. Çocukların bir yarış atı gibi hazırlandığının ve kazanmaya koşullandırıldığının altını çizen uzmanlar, bunun genç sporcular üzerinde yarattığı baskıya dikkat çekerek, önemli olanın, kazanmak ya da kaybetmek değil, yarışmak ve yaptığı işten keyif almak olduğunu ısrarla vurguladılar. Başarısızlıkta en önemli etkenin, geçmişte elde edilen başarının önemsenmesi olduğunu dile getiren NLP Uzmanı Cengiz Eren’in, buna verdiği örnek ise oldukça ilginçti: Fatih Terim. ENKA’daki seminerde bir gerçekle daha yüzleştim. Karşılıklı tartışmaların da yaşandığı bu etkinliğe katılan pırıl pırıl çocuklar, Türkiye’nin, Türk sporunun aydınlık yüzünü oluşturuyordu...

01 Aralık 2004, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mülksüzler‘’

Üç büyüklerde miadını dolduranların omurgasını oluşturduğu İstanbulspor, Bayrampaşa, Güngören derken, şimdi de Zeytinburnu Stadı’nda varoluş mücadelesi veriyor. Burada nispeten kendine bir taraftar topluluğu bulmuş. Zeytinburnu’nun çocuğu olan Musa Büyük’ün yüzü suyu hürmetine tribünleri dolduran ilçe sakinleri, Sarı-Siyahlı futbolcuları bağrına basıyor. Ama bu dahi sahadaki futbolun kalitesini artırmaya yetmiyor. İstanbulspor arada bir parıltı yapıyor... O da üç puanı almaya yetiyor. Zira karşısında rakip yok! Kendine alıcı bulamayan bir başka Süper Lig takımı olan Sakaryaspor, “benim ne işim var burada” havasında. Sol kanattan etkili bindirmeler yapan ve takımının neredeyse bütün ataklarında imzası olan Fatih Ceylan’ın dışında dikkat çekecek futbolcuları yok. Anlaşılan onlar da Süper Lig’e emanet! İki takım arasındaki tek fark, İstanbulspor’un Süper Lig tecrübesine sahip futbolcularının olmasıydı. Abdullah ile Saffet Akbaş, tecrübeleriyle, Faruk da hırsı ve enerjisiyle sivrilirken, Ahmet Dursun da fırsatçılığını konuşturdu. Ve biz de sabaha kadar golsüz bitecek bir maçta üç gol izleyebilme fırsatını bulduk.

29 Kasım 2004, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI