Arama

Popüler aramalar

‘’Aslan yürekli Serhat‘’

Geçtiğimiz yaz Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde kendisinin neredeyse babası yaşındaki Ahmet Taşcı’nın sırtını yere getirip ‘en genç başpehlivan’ unvanını alan Kara, daha sonraki dönemde aynı başarısını minderde de tekrarlamış ve girdiği her turnuvadan zaferle ayrılarak milli mayoyu haklı olarak sırtına geçirmişti. Varna’ya gelirken de güreşle uzaktan yakından alakası olan herkes Kara’nın çok formda olduğunu ve altın madalyayı kazanacağını söylüyordu.Ama ne var ki 21 yaşındaki güreşçimiz mavi mayo yerine kırmızıyı giyse, ya da kura atışında kırmızı yerine mavi gelse, yeni kural gereği sağ ayağını rakibine teslim etmeyecek ve sol diz yan bağlarını koparan o zorlamaya girmeyecekti belki... Ve biz belki bu satırlar yerine onun zaferini yazıyor olacaktık. Ama hayat işte herkese yüzünü gösterdiği gibi tecelli etmiyor. Bir an geliyor, sana sırtını dönüyor, bir an geliyor, tam dibe çakılmışken zirveye çıkarıyor. Yaşamı anlamlı ve keyifli kılan da bu gel-gitler ve iniş-çıkışlar değil mi zaten?Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası’nın bu iki günlük kısır serüveninde yalnız bizlerin değil, salonu dolduran başka ulus temsilcilerinin de damaklarında kalan lezzet, hiç kuşkusuz Serhat Balcı’ydı. FILA’nın uyguladığı yeni kuralların iğdiş ettiği serbest güreşe kan veren, can katan güreşci oldu. Serhat... Mindere aklını, cesaretini, gururunu ve yüreğini koydu. Saldırdıkça saldırdı. Hep oyun yaptı, hep puan aradı. Rakiplerine bir saniye bile aman vermedi. ‘İşte güreş, işte güreşçi, işte spor bu’ dedirtti, salonu dolduran bir kaç bin sporsevere... Rus’la olan müsabakasında hakemleri de dize getirdi. Kazandığı madalya anasının ak sütü gibi helal. Minderin Varna’dan yükselen yıldızıydı genç güreşçi. Ata sporumuzun bugünkü flu görüntüsünü dağıtan geleceğe ışık tutan. Türk güreşine bir kaç Serhat Balcı daha lazım. Belki o zaman sürekli eski günleri yad etmekten kurtuluruz. Belki o zaman aydınlık yarınlara yelken açarız. Belki o zaman hapsolduğumuz kısırdöngünün sanal duvarlarını yıkarız. Belki o zaman birbirimizi yemeyiz, enerjimizi Ata sporumuzun selameti için harcarız. Yeni Serhatlar bulmalıyız, Serhatlar’ı çoğaltmalıyız.

14 Nisan 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yazı mı, tura mı!‘’

FILA’nın ilk kez büyük bir şampiyonada uygulamaya koydugu yeni müsabaka kuralları, güreşin dibine yerleştirilmiş dinamit lokumu gibi. Hakem inisiyatifini ortadan kaldırmak için pasivite uygulamasına son vererek yer güreşine sınırlamalar getiren ve güreşi tıpkı voleybolda oldugu gibi 2’şer dakikalık 2 devreden oluşan set sistemine çeviren yeni uygulamayla müsabakalar adeta itiş-kakışa dönmüş. Güreşçiler sadece ayakta birbirlerini oraya buraya iteliyor ve 2 dakikayı dolduruyor. Ya da, hasbelkader 1 puan alan sporcu, bunun üstüne yatıyor ve devreyi o şekilde tamamlıyor. Müsabakaların yüzde doksanında ise güreşciler her iki devreyi de puansız kapatarak kura atışını bekliyor. Kura atışını kazanan rakibini ayağından bağladığı için büyük bir avantaj sağlıyor. Hemen hemen bütün karşılaşmalar da kura atışını kazanan güreşçilerin galibiyetiyle sonuçlanıyor. İzleyenler, koca bir müsabakada tek bir oyun dahi göremiyor. Bu sistemde iyi savunma yapan vasat bir güreşçi, şansı yaver giderse, hiçbir oyuna girmeden altın madalya alabilir.Yeni kuralların bir başka boyutu da şu: Diyelim bir güreşçi ilk devreyi 6-0 önde tamamladı. Diğer devreyi ise 1-0 kaybetti. Durum eşitlenmiş oluyor. Uzatmada rakibine 1 puan daha verdiğinde ise müsabakayı kaybediyor. Yani totalde durum 5-2 lehine ama mağlup! Tıpkı dün Tevfik Odabaşı’nın başına gelen durum gibi.Üstelik bu yukarıda anlattıklarım, daha spektaküler olan serbest güreşin içine düşürüldüğü son durum. Bunun bir de grekoromeni var. Belden aşağısına oyun yapmak yasak olduğu için seyredilebilirlik oranı her geçen yıl düşen ve bir ara olimpiyattan çıkarılması gündeme gelen grekoromenin ne hale geldiğini Cumartesi günü göreceğiz.Dün mindere çıkan ve bekleneni veremeyen güreşçilerimiz ise ayrı bir yazı konusu. Onlara da, belki bugünkülere de ileride değineceğiz. Ama kulağınıza şunu fısıldayayım: Buradan 1 altınla dönersek öpüp başımıza koyalım!..

13 Nisan 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kontrolsüz güç‘’

Dün, ilerleyen haftalarda kabus görmek istemeyen Samsun - Malatya maçında da aynısı oldu. Seramoniye çıkarken, birbirlerine gülen, şakalaşan futbolcular maç başladıktan sonra birer birer kontrolü kaybedince karşılaşma bir anda gerilim filmine döndü.Neredeyse hiç pozisyonun olmadığı ilk yarı, kelimenin tam anlamıyla evlere şenlikti. İki takım da, ‘bu nasıl futbol, bu nasıl lig’ dedirtecek kadar acemice hareketler yaptı. Kalite olarak vasata bile ulaşamayan ilk 45 dakika bu yönüyle tam bir Türk Futbolu klasiğiydi. Aslında ikinci yarı da bir Türk Futbolu klasiği şeklinde cereyan etti. Ama olaylarıyla... Oysa, Samsun iyi başladığı ikinci 45. dakikada arka arkaya pozisyonlar buldu, ancak Ivanov ve Serkan ile değerlendiremedi. Tribünler her an ev sahibinin golünü beklerken, Kais’in lüzumsuz yere ikinci sarıyı görmesiyle bir anda dengeler değişti. Ardından, maç başından beri hırçın hareketleriyle ortamı geren Adnan, takımını 9 kişi bıraktı. Bu dakikada Feyyaz Uçar’ın kurnazlığı devreye girdi. İki sarı kartlı oyuncuları Saidou ve Murat’ı hemen dışarı alarak kırmızı kart ihtimalini yarı yarıya düşürdü. Ardından da futboldan ziyade duvar tenisine andıran bir görüntü çıktı ortaya. Maçı tek kaleye çeviren Malatya’nın atakları, Samsun’un ise inanılmaz direnci vardı 19 Mayıs Stadı’nda.Tribünler tam 35 dakika 9 kişi oynayan takımlarını gururla alkışlamaya hazırlanırken, 90+5’de gelen gol ortalığı bir anda yangın yerine çevirdi. Zira, 4 dakika uzatma gösteren hakem 25-30 saniye daha fazla oynatınca malum ‘istenmeyen görüntüler’ bir maça daha damgasını vurdu.Oysa hakem Süleyman Abay kartlar dahil birçok kararında haklıydı. Ama ne var ki, o da kontrolden çıkan futbolculara ve tribünlere ayak uydurunca tuhaf bir maça hazin bir nokta koydu.

04 Nisan 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Karanlıktaki kara kedi!Sinoplu düşünür Diyojen de, bir öğle vakti elinde fenerle Atina sokaklarına çıkar ve, “Bir adam arıyorum, bir adam... Erdemli bir adam” diyerek çağının trajedisini vurgular.Yeryüzünün en meraklı türü olan insanoğlu, varoluşundan beri hep bir şeylerin arayışı içinde olmuştur. Bugünkü yüksek uygarlık düzeyi de, bu bitmek tükenmek bilmeyen arayışların sonucudur zaten... Yaşlı dünyamızdaki yaşam formatı devam ettiği müddetçe de insan aramaya devam edecektir. Ancak bu arayışlar, çağa ve ihtiyaca göre değişkenlik göstermektedir. Tıpkı, yırtıcı hayvanlardan korunmak için bir sığınak arayan ve mağarayı bulan, avlanmak ve kendini korumak için silah arayan ve mızrağı yapan, soğuktan korunmak için de sıcağı arayan ve ateşi icat eden ilk insanın arayışı ile daha hızlıyı, daha kolayı, daha fazlayı, daha müreffehi arayan modern insanın arayışı arasındaki fark gibi... Ancak uygarlık tarihini yazanlar; fiziki ihtiyaçlarını gidermek için maddi değerlerin peşinde koşanların arasından değil, insanlık ülküsünü yüceltenlerin ve doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, erdemi yaşamlarının temel amacı haline getirenlerin arasından çıkar. Ve toplumların kaderini belirleyen de bu iki kesimin çatışmasıdır, aslında...Maddi değerleri yüceltenlerin, zenginliği yalnızca para, mal-mülk, iktidar ve şöhret olarak algılayanların çoğaldığı bir toplumda çürüme kaçınılmazdır. Zira ihtiyaçları sınırsız olan insanoğlu bu durumda daha fazlasına sahip olmak için ahlak ve erdemi ayaklar altına almakta beis görmez. Süte su, rakıya zehir, zeytine boya, bala şeker, domatese hormon, kırmızı bibere kiremit tozu, tereyağına patates, kaşar peynirine nişasta, inşaat harcına deniz kumu, bürokrasiye rüşvet, demokrasiye darbe, futbola şike ve teşvik primini, olimpik branşlara doping karıştırır, yaşamını, “bir koyup üç almak” kurnazlığı üzerine idame ettirir. Vaktiyle bu ülkenin en tepe noktasındaki bir politikacının teşvik ettiği, yalan ve riyayla mayalanmış bu yaşam biçimi, zamanla salgın hastalık haline gelmiş ve çalışmadan, emek sarfetmeden, yorulmadan, her türlü etik değeri altüst ederek kazanç peşinde koşmak toplumumuzun her kesimini sarmıştır. İşte, AB kapılarında medeniyet dilenen Türk toplumunun temel hastalığı bu ahlaki çöküntüdür... Öyle ki, ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkilerden sportif karşılaşmalara kadar her alanda kendini hissettirmektedir. Bir ülkenin futbolu, şike, teşvik primi, mafya, ilkesizlik, çapsızlıkla anılıyorsa; amatör sporları, adam kayırma, iltimas, torpil, dopingle gündeme geliyorsa; dünya kupası yolundaki milli takımı bir kaç muhterisin çekişmesine kurban ediliyorsa; adalet dağıtmak yerine başrole soyunan hakem camiaları neredeyse her branşın altını dinamitliyorsa; yönetim katındakiler iktidara gelmek için kullandıkları ilkel yöntemleri, ayak oyunlarını, koltuklarını korumak için de sergilemeye devam ediyorsa; ülkenin en elit sporcularının gözünü kör bir hırs bürüyorsa; eğitimsiz, yeteneksiz, donanımsız antrenörlerin kendi egolarını tatmin etmek için yaşlarını büyüterek öldürücü bir rekabete zorladığı altyapılardaki çocuklar, oyunun kurallarını öğrenmeden, rakibe sinsi tekme atmayı, hakemi etki altına almayı, kazanmak için her yolu mubah saymayı öğreniyorsa; o ülkede ahlaktan, erdemden sözedilebilir mi? Ömürleri o yüce değerlerin peşinde koşmakla geçenlerin, artık bu ülkede aradıklarını bulma ihtimali kaldı mı? Korkunç bir çapaçulluğun içinde kalan, giderek yalnızlaşan, çaresizleşen, kara delikte kaybolmaya mahküm ışık huznesi gibi son sürat meçhule akan bu kitle, insanı zavallılığından kurtarıp ruhi bir olgunluğa ulaştıracak olan ahlakı ve erdemi nerede bulacak?Ahlak ve erdem, bu ülkenin neresinde? Ve nasıl bulacağız? Karanlık bir odada, olmayan bir kara kediyi mi arıyoruz, yoksa gün ortasında dahi görünmeyen boş bir hayali mi? Sahi biz neyi arıyoruz ve nasıl bulacağız? Ve bulabilecek miyiz?Ligden düşmek herkesin hakkıdır!Galatasaray’ın bile!.. Eğer bir spor kulübü girdiği yarışta kötü yönetimden ve yeterli yatırımın yapılmamasından dolayı küme düşüyorsa, düşmelidir... O kulüp, o branşın öncüsüyse bile, hakkaniyet içinde sürdürülen bir yarışta geride kalıyor ve lige veda ediyorsa, etmelidir. Çünkü sportif ahlak bunu gerektirir. Sporda, bazı takımlar ebediyete kadar küme düşmeyecekler diye bir kural yoktur. Nasıl ki, Avrupa’da bir sezon şampiyon olan bir takım, sonraki sezonda küme düşebiliyorsa, Türkiye’de de düşmelidir. Galatasaray Bayan Basketbol Takımı’nın 2.Lig’e düşmesi bu bakımdan Türkiye’de bir milattır. Futbolda, geçmiş yıllarda Üç Büyükler’in küme düşme potasına geldiğinde nasıl kurtarıldığı kuşaktan kuşağa anlatılır. Bu nedenle Galatasaray’ın baskette küme düşmesi, bir tabunun yıkılması anlamına gelir. Devler de kaybetmeli. Bu, futbolda da, başka branşlarda da olmalı. Ülke sporunun esenlik dolu bir geleceğe yelken açması için herkes neyi hakediyorsa, onu almalı. Sahada kaybedenler, masada kazanmamalı. O nedenle düşmeyi hakeden Galatasaray düşmeli, kurtulmayı hakeden Burhaniye de kurtulmalı... Ve düşenler hiç ağlamadan, sızlanmadan, neden küçücük bir kasaba takımı kadar olamadıklarının cevabını aramalı, bulmalı. Adil bir yarışta nasıl küme düşüyorlarsa, yarın da şampiyon olabileceklerini bilmeli. Gerisi hamaset ve laf-ü güzaf... NOT: Umarım, Basketbol Federasyonu bir işgüzarlık yapıp takım sayısını arttırmaz. O yöndeki söylentiler havada uçuşuyor da...

30 Mart 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fatih Hoca!.. Eğme, eğil‘’

İnsan eğilecekse, saygıdan eğilmelidir. Hele söz konusu olan ‘Galatasaray Başkanı’ysa; eğilip yerden selamlamalıdır onu... Çünkü Galatasaray’ın başındaki kişi, kişi olmaktan çıkar. Kurumsal bir kimlik kazanır. Karşısında eğilmeniz gereken de o kimliktir zaten. Nasıl ki, zamanında koca bir ülke Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim’in karşısında eğildiyse, Fatih Terim de Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın karşısında eğilmelidir. Ona saygıda kusur etmemelidir. Mesela, onunla konuşurken ayağa kalkmalıdır. Onu karşısında eğmemelidir. Galatasaray gelenekleri bunu gerektirir. Tevazu bunu gerektirir. O Galatasaray ki, Fatih Terim’i Fatih Terim yapan yüce bir kurumdur. Evrensel değerler bütünüdür Galatasaraylılık. Türkiye’nin çağdaş yüzüdür. Ülkenin aydınlık geleceğidir. O nedenle, ‘Galatasaray Başkanlığı’ da toplumun en saygın kimliğidir. Aynen Galatasaray Teknik Direktörlüğü gibi...Bir Galatasaraylı, sizin Özhan Canaydın’a Ali Sami Yen’de yaptığınızı, 2000 yılında size yapsaydı, neler hissederdiniz. Bir Galatasaraylı’nın, teknik direktörüne böyle bir davranışta bulunmaya hakkı olabilir mi? Buna izin verir miydiniz? Vermezdiniz elbette... O halde kendinizde de bu hakkı bulmamalısınız. Bulmamalıydınız. Yanınıza Galatasaray Başkanı geldi mi, onu layık olduğu, hak ettiği şekilde karşılamalısınız. Karşılamalıydınız. Ama yapmadınız. Şişmiş egonuz baskın geldi. “Ben karşımda Galatasaray Başkanı’nı bile bükerim” dediniz. Ve öyle yaptınız. Belki zirveden düşmüş olmanın verdiği ezikliği bu şekilde ödünlediniz, egonuzu böyle tatmin ettiniz ama bilir misiniz ki, asıl kazanan sizin karşınızda eğilme nezaketini gösteren Özhan Canaydın oldu. Aslında sizin karşınızda eğilerek size unutamayacağınız bir ders verdi. Tabii alabilirseniz...Heyhat, insan yenilgilerde acı çeker. Acı çektikçe olgunlaşır. Olgunlaştıkça tevazu sahibi olur. Ama ne var ki bu süreç sizde farklı işlemiş. Acılarınız kibir olmuş, gurur olmuş, bir koza gibi sizi sarmış, içinize hapsetmiş. Tarih yazarken, bazı değerleri de tarihe gömmüşsünüz. Anılarda bir renk, damaklarda bir tat, yüreklerde ince bir sızı olarak sonsuza kadar yaşatacak sizi Sarı - Kırmızı renklere gönül verenler...Ama bir de şu narsizminiz olmasa...

29 Mart 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Vurgun!Vurgun yiyen dalgıç eğer yaşıyorsa, basınç odalarında tedavi görür. Şanslıysa yeniden hayata döner. Ama felçli bir birey olarak... Genellikle hayatın meşakkatli yüzünden kaçmak için suyun dinginliğine sığınan insanoğlunu metrelerce derinlikte bekleyen “mavi ölüm” yalnız denizlerde mi olur? İnsan, yer yüzeyinde de vurgun yemez mi? Çok sevdiği, çok saydığı, çok değer verdiği, çok emek sarfettiği, gözünün nuru gibi baktığı biri tarafından arkasından hançerlenen insan ne hisseder? Uğradığı ihanetin acısıyla bedeni ve ruhu kaskatı kesilen, yüreği kavrulan, ömrü savrulan kişinin vurgun yemiş bir dalgıçtan farkı var mıdır? Kendine, topluma, insanlığa faydası olsun diye bin bir güçlükle yetiştirdiği, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, üzerine tir tir titrediği, etrafında sımsıcacık bir sevgi halesi yarattığı biricik evladı tarafından azarlanan, horlanan, dövülen, sokağa terkedilen ebeveynlerin dramını nasıl izah edebiliriz? O anne-baba can evinden vurulmuş gibi olmaz mı? Daha müreffeh bir hayat yaşamak için oy verip iktidara getirdiği politikacı, ülke kaynaklarını yağmaladığında, eşine-dostuna, hırsıza-ursuza peşkeş çektiğinde, vatandaş nasıl bir halet-i ruhiye içine girer? Ülkenin gençleri silahlandırılıp birbirini sokaklarda bir kuş gibi avladığında, kardeş kardeşi kırdığında; ardından gelen yabancı menşeli darbelerle geleceği elinden alınan toplumların yaşadığı travmanın, vurgundan bir farkı var mıdır? Binlerce yıldır, onlarca medeniyete beşiklik eden bir coğrafyanın doğusundaki ve güneydoğusundaki yoksul aile çocukları kandırılıp, kışkırtılıp silahlandırılarak dağa çıkarıldığında, askere kurşun sıktırıldığında, Ay-Yıldız’a sarılı tabutlar birer birer musalla taşına konduğunda, bir ülkenin onuru, namusu olan bayrağı, kendi vatandaşı tarafından sokaklarda yakılmak istendiğinde; o ulusun başına gelenin adı nedir? Bundan daha ala vurgun olur mu?Bu toprağın bağrından çıkarak uluslararası arenada başarılı olduktan sonra kendini bir sevgi çemberi içinde bulan; devletiyle milletiyle herkesin bağrına bastığı, ilgi gösterdiği, öpüp kokladığı, inci tanesini muhafaza eden istiridye gibi sarıp sarmaladığı, bütün imkanların daha büyük zaferler için uğruna seferber edildiği, elinin sıcak sudan çıkarılıp soğuk suya sokturulmadığı bir sporcu, “Başka ülkeler bana daha fazla para veriyor, çeker giderim” diye ülkesini tehdit ettiğinde; damarlarımızda dolaşan kan çekilir mi, çekilmez mi? Böylesi bir vurgunun tedavi edileceği bir basınç odası var mıdır? Varsa, ve o basınç odasına girecek kadar hayatta kalabildiysek, oradan sağ çıkabilir miyiz, çıkamaz mıyız? Aslında, bütün bu yaptıklarından sonra Süreyya Ayhan’a artık “git” demeliyiz. Nereye istiyorsa, oraya gitmeli. Türk insanının sevgisini daha fazla istismar etmemeli. Diğer bütün sporcuları incitmek pahasına kendisine sınırsız imkanlar sunarak olimpiyata hazırlayan ve ne yazık ki verdiğinin karşılığını almak bir yana, bir de eşi tarafından azarlanan, aşağılanan devletinin itibarını daha fazla sarsmamalı. Bir an önce valizini toplayıp başka ülkelerin bayrağı için koşmalı. Zira, her şeyi affeden bu toplum nankörlüğü ve ihaneti hiç affetmez. Dopingli çıkan sporcuyu bile bağrına basar da, kendi ülkesi dururken, başka ülkeler için yarışanları, yarışmakla tehdit edenleri asla unutmaz. O nedenle Süreyya Ayhan ve sevgili eşi Yücel Bey, arzuladıkları zaferleri elde etmek için, kendilerine komplo kurulmayacak (!) diğer ülkelerin yolunu tutmalı. Oralarda, burada kendilerine verilen imkanların iki mislini bulacaklardır, hiç kuşkusuz. Belki daha başarılı da olacaklardır. Ama bu sevgiyi, bu ilgiyi, bu hoşgörüyü asla bulamayacaklar. Tabii, nankörlük ederek vurgun yedirecekleri bir devleti ve toplumu da...Karlı kayın ormanında bir pencere, sarı sıcakBu ülkede futbolun kirliliği üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Yalnız kirlenmekle kalmayıp, gelecek nesilleri de kirleten futbol, soğuk bir kış günü yolumuzu kaybettiğimiz, canlıların can suyunun çekildiği ıssız ve ürkütücü bir ormana benziyor. Ölümden öte bir yer olmayan beyaz bir cehenneme... Ancak kanımızı donduran, derimizi kavuran bu soğukta, zaman zaman içimiz ısınmıyor da değil... Büyük kulüplerimizin, parmak atan, rakibini tekmeleyen, yüzüne tüküren, hakemi tartaklayan futbolcuları için her türlü etik değeri yerle bir ettiği şu ortamda, 2.Lig takımlarından Muğlaspor, rakibine kasti tekme atan futbolcusunun sözleşmesini tek taraflı olarak feshettiğini açıkladı. Kulüp başkanı Mustafa Hükkamoğlu, Spor Toto Fair - Play Komitesi ve Futbol Federasyonu’ndan “Mavi Bayrak” ödülü aldıkları bir günün ertesinde yaşanan bu olayı kabul etmelerinin mümkün olmadığını belirterek, centilmenliğin kendileri için esas olduğunu ifade etti.Tüm kulüplerimize örnek olması gereken bu davranış, yolumuzu kaybettiğimiz devasa ormanda karşımıza çıkan bacası dumanlı bir avcı kulübesi gibi... Nazım Hikmet’in o meşhur mısralarında belirttiği: “Kayınların/ arasında/bir pencere/sarı sıcak.” Girip yerden selamlamalıyız, hane içindekilerini...

24 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Konsantrasyon‘’

Saha içine gelince; Zemheri soğuğuna rağmen stadı dolduran taraftarın coşkusu, geçen hafta Olimpiyat Stadı’nda bir grup varoş lümpeninin yuhaladığı Hasan ve Arif’e yapılan sevgi gösterisi tribünlerin bu maça hazır olduğunun göstergesiydi. Saha dışı ve saha içindeki olumlu atmosfer Galatasaraylı futbolcuları da tetiklemiş olacak ki, maça fırtına gibi başladılar. Ankaraspor’u sahasına hapseden ve zengin hücum varyasyonlarıyla pozisyon üstüne pozisyon üreten, 2 de gol bulan Galatasaray, ilk yarının ortalarından itibaren, konsantrasyonunu kaybedince, kendini bir anda kâbusun ortasında buldu. Bu bölümde kalesinde 2 gol gören Cim Bom’u yeniden maça ısındıran Mondragon’un Erman ile birebir kaldığı pozisyonda 3. golü önlemesiydi.İkinci yarıdaki görüntü de ilk yarıdan farksızdı. Başlama düdüğüyle birlikte yine rakibinin üzerine çullanan ve arka arkaya bulduğu gollerle 2 farklı skor üstünlüğünü yakalayan Galatasaray’ın konsantrasyonu bir kez daha düşünce, Başkent ekibi Mondragon’un kalesini zorlamaya başladı. Ancak ne var ki, Tita’dan başka hücum silahı olmayan Ankaraspor’un yapacak fazla birşeyi yoktu.Dün geceden çıkarılacak bir ders de şuydu: Devre arasında adeta bir piyango gibi gelen Ribery, Hasan Şaş ve Arif gibi demode futbolcuların modern futbolda yerinin olmadığını ispatlar gibiydi...

21 Mart 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Sızı!..Umarsız bir aşkla sevdiğim bu ülkede sık sık içim sızlar benim... Çapsız iktidarların, yolsuzlukların, hortumların, suistimallerin, zümre oligarşisisinin, gelir dengesizliğinin, sosyal adaletsizliğin kurbanı milyonlarca yoksuldan birini gördüm mü; yüreğime, iki tarafı keskin bir bıçak gibi ince bir sızı saplanır. Onlar; çöpten yiyecek toplarken, parasızlıktan ilaç alamazken, tedavi olamazken, çocuğunu okutamazken, ölen bebelerinin cesedini ambulans verilmediği için karton koli içinde evlerine götürürken, bir kaç kuruş ucuza ekmek yiyebilmek uğruna halk ekmek büfelerinin önünde saatlerce bekleşirken, belediye çadırının kapısında bir kap yemek için kuyruğa girerken, hastane önlerinde sersefil olurken, görevliler tarafından itilip kakılırken, horlanırken, azarlanırken, dövülürken, aşağılanırken, küçük düşürülürken, başlarını öne eğerken, utançtan yüzlerini kaparken; ben dayanamam, sızım sızım sızlar her tarafım...Yoksullardan sonra bir de çocuklar sızlatır beni... Cami önlerine terkedilen kadersiz çocuklar... Sığındıkları yuvalarda tacize, tecavüze uğrayan zavallı yetimler, öksüzler... Sokaklarda mendil satan, iki ayağının arasına sıkıştırdığı tartısıyla beton zemin üzerinde soğuktan tir tir titreyen, ellerinde çaputlarla cam silmek için kavşaklarda bekleyen araçların önüne atlayan, hırsızlığa, yankesiciliğe, kap kaça zorlanan, katran koyusu gecelerin ıslak bir yorgan gibi örttüğü tenha sokaklarda talan edilen biçareler... Hepsi, ama hepsi, bedenimi, ruhumu lime lime eden sızılarımın sebebidir. Yalnız yoksullar ve çocuklar mı? Aşklarını, hülyalarını, dostlarını, sevdiklerini, hayallerini, düşlerini, umutlarını heybelerine doldurarak gittikleri Güneydoğu’da, bedenleri bir cemre gibi toprağa düşen gencecik askerler, subaylar; onların anne-babaları, kardeşleri, sevenleri... Trafiğe, vurdumduymazlığa, ihmale, cehalete kurban giden binlerce bahtsız... Onlar da birer sızı olur, onulmaz yaralar açar yüreğimde... Ve haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanlar... Üzerlerine basılanlar... Verdiği emeğin karşılığını alamayanlar... Bu ülkeye, bu topluma yaptıkları hizmetlerin karşılığında küfür yiyenler, hakaret edilenler, yuhalananlar, kadri kıymeti bilinmeyenler... Onlar da vücudumun bir parçasına çentik atan birer ince sızıdır. Tıpkı Hasan Şaş ve Arif gibi... Bundan bir kaç yıl önce Türk futbolunu Avrupa’nın ve Dünya’nın zirvesine taşıyanların içindeydiler. En öndeydiler. En cesuru, en gözüpeki, en cevvali onlardı. Bu ülkenin onuruydular, gururuydular. Milyonları sokağa döktüler, sevinçten ağlattılar. Türkiye’nin, Türk’ün, Galatasaray’ın ismini yeryüzünün her köşesinde dağa taşa yazdırdılar. Altın çağın, altın çocuklarıydılar. Sonra yoruldular. Formdan düştüler. Her şeyin sürekli devindiği, değiştiği bir çağda bir daha eskisi gibi olamadılar, ama canları gibi sevdikleri Galatasaray’a hizmet etmeye devam ettiler. Çünkü orası, onların yuvasıydı. Ve bir gün o yuvalarında saldırıya uğradılar. Hem de kendi yandaşları tarafından. Bir zamanlar, sayelerinde yedi düvele meydan okuyan, şişinen, övünen, gururlanan, kibirlenenler, şimdi koro halinde onları yuhalıyor, küfür ediyor, gitmelerini istiyordu. Onlara, meslek hayatlarında başlarına gelebilecek en acı olayı, kendi taraftarları yaşatıyordu, Atatürk Olimpiyat Stadı’nda... İşte o anda bir sızı daha eklendi, diğer milyonlarca sızıma... Yalnız benim mi? Onların anne babalarının, sevenlerinin, dostlarının, sağduyu, vicdan sahibi, kadirşinas herkesin... Oysa, futbolculuklarını, oyun stillerini sevsek de sevmesek de, onlar bu ülkede gerçekleşen futbol devriminin en önemli savaşçılarındandır. Ve her devrimin önce kendi evladını yemesi gibi, bir çırpıda harcanıverdiler. Yazıktır, günahtır, ayıptır... Bunu yapanlar, bir gün utançlarının içinde boğulacaktır. Eğer utanacak yüzleri ve vicdanları varsa tabii...Ödül töreni değil zaman tüneli...Önceki gün, Ankaragücü’nün eski başkanı Nevzat Karataş’ın merhum oğlu adına kurduğu Gökçe Karataş Vakfı’nın şahsıma bahşettiği, “Yılın Spor Gazetecisi” ödülü için Ankara’daydım. Devlet Konukevi’nde yapılan törenin yapıldığı salona girdiğimde yaşanılan izdihama önce bir anlam veremedim. Ancak vakfın, spor, sanat ve eğitim alanında başarı gösterenlere verdiği ödülleri ve bu ödülleri almaya hak kazananları görünce ilginin ve yoğunluğun sebebini kavradım. Kimler yoktu ki? Efsane başkanlar Süleyman Seba, Faruk Süren... Olimpiyat Şampiyonları Gazanfer Bilge, Ahmet Ayık, Mustafa Dağıstanlı... Son şampiyonlar Halil Mutlu, Taner Sağır, Korhan Yamaç... Çekiçteki zaferin mimarları Eşref Apak, Artun Talay... Golfte ilk uluslararası başarımıza imza atan gencecik sporcular Yasin Yıldırım ve Nejla Gerçek... Gazeteci ağabeylerim Togay Bayatlı, Korkut Göze... Ve daha nice ünlü ve saygın konuk... Törene gelenler, kendilerini adeta bir zaman tünelinin içinde hissetti. Bu seçkin topluluğu bir araya getiren Karataş ailesine bu vesileyle bir kez daha başsağlığı diliyor, genç yaşta kaybettikleri oğullarını saygıyla anıyorum.

17 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI