Arama

Popüler aramalar

‘’Pranga‘’

Öyle ki, korku dürtüsü olmayan herhangi bir türün varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Başta futbol olmak üzere tüm spor müsabakalarında kazananı ve kaybedeni belirleyen parametrelerden biri de, teknik adamların ve oyuncuların yaşadığı korkudur. Gelgelelim, korku duygusunun dünkü maçın ilk yarısındaki kadar abartıldığı bir maç seyretmedim desem yeridir. Gerek Çaykur Rizespor, gerekse Ankaragücü, küme düşme korkusunu öylesine yoğun bir şekilde beyinlerine nakşetmişler ki, yaşadıkları bu duygu bir psikoza dönüşerek ayaklarında pranga olmuş çıkmış. İki takım futbolcuları da öylesine acemi işler yaptı ki, bunun bir Süper Lig maçı olduğunu bilmeyene anlatmanın imkanı yoktu. Akılalmaz pas hatları, rekor sayıdaki top kayıpları, ıska geçmeler, rakip kalelere doğru dürüst bir şut bile atılamaması, duran topların komik bir şekilde harcanması ilk yarının özetiydi. Sanki bir futbol maçı değil de, langırt oyunuydu seyrettiğimiz. Top, Güvenç Kurtar ile Hikmet Karaman’ın ördüğü iki duvar arasında gitti geldi. Arada bir sekti, iki kaleye gitti. Onlar da ya auta çıktı, ya da kaleciler topu adeta bir karpuz gibi yakaladı.İkinci yarı ise bambaşka bir görüntü vardı Rize Atatürk Stadı’nda. Sanki iki teknik adam da futbolcularını adeta kıpırdayamaz hale getiren prangaları devre arasında soyunma odasında söküp atmıştı. Belki de işe önce kendilerinden başlamış ve yüreklerindeki korkuyu silmişlerdi. Özellikle de Güvenç Kurtar. Hakemin başlama düdüğüyle birlikte rakip kaleyi ablukaya alan Çaykur Rize’nin temposuna Ankargücü de ayak uydurunca ortaya keyifli bir mücadele çıktı. Golü bulana kadar Rize, golden sonra da Ankaragücü baskılı bir futbol sergiledi. Konuk takımın atakları, Rize defansı ile Zdravkov’un ellerinde erirken, ev sahibi ekip ise bulduğu kontrataklarda yanlış pas tercihleri nedeniyle farkı açamadı. Hakem Yunus Yıldırım, zorluk derecesi yüksek müsabakada rahat bir yönetim çıkardı. Kartlarına başvurmadan tansiyonu düşürmesini bildi. Bunda iki takım futbolcularının iyi niyetinin de rolü vardı. Darısı diğer maçlarına başına...

12 Mart 2006, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

İnsan bazen yanılmalıdırZira doğruyu bulmanın tek yolu budur. Uygarlık tarihi yanılgılar üzerine kurulmuştur. Birileri yanılır, birileri de onun yanılgılarından gerçeğe ulaşır. Bazen ve nadiren de kişi, kendi yanılgılarından dersler çıkarır. Yanılgısı onun ışığı olur. Yanılgı bir haktır, gerekliliktir, zorunluluktur. Ve yanılmak, yenilmek gibidir. İkisi de acı verir. Ama bu, ozanın “bal eylediği acı” türünde bir acıdır. Tatmak gerekir! Ki, yanılmamayı ve yenilmemeyi öğrenelim. Şu kısacık hayat serüvenimizde hangimiz yanılmadık ki? Yanlış tercihler, yanlış kararlar vermedik... Bu kaçınılmazdır. Yeryüzünün en mükemmel canlısı olmamız bile yanılgılarımızı, yanlışlarımızı engelleyemiyor. Kusursuzluğa giden yolun kilometre taşları ölümcül hatalarla örülür. En çok yanılan, en çok çalışandır her zaman. Yanılan insan, eylem insanıdır. O nedenle yanılmaktan korkmaz. Defalarca yanılır. Her yanılgısı, aslında ufuktaki zaferinin müjdesidir. Bunu bilir. Bu bilinçle hareket eder. Gerek meslek, gerek iş, gerekse sosyal hayattaki konumumuzu belirleyen, yanılgılarımız ve bu yanılgılarımız karşısında aldığımız tavırdır. Gazetecilik mesleği yanılgıyı en az kaldıran meslektir. Telafisi mümkün değildir. Gazetecilikte yapılan hata, kurşunun namluyu terketmesi gibidir. Önce okuru, ardından da hatayı yapanı vurur. Ben de her insan gibi çok yanıldım, çok hata yaptım. Yanılmaya ve hata yapmaya da devam edeceğim. Her ne kadar bu meslekte yanılmamaya olağanüstü derecede özen göstersem de...Geçtiğimiz hafta bu köşede Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın merhume anasına edilen küfürler nedeniyle bir yazı yazdım; “Aziz Bey’in anası benim de anamdır” başlığıyla... Anasına edilen küfürler nedeniyle her platformda haklı olarak öfkeli açıklamalar yapan Başkan Yıldırım’ın bu konuda yalnız bırakıldığını ve onun mücadelesine destek verilmesi gerektiğini savundum. Onu küfre karşı verilen mücadelede “bayrak” olarak kabul ettim. Ve herkesi onun yanında, arkasında olmaya çağırdım.Yanılmışım.Aziz Bey samimiyet sınavından çakmıştırYanıldığımı yazının çıktığı gün ve müteakip günlerde öğrendim. Şükrü Saracoğlu Stadı’ndaki derbi maçında, Beşiktaş’ı hedef alan “İtaat et” pankartı açılmış ve “İt” harfleri siyah-beyaz zemin içerisinde gösterilmişti. Yani koskoca camiaya “İt” denilerek hakaret edilmişti. Ve aynı 19 Mayıs gösterilerinde olduğu gibi, bu yazı birileri tarafından seyirciler organize edilerek tribünlere yazılmıştı. Her birinin eline birer harf verilmek suretiyle... Ben bunu, kendi köşemi yazmadan önce görmemiştim. Daha doğrusu sözkonusu pankart, maç ertesi Türk medyası tarafından Türk okurundan saklanmıştı. Yazımın çıktığı gün gelen maillerden ve bir kaç spor yazarının konuyu köşelerine taşımasından sonra bu pankarttan, ilaveten Şükrü Saracoğlu Stadı’nda Tümer Metin’e edilen küfürlerden haberim oldu. İşte yanılgılarıma bir yenisi daha böyle eklendi. Türk medyasının tutumu, benim bunu bilmemem için mazeret değil. Çünkü ben de bu medyanın bir parçasıyım.Geçen hafta yazdığım yazının büyük bölümünün bugün de arkasındayım. Küfür yiyen Aziz Yıldırım’ın anasını bugün de kendi anam olarak kabul ediyorum. Merhumeye küfür edenleri sonsuza kadar lanetliyorum. Lakin Aziz Bey’i, küfre karşı verilen mücadelenin öncüsü olarak görmüyorum. Hele arkasından gidilecek bir kahraman olarak asla... Aziz Bey, küfür konusunda samimiyet sınavından çakmıştır. Ezeli rakiplerini hedef alan o kahrolası pankartın Aziz Yıldırım’dan habersiz açılmasının imkanı yoktur. Kendisi, haberi olmadığını söylüyor. Bütün kamuoyu biliyor ki, Şükrü Saraçoğlu’nda ondan habersiz sinek bile uçamaz. Eğer haberi yoksa bile, bunu yapanlardan hesap sordu mu? Hayır. Bilakis, o organizasyonun arkasındaki muhtemel yöneticiyi yeni yönetimine alarak ödüllendirdi. O pankartın sorumlularını cezalandırmadığı müdeddetçe Aziz Yıldırım’ın küfre karşı yaptıklarının hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Eylem ve söylemleri, havanda su dövmekten ileri gitmeyecektir. Zaten hiç kimse de ona inanmayacaktır. Bu kirli ve paslı dünyada bir nefeslik temizlik için önce herkes kendi evinin önünü süpürmeli. Başta Aziz Yıldırım olmak üzere...O da her erdemli insan gibi yanılgısını kabul etmeli, Şükrü Saracoğlu’nu küfrün, hakaretin, tacizin ve şiddetin olmadığı bir futbol mabedi haline getirmeli.Dürüstlük adına, samimiyet adına, insanlık adına, futbolumuz adına...

08 Mart 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Düşme modu‘’

Cezası nedeniyle Gençlerbirliği’ni Adana’da konuk eden Malatyaspor için 5 Ocak Stadı adeta ödül gibiydi. Pırıl pırıl bir hava, mükemmel bir zemin ve tribünleri dolduran binlerce coşkulu Malatyalı... Ancak ne var ki, Sarı-Kırmızılı takım o meşhur şarkının, “dönülmez akşamın ufkundayım, vakit artık çok geç” mısralarını andıran bir görüntü içindeydi. Kanatları çalışmayan, hücumda çoğalamayan, orta alanda organize olamayan, iki pası biraraya getiremeyen, ikili mücadelelerde yerden kalkamayan, cezaalanına dahi girmekte zorlanan Malatyaspor’un gol bulabilmesi, karambollere, uzaktan şutlara ve bolca şansa kalmıştı. Nitekim attıkları tek gol de, Bilal’in bireysel çabasıyla cezaalanına sokulup, uzaktan attığı şutla geldi. Zaten ondan başka da sonuca etki edecek bir oyuncu yoktu. Çekler’in varlığı ile yokluğu belli değildi. Mustafa Özkan, Emrah Eren, Volkan Bekiroğlu, Mert Korkmaz, Sertan Eser gibi oyuncular kontenjan senatörü gibiydi. Kendi sahasında dahi bir kaç yüz kişiye oynadığı için deplasman endişesi olmayan Gençlerbirliği de, aslında ahım şahım bir futbol oynamamasına rağmen, çabuk, hızlı, fizik gücü ve tekniği yüksek, bire birde etkili oyunculardan kurulu, daha derli toplu, disiplinli bir takım olduğu için sonuca gitmekte zorlanmadı. Oyunu genelde kendi sahalarında kabul ettiler. Kazandıkları toplarla çabuk ve süratli bir şekilde kontratağa çaktılar. İkinci yarının ortalarından itibaren Malatyaspor risk alınca bol pozisyon buldular. Daha farklı galip gelememelerinin sebebi, Isaac’in sakatlanarak oyundan çıkması ve Fevzi’nin kurtarışlarıydı. Konuk takımda Risp, İsmail Güldüren, Mehmet Nas ve Uğur Boral iyi oyunlarıyla biraz daha öne çıktılar. Hakem Fırat Aydınus hatasız bir yönetim gösterdi. Sahaya hakimdi. Kartları yerindeydi. Faul gerekçesiyle saymadığı golü, bizim tribünden yorumlamamız zor. Erman Hoca bilir! En büyük artısı ise, devre arasında kendisini tünele götürmek için gelen polisleri geri göndererek, tribünlerin tansiyonunu düşürmesiydi. Sosyal psikolojiyi iyi bildiği belli. Bu formuyla ilk derbiyi alması kuvvetle muhtemel.

06 Mart 2006, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka bahçe‘’

Aziz Bey’in anası benim de anam...Keza Hasan Şaş’ın da... Statlarda analarına küfür yiyen tüm sporcu ve spor adamlarının da... Onların anası sizin de ananız olmalı. Siz derken; siz sağduyulu sporseverlere sesleniyorum. Küfür edenlere değil. Zira o güruhu imana getirecek bir misyonu kendimde görmüyorum. Getirecek birileri olsa da, laftan anlayıp imana geleceklerini sanmıyorum. Zaten bu satırları okumazlar da... Okusalar da, anlamazlar. Anlasalar da, bana da küfür ederler. O nedenle kendilerine bir şeyler yazmayı, hitap etmeyi anlamsız bulduğum bu garabeti yazı dışı bırakarak, onları tükürüklerinizle boğacak kadar çoğunlukta olan siz gerçek sporseveri göreve çağırıyorum. Siz sessiz çoğunluksunuz. Ama bu sessizliğinizle suça ve günaha ortak olduğunuzun farkında değilsiniz. Yanıbaşınızda yükselen feryatları duymuyorsunuz, duymazdan geliyorsunuz. Bilmiyor musunuz ki, Aziz Yıldırım’ın ya da Hasan Şaş’ın yerinde siz olsanız, sizin de analarınıza en aşşağılık küfürleri etmekten imtina etmeyecek bu zavallılar... Gelin, bugün bir empati yapın. Kendinizi küfür yiyenlerin yerine koyun. Onların anasını, kendi ananız belleyin. Neler hissedersiniz? Nasıl öfkelenirsiniz? Sizi doğurup, büyütüp bugünlere getiren en kutsal varlığınızın namusuna dil uzatıldığı için kendi kendinizi yemez misiniz? Sakın “ama” diye başlayan cümleler kurmayın. Aziz Yıldırım’ın kişiliğinden, tasvip edilmeyen bazı davranışlarından dem vurmayın. Fenerbahçe’ye ve Türk sporuna verdiği hizmetleri takdir etmekle beraber Aziz Bey’den, meslektaşlarıma karşı olan tutumundan dolayı ben de hoşlanmıyorum. Yöntemlerini asla tasvip etmiyorum. Ama onun da günahıyla, sevabıyla bir insan, dahası bir insan evladı olduğu gerçeğini gözardı etmiyorum. “Utancımdan anamın mezarına gidemiyorum” diyecek kadar kendini çaresiz hisseden Aziz Yıldırım’ın küfüre karşı verdiği mücadelede yalnız bırakıldığına inanıyorum. Şimdilik kendilerine küfür edilmeyen diğer kulüp yöneticilerinin bırakın ona destek vermesini, içlerinde ellerini ovuşturanlar, hatta onun serzenişine “haddini bil” şeklinde cevap verenler bile var. Semirttikleri bu canavarın bir gün gelip kendilerini de yiyeceğini bildikleri halde... Şiddet sadece fiziksel saldırı değildir. Küfür de bir şiddettir. Ve bu yangın tüm statları, salonları sarmış durumdadır. Bunun önüne geçmenin tek yolu, topyekün bir savaştır. Güvenlik güçleriyle, federasyonlarıyla, kulüp yöneticileriyle, sağduyulu sporseveriyle, medyasıyla, hakemleriyle, hatta meclisiyle... Aziz Yıldırım’ın isyanıyla, Hasan Şaş’ın gözyaşlarıyla sona erecek bir savaş değil bu. Sadece onların savaşı da değil. Hepimizin savaşı olmalı. Susmamalıyız. Göz yummamalıyız. Onaylamamalıyız. Korkmamalıyız. Biz de öfkelenmeliyiz, isyan etmeliyiz, ayağa kalkmalıyız. Vakit geçirmeden Aziz Yıldırım ile Hasan Şaş’ın saflarında yer almalıyız. Onlarla omuz omuza gelmeliyiz. Bugüne kadar bin bir badirenin üstesinden gelmiş bir toplumuz biz. Bunun da geliriz. Bir avuç serseriye, çahpulcuya papuç bırakmayız. Yeter ki isteyelim. Yeter ki silkinelim. Bu spor bizim. Bu futbol bizim. Bu kulüpler bizim. Bu statlar bizim. Bu ülke bizim.Biz, kundaktaki bebeğini evinde bırakarak Aziziye tabyalarındaki askerine sırtında mermi taşıyan Nene Hatun’un torunlarıyız. Hepimizin anası birer Nene Hatun. Aziz Bey’in de, Hasan Şaş’ın da... Şimdi analarımıza sahip çıkmanın tam zamanıdır.Haydi...Alpay Özalan olmadıFatih Akyel verelim!Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmayan bir milli takım nasıl olmalı? Elbette yepyeni bir jenerasyonla yakın geleceği olmasa bile uzak geleceği kuracak bir yeniden yapılanma içine girmeli. Fatih Terim gibi bir liderden beklenen de bu değil midir? Ama görülüyor ki, o da giderek kendi özünden uzaklaşıyor. Yeni milli takım diye açıkladığı kadronun içinde Fatih Akyel’e de yer vermiş. Yunanistan’ın adı sanı bilinmeyen bir takımında bile tutunamayıp, elinde bonservisiyle kapı kapı kulüp arayan ve sonunda kapağı Trabzonspor’a atan Fatih Akyel’le nasıl bir gelecek hedefliyor acaba sayın Terim? Sanırım, altışar maç ceza alan cevval ve cabbar adamlarımız Alpay Özalan ile Emre Belözoğlu’nun boşluğunu Fatih Akyel ile dolduracak! Gerektiğinde sahada rakibe küfür edecek, saldıracak, tekme atacak, bedava penaltı yapacak, durup dururken kart görecek birine her zaman ihtiyacımız var zaten! Mevcutların içinde bu tanıma en iyi uyan futbolcunun Fatih Akyel olduğu da bir gerçek. Yazık değil mi Fatih Hoca’dan forma bekleyen Ümit ve Genç Milli Takımlar’daki onlarca yetenekli çocuğa. Her zaman örnek gösterdiğimiz Fatih Terim adaletine ne oldu?Dağ fare doğuruyor galiba... Ya da kızılderililerin o meşhur ata sözünde olduğu gibi, aynı suda iki kez yıkanılmaz mı, nedir acaba?Bu filmi Galatasaray’da da görmüştük ama...

01 Mart 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yalancı bahar!‘’

Küme düşme korkusunu iliklerine kadar hisseden Kayseri Erciyes ile Gaziantep karşılaşması, ligin en iyi forvetlerinden biri olan Cenk’in kaçırdığı akılalmaz bir gol pozisyonuyla başladı. Centilmen golcü, boş kale yerine topu auta attığında skorboard henüz 50. saniyeyi gösteriyordu. Bu pozisyon bize sanki bol pozisyonlu ve gollü bir karşılaşlaşma müjdeliyordu. Ama ilerleyen dakikalarda gördük ki, o pozisyon da yalancı baharmış! Puan kaybetme endişesiyle iki takım da öylesine kontrollü bir anlayışla sahaya yayılmıştı ki, gol veya goller ancak sahadaki yıldız oyuncuların bireysel becerilerine kalmıştı. Ev sahibi takımda Agali ve Timuçin’in yokluğunda görev alan Gökhan ile Mutlu ilk yarı boyunca Cenk’e ayak uyduramayınca Erciyes, rakip kalede etkisiz kaldı. Gaziantep’te ise, Kırmızı-Siyahlı takımı kafasında bitirdiği her halinden belli olan Lazarov’un sürekli hakemi aldatmaya yönelik oyunu, El Taib’in silik futbolu, Veysel’i ileride yapayalnız bıraktı. Buna rağmen yeni transfer Melliti’nin sürüklediği ataklarda konuk takım gole daha yakın olan taraftı.İkinci yarıda ise Erciyes daha istekli ve arzuluydu. Seyircisinin de desteğiyle tempoyu yükselten ev sahibi ekipte Mutlu oyuna ağırlığını koydu ve yeteneklerini gösterme fırsatı buldu. Takımına kazandırdığı penaltıda da takipçiliği ve inatçılığıyla kaleci Hasagiç’i hataya zorladı.Bu skorla Gaziantep için kabus dolu günler başlarken, Erciyes biraz olsun rahat bir nefes aldı. Ama dünkü güneşe onlar da aldanmamalı! Bu hava daha çok kar yapar!Hakem Fırat Aydınus zorluk derecesi yüksek karşılaşmada kontrolü elinde tuttu. Penaltı kararı doğruydu, ancak kırmızı kart bize biraz ağır geldi. Onda da 4. hakeminin kararına uydu. Yönetiminin karşılığını da alkışlarla sahayı terkederek aldı. İşte biz böyleyiz. Hiç bir zaman bir işin ortasını bulamayız. İşimize gelirse alkışlarız, işimize gelmezse de polis kalkanlarıyla göndeririz. Kayseri’de dün güzümüze çarpan diğer ayrıntılar ise, iki-üç sezon öncesinin yıldız adayı Antepli Faruk’un perişan hali, rakip yerdeyken topu taca atmadaki ölçünün kaçırılması ve hakemlerin maçın başında sanki devlet sırrından bahsediyorlarmış gibi ağızlarını kapatarak konuşmasıydı. Belki de haklılar! Zira ilkesiz ve çapsız televizyon haberciliği onları bu hale getirdi.

26 Şubat 2006, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Benim kendimle sorunum var!..‘’

Nereden başlasam bilemiyorum.En iyisi sizden başlayayım: Siz kim misiniz? Siz kendinizi bilirsiniz!Ben sizi anlayamıyorum, anlamakta zorlanıyorum. Her dönem her şeyden şikayet ediyorsunuz, ama düzenin değişmesi için hiç bir şey yapmıyorsunuz. Size sınırlı ölçüde de olsa seçme ve seçilme özgürlüğü, yönetime müdahale etme hakkı verilmişken, bunu bile kullanamıyorsunuz. On yıllardır aynı isimleri, aynı kadroları iktidara taşıyorsunuz, sonra da “ne olacak bu memleketin hali” diye birbirinize umutsuzca soruyorsunuz. Üzerinizde bir atalet, bir miskinlik, bir yorgunluk ki, kıpırdayacak gibi gözükmüyorsunuz. Siyaset erkinin oy toplamak, iktidarlarını sürdürmek için size verdiği ufak rüşvetlere, boş hayallere kanıyorsunuz, ardından da hakkın, hukukun, adaletin olmadığından yakınıyorsunuz. Bu düzen sanki hepinizin bir parça işine geliyor gibi... Her dönem bir kısmınıza küçük mutluluklar sunuluyor, gözünüzü boyamak için. Verdikleriyle yetiniyorsunuz. Hakkınızın bu olduğuna inanıyorsunuz, inandırılıyorsunuz. Kendi hak ve özgürlüklerinizin sınırlarını bile onlara çizdiriyorsunuz. Çoğu zaman başkalarından alıp size veriyorlar, alıyorsunuz, kabulleniyorsunuz. Sizden alıp başkalarına verdiklerinde de ağlıyorsunuz. Oysa onların iktidarı bunun üzerine kurulu; bunun da farkındasınız. Lakin sıranızı bekliyorsunuz! Toplumsal hayatımızın her alanında aynı manzaralar. Politikada, ekonomide, eğitimde, sanatta, sporda... Zaten hepsi de iç içe geçmiş değil mi? Birini, diğerinden ayırtedebilir miyiz? Bir ramazan kumanyası karşılığında meclise vekil seçiyorsunuz, sonra da sizi daha fazla fakirleştirmelerini seyrediyorsunuz. Arada bir cılız sesler çıkarıyorsunuz, sonra yine kendiniz bastırıyorsunuz. Çünkü size en önemli düstur olarak tevekkül öğretilmiş. Belediyede iş sahibi olmak, ihale düşürmek ya da kaçak inşaat yapmak, kat çıkmak, kooperatifin en güzel evini almak, sahnede küçük bir rol kapmak, odalarda, sivil toplum kuruluşlarında makam, mevkii edinmek, mücadele verdiğiniz liglerde şampiyonluğa ulaşmak veya kümede kalmak için yöneticiler seçiyorsunuz, ardından da çağın dışında kalmaktan şikayet ediyorsunuz. Bir zamanlar sizi perişan edenlere, arkalarından teneke bağlayarak koltuktan indirdiklerinize, kapalı kapılar arkasında yapılan gizli pazarlıklarla yeniden “umut” diye sarılıyorsunuz. Hakemler hakkınızı yediğinde, sizden alıp başka takımlara verdiğinde feryat figan ediyorsunuz, fakat aynı düdükler rakiplerinizin aleyhine çalındığında, müstehzi bir yüz ifadesiyle “ama” diye başlayan cümleler kuruyorsunuz.Sürekli kirlilikten söz ediyorsunuz, ancak bir türlü kendi evinizin önünü süpürmüyorsunuz. Sanki sizin kavganızmış gibi muktedirlerin iktidar kavgasına taraf oluyorsunuz, çıkarları çakışıp kolkola girdiklerinde de kendinizi aldatılmış hissediyorsunuz.Aynı sesleri, aynı renkleri, aynı popüler figürleri, aynı pespaye kavgaları, aynı bayağılıkları baştacı ediyorsunuz, reytinglerde zirveye çıkarıyorsunuz, sonra da yeni neslin ne kadar dejenere olduğundan dem vuruyorsunuz.Akşamları evlerinizde oturup mafya dizileriyle kendinizden geçiyorsunuz, ardından sabahları sokağa çıktığınızda canınızı yakan çetelere lanet okuyorsunuz.Taraf ya da ait olduğunuz parti, takım, cemaat, lobi, grup vs. şaibeli bir şekilde kazandığında, iktidarı ele geçirdiğinde, rakiplerin de bir zamanlar aynı yöntemi uyguladığını hatırlatarak, yapılan haksızlığı meşruiyet zeminine oturtmaya çalışıyorsunuz.Her daim hoşgörüden, saygıdan, sevgiden, tevazuudan bahsediyorsunuz, ama yapılan en küçük eleştiriye, karşı fikre bile tahammül edemiyorsunuz, yakıyorsunuz, yıkıyorsunuz, yok ediyorsunuz. Bu nasıl bir toplum modeli, nasıl bir anlayış, nasıl bir mantalite, nasıl bir riyakarlık?.. Anlayamıyorum, kavrayamıyorum, işin içinden çıkamıyorum. Sizin kurduğunuz, büyüttüğünüz bu düzene adapte olamıyorum. Siz her geçen gün çoğalıyorsunuz... Siz çoğaldıkça ben biraz daha eksiliyorum. Eksildikçe öfkeleniyorum, hırçınlaşıyorum, hem sizinle, hem kendimle kavga etmeye başlıyorum. Benim kendimle sorunum var!..Benim sizinle sorunum var...

22 Şubat 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Keskin sirke...‘’

Rakibin gerilimini gören Gençlerbirliğili futbolcular da zaman zaman tahrik edince, Yeşil-Beyazlılar tam bir kontrolsüz güce döndü.Yedikleri ilk golden sonra oyunu tamemen rakip kaleye yıkan Konyaspor, bir çok pozisyodan yararlanamadı. Bunda Okan’ın etkisizliğinin yanısıra, takımının en çalışkan ismi olarak göze çarpan Tayfun’un son vuruşlardaki beceriksizliğinin rolü büyüktü. Konyaspor’da bi başka göze çarpan eksiklik de, orta alan oyuncularının Kais dışında hücuma pek fazla katkı sağlayamamasıydı. Tayfun-Okan ikilisinin arkasında oyun kurucu olarak görev alan Murat Hacıoğlu da, geçmiş yıllardaki klasından uzak bir görüntü çizince, Konyaspor’un yapacak fazla bir şeyi kalmadı. Bebbe’yi son 25 dakikada oyuna süren, kritik gollerin adamı genç Volkan’ı ise hiç düşünmeyen Aykut Kocaman, belki de son kozunu oynayıp gol için kendisi sahaya çıkmalıydı! Ama futbolun gerçekleri içinde böyle bir fantaziye yer yok tabii... Ligin flaş takımı Gençlerbirliği tam bir deplasman stratejisi içinde oynadı. Rakiplerinin aksine sakin, kontrollü ve ne istidiğini bilen bir görüntü içindeydiler. Golü bulana kadar oyuna hükmettiler. Öne geçtikten sonra da geride kalabalıklaşarak Konyaspor’a boş alan bırakmamaya çalıştılar. Buna rağmen kalelerinde tehlike yaşadılar ama şans da yanlarındaydı. Konya’nın ilk yarıda direklerden dönen iki topu nedeniyle devreyi önde kapadılar. İsaac ve Risp, takımlarının en iyisiydi. Bu skor, Gençler’i UEFA yarışına sokarken, Konya için de tehlike çanlarının çalması anlamına geliyor. Ligimiz belki kalitesiz ama kümede kalma mücadelesi olağan hızıyla sürüyor ve ligin sonu bazı sürprizlere gebe gözüküyor.

20 Şubat 2006, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Vatan size minnettar!Tabiatın, düğüne hazırlanan bir gelin gibi süslenerek yaza kucak açtığı mayıs aylarından biriydi. Yakın bir dostumla Boğaz kıyısında yürüyüşe çıkmıştım. Hem sohbet ediyor, hem de gece yağan yağmurdan dolayı Aşiyan sırtlarından Boğaziçi’ne doğru süzülen toprak kokusunun tadına karıştığı baharı yudumluyorduk. Bir kaç metre önümüzde genç bir çift sarmaş dolaş yürüyordu. Kendilerini aşkın büyüsüne öylesine kaptırmışlardı ki, dış dünyayla ilgileri yok gibiydi. Güneşin iliklerimizi ısıtan sıcaklığı, sağ tarafımızda uzanan caddenin bazı yerlerindeki su birikintilerini henüz kurutmaya yetmemişti. Genç aşıklar, bu birikintilerden birinin yanından geçtiği esnada birden bire siyah bir otomobil belirdi. Süratliydi. Tam gençlerin hizasına gelmişti ki, direksiyonu aniden sağa kırdı ve su birikintisinin içine girdi. Sıçrattığı su, iki genci baştan aşağı ıslatmıştı. Gençler neye uğradığını şaşırmıştı. Oldukları yerde kala kaldılar. Bir tepki bile veremediler. Otomobil aynı hızla yanlarından uzaklaşırken direksiyondaki hayvan dikiz aynasından marifetine bakıyor ve pis pis sırıtıyordu. Aynadaki surat bana yabancı gelmemişti. O lanet sureti bir yerlerden tanıyordum. Bir nesli tarumar eden darbe yıllarında tezgahından geçtiğim işkencecimin silüetiydi aynadaki yüz. Ve kuşağımın diğer işkencecilerinin...O kahrolası yıllarda kalın duvarların arkasında icraat yapan işkenceciler, psikopatlar bugün sokaklara taştı. Yetiştirdikleri yeni nesillerle birlikte hayatlarımızı teslim aldılar. Koca ülkeyi ele geçirdiler. Hak, hukuk, adalet onların istekleri doğrultusunda tecelli ediyor. Tecelli ettikçe de onlar gemi azıya alıyor. Kırmızı ışıkta geçen, hatalı sollama yapıp can alan da onlar, sokağa çöp atan, tüküren, havaya silah sıkan, doğayı, hayvanları, insanları katleden de... Kitleleri birbirine düşüren her türlü provokatif olayın altında imzası olanlar da onlar, çürük inşaatları yaparak, o inşaatlara izin vererek evlerimizin en ufak sallantıda başımıza yıkılmasına neden olanlar da... Gasp, kapkaç, haraç çeteleri kurarak nice hayatları söndüren de onlar, ev, işyeri, otomobil, adam kurşunlayan, kurşunlatan da... Devletin içine sızan, olanaklarını sonuna kadar kullanan, ülke kaynaklarını eşine-dostuna, yandaşlarına peş keş çeken de onlar, tehditle ihale alıp milletin parasını iç eden de... Bozuk gıda satarak halkın sağlığıyla oynayan da onlar, rüşvet ağı, şike, bahis organizasyonları kurarak haksız kazanç sağlayan da... Milliyetçilik, din gibi kavramları istismar eden de onlar, halkı eğitimsiz ve yoksul bırakarak cehaletin üzerine iktidarlarını kuranlar da... Normal vatandaş gibi aramızda geziyorlar, ama aslında fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Patlayana kadar farkedilmiyorlar, patladıkları zaman da iş işten geçmiş oluyor zaten. Nerede bir kuralsızlık, kargaşa, anarşi, provokasyon varsa, orada onları görüyorsunuz. Namusuyla çalışan, kazanan, yaşamını idame ettirmeye gayret eden dürüst vatandaşlara hayatı zehir etmek, bu ülkeyi çağın dışına itmekle görevlendirilmişler sanki... Eylemlerinin cezasını kendileri çekmiyor, bedelini bir memlekete ödetiyorlar yıllar boyunca... Onlar her dönem kılıktan kılığa giriyor. Kah işkenceci oluyorlar, kah provokatör... Kah mafya oluyorlar, kah maganda... Kah rüşvetçi oluyorlar, kah şikeci... Kah çeteci oluyorlar, kah hortumcu... Kah holigan oluyorlar, kah yönetici müsveddesi... Kah yağmacı oluyorlar, kah direksiyondaki azrail... Biri hepsi, hepsi biri... Yok birbirlerinden farkı. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Cehenneme çevirdikleri bir ülkenin zebanileri gibiler. Ve en kötüsü de, yaptıklarıyla her daim öykünüyorlar, gurur duyuyorlar. Son marifetlerini yine futbolda sergilediler. Olanları tekrarlamaya gerek yok. Futbol emekçilerinin on yıllardır tırnaklarıyla kaza kaza zirveye çıkardığı Türk futbolunu bir çırpıda başladığı noktaya getirmeyi başardılar. Futbolcu kılığındaki tetikçileriyle, saha içine dışına yerleştirdikleri siyah takım elbiseli, kirli sakallı adamlarıyla Dünya ve Avrupa Şampiyonu olabilecek çaptaki A Milli Futbol Takımı’nın canına okudular, sonra da kenara çekildiler. Savunmaları ise kulaklarımıza hiç yabancı değil: Ne yaptımsa ülkem için yaptım.Ya, öyle mi efendilerimiz!.. O halde...Türkiye sizinle gurur duyuyor!Baki kalan şu gök kubbede hoş bir sedaBundan yaklaşık iki yıl önceydi. Fotomuhabiri arkadaşım Murat Akbaş ile birlikte “Kayan Yıldızlar” yazı dizisi için eski Fenerbahçeli Kemalettin Şentürk’le Gaziantep’te buluşmuştuk. O zaman 3.Lig takımlarından Osmaniyespor’da futbolculuk yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. Yaklaşık dört saat konuştuk. Kendisini, kaptanlığına kadar yükseldiği Fenerbahçe’den, Anadolu’nun en ücra köşelerinden birine sürükleyen olaylarla ilgili çok ilginç şeyler anlatmıştı bize, tecrübeli futbolcu. O, Metin Kurt’tan sonra siyasi tavrı yüzünden futbol dünyasından dışlanan ikinci futbolcuydu. Gözümüze sokulmaya çalışılan gamsız, bencil, cahil, züppe futbolcu prototipinin dışında biriydi. Okuyordu, düşünüyordu, üretiyordu, karşı çıkıyordu, tavır koyuyordu. Muktedirler için tehlikeliydi. Bertaraf edilmesi gerekiyordu. Ettiler de... Röportajında söylediği bir cümle onun hikayesini çok iyi özetliyordu: “Her karanlıkta bir mum yansa aydınlığa çıkarız diye düşünüyordum. Ama mum olmanın bedelleri varmış. Halen ödüyorum.”Son olarak formasını giydiği Kırıkkalespor’da sessiz, sedasız futbolu bırakmış Kemalettin. Futbol dünyamız bir değerini daha yitirdi. Uzun yıllar yeri dolmayacak bir değer... Yolu açık olsun.

15 Şubat 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI