‘’Kağıttan kaplan!‘’
Ankaraspor karşısında Veysel'in dışında tel tel dökülen, doğru dürüst bir tek gol pozisyonuna bile giremeyen, ne defansında, ne orta sahasında organize olamayan Kırmızı-Siyahlılar, sıradan bir İkinci Lig takımı görüntüsündeydi.Şu anda küme düşmemeye oynayan takımlar içerisinde, gördüğüm kadarıyla en kötü futbolu Gaziantepspor oynuyor. Bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla kalan haftalarda işleri bir hayli zor. En büyük silahı Lazarov'u yorgun olduğu gerekçesiyle oynatmayan Samet Aybaba, başarılı kariyeriyle kumar oynuyor gibi... Eğer dün Ankaraspor forvetleri laubali davranmasa ve Jaba gereksiz yere kendini attırmasaydı, Güneydoğu temsilcisinin, tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alması işten bile değildi. Anadolu kaplanı için alarm zilleri çalıyor. Dikkat!Tehlikeli bölgeden çıkmak isteyen Ankaraspor'a gelince...Başkent ekibi zaten kaliteli bir kadroya sahip. Bu yılki problemleri, organize olamamaları ve disipline edilememeleriydi. Giray Bulak'la da bunu başarmış gözüküyorlar. Brezilyalılar'ı gününde olduğu zaman yenemeyecekleri takım yok. Dün Tita dışındakilerin etkili olması bile yetti. Jaba, Musa Büyük, Cem Yanık ve Erman Özgür, Gaziantep defansını hallaç pamuğu gibi attılar. Onlara, Wederson'un etkili ortaları, Ramazan'ın kritik müdahaleleri ve Hürriyet'in çalışkanlığıyla, kaleci Faruk'un (Kingston) kurtarışları da eklenince, zor gözüken maçı kolayca kazanarak bir nebze olsun nefes aldılar.Ancak kalan haftalarda Mavi-Beyazlılar da dikkat etmeli. Zira zorlu bir fikstür onları bekliyor.
‘’Size anlatayım Sayın Gökşen!‘’
Gelgelelim, Sarı-Kırmızılı takım, böylesine anlamlı bir mücadelesinde yandaşları tarafından yalnız bırakılıyor. Seyirci bir türlü stadı doldurmuyor. ‘Dünya Markası’ olmakla övünen Galatasaray, maçlarını adeta boş tribünlere oynuyor. Stada gelenler de, ya yönetimle, ya da futbolcularla didişerek, takımın motivasyonunu olumsuz etkiliyor. Geçtiğimiz hafta sonu yönetici Fatih Gökşen, Gençlerbirliği maçı çıkışında bu konuda sorulan bir soruya şu yanıtı verdi: “Valla tribünlerin neden dolmadığını ben de anlayamıyorum. Seyircinin neden maça gelmediğini bilemiyorum. Düşünüyorum, taşınıyorum, bir cevap bulamıyorum.”Bundan üç yıl önce İsmail Gökçek’in jübilesi için oynanan Galatasaray-Trabzonspor maçına ben de gitmiştim. Gökçek’e katkı olsun diye karşılaşmayı basın tribününden değil de kapalı tribünden izlemeyi tercih etmiştim. Seyirci az olmasına rağmen maça girene kadar 8-10 polisin gözü önünde yankesiciye çarpılmak dahil, başıma gelmeyen kalmamıştı. Karaborsacıların, polislerin hemen yanıbaşında estirdiği terörü görünce gözlerime inanamamıştım. Kapılardaki izdiham, kırık dökük tuvaletler, akmayan sular, koltuğunuzu işgal eden ve sizi ayakta durmaya, küfür etmeye zorlayan çeteler ise cabası... Eve gelir gelmez, şaşkınlığımı atlattıktan sonra ilk işim, hasta Galatasaraylı yeğenimi arayıp onun bir daha maçlara gitmemesini sağlamak olmuştu. Bu olayı o günlerde kaleme almış ve Galatasaray yönetimini uyarmıştım. Ancak ne var ki, o günden bugüne Ali Sami Yen’de değişen bir şey yok. Manzara yine aynı. Hatta daha da beter. Bunu maça gittiğimde kendim gözlemliyorum, dostlarımdan dinliyorum, kameralara yansıyan görüntülerden görüyorum, gelen maillerden okuyorum. Bunu yöneticiler bilmiyor mu? Elbette biliyorlar. Benim anlayamadığım, neden şaşırıyorlar? Yoksa şaşırıyormuş gibi mi yapıyorlar?!! En iyisi, lafı fazla uzatmadan, yakın zamanda gelen ve her daim güncelliğini koruyan bir maili görüşlerinize sunayım: “Galatasaray-Vestel Manisa maçı için stat gişesinden bilet alacağız. Sadece 2 gişe var. Biri açık, diğeri kapalı biletlerini satıyor. Biz açık bilet alacaktık ama tek gişenin önünde yaklaşık 200 kişilik sıra vardı. Sıraya girdik. Biz beklerken, diğer taraftan biletini alan gidiyor. Bu durum yarım saat sürdü, sonra izdiham başladı. Derken sıra kalmadı. Herkes o tek gişenin önünde yığıldı. Etrafta düzeni sağlayacak tek bir polis bile yoktu. En sonunda olaya karaborsacılar müdahale etti. Adamlar gişenin üstüne çıkıyor, yukarıdan aşağıya atlayıp bileti alıyorlardı. Bir kaç kişi inatla beklemeye devam ettik. Ama karaborsacılardan biri, yine gişenin üstüne çıkarak insanları oradan uzaklaştırmak için kafalarına basmaya başladı. Bunun üzerine gişeden uzaklaşmak zorunda kaldık. Biz üç arkadaş Beylikdüzü’nden Mecidiyeköy’e 1.5 saatte gelmiştik. Maçı izlemeden dönmemek için mecburen karaborsadan bilet almak zorunda kaldık. Lütfen bu soruna değinin, yoksa orada bir linç olayının olmaması işten bile değil.”
‘’Arka Bahçe‘’
Susturucu!!!Irk farklılıklarının ne kadar önemsiz, suçlu ve saldırganın siyahla beyaz kadar yakın, bir o kadar da uzak olduğunu savunan filmde iki polisin sarsıcı hikayesi de yer alıyor. Irkçı polisi oynayan Matt Dillon, filmin başında sırf rengi siyah olduğu için cinsel tacizde bulunduğu zenci kadını, daha sonra kendi canı pahasına yanan bir arabanın içinden çıkarıyor. Irkçılık karşıtı rolde izlediğimiz iyi polis Ryan Phillippe ise, zenci olduğu için yol kenarında hiç kimsenin dönüp bakmadığı otostopçu bir genci arabasına alıyor. İyi polis Phillippe, bir kaç kilometre gittikten sonra ufak bir tartışmada korkuya kapılarak zenci çocuğu vuruyor. Aslında hayat da böyle değil midir? Kaderlerimizi belirleyen, hayat serüvenimizdeki maximal ve minimal çarpışmalarımız ve bu çarpışmalarımızda takınacağımız tavır değil midir? Sağduyumuzu ve kontrolümüzü kaybettiğimizde bir anda iyi polisken kötü, suçluluk ile utanç duygularımızı tamamen yitirmemişsek de, kötü polisken iyi olabiliriz. Fenerbahçe'nin yıldız futbolcusu Tuncay Şanlı'nın, bir maç sırasında sakatladığı Lyon kalecisi Coupet'ye yazdığı özür mektubu sonrası bu köşede bir yazı kaleme almıştım. 'Tuncay Şanlı'nın manifestosu' başlıklı o yazıyı şöyle noktalamışım: "Bu mektup, çağdaş Türk futbolcusunun geleceğe yazılmış manifestosudur aslında... Umutlarımızı, hayallerimizi teslim alan; bizlere dünyayı dar eden rezillikleri, pespayelikleri, kalitesizlikleri, bayağılıkları, hoyratlıkları, züppelikleri tarihin kör kuyularına gömecek bir manifesto...”Yüreğinin aydınlığı yüzüne vurmuş bir şövalye, bir asilzade tarafından kaleme alınmış bir manifesto... Bizim manifestomuz!.." O günden bugüne köprünün altından çok sular aktı. Her geçen gün kirlenen dünyamızdaki bu kirlilikten Tuncay Şanlı da payına düşeni aldı. Mikrofonlara konuşurken bile yanakları kızaracak kadar utangaç olan taşralı delikanlı, aradan geçen zaman içinde ne futbolunun üzerine bir şeyler katabildi, ne de şövalye ruhunu muhafaza edebildi. Aksine onu, hep olayların göbeğinde gördük. Her attığı gol sonrası yaptığı o garip 'sus' işaretiyle rakip taraftarları provoke eden Tuncay Şanlı, işi o kadar ileriye götürdü ki, bir amigo gibi davranarak ettiği ve ettirdiği küferlerle sonunda kendisini seven ve ona inanan bizleri de susturmayı başardı. Ama utancımızdan!..Davranışlarıyla ve eylemleriyle, bir zamanlar gündemden düşmeyen İlhan Mansız'ın yolundan giden Tuncay Şanlı'ya, belli ki birileri akıl hocalığı yapıyor. Reklamın iyisi kötüsü olmaz misali! Ne yaparsan yap, yeter ki gündemde kal! Son derece kötü oynadığı bir maçta bile gereksiz hırçınlıklar sergileyerek kart gören ve ertesi günü ismi medyada takımının önüne geçen İlhan Mansız, bugün hatalarının bedelini ödüyor. Oradan oraya savrulan ve gittiği hiç bir yerde dikiş tutturamayan bir zamanların büyük yıldızı, şimdilerde ligin dibindeki Ankaragücü'nde, geçmişteki parlak günlerinin hatıralarıyla kendini avutuyor. Ve bugün, değil hatırlanmak, kimse onun kapısını bile çalmıyor!Böyle devam etmesi halinde Tuncay Şanlı'nın akıbeti de farklı olmayacak. Oysa önünde örnek alacağı bir büyük futbol fenomeni var: Hakan Şükür. Üstelik Sakaryalı. Yani, hem hemşehrisi, hem ağabeyi.Özür dilemeyi ve ardından tekrar aynı hataları yapmayı alışkanlık haline getiren Tuncay, son kez çıkıp kamuoyundan ve ezeli rakiplerinden içten bir özür daha dilemeli. Ardından Hakan Şükür'ün yanına gitmeli. Ona, nasıl büyük futbolcu olunabileceğini anlattırmalı. Onu can kulağıyla dinlemeli. Büyük futbolcu olmanın yolunun, sadece büyük takımda oynamaktan, şampiyonluklar görmekten geçmediğini öğrenmeli. Aksi takdirde, karanlıkta aniden kayan bir yıldız gibi bir boşlukta kaybolup gidecektir. İz bile bırakmadan...Cem Papila haksızmış!25Ocak 2004 yılında Türk futbolunda bir milat yaşanmıştı aslında... Genç bir hakem çıkmış, şampiyonluğun 1 numaralı favorisi olan takıma kendi evinde 5 kırmızı kart birden çıkarma cesaretini göstermişti. Doğal olarak bu Beşiktaş yandaşlarını çıldırttı. Doğal olarak diyorum, çünkü böyle şeylere alışık değildik. Başka ülkelerde şampiyon olan takımlar karıştıkları en ufak bir skandalda küme düşürülebilirdi ama bizde büyük bir takımın kendi evinde 5 kırmızı kart görmesi olağanüstü bir durumdu! Haketse bile... Bu olay sonrası ortalık toz duman oldu. Beşiktaş bir daha belini doğrultamadı. Sezonu Fenerbahçe şampiyon olarak tamamladı. Lucescu'nun illüzyonu da böylece sona erdi. Gelgelelim, aradan 2 yıl 2.5 ay geçmesine rağmen Cem Papila bir daha Beşiktaş maçlarına verilmedi. Bırakın İnönü Stadı'nda düdük çalmasını, deplasmanda dahi Beşiktaş maçlarının hakemi olamadı. Dördüncüsü bile... Arkasında durmayan MHK'nın bu tutumu, Papila'yı da psikolojik olarak olumsuz etkiledi ve hakemliğinin üzerine pek fazla bir şey koyamadı. Hata üstüne hata yaptı. Dünya çapında olabilecek bir hakemimiz böylece derdest edildi. Aynı şey, yine bir Beşiktaş maçında yan hakeminin yaptığı hata sonrası Metin Tokat'ın da başına gelmişti. O dönem Türkiye'nin en iyi hakemi olan Tokat, bir daha Beşiktaş maçı yönetemeden hakemliği bırakmak zorunda kaldı. Bu durum, sadece Beşiktaş için geçerli değil elbette. Üç Büyükler'in istemediği bir hakem, ne gariptir ki, bir daha onların maçlarına verilmiyor. MHK, sırf eyyam yapmak, Üç Büyükler'e şirin gözükerek iktidarını korumak için kendi evlatlarının, aslanların önünde parçalanmasına göz yumuyor. Adaleti tesis edecek kurumu böyle olan bir ülkenin futbolu ileriye gidebilir mi? Bizi Basel filan değil, bu kafalar bitiriyor...
‘’Arka Bahçe‘’
Fakir fukara...Soframızda, bırakın eti, zeytin peyniri bulduğumuz günler bile, bizim için büyük bir mutluluk kaynağıydı. Mahallenin zengin çocuklarının eskileriyle bayramlara girerdik. Bir yaş büyük, hali vakti yerindeki öğrencilerin önlükleri, defter, kitap ve kalemleriyle okula giderdik. Paltosuz geçirdiğimiz kışların sayısı bir hayli kabarıktır. Lisede delik ayakkabımdan dolayı ıslanan çoraplarımı kalorifer peteklerinin arasına sokarak kuruttuğum günler hiç aklımdan çıkmaz. O nedenle yağmurlu ve karlı havaları sevmezdim. Hep baharı, yazı yaşamak isterdim.İşte böyle okuduk... Kardeşlerim ve ben.Sevgili babamız, izbe bir depoda gecesini gündüzüne katarak, bizleri hayata hazırladı. Bize değil bir şeyler almak, bir harçlık dahi verememenin utancını yaşardı hep. Bunu bize belli etmemeye çalışırdı. Lakin hep bir eziklik içindeydi. Kendini, sanki babalık görevini yerine getiremiyormuş gibi hissederdi. Ama babalık görevi sadece maddi ihtiyaçları doyurmak değildi ki... Bize para pul, zenginlik verememişti babamız, fakat doğruluğu, dürüstlüğü, namuslu, gururlu, onurlu olmayı, erdemi, tevazuyu, yardımseverliği, dayanışmayı, saygıyı, sevgiyi vermişti. Nur yüzlü annemizle birlikte... Ve bu değerlerin maddi karşılığı yeryüzünde yoktu. Gerçek zenginlik de buydu aslında: İnsan olmak, insan kalmak... Fakir fukara ya da diğer bir deyişle yoksul olmak belki kader değildir, ama utanılacak bir şey de değildir. Bu ülke halkının büyük bir bölümü bu süreçten geçmiştir. Yoksulluğu, yoksunluğu yaşamıştır. Türkiye’nin en yakıcı gerçeğidir fakirlik. Aşağılanası, alay edilesi bir zümre değildir fakir fukara... Hele onların üzerinden bu ülkenin medar-ı iftiharı bir kulübüne; Galatasaray’a saldırmak, aymazlığın ta kendisidir. Ortada hiç bir şey yokken, durup dururken, üstelik kazanılmış bir maçın ardından, sırf yıpratma politikası uygulamak, hakemleri baskı altına almak, aklınca psikolojik savaş vermek için ezeli rakibini, ‘fakir fukara edebiyatı yaparak kendilerine çıkar sağlıyorlar’ şeklinde aşağılamaya çalışmanın ne yöneticilikle, ne de insanlıkla alakası yoktur. Böylesine zalim bir dil kullanan birinin bu ülkenin en güzide kulübünde yıllardır yöneticilik yapması ne acıdır, ne büyük talihsizliktir. Bu nobran ve snob yönetici prototipi, stat terörünün neden önüne geçilemediğinin cevabıdır aslında. O çıkar, hem bu ülkenin milyonlarca fakir fukarasını rencide edecek, hem de koskoca bir camiayı küçük düşürecek söylemlerde bulunursa, futbolcusu, ‘bir baba hindi’ tezahüratı yaptırır, taraftarı da statlara satırlarla, palalarla gider. Gerçekte statlardan ayıklanması gerekenler, rakibe saygı nedir bilmeyen, holigan besleyen, tribün terörüne çanak tutan, rakip taraftarı provoke eden bu tür yöneticilerdir. Belki onlar zengindir. Belki paraları vardır, pulları vardır, iktidarları vardır, ihtişamları vardır ama, fakir fukaranın sahip olduğu insani değerlerden çoğunlukla yoksundurlar. Zaten o değerleri parayla pulla elde etmek mümkün değildir. Bir parça insan olmak yeter...Ben gurur duyuyorum, yoksulluğumla da, Galatasaylılığımla da... Siz de duyun, diyorum ve yazımı Bekir Coşkun’un ‘Yoksullar’ isimli harika yazısının son pasajıyla bitiriyorum. Anlayana... “Kaçak elektriği en çok mülk sahiplerinin kullandığı, yeşil kartlıların apartman sahibi olduğu, yıkılmayan gecekonduların “partiye” dayandığı ve en büyük yağmaların örgütle yapıldığı bir ülkedir burası.Yoksul? O yoksuldur.Sessiz, küskün, utangaç, hatta beceriksiz...Kimsenin malına göz dikmez. Ne çalmayı bilir, ne yağmayı.Tam tersine kapısını çaldığınızda, yarım yoksul ekmeğini paylaşır sizinle o.Yüreklerindeki o namus-onur değil midir, bu kadar vurgunun ortasında onları yoksulluğa mahkum eden? Yüreğine taş basar yoksul.İsyanları dahi bir gecenin sabahına yakın, karanlık ağarmadan önce, biraz hıçkırıktır. Gözyaşlarını gizler.Ağladıklarını göremezsiniz yoksulların.Yoksul olan ekmekleri-aşlarıdır.Yürekleri değil...”Acıyı bal eyleyenler...Acı belki kategorize edilemez ama hemen hemen herkesin üç aşağı beş yukarı önceliği aynıdır. İnsanın bu dünyada hiç bir zaman yaşamak istemeyeceği üç büyük acı vardır: Evlat acısı, kardeş acısı, anne-baba acısı. Lakin bunları yaşamak kaçınılmazdır. Hayat serüvenimizde ya biri, ya da hepsi eninde sonunda kapımızı çalar. O gün geldiğinde, ağu gibi bir acı ruhumuzu ve bedenimizi kaskatı yapar, yüreğimizi kor gibi dağlar. Dayanmak mümkün değildir. Yapılacak hiç bir şey yoktur. O acı, vücudumuza bir et beni gibi yapışır, sonsuza kadar bizimle birlikte yaşar. Bazı insanlar vardır, yaşadığı acıyla birlikte darmadağın olur, savrulur gider. Bazıları taş kesilir, bir sfenks gibi kalır. Bazıları da acılarını hafifletmenin yollarını arar. Kolay kolay mümkün olmasa da... Ankaragücü’nün eski başkanlarından Nevzat Karataş ile zarif eşi Nebahat Karataş da, bundan 10 yıl önce biricik oğulları Gökçe’yi henüz hayatının baharındayken bir trafik kazasında kaybetmişler. Dünya onlara zindan olmuş. Ancak onlar yaşadıkları bu acıyı kalplerine nakşederek, kararan dünyalarına ışık saçacak bir vakıf kurmuşlar: Gökçe Karataş Vakfı. Karataş çifti, çocuklarının anısını bu vakıfla yaşatırken, eğitim, kültür, sanat ve spor alanında ülkemize katkı sağlamaya başlamışlar. Bir rahmet bulutu gibi üzerlerinde dolaşan Gökçe’nin ruhundan, bursla okuttukları fakir ve yoksul çocuklara ruh üflemişler, binlerce Gökçe yaratmışlar.Nebahat ve Nevzat Karataş çifti, aynı zamanda vakıf yoluyla her yıl spor, sanat ve eğitim alanında bu ülkeye hizmet veren insanları ödüllendirmeye başlamışlar. Geçtiğimiz hafta bu ödül töreninin 10.’su düzenlendi Ankara’da. Geçen yıl spor yazarlığı alanında beni de layık görmüşlerdi bu ödüle. Bu yıl da sevgili dostlarım Tunç Kayacı ile Yavuz Kocaömer’i ödüllendirdiler. Yüzde yüz doğru isabet. Onların bu gururuna ortak olmak için ben de töreni takip ettim. Törende, vefa, kadirşinaslık, takdir, şükran, gurur; hepsi vardı. Bir insanlık geçidiydi adeta. İnsan olduğunuzu iliklerinize kadar hissediyordunuz. Ölümsüzler kervanına katılan merhum Gökçe Karataş’ın ruhu salonun her köşesine sinmişti.Hayatın anlamını arayanlar Nebahat&Nevzat Karataş çiftini mutlaka tanımalı...
‘’Protokol!‘’
Oynanmamış bir maçı daha var. O da Fenerbahçe ile! Durum pek ümitli gözükmüyor. Son şanslarından biri olabilecek dünkü maçı da hocası Hacıbegiç hediye etti. O konuya geleceğim. Önce sahada olmayan seyirci ile protokol tribünü esnafından bahsedeyim.Bu sezon Diyarbakırspor küme düşerse bunda en büyük suç, taraftarınındır. Sık sık çıkardığı olaylarla takımının ceza almasını sağladığı için... Her ne kadar Kırmızı-Yeşilli ekip, seyircisiz maçlarda 7 puan toplamış olsa bile... Asıl zarar, takımın kaybolan motivasyonudur. Şiddet eylemlerinin futbolcular üzerindeki psikolojik tahribatının telafisi kolay kolay mümkün değildir. Dünkü maçta tribünler boş olmasına rağmen, alınan olağanüstü güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Yabancı biri için ilk başta anlaşılmaz bir durum! Lakin, protokol tribününün halini görünce, önlemlerin az olduğunu dahi düşünebiliyorsunuz. Maç bitiminde polis kalkanlarıyla soyunma odasına giden hakemlere edilen küfürler, atılan yabancı maddeler ve koridorda saldırıya uğramaları cezanın asıl kimlere verilmesi gerektiğini gösteriyordu. Normal seyirciyi cezalandırarak tribünlere sokmayan zihniyet, bu ülkede stat terörünün asıl kaynağı olan protokol tribününe nedense ses çıkaramıyor! Seyircisizse, orası da seyircisiz olmalı. Adalet bunu gerektiriyor.İlk yarı boyunca gol pozisyonu bulamayan, Sivas kalesine tek bir şut bile çekemeyen Diyarbakırspor, 7. ile 10. dakikakalar arasında 3-0 geriye düşmediyse, bunu biraz şansına, biraz da Sivas forvetlerinin beceriksizliğine borçlu. Hacıbegiç, Türk futbolunun gelecekte yıldız isimlerinden biri olabilecek genç Burhan’ı kenarda tutmuş, futbolu kafasında tamamen bitirmiş olan Ender’i sahaya sürmüştü. Ender de dünkü oyunuyla Diyarbakır’ı bitirdi. Ona Mohamed, İlyas ve evlere şenlik hatalar yapan defans da eklenince, “Üç gün üç gece oynasalar Sivas bu maçı alır” dedirtecek bir 45 dakika yaşadık. İkinci yarıya Ender’in yerine Rakoviç’le başlayan Hacıbegiç, bir kaç dakika sonra Burhan’ı da sahaya sürünce, Diyarbakır oyunu tamamen Sivas yarı sahasına yıktı. Kalla, Hakkı ve Petkoviç’in iyi oyununa rağmen arka arkaya pozisyonlar buldu. Bunlardan sadece birini değerlendirdi. Zaten atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Heba olan 45 dakika çok arandı. Son saniyelerde, sazı çoktan duvara asmış olan yılların eskitemediği genç oyuncu (!) Oktay Derelioğlu’nun kurtarıcı olarak oyuna girmesi ise, sanırım hoş bir şakaydı...Konya-Fener maçının olay hakemi Özgüç Türkalp, o karşılaşmadan sonra ilk kez Süper Lig’de düdük çaldı. Aslında bu, dünkü maç için riskli bir atamaydı. Ancak önemli bir hata yapmayan genç hakem kendisine güvenenleri utandırmadı. Ama Diyarbakır protokolüne yine de yaranamadı!
‘’Arka Bahçe‘’
SimurgKuşların hükümdarı Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix), 'bilgi ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği, gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, tevhid, hayret ve yokluk vadileri... Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. 'Aşk denizi'nden geçmişler önce...'Ayrılık vadisi'nden uçmuşlar...'Hırs ovası'nı aşıp, 'kıskançlık gölü'ne sapmışlar...Kuşların kimi 'aşk denizi'ne dalmış, kimi 'ayrılık vadisi'nde kopmuş sürüden...Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını... Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi 'şaşkınlık' ve sonuncusu olan yedinci vadi 'yokoluş'ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki, dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki, sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:Farsça 'si' otuz, 'murg' ise kuş anlamına geliyormuş.Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki, 'Simurg' 'otuz kuş' demekmiş. Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg'muş. Otuz kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.2000 yılında Türk Futbolu'nun en büyük zaferine imza attıktan sonra ihtirasına yenik düşenlerin başarıyı paylaşamaması nedeniyle darmadağın olan Galatasaray, o günden beri kendi kurtarıcısını, yani 'Simurg'unu arıyor. Bu Simurg; kâh bir teknik direktör, kâh yıldız bir futbolcu, kâh zengin bir başkan kimliğinde camianın hayalinde tezahür ediyor. Lakin, çıktıkları bu uzun ve zorlu yolculukta geçilen her vadide, engebede yavaş yavaş eksiliyor Sarı-Kırmızılılar...Bırakıp gidenler, yorulup düşenler oluyor. Bu yolculukta; şaşkınlık var, kişisel tatminsizlik var, hırs var, kıskançlık var, basiretsizlik var, ihanet var...Yolun sonuna geldiklerinde o kadar azaldılar ki, kala kala bir avuç kaldılar. Son vadi 'yokoluş'u da aşıp Kaf Dağı'nın zirvesine vardıktan ve 'Simurg'un orada olmadığını gördükten sonra tam ümitlerini tüketmişlerdi ki, aslında aradıkları 'Simurg'un kendileri olduğunu kavradılar. Başta futbolcular olmak üzere...Bugün Galatasaray, her alanda gerisinde kaldığı Fenerbahçe'yle soluk soluğa bir şampiyonluk mücadelesi veriyorsa, bunun nedeni futbolcuların, teknik heyetin ve bir kaç yöneticinin kendi güçlerinin farkına varmasıdır. Hepsinin birer 'Simurg' olmasıdır. Her türlü engele, yokluğa, yoksunluğa ve ihanetlere rağmen verdiği olağanüstü mücadeleyle Galatasaray, tarihinin en anlamlı şampiyonluklarından birine koşuyor.Yönetici Fatih Gökşen'e, "Bu yıl ki şampiyonluk, UEFA Kupası'ndan bile önemli" dedirten de, Galatasaray'ın içinde bulunduğu bu özgün durumdur. Kendi seyircisi tarafından bile yapayalnız bırakılan bu otuzküsur insanın her biri, adeta küllerinden doğarak gerek sahadaki rakiplerine, gerekse saha dışındaki güçlere karşı bir onur ve gurur savaşı veriyor. Galatasaray'ın, bundan önce UEFA Kupası kazanıp da tarih sahnesinden silinen İpswich Town, Eintracht Frankfurt, Napoli gibi takımlarla aynı akıbeti paylaşacağını iddia edenler, umanlar, bekleyenler boşuna hevesleniyor. Zira, kendi potansiyellerinin farkına varan bu bir avuç kahramanın destansı mücadelesi, gelecekteki yeni Avrupa zaferlerinin müjdesidir. Galatasaray'ın bu silkinişi, Ulu Önder Atatürk'ün Türk gençliğine hitabesindeki, "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" şiarının yaşamda vücut bulmasıdır. Ve genç nesillerin, bu anlamlı başkaldırıştan çıkarması gereken çok ders vardır. Yıllarca tekrar tekrar okumaları gereken...
‘’Bu ne şiddet bu ne celal?‘’
Sivasspor maça anlaşılmaz bir gerginlik içinde başladı. Sahada futbol oynamak yerine tribünleri hakemin aleyhine tahrik etmek için elinden geleni yapan futbolcular vardı, ev sahibi Sivasspor’da... Balili gibi, Musa Kuş gibi, Hakkı Hocaoğlu gibi... Onlara Gençlerbirliği’nden Uğur Boral da ayak uydurunca, bir futbol müsabakasından çok gladyatör savaşına tanık olduk adeta... Birbirlerine acımasızca giren, dirsek atan, ağız dalaşı yapan, zaman zaman itişip kakışan futbolculara, çalınmayan düdüklerde yerde bir kaç takla atıp seyirciyi galeyana getirmek isteyenlerle, her geçen dakika kontrolü kaybederek ters kararlar veren ve yardımcılarıyla anlaşamayan hakem de eklenince, yine futbol yazamayacağız diye endişe etmeye başladık. Her iki takım adına da iyi niyetin olmadığı ilk 45 dakikada doğru dürüst bir pozisyon yaşanmazken, karşılıklı iki gol atılması, futbolun garip cilvelerinden olsa gerek. Gençlerbirliği’nin golünde Uğur Boral’ın klası ile topun çizgiyi geçtiğine hükmederek santraya koşan yan hakem Hakan Atilla Gökbilgin’in dikkati ve görüşü önemli rol oynadı.İkinci yarıda ise sahada futbol vardı. Sanki birileri soyunma odasında futbolcuların kulağını çekmişti! İki takım da atak bir futbol sergiledi. Tempo ve mücadele üst düzeydeydi. Ancak ne var ki, pozisyon zenginliği yoktu. Bunda en önemli etken, iki takımın defans oyuncularının başarısıydı. Sivasspor’da Kalla, Gençlerbirliği’nde Risp hatasız oynadılar. Zaten ilk yarıda sık sık yaşanan kargaşalarda bu iki futbolcu hep kenardaydı. Belli ki sadece futbol oynamaya çıkmışlardı. Sivasspor, sahaya alışılmışın dışında üç forvetle çıkmıştı. Önde Balili ile Da Silva, arkalarında da Musa Kuş. Lakin, her zaman “savunma futbolu oynatıyor” diye eleştirilen Lorant’ın bu düşüncesi dün işlemedi. Çünkü bu üç oyuncu savruk ve uyum içinde değildi. Zaten Balili sahada da değildi! Sivas Andersson’u çok aradı.Deplasmanların başarılı takımı Gençlerbirliği ise, tam kadro olmasına rağmen, geçmiş maçlardaki gibi etkili değildi. Sivasspor’un başarılı alan savunması karşısında fazla pozisyona giremediler. En büyük kozları Isaac, Kalla ile Hakkı’nın tatlı sert oyunu karşısında etkisizdi. Ayman’ın çalışkanlığı, Uğur Boral ile Mehmet Çakır’ın çabaları yenilgiyi önleyemedi.Onlar da daha sakin olmalı. Zira, her hakem, Uğur Boral ile Eren Aydın’ı sahada tutan dünkü Çetin Sarıgül gibi hoşgörülü olmaz!
‘’Arka Bahçe‘’
Kendi yaldızlarını kendi kazıyan yıldızlar2002 yılında İran’da yapılan Dünya Serbest Güreş Şampiyonası için Tahran’dayım. Sabah seansından sonra verilen aradan faydalanarak kenti dolaşıyorum. Babasıyla birlikte gezen 7-8 yaşlarında bir çocuk gözüme çarptı. Üzerinde Galatasaray forması var. Formanın numarası 11. Numaranın hemen üstündeki futbolcu adı ise, Hasan Şaş. Yanlarına yaklaştım ve selam verdim. Türk olduğumu söyledim. Baba az da olsa Türkçe biliyor. Hemen oğluna döndü ve benim Türk olduğumu söyledi. Çocuğun birden gözleri parladı. Hasan Şaş’ı ve Galatasaray’ı ne kadar sevdiğini anlattı. Bir gün onunla tanışabilmeyi hayal ettiğini söyledi. Baba da oğluyla aynı duyguları paylaştığını belirtti. Hasan Şaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde ve Dünya Kupası’nda tüm müslümanların gururu olduğunu dile getirdi ve ekledi: Onu görürsen bizden selam söyle. Şunu bilsin ki, İran’da onun için çarpan milyonlarca yürek var. Bir başka ülkede, kendi ülkemin futbolcusunun böylesine sevilmesine ve çocukların rüyalarını süslemesine şahit olmam benim için olağanüstü bir duyguydu. O anda Hasan Şaş’la ne kadar gurur duyduğumu anlatmamın imkanı yok. Aslında İran’lı baba onunla ilgili eksik söylemişti. Zira yalnız İran’da değil, yeryüzünün başka coğrafyalarında da Hasan Şaş için çarpan milyonlarca yürek vardı. Bunu gerek kendi deneyimlerimden, gerekse değişik ülkelere seyahat yapan başka meslektaşlarımın anlattıklarından biliyorum.Hasan Şaş, bugün hala Hakan Şükür’le birlikte dünyada en fazla tanınan ve sevilen Türk futbolcusu. Ancak ne var ki kendisi, ya bunun farkında değil, ya da gelmiş olduğu noktayı kavrayamıyor veya önemsemiyor. Gerek sahadaki, gerekse saha dışındaki davranışlarıyla her geçen gün sempatisini yitiriyor, biraz daha antipatik oluyor. Futbolunun geriye gitmesi bir yana, ya rakiple dalaşıyor, ya rakip seyirciyle, ya da hakemlerle... Rakipten veya hakemlerden dalaşacak kimse bulamazsa, bu kez kendi takım arkadaşlarına bulaşıyor. Sürekli bir gerginlik içinde. Hırsı aklının önünde gidiyor. Daha da kötüsü, hırsla, hırçınlığı, öfkeyi ve çirkefliği birbirine karıştırıyor. Birileri kendisini “köyün delisi” ilan etmiş. O da bu deli rolünü öylesine benimsemiş ki, her platformda oynamaktan geri kalmıyor. Aklınca delilik yaparak sevimli olacağına inanıyor. Gerçekten deli olsa belki sevilir ama değil. Zira delilik ile dahilik arasında ince bir çizgi olduğu hep yazılır, çizilir. Hayatı filme çekilen ve ülkemizde de “Akıl Oyunları” adıyla gösterilen matematikçi John Nash’in hikayesini bilmeyen yoktur. Hasan Şaş’da dahilik emareleri gören var mı bilmiyorum. Ama ben göremiyorum. O, işi deliliğe vurmuş gidiyor. Kendince bir yol tutturmuş. Lakin, hırçınlığıyla kalpleri, gönülleri kırıyor. İnsanları kendisinden uzaklaştırıyor. Onun yediği küfürlere, kafasına atılan maddelere hep birlikte karşı çıkmalıyız. Onunla birlikte isyan etmeliyiz. Fakat Hasan Şaş da, Galatasaray geleneklerine, terbiyesine, o formanın ağırlığına yakışacak devranışlar sergilemeli. Yıldızlar, sadece futbolculuklarıyla değil, efendilikleri, toplum içindeki saygınlıkları ve ağırlıklarıyla da yıldızlık mertebesine ulaşırlar. Gerçek bir yıldız olmanın başka yolu yoktur. Metin Oktay’ın aradan geçen bunca yıla karşın hala gönüllerde taht kurmasını nasıl izah edebiliriz? Üstelik Hasan Şaş’ın Metin Oktay’a kadar gitmesine de gerek yok. Yanıbaşındaki Ergün Penbe’ye baksın yeter!Şeref Eroğlu’nunBakan’la pazarlığı!Türk güreşi denince akla gelecek ilk isimlerden biri, hiç kuşkusuz Şeref Eroğlu’dur. Eroğlu, Hamza Yerlikaya ile birlikte Ata sporumuzun son 13 yılına damga vuran güreşçidir. Yurtdışındaki Dünya ve Avrupa Şampiyonaları’nda biz basın mensupları da adeta sporcularla birlikte minderde güreşiriz. Onlar yenince, kendimiz yenmiş gibi seviniriz, yenilince de yaşadıkları hüznü yüreğimizin derinliklerinde hissederiz. Biz de onlarla ağlarız, onlarla güleriz. Kürsünün en üst basamağına çıktıklarında yaşadığımız gururu bir biz biliriz, bir de Tanrı. Şeref Eroğlu da bizlere bu gururu yaşatan güreşçilerimizin başında gelir. Kendisini insan olarak da seven biriyim. Onun dostuyum. Bunu kendi de bilir. Müzmin hastalığına karşın minderde verdiği olağanüstü mücadeleyi takdir ederim. Keza açık sözlüğünü de... Lakin, gelgelelim Şeref Eroğlu son zamanlarda minderdeki başarılarıyla değil de, verdiği ilginç demeçlerle, bazı sporcu ve spor adamlarıyla girdiği diyaloglarla gündeme gelmeye başladı. Bir sporcuya yakışmayacak üsluptaki tartışmaların içinde buluyoruz kendisini. Belki, kaybetmenin verdiği öfkeyle böyle davranıyor ama kaybetmenin erdemini de keşfetmek gerek! Kaybederken de kazanmayı bilmek gerek. Yenilgilerden ders almak gerek. Kaybedince susmak, kendi içine çekilmek, nerede hata yaptığını bulmak ve ona göre kendine yeni bir yol haritası belirlemek gerek. Ama Şeref Eroğlu böyle yapmıyor. Sanki kaybetmek çok yüz kızartıcı bir suçmuş gibi dikkati başka yönlere çekme çabası içine giriyor. Kendinden başka herkesi suçluyor. Dolayısıyla her kaybı, gelecekteki başka kayıpları da tetikliyor. Geçen yıl ki Dünya Şampiyonası’nda, elenmesinin hemen ardından Türk güreşinin duayenlerinden Ahmet Ayık’a ağır ithamlarda bulunmuştu. Gereksiz ve çirkin bir tartışmayı başlatmıştı. Şimdi de onu, Milli Takım’ın Dünya Kupası’nda zirveye çıkması sonrası Bakan Mehmet Ali Şahin’le basın önünde ödül pazarlığı yaparken gördük. Çok çirkin bir pazarlıktı. Ayrıca söz konusu turnuvada Eroğlu tüm maçlarını kaybetmişti. Bakan’la pazarlık yapacak en son sporcu kendisi olmalıydı. Böylelikle Bakan’ın medyanın önünde kendisini azarlamasına da zemin hazırlamamış olurdu. Şeref Eroğlu bu tarzıyla giderek prestijini sarsıyor. Şeref Eroğlu, susmalı ve minderde konuşmalı. Türk halkının ondan beklentisi budur. Son söz: Bu ona dost uyarısıdır.