Arama

Popüler aramalar

‘’Taktik fauller‘’

Dün geceki Kayseri-Gençlerbirliği maçının hakemi Uğur Söylemez’e yapılanlara bakınca, ister istemez insan yukarıdaki düşüncelere kapılıyor. Hakemin tecrübesiz olmasını fırsat bilen futbolcular, başta Gençler’in kalecisi Gökhan olmak üzere, kendisini baskı altına almak için her türlü provokasyona giriştiler. Doğrusu iyi niyetli olduklarını söylemek güçtü. Hakemin yeni kurallara göre çok sayıda sarı kart göstermesi gerekirdi, ancak bu yola başvurmadı. Futbolculara tribünler de eşlik edince, Uğur Söylemez maçın başında kontrolü elinden kaçırır gibi oldu, ancak daha sonra toparlandı. Demek ki bizim futbolcuların meşrebine uygun hakemler gerekiyor; Erman Toroğlu, Serdar Tatlı gibi kodu mu oturtacak!..İki takımın kadro yapısına ve oyun anlayışına bakınca, doğrusu gollü bir maç olacağını düşünmüş ve bu düşüncemi karşılaşma öncesi yerel Elif TV’ye de açıklamıştım. Fakat yanıldım. Mücadele düzeyi vasatın üstünde olmasına karşın, bırakın golü, pozisyon sayısı bile bir elin parmalarını geçmedi. Bunda en büyük etken, Gençler’in oynatmamaya dayalı taktiğiydi. Orta alanda yine bildik taktik faulleri devreye soktular. Kayseri’nin atakları olgunlaşmadan faullerle kestiler. Geride Risp ile Traore Gökhan Ünal’ı kademeli olarak iyi marke edince Kayseri’nin golü bulması ancak duran toplardaki becerisine kaldı. Doğrusu, Mehmet Topuz ve Fatih Ceylan bu tür pozisyonlarda çok iyi ortalar yapmalarına karşın ev sahibi ekip bunlardan faydalanamadı. Tatsız tuzsuz maçın en güzel anı ise, maç sonunda bütün Kayserili futbolcular soyunma odasına giderken, Bülent Bölükbaşı’nın sahada kalıp Gençlerli futbolcularla teker teker kucaklaşmasıydı.

10 Eylül 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Orada kimse var mı?‘’

Hani klişe bir laf vardır ya, “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye... Tartışılabilir. Ancak bazen olumlu sonuçlar verdiği de bilinen bir gerçek. Ama musibetten ders almayı bilenler için tabii... Koca 20. Yüzyılı ıskalayıp, 21. Yüzyıl’dan bir kaç yıl aldığımız şu günlere kadar bin bir badire atlatan toplumumuzun bugün içinde bulunduğu duruma bakılırsa, hiç bir musibetten ders çıkaramadığımız gün gibi aşikar. Yani, bize ne nasihat, ne musibet kar ediyor. Bunu niye hatırlatma gereği duydum.Açıklayayım:Bosna Hersek’te yapılan Balkan Atletizm Şampiyonası’nda milli sporcuların çıkardığı kepazelikleri dün FANATİK’te okumuşsunuzdur. Gerçekten de her Türk’ün yüzünü kızartacak türden davranışlar olan, barda kavga etme, taciz, müsabaka öncesi sigara içme gibi eylemlerin yanı sıra milli kafiledeki başıboşluk ve disiplinsizliğe her kesimden tepki geldi. Tepkilerin yüzde 99’u olumluydu. Sadece animatörlerin yanlış anlamalarından kaynaklanan gereksiz alınganlıkları vardı. Onlar da şunu bilmeli ki, kendilerini rencide edecek bir ifade kullandığımı sanmıyorum. Sadece milli sporcuların havalimanındaki kılık kıyafetlerini onlara benzettim. Bunun dışında başka da bir amacım yoktu. Namusuyla yapılan her işe derin saygım vardır.Ankara bir an önce silkinmeli... Haber dün, başta Milliyet ve Hürriyet olmak üzere bir çok internet sitesinde en çok okunan ve en fazla yorum yapılan haberdi. Televizyonlardan da ilgi gösterildi. Atletizm camiasından da olumlu mesajlar geldi. Gel gelelim, ne Atletizm Federasyonu’ndan, ne Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden ne de Bakanlık’tan haberle ilgili tek bir tepki bile gelmedi. Sanki, böyle şeyler olmamış, yaşanmamış, yazılmamış, kamuoyuna yansıtılmamış gibi... Bu nasıl bir aymazlıktır, anlamak mümkün değil. Böylesi rezaletler, uygar bir ülkede olsa hem başkan götürür, hem genel müdür, hem de belki de bakan... Biz bekledik ki, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay ile Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi çıksın, bir açıklama yapsın. Hadi kızdılar diyelim, bize de yapmasınlar. Devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı’na söylesinler, ‘olayla ilgili soruşturma açılacak, sorumlular cezalandırılacak’ diye... Ama ne gezer... Belli ki, bundan önce yaşanan skandallarda olduğu gibi bu olay da soğumaya bırakılacak, sonra unutulup gidecek. Taa ki, yeni bir skandal patlak verene kadar... Türk toplumunun balık hafızasına güveniyorlar ne de olsa! Bu olay aslında, Türk atletizminde neden yıllardır bir arpa boyu yol gidemediğimizin en önemli göstergelerinden biri. Temennimiz Ankara’nın bir an önce silkinip, devlet otoritesini devreye sokmasıdır. Aksi takdirde aynı tas aynı hamam...

07 Eylül 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rezaletin bini...‘’

Haftasonu Zenica’da yapılan Balkan Atletizm Şampiyonası’nı izlemek için Vestel’in davetlisi olarak Bosna Hersek’e gittik. Aslında bu tür davetlere prensip gereği itibar etmeyen biri olarak, Türk Birliği’nin görevli olduğu Zenica’nın benim için ilginç bir deneyim olacağını düşündüm ve gitmeye karar verdim. Gerçekten de öyle oldu! Ama Türk Birliği’yle atletlerimizin kucaklaşması, Bosna Hersek’in savaş sonrası yeni yüzü, toprağının her santimetrekaresine sinmiş kaybedilenlerin acısı, Müslüman Boşnaklar’ın gülen gözlerinde bile farkedilen derin elem ve keder değildi, benim için ilginç olan deneyim. Elbette sizlere aktaracağım yürek burkan Bosna Hersek izlenimleri de var. Fakat bunlar, başka bir yazının konusu olacak.Kafile başkanına: Çık da sen koş!Bugün ülkemizi temsil etmek için Devlet’ten harcırah alıp, sırtına milli formayı geçirenlerin yüz kızartacak davranışlarından söz edeceğim. Dördünün henüz ülke bile kabul edilemeyeceği, toplam dokuz ülkenin katıldığı Balkan Atletizm Şampiyonası’na 22 atletle gidip, sadece üç altın madalya ile dönen, takım halinde ise erkeklerde ve bayanlarda beşinci sırayı alan Atletizm Milli Takımı’nın Bosna Hersek’e nasıl damga (!) vurduğunu okuyacaksınız. İçlerinde bu yazıdan tenzih ettiklerim de var elbette... Kemal Koyuncu, Ayşegül Baklacı, Özge Gürler, Binnaz Uslu, Berk Tuna, Yağmur Damla Demiralp, Bahar Doğan, ve daha adını hatırlayamadığım diğer bir kaç atletimiz gibi... Ama sepetteki çürük elmaların ne kadar etkili olduğu, hepimizin malumu... İşe önce en hafifini anlatmakla başlayayım: Şampiyona başlarken kafile başkanı Edip Akarsu start listesini eline alıyor. Sporculardan biri bakmak istiyor. Listedeki rakiplerin dereceleri bizimkilerden daha iyi olduğu için Akarsu, sporcunun morali bozulmasın diye göstermek istemiyor. Aldığı yanıt ise kafiledeki otoriteyi gözler önüne seriyor: O zaman çık sen koş! Devam edelim:Ülke beşinciliği işte böyle kutlanır!Müsabakalar başlıyor. Bütün sporcular yarış öncesi antrenman alanında çalışıyor. Bizimkiler de... Ama bakıyorsunuz içlerinden bazıları bir köşeye sinmiş sigara tüttürüyor. Oysa Avrupa statlarının tribününde bile sigara yasaktır. Tabii bu yasaklar bizimkilere vız geliyor. Belki de sigara onlarda doping etkisi yaratıyordur! Ya da, ne de olsa sigara strese iyi geliyor ya!.. Onlar da yarış öncesi heyecanlarını böyle yeniyorlar! Gördüklerim karşısında yaşadığım ilk şaşkınlığımı attıktan sonra, biraz daha dikkatli izlemeye devam ediyorum. Hem müsabakaları, hem de perde arkasını... Ve beni şoke edecek olay ikinci gün gerçekleşiyor. Atletlerimizden biri ödül töreni için bekleyen kızlardan birinin arkasına geçiyor. İki eliyle açık olan beline sarılıyor. Neye uğradığını şaşıran kız aniden geriye dönüyor ve tacizi yapan milli atlete (!) tepki gösteriyor. Eliyle atletimizin ellerini ittikten sonra ileriye bir hamle yapıyor ve ondan uzaklaşıyor. Bizimki ise pişkince gülüyor. Aklınca şaka yapıyor!Derken, şampiyona sona eriyor. Ama rezaletler bitmiyor. Son günün akşamı her şampiyonada olduğu gibi banket var. Oraya gidiyoruz. Başlangıçta anormal bir durum yok. Atletlerimiz yiyor, içiyor, eğleniyor. Buna kimsenin bir sözü olamaz. Tüm sporcuların olduğu gibi eğlenmek onların da hakkı. Ancak bazıları köşe başlarına çekiliyor ve mahalle bitirimleri gibi yabancı ülkelerin sporcu kızlarına kesik atıyor. Hani belki götürürüm misali! Başka hiç bir ülkenin erkek sporcusu bunu yapmıyor. Elle tacizin yerini bu kez gözle taciz alıyor. Biz banketten çıkarken, Türk kafilesinin masasında bir bayan sporcumuz göbek atıyordu. Takım olarak beşinciliğimizi kutluyorlarmış meğer!İdareciyi ekip, tekrar bara gidince...O gece yaşanan rezaletin son perdesi ise bir barda sahneleniyor. Atletlerden Mukadder Ulusoy, Zübeyde Yıldız, Metin Durmuşoğlu ve idareci Cumhur Can banket sonrası bir bara gidiyorlar. Bardaki sarhoş Bosnalı gençlerden biri Mukadder Ulusoy’a laf atıyor. Bunun üzerine Metin Durmuşoğlu tepki gösteriyor. Tartışmanın büyümesi üzerine idareci Cumhur Can tarafları yatıştırarak bizim sporcuları otele götürüyor. Ancak kısa bir süre sonra sporcular bu kez yanlarında Cumhur Can olmadan tekrar aynı bara gidiyorlar. Barın önünde tartıştıkları gençlerle karşılaşıyorlar. Gençler bu sefer daha kalabalık ve ellerinde sopalar, demir çubuklar var. Ve malum sonuç: Sporcularımız dayak yiyerek otele geri dönüyorlar. Ertesi gün havalimanında Metin Durmuşoğlu’un mosmor gözü ve yüzündeki darbeler olayın vehametini anlatmaya yetiyor. Havalimanı dedik de, son izlenimlerimizi aktaralım:Yurtdışına ülkesini temsil etmek için çıkan bütün kafileler belli bir disiplin içinde gider gelirler. Bunun için onlara formalar, Ay-Yıldızlı eşofmanlar ve takım elbiseler alınır, federasyonlar tarafından. Ancak bizim kafilemizin milli takım kafilesi olduğunu anlamak için ancak içlerinden biri olmak gerekir! Bir kaçı dışında üzerinde takım üniforması taşıyan yoktu. İçlerinde plaj kıyafetiyle dolaşan bile vardı. Otel animatörleri mi, milli sporcular mı, belli değil. Neyse ki, uçaktan indik de bu kabus bitti.Türk sporunu yönetenler, eserleriyle gurur duymalı!

06 Eylül 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Güneydoğu sendromuTıp Terimleri Sözlüğü’nde ‘Sendrom’ kelimesinin karşılığında özet olarak şöyle yazar: Dil, biliş ve kendi kendine yetme becerilerinin gelişiminde önemli bir gecikme olmaksızın, toplumsal etkileşimde nitel bozulma, iletişimde toplumsal ya da duygusal karşılık verememe.Sendrom, yoğun korku ve kaygı duygularının eşliğinde yaşanan içe kapanma, yabancılaşma, çekilme, büzülme olarak da nitelendirebileciğimiz yaşantı biçimidir. Bireyin, hayatının belli bir döneminde yaşamış olduğu travma sonrası ortaya çıkar ve ömrünün sonuna kadar peşini bırakmayabilir. Travma sonrası stres bozukluğu olarak da adlandırılan ‘sendrom’, ABD kültürünün etkisine girmemizle birlikte günlük konuşma ve yazışma dilimizin bir parçası oldu; ABD’li askerlerin yaşadığı “Vietnam Sendromu” sayesinde...Vietnam’da girdiği haksız ve kirli savaştan yenik ayrılan ABD, romanlarıyla, öyküleriyle, filmleriyle yıllarca askerlerinin yaşadığı dramı yansıttı, hem kendi halkına, hem de dünya kamuoyuna... Haksızlığını kamufle edecek bir propaganda aracıydı aslında Vietnam Sendromu, ABD için... Ama yakıcı ve yıkıcı bir gerçekti. Ülkemizin Güneydoğusu’nda yirmi yılı aşkın zamandır düşük yoğunluklu diye adlandırılan bir çatışma yaşanıyor. Ve ne yazık ki, her savaşta olduğu gibi faturasını ülkenin yoksul kesimleri ödüyor. Çocuklarını davul-zurnayla, güle oynaya askere uğurlayan köylü, kasabalı aileler, albayrağa sarılı tabutlar içinde teslim alıyorlar, yavrularını... Ya da hain bir pusuda yediği bir mermi-bomba veya patlayan bir mayın sonucu bedeni ve ruhu paramparça şekilde kendilerine iade ediliyor evlatları...İşte asıl dram da bundan sonra başlıyor. Hayat, şehit aileleri için de, gaziler ve onlara bakmakla yükümlü olan yakınları için de, itaat edilmesi gereken ilahi bir emir olarak yaşanıyor artık. Şehit aileleri, oğullarıyla birlikte ölüyor ve canlı canlı mezara giriyor adeta... Gaziler ve onların ebeveynleri de, daha önce aşina olmadıkları zorlu bir hayatın kapılarını aralıyorlar...Gazilere spor yaptıracak projeler geliştirilmeli20’li yaşlarında bedeninin bir parçasından eksik olarak yaşamaya mahküm edilen gaziler, GATA’da uzunca bir süre rehabilitasyondan geçiyor. Ancak pek azı, bu süreçten topluma adapte olarak çıkabiliyor. Zira durumlarını kabullenmeleri sağlansa bile, sivil hayata karıştıklarında, eğer herhangi bir işle meşgul değilseler yeniden psikolojik sorunları baş gösterebiliyor. Çünkü kendilerine el uzatacak, hayata hazırlayacak çok az sayıda sivil örgütlenmelere sahibiz. İktidarların, terör saldırılarında yaralanan gazilerin psikolojik sorunlarını aşıp, yeniden topluma karışabilmelerini sağlayacak projeleri, kurum ve kuruluşları da yetersiz kalıyor. Engellilerle ilgili devlete bağlı en üst kurum olan Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın iştigal alanı o kadar geniş ki, tamamen uzmanlık gerektiren savaş gazilerinin rehabilitasyonuyla başa çıkmaları mümkün olmuyor. Terörü boğmayı orduya havale eden politikacılar, terörün yarattığı sonuçlarla başetmeyi de yine askere bırakıyor.Gazilerin, ‘Güneydoğu Sendromu’ denen travma sonrası stres bozukluklarını aşabilmelerinin en önemli yolu spor yapmalarından geçiyor. Lakin bu konuda gerekli donanıma sahip olduğumuz söylenemez. Henüz daha iki yıllık geçmişi olan ve toplam 10 branşta faaliyet gösteren Bedensel Engelliler Spor Federasyonu’nun 1500 lisanslı sporcusu içinde sadece 100’ü gazi. 2006 bütçesi, sıradan bir futbolcunun yıllık maliyeti kadar olan (1.5 trilyon lira, o da şu anda tükenmiş durumda) Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, daha fazla gaziye ulaşabilecek maddi kaynak ve imkanlardan yoksun olduğu için ülkemizdeki onbinlerce gazi, cephedeki trajediyi evlerinde tekrar tekrar yaşıyorlar. Bu sorunun çözümü için, yakın bir geçmişte özerk olan Bedensel Engelliler Spor Federasyonu’nun, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden tamamen bağımsız hale getirilerek, ayrı bütçesi ve örgütlenmesi olan konfederatif bir yapıya kavuşturulması, ardından da gazileri spor sahalarına çekebilecek projelerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Aslında bu bir medeniyet projesidir. Ülkesi için kolunu, bacağını, gözünü kaybeden insanlarımıza sahip çıktığımız ölçüde, çağdaş dünyada yerimizi alabiliriz. Aksi takdirde ilelebet üçüncü dünya ülkesi olarak kalırız. Bir kaç bin gazisinin yaşadığı sendroma çözüm üretemeyen bir ülkenin, gelecek nesillere bırakabileceği hiç bir miras yoktur. Basiretsizliğinden, beceriksizliğinden başka...

23 Ağustos 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol ölüyor!‘’

25 bin kişilik statta toplasan bin seyirci ya var ya yok. Sanki refah toplumu olmuşuz da, futbolu avam kitlelerin sporu olarak algılamışız ve itibar etmemişiz gibi! Bu ülkede futbolla yatıp, futbolla kalkan milyonlarca insan olduğu gerçeğiyle tezat bir görüntüydü, 19 Mayıs Stadı’ndaki manzara...Aslında sahadaki futbola bakınca, insanın aklına “Neden gelsinler ki?” sorusu da takılmıyor değil... Teşbihte hata olmaz derler, hani bir laf vardır, “İki yiğit çıkmış meydane, ikisi de birbirinden merdane” misali... Maçın özeti; her iki takım adına da rekor sayıda top kaybı, yere yatıp kalkmayan futbolcular, sık sık duran oyun, kargalara çekilen şutlar, aleyhte her hakem kararına yapılan itirazlar, komik penaltılar, kasti fauller vs... Son Avrupa Şampiyonası’nın ardından giderek yükselen bir trend var: Savunma futbolu. Bu futbol anlayışını en iyi uygulayıp başarıya ulaşan Yunanistan ve İtalya, teknik direktörlerimiz için gerçekten kötü örnek oldu. İlk iki haftada atılan 36 gol bunun en açık göstergesi. O gollerin 13’ü ise Fenerbahçe ve Galatasaray’a ait. Anadolu takımlarının başındaki teknik adamlar, sahaya yenilmemek için çıkıyor. Ve çoğunlukla da yenilmiyorlar! Ama yenemiyorlar da... Sanırım bu, antrenörlerin koltuklarını sağlama alma stratejisi... Kimse, “Dün gece dört gol atılmış, sen neler anlatıyorsun” demesin. Atılan iki gol, bize göre ucuz çalan penaltı düdükleri sonrası. Diğer goller de, sahada futbolcuya benzeyen iki-üç adamın ürünüydü. Kalanı itiş-kakış.Maçta benim aklımda kalan iki pozisyondan biri Timuçin’in şık golü, diğeri ise, Die’nin yaptığı fauldü! Fildişi Sahilli futbolcu maçın ikinci yarısında bir top kapma mücadelesi sırasında Mehmet Yılmaz’ın ayağına bastı. Ankarasporlu oyuncu, bir anda yere yığılırken, hakem Tolga Özkalfa, devam işareti verdi. Ancak Die oynamak yerine, top daha ayağındayken, geldi Mehmet Yılmaz’dan özür diledi. Ardından da topu dışarı attı. Hakeme de gidip faul yaptığını söyledi. Doğrusu, bu davranış, sahalarımızda pek rastlamadığımız türden bir Fair-Play hareketiydi. Bir paragraf da Cenk’e... Golcü oyuncu dün ilk 18’de yoktu. Geçen hafta da yedekti. Hocası Mustafa Uğur’la arasında problem varmış, aldığımız bilgilere göre... Tipik bir Türk mantalitesi. Biraz palazlanan futbolcu, derhal krallığını ilan ediyor. Ya da az buçuk başarılı olan teknik direktör, yıldız oyuncusuyla hemen didişiveriyor. Hangisi olduğunu ileride görürüz. Ama bu savaşı Mustafa hoca kaybeder gibime geliyor.

20 Ağustos 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Toroğlu’nun ‘yarı ölü’leri!Açık söyleyeyim, Erman Toroğlu’nu hiç bir zaman ciddiye almadım. Ne yaptığı yorumları, ne sivri çıkışları, ne gafları, ne de patavatsızlığı beni zerre kadar ilgilendirmedi. Bu köşede, bir kez hariç (TBMM tutanaklarına geçen ifadesi) adını anma gereği duymadım. Onun söylediklerinin peşine takılma lüzumunu hissetmedim. Toplumda bu kadar kabul görmesinin, fikirlerinin tartışma yaratmasının sebebi, Türk halkının ortalamasını temsil etmesidir. Onu popüler figür haline getiren avam duruşudur. Onun toplum sözcüsü olarak algılanmasının nedeni, çoğumuzun yüksek sesle söylemek istediği, ancak bunu yapacak cesareti bulamadığı söylemleri dile getirmesidir. Bizde olmayan cesaretini de, ekran şöhretine ve program öncesi attığı bir kaç kadeh viskiye borçludur. Aslında Toroğlu gerçeği; doğru bildiklerini açıklamasından ziyade, kendisini daha popüler kılacak söylemleri tercih etmesidir. Bir taktik ustasıdır kendisi. Buna karşın kötü bir tuluat sanatçısıdır. Birilerini aşağılarken, bedeni geriye doğru kasılır, ilgi çekip çekmediğini anlamak için, küçülttüğü gözbebekleri yuvalarında fıldır fıldır döner, oraya buraya kaçamak bakışlar fırlatır. Tipik bir taşra kurnazıdır. Kullandığı dil zalimdir. Avına karşı, -ki genelikle hakemler- acımasızdır. Eleştirdiği insanı incitmekten, rencide etmekten, hiç bir zaman imtina etmez. Eleştirmekten ziyade yoketmektir amacı. Hedef aldığı insanı bitirene kadar üstüne gider. Hayat onun için siyahla beyazdan ibarettir. Ve doğru tektir ona göre, tüm faşistlerde olduğu gibi... Bilirsiniz, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök hakkında geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı. Tam da istediği gibi, hedefi on ikiden vurdu bir kez daha. Günlerce konuşuldu, tartışıldı. Koca koca, kerli ferli adamlar ona cevap yetiştirmeye çalıştı. Hatta İngiliz The Guardian Gazetesi’ne bile malzeme oldu. Stratejik zekası bu sefer de işe yaramış, yine gündeme oturmuştu. Lakin, TESYEV Başkanı Yavuz Kocaömer dışında çoğumuzun dikkatinden kaçan ağır bir gaf daha yapmıştı, kavuksuz hocamız... Sahip çıktığı gaziler için ‘yarı ölüler’ ifadesini kullanmıştı. Ağzından çıkanı kulağı duymadığı için Hürriyet’deki köşesinde sözlerinin arkasında olduğunu ilan etmişti. Bu, severken öldürmektir. Sözde bir acıma hissiyle, haklarını savunduğu insanları aşağılamaktır. Onlara, kıyıcı bir kibirle tepeden bakmaktır. Onları bizden ayırmak, ötekileştirmektir. Güneydoğu gerçeği, on yıllardır bu ülkenin en büyük kanayan yarasıdır. Orada savaşıp, bedeninin bir parçasını cephede bırakarak, paramparça olmuş ruhlarıyla evlerine dönen gaziler, zaten yeterli psikolojik destekten yoksun olduğu için topluma adapte olmakta zorlanmaktadır. Çoğu sahipsiz, kaderleriyle başbaşadır. Çeşitli sivil toplum örgütleri ile spor kurumlarının el uzatmasıyla sanatsal ve sportif etkinliklerde bulunarak, yaşadıkları ağır travmayı atlatmaya çalışmaktadırlar. Psikolojileri bu kadar hassas bir seyir izlerken, gaziler hakkında ‘yarı ölüler’ şeklinde gaddar bir benzetmede bulunmanın, ne yorumculukla, ne spor adamlığıyla, ne spor yazarlığıyla, ne de insanlıkla bağdaşır yönü yoktur.Gazilere ve onların ailelerine bir özür borcu olan Toroğlu’nun, böyle bir davranışta bulunmasını istemek saflık olur. Kendi jargonunu terketmesini beklemek de abesle iştigaldir. Ona tepki göstermenin de anlamı yok. Çünkü istediği o zaten. Ne kadar tepki, o kadar şöhret...En iyisi, bırakın kendi narsizminde boğulsun. Zira her narsistin, kendini atacağı bir göl mutlaka bulunur!..Halterin neden yerde süründüğünün resmidirHani, hep şikayet ederiz ya, ‘spora siyaset karışıyor’ diye... Yazarız, çizeriz, eleştiririz. Saf saf çağrıda bulunuruz, siyaset esnafı ile sözde spor yöneticilerine: ‘Siyaset spordan elini çeksin!’ Olur!Sizi bilmem ama, ben o Türkiye gerçeğinin farkında olmayan iyimser spor yazarları ile sporseverlerden değilim. Siyasetle spor kıyamete kadar içiçe olacak. Çünkü ikisi birbirinden besleniyor. Sporcu ya da spor adamı sırtını siyasete dayıyor ve basamak atlıyor, politikacı da sporu seçim malzemesi yapıyor. Türkiye’nin her tarafının kullanılmayan, inşaası yarım kalan spor tesisi enkazıyla dolu olduğunu bilmeyen yok. Bin 500 kişilik kasabaya 5 bin kişilik spor salonu yapmaya kalkan politikacı, hangi ülkenin siyasetçisi?Türkiye’de sporun gelişiminin önündeki en büyük engeldir, bu çarpık yapı. Siyasetin, spora verdiği zararın en somut örneği; halterdir, hepimizin malümü...Kısa zamanda iki seçim yaşayan halterin genel kurullarında siyasi partiler fink attı. Sonuçta iktidarın desteklediği aday seçildi. Yeni yönetimin ikinci adamı da Naim Süleymanoğlu oldu. Hani, şu efsane sporcumuz. Milli takımlar ona teslim edildi. Onun da ilk işi, Tekir Yaylası’na gidip arkasındaki siyasi gücün liderinin elini öpmek oldu. Bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sporcularından biri olduğunu unutarak, gazetelere böylesi bir poz vermekten çekinmedi. Şimdi siyaset mi, spordan elini çekmiyor, spor mu siyasetten? Hangisi?Yumurta-tavuk misali... Son nokta: Biri olmadan, diğeri olmaz, ve bu ülkede hiç bir branşın sırtı yerden kalkmaz.

16 Ağustos 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şipşak golcü!‘’

Kayseri Atatürk Stadı’nın tribünlerini dolduran bir kaç bin seyircinin Gökmen’i kalblerine gömmesinin ardından başlayan maçta, Erciyesspor geçen haftaki hezimetin şokunu henüz üzerinden atamamış bir görüntü sergiliyordu, ilk 45 dakika içinde... Bursaspor bu devrenin mutlak hakimiydi. Tel tel dökülen Erciyes savunmasının üzerine bir kabus gibi çöktüler. Özellikle Hasan ve Veli ile sağ kanattan çok etkili oldular. Bu ikili, Erciyesspor’un sol tarafını adeta felç etti. Etkili kanat bindirmeleri yaptılar. Ceza sahasına yaptıkları sayısız ortayı forvet oyuncuları beceriksizce harcadı. Kalesinde gördüğü çok sayıda pozisyonun yanısıra rakip kaleye gitmekte de zorlanan Erciyesspor, ilk atağında golü buldu. Hani klişe bir laf vardır ya, “Atamayana atarlar” misali...Ancak Bursa, bu gole cevap vermekte gecikmedi. Yine sağdan gelişen bir atakta Burak bu kez zor pozisyonda olmasına rağmen, fileleri havalandırdı. İlk yarının 1-3 veya 1-4 konuk takım lehine bitmesi işten bile değildi. Ne var ki futbolun adaleti tecelli etmedi ve devre berabere sonuçlandı. İkinci yarıda Erciyesspor oyunda dengeyi sağladı. Ancak gol pozisyonlarına giren taraf yine Bursaspor’du. Cumhur’un yakın mesafeden kaçırdığı kafa golünün ardından, neden kulubüde oturduğunu bir türlü anlayamadığım Cenk İşler, oyuna girmesinin üzerinden henüz bir dakika geçtikten sonra buluştuğu ilk topu rakip ağlara bırakıverdi. Bazı futbolcular gerçekten özeldir. Cenk de bunlardan biri. Umarım hocasıyla arasında bir problem yoktur. Golden sonra Bursa oyundan iyice düştü. Frasineau’nun oyundan alınmasıyla da etkisini tamamen yitirdi. Rumen oyuncunun yerine Egemen’i oyuna alan Raşit Çetiner’in bu değişiklikte ne düşündüğünü doğrusu anlayamadım. Hakem M.Fatih Gökçe, Erciyes’in ikinci golünde hatalı bayrak kaldıran yardımcısının yanlışına uymayarak maçın çığırından çıkmasını önledi. Her ne kadar maç boyu Erciyes seyircisine yaranamasa da...

14 Ağustos 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Mahşerin üç atlısı!Bu dünyaya geliş amacımız yüzyıllardır sorgulanır; din adamları, filozoflar, bilim insanları tarafından... Bazen ve nadiren de kişi, kendi kendine yapar varlığının muhasebesini. Cevabı bulunamayan sorular zihinlerde rakseder. On binlerce kitap yazılır ve okunur, ‘ben neyim, kimim, neden varım, nasıl oldum, nereden geldim, nereye gideceğim’ gibi basit görünümlü, ama cevabı imkansız sorular silsilesi üzerine... Dönüşü olmayan bir yola çıkmak gibidir bütün bunlara yanıt aramak. Ne var ki, bu yolculuk kaçınılmazdır. En azından bazılarımız için...Aslında insanoğlunun varlığı iki temel çelişki üzerinde düğümlenir: Bir şey olmak, ya da varolmak. Günümüzde hemen hemen tüm kültürlerde birey, yetişkinliğe adım attığı andan itibaren bir statü peşinde koşar. Kişinin elde etmek istediği statü, genellikle gözde bir meslek, para ve şöhretle özdeşleşir. Yeterince donanımı, ihtirası ve şansı olanlar arzu ettikleri toplumsal statüye kavuşurlar. İşte asıl sorun da ondan sonra başlar. Bir şeylere sahip olmakla insan varolabilir mi? Elbette olabilir. Yeter ki insan, her ikisini birden taşıyabilecek altyapı ve olgunluğa sahip olsun. Bir statüye sahip olmak, varoluşun önüne geçmez. Ama bunu başarmak öylesine zordur ki... Özellikle de bizim gibi düşük yoğunluklu eğitimin hüküm sürdüğü toplumlarda... Bugün ülkemizde bir statüye sahip olmanın en kestirme yollarından biri, büyük kulüplerde futbol oynamaktan geçiyor. Hele biraz da eli ayağı düzgün bir futbol oynayabiliyorsanız... Her Allah’ın günü gazete ve televizyonlarda isminiz, cisminiz çıkıyor. Şöhret merdivenlerini hızla tırmanıyorsunuz. İnsanlığa verdiği üstün hizmetlerle, geleceğe bıraktığı eserleriyle, keşif ve icatlarıyla dünya literatüründe yer alan bilim insanlarımızı sokakta hiç kimse tanıyamıyor, ama birer popüler figür haline gelen alelade bir futbolcu, çevresi hayran kitlesi tarafından sarıldığı için yolda yürüyemeyebiliyor. Her yerde itibar görüyorsunuz. Bütün kapılar ardına kadar açılıyor. Gelgelelim, ‘yıldız futbolcu’ diye adlandırdığımız bu zümre, toplumsal bir statüye sahip olurken, aynı zamanda varolabiliyorlar mı? Kimi ve çok azı bunu başarabiliyor. Zaten toplum her zaman onları bağrına basıyor, önlerinde saygıyla eğiliyor. İsimleri altın yaldızlı harflerle tarihe yazılıyor. Lakin kimileri de var ki, statüleri arttıkça, kendileri biraz daha azalıyor. Toplum sırtlarını tapışladıkça onlar gemi azıya alıyor. Şımarıklığın ve küstahlığın sınırlarını zorluyorlar. Her türlü kavganın, çirkefin içinde onları görebiliyorsunuz. Sahada rakip futbolcu ve seyirciyle, onlar olmazsa kendi arkadaşlarıyla, onlar da olmazsa birbirleriyle kavga ediyorlar. Sürekli bir itişmenin, dalaşmanın, küfürleşmenin içindeler. Barışçıl olmayı sünepelik addediyorlar. Bu tip oyunculardan hemen her takımda mevcut. Ama Üç Büyükler’de iseniz atacağınız her adıma dikkat edeceksiniz. Toplumun gözünün üzerinizde olduğunu bir an bile aklınızdan çıkarmayacaksınız. Siz sadece formasını giydiğiniz kulübe değil, tüm Türkiye’ye aitsiniz. Zira Milli Takım’ın da değişmez oyuncularındansınız. Sözüm size, Hasan Şaş, Necati Ateş ve Ayhan Akman kardeşlerim...Çünkü sizin adınızı formalarına yazan, gönüllerine kazıyan, rüyalarında sizinle yaşayan, sizinle ağlayan, sizinle gülen, sizin gibi olmak için can atan çocuklar var bu ülkede. Onlara bunu yapamazsınız. Sahada mahalle kabadayası gibi birbirinizle hırlaşamazsınız. Rakip futbolculara, hakemlere çirkin davranışlarda bulunamazsınız. Kendi antrenörünüze küfür edemezsiniz. Milli maç akşamı fuhuş organizasyonlarında yer alamazsınız. Altyapıdan gelen genç futbolcuları azarlayamazsınız. İnsanları, hatta kendi taraftarınızı dahi Galatasaray’dan soğutamazsınız. Sahaya nefret tohumlarını ekemezsiniz. Bilirsiniz, klasik bir laf vardır: Zirveye çıkmak değil, önemli olan orada kalmaktır. Zirvede kalmanın ise tek yolu vardır: Bir şey olmak değil, varolabilmek. Vakit henüz geçmiş değil. Önünüzde daha zaman var; ‘ben neyim, kimim, neredeyim, ne yapıyorum’ diye varlığınızı sorgulayabilmeniz için. Yaptınız, yaptınız...Aksi takdirde karanlıkta aniden kayan bir yıldız gibi boşlukta kayboluverirsiniz. Sonsuza kadar...

09 Ağustos 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI