Arama

Popüler aramalar

‘’Arka Bahçe‘’

Elim sanata düşer usta, yürek acıyaBülbülün güle aşık olduğu yıllardan bir yılın yaz mevsimine yeni girmiştik. Henüz 13’lü yaşlardaydım. Ortaokul birinci sınıfı bitirmiş, ikiye geçmiştim. Babam, bir ahbabımızın tornacı dükkanında çırak olarak çalışacağımı söyledi. Hem kendi harçlığımı çıkaracak, hem de sanat öğrenecektim. Bizatihi, belki hayatı da... O gece, içimde yarı korku, yarı heyecanla uyudum. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yola koyuldum ve dükkana gittim. Ürkek ve tedirgin bir şekilde dükkanın açık olan kapısından içeri süzüldüm. Dükkan sahibi ahbabımız yoktu. Selam verdim. İçeridekiler şöyle bir dönüp baktı. Kimse selamımı almadı. Herhalde beni dilenci sandılar, diye düşündüm. İçlerinde en yaşlı olanın yanına gittim. Tahmin ettiğim gibi ustabaşıydı. Kendimi tanıttım. Beni dükkan sahibinin gönderdiğini belirterek, çalışmak için geldiğimi söyledim. “İyi” dedi, ardından tok bir sesle, “geç şurada üstünü değiştir, işe başla” diye emretti.Henüz iki saat olmuştu, işbaşı yapalı. Metal bir parçayı zımparalıyordum. Yorulduğumu hissettim. Bir tezgahın kenarına oturdum. Birden kıyamet koptu. Yüzümde bir tokat patladı. Sonrasında sunturlu bir küfür... Ustabaşı öfkeden deliye dönmüştü. İş zamanı oturmak yasakmış, yorulsan bile... Bu yasağı beynime nakşetmem için, sözlü ve fiziki taciz edilmem gerekiyormuş! Kural buymuş! Zımparalanan ben oldum, o anda. O gün, akşam olmak bilmedi. Her emredilen işe bir küfür eşlik ediyordu. ‘Lan’ kelimesi, en masumuydu. Bir kaç yıl yaşlandığım bir gün geçirmiştim. Sessizce ağlamaktan, bitap düşmüştüm. Akşam evin yolunu tuttuğumda, adeta bir enkaz haline gelmiştim. Hayatın acımasız yüzüyle tanıştığım gündü, o meşum yaz günü... Bir daha o dükkana gitmedim. O yaz başka bir işe de girmedim. O günden sonra bir daha hiç bir yerde çıraklık yapmadım. Biliyordum ki, çırak olmak demek, taciz demek, küfür demek, dayak demek, yıkım demek... Ne yazık ki, hayatının henüz baharında çıraklık yapmak zorunda kalmış her Türk vatandaşı böylesi bir süreçten geçiyor. Çünkü bu ülkenin kültürü buna elveriyor. Gerek iş, gerekse okul yaşamında bu tür davranışlara müsamaha gösteren, sadece bize özgü, tuhaf bir kültüre sahibiz. “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter” şeklinde bir atasözümüz bile var. Oğlunu, ustasına teslim ederken, “Eti senin, kemiği benim” diyebilen bir ahvadın evlatlarıyız, biz. Bu durum, hayatın her alanında bu şekilde sürüp gidiyor. Tabii ki, sporda da...Özgüveni eksik sporcu,bu hale nasıl geliyor?Altyapılarda geleceğe hazırlanan çocukların nasıl bir muamele gördüğünü, üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Çünkü biz de kendi mesleğimizin altyapısında aynı muameleyi görerek yetiştik. Aslında çırağına-öğrencisine eziyet eden usta-eğitmen de aynı süreçten geçiyor. Lakin, ustalaşınca adeta kimlik değiştiriyor ve zalimleşiyor, gaddarlaşıyor. Zamanında kendisine acı veren durumu, yetiştirdiği insana yaşatmakta bir beis görmüyor. Sanki bir şeyleri öğrenmenin bir bedeli olmalıymış ve herkes bu bedeli ödemeliymiş, gibi yazılı olmayan bir kural hüküm sürüyor toplumsal yaşamımızda. Bundan bir kaç yıl önce bir büyük kulübümüzün antrenmanına gittiğimde karşılaştığım manzara beni dehşete düşürmüştü. Söz konusu takımımızın efsane (!) kaptanı, gençlere öylesine bağırıp çağırıyor, küfürler ediyordu ki, o çocuklara acıyarak, üzülerek antrenmanı yarıda kestim, evime gittim. Yüzlerce insanın gözü önünde o gençlere fütursuzca küfürler eden o kaptanın, kapalı kapılar ardında neler yapabileceğini düşünmek dahi istemedim. Bu kulübümüzde durum, bugün de pek farklı değilmiş meğer... O günden bugüne bir şey değişmemiş. Ne de olsa gelenekleriyle yaşayan bir kulübümüz! Zaten bana bu yazıyı yazdıran da budur. Duyuyorum ki, batıya açılan pencere olmakla övünen ülkemizin bu gözde kulübündeki bir takım ağır abiler, gençler üzerinde terör estiriyormuş. Üstelik gelecek adına ışık saçan pırıl pırıl bir jenerasyona yapılıyor, bu fena muamele. Ne adına? Bilmek mümkün değil. Belki, saygı!!! Hadi kardeşleri yaşındakilere kötü davranan bu asabi (!) adamların meşrebini biliyoruz. Onlar sahada rakiplerine karşı da öyle. İşin tuhafı, yöneticilerin buna göz yumması. Bilmemeleri mümkün değil. Çünkü takımla yatıyor, takımla kalkıyorlar. Kendi çocuklarına birileri kötü davransa, kabul ederler mi? Asla. O halde gençlerin özgüvenini kaybetmesine, benliğini bulamamasına neden olacak bu tür davranışların önüne geçmeleri, yapılacak transferlerden bile daha önemli. Zira, olgunlaşamadan dalından düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir nesil var, ellerinde. O neslin sağlıklı yetişebilmesinden onlar sorumlu. Bir örnek vererek sözlerimi tamamlayayım: Aynı takımımızın bir kaç sezon önce kendi evinde oynadığı bir maçta, Türk futbolunun gelecek vaadeden gençlerinden biri kaleye uzaktan şut atmıştı. Top auta çıktı. Çıkmasıyla, genç oyuncunun doğduğuna pişman edilmesi bir oldu. Takımın golcü kaptanı, ‘neden bana pas vermedin de şut attın’ diyerek binlerce seyircinin önünde bağırdı, çağırdı, azarladı çırağını... Beklemediği bir tepkiyle karşılaşan genç futbolcu, kafasını önüne eğdi ve yürüdü gitti. O gün, orada uğradığı özgüven kaybını bir daha telafi edemedi, genç adam. Futbolu hep geriye gitti. Bir daha kaleye şut attığı görülmez oldu. Yeni bir Nihat Kahveci geliyor, diye umutlanmıştık ki, umudumuz boşa çıktı. Olan, hem o gence oldu, hem takımına, hem de Türk futboluna. Sakın abarttığımı sanmayın. Türkiye’de yeteneklerin körelmesinin en büyük nedenlerinden biri, doğru ve bilinçli bir şekilde işlenememelerinin yanısıra, yetişme aşamasında yaşadıkları bu türden travmalardır. Ustası, eğitmeni, büyüğü, ebeveyni tarafından azarlanan, horlanan, aşağılanan birinin başarı merdivenlerini tırmanması mümkün değildir. Sisteme kafa tutup, hasbelkader ortaya çıkanlar ise, son zamanların moda deyimiyle, imalat hatasıdır.

20 Temmuz 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Tümer Metin bizden değil!Biz Türkler’in en önemli karakteristik özelliklerinden biri, ‘kabile’ toplumu olmamızdır. Katı geleneksel değerlerin hüküm sürdüğü, bireyselleşmeye izin vermeyen bu tür modellerde, kişi kendi geleceğini kendi tayin etme hakkına sahip değildir. Büyükler ne derse o olur! Doğru da olsa, yanlış da... Kimse sorgulayamaz bile. Atatürk devrimleriyle birlikte büyük bir değişim sürecine giren Türk toplumu, muhafazakar unsurların direnci nedeniyle ne yazık ki henüz evrimini tamamlayabilmiş değildir. Bugün hala gelenekle modernite arasında sıkışıp kalmanın sancıları yaşanıyor.Kişinin bireyselleşme çabası en başta toplumun çekirdek birimi olan ailede törpüleniyor. Ebeveynler, adeta kendi bedenlerinin bir uzantısı gibi gördükleri çocuklarına söz hakkı, seçme hakkı tanımayarak onun bir ‘birey’ olarak yetişmesinin önüne set çekiyor. Ardından devreye okul, kışla, spor kulübü, işyeri gibi kurumlar giriyor ve birbirine benzer metodlarla bu durumu pekiştiriyor. Sonuçta, birey olamamış ve asla da olamayacak bir insan modeli çıkıyor ortaya. Üstelik özgüvenini yitirmek gibi ağır bir bedel ödeyerek...Bireyselleşmeyi tetikleyen iletişim çağı, kaçınılmaz olarak bizi de her geçen gün etkisi altına almasına karşın, tek tek bireylerden, toplumun en üst örgütlenmesine kadar özgüven eksikliğini her alanda hissediyoruz. Bunun sonucunda kendi kaderimizi kendimizin tayin edebileceği gücü ve yetkinliği kendimizde bulamıyoruz. Hayati kararlar veremiyoruz. Risk alamıyoruz. Onaylanamamaktan, eleştirilmekten, hata yapmaktan korkuyoruz. Akıntıya karşı kürek çekmektense, kendimizi akıntıya bırakmayı tercih ediyoruz. Kaybettiğimiz zaman, ‘benim bir suçum yok’ diyebilmek daha kolayımıza geliyor. Dolayısıyla kazandığımız zaman da ‘ben kazandım’ diyemiyoruz. O hazzı yaşamaktan kendimizi mahrum bırakıyoruz. ‘Ben’ duygusu gelişmiş güçlü bireylerden oluşan bir toplum olamadığımız için de, hasbelkader karşımıza çıkan, ‘imalat hatası’ diyebileceğimiz, özgüveni yüksek kişileri bir türlü tasvip edemiyoruz, benimseyemiyoruz. Beklentilerimiz dışında hareket ettiklerinde de bilinçaltımızdaki kıskançlık duygularımız açığa çıkıyor ve saldırganlaşıyoruz.Tümer’e yapılan saldırılarözgüveni yüksek oluşundanDünya Kupası heyecanı yaşadığımız bugünlerde durgun geçen transfer piyasasını hareketlendiren en önemli isim olan Tümer Metin’e karşı uygulanan linç politikasının altında yatan da budur aslında... Kırk sekiz yıllık lig tarihimizde Üç Büyükler arasında gidip gelen bir çok futbolcu oldu. Gerek etik yollarla, gerekse gayri meşru şekilde bir büyükten diğerine geçen isimler, tıpkı şimdi olduğu gibi o zamanlar da gündemi bir hayli meşgul etti. O dönemlerde de birbirine benzer tepkiler gösterildi. Ardından hayatın rutin akışı içinde unutuldu gitti. Tümer Metin de yarın öbürgün unutulacak. Ancak ona gösterilen tepkiler insaf ve izan sınırlarını aşıyor.Çünkü o bizden değil!Bizim geleneksel örüntümüzü aşan bir yapıya sahip. ‘Beni ancak Tanrı yargılayabilir’ diyecek kadar özgüveni yüksek. Kendi gücünün, yeteneklerinin, aklının, zekasının farkında. Kendine inanıyor. Kendini biliyor. Kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğunu da biliyor. Bunu, ‘başkan, baba, ağabey’ gibi figürlere bırakmıyor. Kendisi için neyin doğru olduğuna inanıyorsa, onu uyguluyor. Tercihinin doğuracağı sonuçlara katlanacak kadar kararlı davranıyor. Onun transferi salt profesyonellikle, parayla açıklanacak bir durum da değil. İşin duygusal boyutu da var. Beş yıl hizmet ettiği kurumda ne İsa’ya yaranabildi, ne Musa’ya... Benlik duygusu üst düzeyde olduğu için ait olduğu topluluğa uyum sağlayamadı. Snob, kendini beğenmiş biri olarak algılandı. Sevilmedi. Takımdan dışlandı. Kimse arkadaşlık yapmadı. Milli Takım’ı, Dünya Kupası’nın eşiğine getirmesine karşın kendi seyircisi tarafından yuhalandı. Küfürler yedi. Ve haklı olarak kırıldı.Bunlar kolay hazmedilecek şeyler değil. Bir insanın mutlu olmadığı bir yerden, mutlu olabileceğini düşündüğü başka bir yere geçmesi kadar doğal bir tercih olamaz. Lakin, hem sevmediler onu, hem de ‘gidemezsin’ dediler. Yani, ‘Bana yar olmayan başkasına da olmasın’ anlayışının bir başka tezahürü. Transferinden önce büyük konuşarak o da ufak tefek hatalar yaptı. Zaten bunu kendisi de kabul etti. Kendine güvenen her insan gibi... Bu oyunda doğru olan onun yaptığı, yanlış olan ise bizlerin haksız feveranı. Gerçek şu ki, Fenerbahçe değeri bilinmeyen çok iyi bir futbolcu kazandı. Hem iyi futbolcu, hem lider. Ve tüm liderler gibi yalnız... NOT: Yılık iznimin bir bölümünü kullanacağım için ‘Arka Bahçe’ bir müddet kapalı kalacaktır.

14 Haziran 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Zaman ve uzam içindeki şu kısacık yolculuğumuz sırasında birbirimize çarpmamız, dokunmamızdır; tanışlıklar, arkadaşlıklar, dostluklar, akrabalıklar, kardeşlikler, aşklar...Milyar kere milyar yıllarla ifade edilen evrende payımıza düşen altmış-yetmiş-seksen küsür yıllık ömürlerimiz, bir ilkbahar sabahı bir ağacın yaprağına düşüp güneşin ilk ışıklarıyla yokoluveren bir çiy damlası gibidir. Yani o kadar kısa...Ve o kadar değerli.Tabiatta az bulunan herşeyin değerli olduğu kadar değerli.Bize düşen ömrümüzün değerini koruyabilmektir. Hakkını verebilmektir. Şu köhne dünyada bize bahşedilen bir nefeslik ömrümüzün içini manasız çekişmelerle, akıldışı çatışmalarla, hınçla, öfkeyle doldurmak yerine, akılla ve bilgiyle hayatımıza yön verebilmektir, yaşama sanatı dediğimiz olgu. İşte bir bahar daha göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Güzel olan herşeyin bir anda başlayıp bitivermesi gibi. Biz özümseyemeden, içimize çekemeden, doya doya yaşayamadan geçti gitti. Farkında olmadan yaza giriverdik bile... Korkarım farkında olmadan da çıkacağız. Oysa her yaz, yeryüzündeki tüm canlılar için bir yenilenme fırsatıdır. Özellikle de arzın en zeki varlığı insanoğlu için. Yazın dinginliği içinde kendi içimize yolculuk yapma imkanı buluruz. Bir yaza daha hangi kazançlarla, hangi kayıplarla girdiğimizin muhasebesini çıkarma şansı yakalarız. Uzun uzun düşünme, günahlarımızı, sevaplarımızı tartma olanağını sunar yaz mevsimi bizlere... Bu yaz bunu yapabilecek miyiz? Hangi yaz yaptık ki?Yapsaydık aynı kötü alışkanlıklar, aynı hatalar, aynı bağnazlıklar, aynı kurnazlıklar, aynı ayak oyunları, aynı ucuz hesaplar sürgit devam eder miydi? Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilimde, sanatta, sporda çağdaş dünyanın bu kadar gerisine düşer, bu kadar karşı devrime maruz kalır mıydık?Yaşam döngüsü, bizim için bir kısır döngüye dönüşür müydü? Aslında bu hesaplaşmayı her zaman yapabilmeliyiz. Lakin, uzun, yorucu ve kasvetli kış aylarında bir çoğumuz için bu pek mümkün değildir. Büzülürüz, kabuğumuza çekiliriz. Yaptığımız ayakta kalma mücadelesidir yalnızca. Gerida kalan yıllara baktığımızda kaçırdığımız bu fırsatı, hiç olmazsa bu yaz ıskalamasak... Şapkamızı önümüze koysak... Uzun uzun düşünsek... ‘Bu olan bitenden ben ne kadar sorumluyum’ diye kendi kendimize sorsak... Cevabını arasak... Bulsak...Belki o zaman sırtımızda bir kambur gibi taşıdığımız günahlarımızdan, bizi birbirimize kırdıran cinnetimizden bir nebze olsun kurtulabiliriz. Yitirmekte olduğumuz akıl sağlımıza, sağduyumuza yeniden kavuşabiliriz. Belki o zaman kalkınmanın yolunun toplumsal barıştan, uzlaşma kültüründen, karşılıklı saygı ve farklılıkları kabullenmeden geçtiğini görebiliriz.Belki o zaman akıp giden ömrümüzü nasıl hoyratça harcadığımızın farkına varabiliriz. Belki o zaman tersine akan nehirleri yatağına çekebiliriz. Bu yaz bunu denemeliyiz. Baharla birlikte sona eren yalnızca futbol sezonu değil ki... İş dünyası da, politika da, eğitim camiası da yaz boyu faaliyetlerine ara verir, randımanı düşürür. Yenilenmek için. Değişmek, dönüşmek için. Yeni stratejiler geliştirmek için. Modern toplumlar yazı böyle geçirirler. Hem dinlenirler, hem eğlenirler, hem de kendilerini yeni baştan yaratırlar. Eyyy futbol alemi... İşte size bu yazın sunduğu fırsat: Dünya Kupası.Oturun, dikkatle izleyin. Nasıl bir renk cümbüşü, nasıl bir karnaval olduğunu görün futbolun. Bizim dışımızdaki dünyalının futbolla nasıl eğlendiğini, nasıl coştuğunu, nasıl haz aldığını seyredin. Orada da kazanan, kaybeden olacak. Sevinç de olacak, hüzün de... Keza hırs da, gurur da... Bir bakın, insana ait tüm duyguları doya doya nasıl yaşayacaklar. Bizim birbirimize düşman olmak için kör cehaletimize alet ettiğimiz futbolun, gerçekte nasıl halkları birbirine kaynaştıran bir çimento olduğunu görün. İşte size fırsat.Değerlendirin. Sonra da kendinizle hesaplaşın. Geleceği de kaybetmemek adına, yapın bunu...Bu sizin vicdan borcunuz, namus borcunuz. Ödeyin...Kündeye gelen şampiyon...Amatör branşlarla iştigal eden sporcuların bu ülkede nasıl itilip kakıldığını hemen hemen herkes bilir. Şampiyon olması bile buna engel değildir. Boynunda madalyayla Atatürk Havalimanı’na inen bu gurur abideleriyle yanyana fotoğraf karesine girmek için birbirini ezen yetkililer, sonra öylesine bir sırra kadem basar ki, bulmak için dedektif tutmanız gerekir. Geçtiğimiz yıl Budapeşte’de yapılan Dünya Güreş Şampiyonası’nda serbest stilde ülkemize altın madalya kazandıran Aydın Polatçı da, gazetelerde, televizyonlarda fotoğraflarının basılacağı o kısa zaman dilimi içinde sırtı tapışlanıp, sonra da kaderine terkedilen binlerce amatör sporcudan biri. Bir kaç ay önce kulübü ASKİ’nin formasıyla güreştiği bir lig maçında diz yan bağları kopan Polatçı, o gündür bugündür ayağa kalkma mücadelesi veriyor. Geçtiğimiz hafta sonu da özel bir hastanede ameliyat oldu. Anladığınız üzere, ameliyat masraflarını büyük ölçüde kendi karşılayacak. Bırakın onun masrafını karşılamayı, ortak olmayı, onu sigortalatıp yükünü hafifletmeyi, ne federasyondan, ne genel müdürlükten bir geçmiş olsun telefonu bile açılmıyor, Türk Güreşi’nin son şampiyonuna... Şampiyonluğu sonrası onunla birlikte objektiflere sırıtanlar, buhar olmuş uçmuş sanki... Aynı muameleyi geçen yıl bir Avrupa Şampiyonası sırasında milli mayoyla güreşirken ağır bir sakatlık geçiren Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara’ya da yapmışlardı. Bizler de saf saf soruyoruz, ‘neden yeni şampiyonlar çıkmıyor’ diye...Nedeni ortada değil mi?..

07 Haziran 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Çirkin Kral!Kaostan beslendiğimiz, kargaşadan tiraj aldığımız, reyting yaptığımız için bir kaç gün kısaca değindik ve sonrasında unutuverdik. Hep beraber ulusça papatya falı açtık: Dönecek mi, dönmeyecek mi? Oysa nesiller boyu okunması ve anlatılması gereken bu öykünün baş aktörü de, bu karmaşa nedeniyle hakettiği ilgiyi göremedi. Galatasaray’ın, taraftarlarını UEFA Kupası kadar sevindiren bu sezonki şampiyonluğunda en önemli faktör, hiç kuşkusuz bir avuç insanın inanmışlığı, azmi ve başkaldırışıydı. Kendi yönetiminin hatalarına, taraftarının aymazlığına, rakiplerinin Türkiye standartlarının üstündeki kadro yapısına rağmen, kendi gücüne inanan ve kenetlenen Sarı-Kırmızılı futbolcular, deyim yerindeyse imkansızı başarırken, perde arkasında bir futbol fenomeninin silüeti belirmişti bile... Ali Sami Yen Stadı’nın ortasında kızlarına sarılarak gurur gözyaşlarını döken Hakan Şükür, bir liderin yarattığı sinerji ile neleri başarabileceğini dosta düşmana ilan etti. Kariyeri boyunca Türk futbolunda kırılmadık rekor bırakmayan ve şimdiden ‘yaşayan efsane’ haline gelen Hakan Şükür, röportajlarında verdiği Fair Play mesajlarıyla gerilen futbol ortamının yumuşamasını sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda çoktandır unuttuğumuz, gerçek büyüklüğün, rakibe saygıdan geçtiğini hepimize hatırlatıyor. Gerek saha içi, gerekse saha dışındaki tutum ve davranışlarıyla her geçen gün saygınlığını arttıran Hakan Şükür, bugün gençlere örnek olarak gösterilmesi gereken çok az sayıdaki Türk futbolcusundan biridir. Gelgelelim, Hakan Şükür’ü gençlere idol olarak göstermek bir yana, ona yapılan alçakça saldırılara bile göz yumuyoruz. Kendi ürettiği değerleri derdest etmekte dünyanın en becerikli ülkesi olmak konusunda açık ara liderliğini sürdüren Türkiye’de, kâh formasının renginden, kâh inancından, kâh yaşam tarzından, kâh kıskançlıktan dolayı Hakan Şükür kadar saldırıya maruz kalan ikinci bir futbolcu daha yoktur. Müptezellikte sınır tanımayanların son marifeti, adını don modelinden alan ‘Boxer’ isimli bir dergide sergilendi. Baba parasıyla geçinen bir takım kolej oğlanlarının kendi kendilerini eğlendirmek için memleketin abazan takımına hitaben çıkarttığı bu derginin internet sitesinde ayıp ötesi bir anket yer alıyor: Türkiye’nin en çirkin futbolcusu kim? Okurlar ankete şu sunuşla davet ediliyor: “Recep Çetin ve Ali Güneş’in (Ali Eren demek istiyorlar) uzun yıllar ‘gururla’ taşıdığı bayrak şimdi yeni sahibini arıyor. Ve Boxer bu kutsal görevi vazife edinerek bir anket başlatıyor. ‘Turkcell Birinci Futbol Ligi’nin En Çirkin Futbolcusu Anketi..’ Yapmanız gereken tek şey, ..... internet adresindeki oylamaya katılıp futbol liginin en çirkin futbolcularını seçmek.”Derginin seçtiği ve birer fotoğrafını kullanarak yayınladığı çirkin futbolcu adayları ise şunlar: Hakan Şükür, İbrahim Üzülmez, Hüseyin Kartal.‘Çirkin’ dedikleri bu insanların aileleri, çoluk çocucuğu, eşi dostu, izzet-i nefisleri varmış, kimin umurunda. Önemli olan bu güruhun kendi kendilerini tatmin etmesi. Her biri birer camiaya malolmuş, ülke futboluna hizmet etmiş bu futbolcuları meze yapacaklar, sonra da eğlenecekler, akılları sıra! Galatasaray, Beşiktaş ve Denizlispor camiaları bir an önce harekete geçerek bu terbiyesizliği durdurmalıdır. Milli futbolcuları aşağılamak, onlarla dalga geçmek, edepsizliklere alet etmek bu kadar kolay olmamalı. Zira onlar kolay yetişmiyor, biz de kolay harcatmamalıyız. Türkiye, bu kadarını da haketmiyor.TMOK’tan olimpik seferberlik...Rahmetli Sinan Erdem’in bayraktarlığını yaptığı “olimpizm” ülküsü bu günlerde hayata geçiriliyor. İstanbul’un olimpiyatı almasından daha da önemlisi, olimpik bilince sahip bir toplum modeli ortaya çıkartmaktır. Bir toplum bu bilinçten yoksunsa -ki Türk toplumu öyle- olimpiyat düzenlemenin de hiç bir anlamı yoktur. Zaten olimpik bilince, olimpizm kültürüne sahip olmayan bir kente de kolay kolay oyunları düzenleme hakkı vermezler. Bir toplumun böylesi bir bilinçle bir anda donatılabilmesi ise pek mümkün değildir. Eğitim yoluyla verilebilecek olimpik bilincin topluma kazandırılabilmesi, uzun yılları kapsayacak meşakkatli bir çalışmadır. Ve ancak toplumun geleceğini oluşturacak yaşı küçük bireylere böylesi bir çalışma yapılmasıyla mümkündür. İstanbul’a olimpiyatı kazandırmak için oluşturulan Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK), alt kuruluşularından ‘Olimpik Akademi Komisyonu’ vasıtasıyla haftanın üç günü yüzlerce ilköğretim öğrencisine olimpiyat semineri veriyor. Ataköy’deki Olimpiyatevi’nde yaklaşık iki aydır düzenlenen seminerlerde çeşitli okullardan gelen 9-11 yaş arası öğrencilere interaktif bir sunumla, ‘spor kültürü, olimpizm, Fair Play, çevre, sağlıklı beslenme’ konularını temel alan bilgiler aktarılıyor. Profesyonel eğitimciler tarafından eğlenceli bir atmosferde verilen dersler sayesinde öğrenciler, bugüne kadar hiç duymadıkları kavramlarla tanışıyor, spor kültürü ve olimpiyat ülküsüyle donatılıyor. TMOK’un bugüne kadar geliştirdiği en faydalı projelerden biri olan, ‘spor kültürü ve olimpizm seminerleri’ sayesinde daha sağlıklı ve bilinçli nesiller yetiştirilmesi hedefleniyor. Teknosa, Eti ve Coca Cola firmalarının sponsorluğunu yaptığı proje, İstanbul’un geleceğine ışık tutacak bir çalışma. Aynı zamanda, olimpiyatı almanın yolunun sadece tesislere yapılan yatırımlardan değil, insana yapılan yatırımdan da geçtiğini ortaya koyan bu projeye emeği geçenlere kocaman bir alkış. Bir toplumun geleceğini inşaa etmenin hazzının yerini hiç bir şey alamaz. O duygu kelimelerle tarif edilemez. Türkiye, bu eğitim gönüllülerini belki yakın, belki uzak bir gelecekte minnetle anacak.

31 Mayıs 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Ölümcül günahların en ölümcülü: KibirHristiyanlık öğretisinde insanoğlunun kendini sakınması gereken “Yedi Ölümcül Günah” vardır. İlk kez 13. Yüzyıl’da İtalyan filozof ve din adamı Thomas Aquinas tarafından dile getirilen, Dante’nin, “cennet, cehennem ve araf”ı konu aldığı muhteşem eseri “İlahi Komedya”da da anlatılan bu günahlar şöyle sıralanır: Lust (Şehvet), Greed (Bencillik), Gluttony (Açgözlülük), Pride (Kibir), Sloth (Tembellik), Wrath (Nefret), Envy (Kıskançlık). Aslında diğer semavi dinlerde de günah olarak kabul edilen bu davranışların içinde en lanetleneni, hiç kuşkusuz “kibir”dir. Kısaca, “Büyüklenmek, büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek, böbürlenmek, kendini başkalarından yüksek görerek onları aşağılamak” şeklinde açıklayabileceğimiz “kibir”, en ilkelinden en modernine, hemen hemen tüm toplumlarda hoş karşılanmayan bir davranış biçimidir. Karakteristik bir özellik, bir duruş, bir meydan okuma olarak da adlandırabileceğimiz kibir, kimin üzerine yapışmışsa, o şahsı toplum içerisinde bir anda “istenmeyen kişi” haline getirir. Kibirli insan, mutlak yalnızlığa mahkümdür. Dostu, seveni yoktur. Hatta kendi bile, kendisini sevemez. Aynaya bakmaktan korkar. Kendiyle yüzleşemez. Kibrinin yanısıra taşıdığı duygular da, genellikle öfke, nefret, kin, düşmanlık, intikam gibi olumsuz duygulardır. Kibirli insan, kimseyle barışık olamaz. Herkesle kavgalıdır. Çevresindekiler de çoğunlukla kendisi gibi kibirli olanlardır. Aslında birbirleriyle iyi anlaştıkları söylenemez. Saygı ve sevginin yerini korku ile hiddetin aldığı tuhaf ilişkileri, bir nevi yarış gibidir. Kendi kendileriyle süregelen bu amansız yarışta bazen biri öne çıkar, bazen diğeri. En önde olmak egolarını belli bir müddet doyurur. Geride kalmamak için akla hayale gelmedik yöntemlere başvurabilirler. Düşmek onlar için ölmekle eş anlamlıdır. Kendilerine yarı tanrısal güç vehmederler. Ve çevrelerine kalın duvarlar örerler. Kendilerini o duvarların arkasına hapsederler. Böylelikle kendi gettolarını oluştururlar. Dışarısı onlar için avamdır. O gettonun dışında kalan herkesi alaycı bir şekilde yüksekten süzerler. Onlardan hoşlanmazlar, hatta hor görürler. Bir şekilde onlarla ilişki kurmak mecburiyetinde kalırlarlarsa, hep kendi dedikleri olsun isterler. Diyalogları müstehzidir. Her konuda bilgiçlik taslarlar. Tek doğrunun kendi doğruları olduğunu empoze etmeye çalışırlar. Ufak bir dirençle karşılaşırlarsa sertleşirler. Küfüre, hakarete, şiddete buşvurabilirler. Dayatmalarını kabul ettiremedikleri takdirde, uzlaşma kültüründen yoksun oldukları için masayı derhal terkederler. Ve kendi ölümcül yalnızlıklarıyla başbaşa kalırlar.Tarihinin en ilginç sezonlarından birini yaşayan Süper Lig, aslında bu yıl kibir ile tevazuun kapışmasına sahne oldu. İnsanlık tarihi boyunca süregelen bu savaşta kibir zaman zaman “pirus zaferi” diye nitelenebilecek kazanımlar elde ettiyse de, nihai zafer hep tevazuun olmuştur.Tıpkı bu yılki gibi...Özlemin eskiadı: Es EsYarım asırlık lig serüvenimiz, aslında efendiler ile kölelerin amansız savaşından başka bir şey değildir. Bir yanda zenginler ve muktedirler, diğer yanda yoksullar... Yani İstanbul ve Anadolu... Ve ne yazık ki bugüne kadar kazanan hep İstanbul oldu. Çünkü hakkı ve adaleti dağıtacak olanları da onlar belirliyor. Anadolu, sadece onların iktidarına payanda vazifesi görüyor. Bu oyunda figüran gibi kalıyor. Galibi ve mağlubu baştan belirlenmiş savaşın devamlı dayak yiyen figüranı... Uygarlık tarihini yazan köle ayaklanmaları, zaman zaman futbolumuzda da “Anadolu ihtilali” şeklinde cereyan etti. Ancak bugüne kadar sadece Trabzonspor’la başarıya ulaşmış olan “Anadolu İhtilali”nin ilk ve en önemli temsilcisi, ateşleyecisi, hiç kuşkusuz Eskişehirspor’dur. Uzun yıllar Üç Büyükler’in sultasına başkaldıran, onların iktidarını sarsan Es Es, bu misyonuyla Türk futbolunun Spartaküs’üdür, Prometheus’udur. Ama ne var ki, ilahlar her zaman olduğu gibi adalet kılıcını güçlüden yana kullandı. Es Es’in haklı isyanını bastırdılar. Türk futbolunun selameti adına kazanmalıydı, ama kazanamadı. Lakin, temiz futbol özlemiyle yanıp tutuşan gerçek futbolsever, Kırmızı Şeytanlar’ı hiç bir zaman unutamadı. Bin bir katakulli ile yarış dışı bırakılan Es Es, orta yaşın üzerinde olanların bölük pörçük anılarında içli bir şarkı, damaklarında buruk bir tat olarak kaldı. Gönüller hala onu arıyor.O da yola çıktı, geliyor galiba...

25 Mayıs 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

SimurgBu kuşun özelliği, gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Ancak ne var ki, kuşlar dünyasında her şey ters gitmeye başlamış. İşler ters gittikçe onlar da durumu düzeltmesi için Simurg’u bekler dururlarmış. Fakat Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu düşünen dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte hükümdarlarının huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise hepsi birbirinden çetin yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. İstek, aşk, marifet, doygunluk, birlik, hayret ve yokluk vadileri... Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi hazlara takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. ‘Aşk denizi’nden geçmişler önce...‘Ayrılık vadisi’nden uçmuşlar...‘Hırs ovası’nı aşıp, ‘kıskançlık gölü’ne sapmışlar...Kuşların kimi ‘aşk denizi’ne dalmış, kimi ‘ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden...Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu da bataklığını... Vadileri aştıkça sayıları gittikçe azalmış.Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu olan yedinci vadi ‘yokoluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Bakmışlar ki, dağın zirvesinde kimse yok! Tam kendilerini kurtaracak hükümdarlarını bulamamanın düş kırıklığını yaşıyorlarmış ki, sonunda işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar:Farsça ‘si’ otuz, ‘murg’ ise kuş anlamına geliyormuş.Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki, ‘Simurg’ ‘otuz kuş’ demekmiş. Yani Simurg aslında kendileriymiş. Hepsi Simurg’muş. Otuz kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.* * * * *2000 yılında Türk Futbolu’nun en büyük zaferine imza attıktan sonra ihtirasına yenik düşenlerin başarıyı paylaşamaması nedeniyle darmadağın olan Galatasaray, o günden beri kendi kurtarıcısını, yani ‘Simurg’unu arıyor. Bu Simurg; kâh bir teknik direktör, kâh yıldız bir futbolcu, kâh zengin bir başkan kimliğinde camianın hayalinde tezahür ediyor. Lakin, çıktıkları bu uzun ve zorlu yolculukta geçilen her vadide, engebede yavaş yavaş eksiliyor Sarı-Kırmızılılar...Bırakıp gidenler, yorulup düşenler oluyor. Bu yolculukta; şaşkınlık var, kişisel tatminsizlik var, hırs var, kıskançlık var, basiretsizlik var, ihanet var...Yolun sonuna geldiklerinde o kadar azaldılar ki, kala kala bir avuç kaldılar. Son vadi ‘yokoluş’u da aşıp Kaf Dağı’nın zirvesine vardıktan ve ‘Simurg’un orada olmadığını gördükten sonra tam ümitlerini tüketmişlerdi ki, aslında aradıkları ‘Simurg’un kendileri olduğunu kavradılar. Başta futbolcular olmak üzere...Bugün Galatasaray, her alanda gerisinde kaldığı Fenerbahçe’yle soluk soluğa bir şampiyonluk mücadelesi veriyorsa, bunun nedeni futbolcuların, teknik heyetin ve bir kaç yöneticinin kendi güçlerinin farkına varmasıdır. Hepsinin ‘Simurg’ olmasıdır. Her türlü engele, yokluğa, yoksunluğa ve ihanetlere rağmen verdiği olağanüstü mücadeleyle Galatasaray, tarihinin en anlamlı şampiyonluklarından birine koşuyor.Yönetici Fatih Gökşen’e, “Bu yıl ki şampiyonluk, UEFA Kupası’ndan bile önemli” dedirten de, Galatasaray’ın içinde bulunduğu bu özgün durumdur. Kendi seyircisi tarafından bile yapayalnız bırakılan bu ‘otuz küsur’ insanın her biri, adeta küllerinden doğarak gerek sahadaki rakiplerine, gerekse saha dışındaki güçlere karşı bir onur ve gurur savaşı veriyor. Galatasaray’ın, bundan önce UEFA Kupası kazanıp da tarih sahnesinden silinen İpswich Town, Eintracht Frankfurt, Napoli gibi takımlarla aynı akıbeti paylaşacağını iddia edenler, umanlar, bekleyenler boşuna hevesleniyor. Zira, kendi potansiyellerinin farkına varan bu bir avuç kahramanın destansı mücadelesi, gelecekteki yeni Avrupa zaferlerinin müjdesidir. Galatasaray’ın bu silkinişi, Ulu Önder Atatürk’ün Türk gençliğine hitabesindeki, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” şiarının yaşamda vücut bulmasıdır. Ve genç nesillerin, bu anlamlı başkaldırıdan çıkarması gereken çok ders vardır. Yıllarca tekrar tekrar okumaları gereken...NOT: Bu yazı, Galatasaray’ın olağanüstü bir mücadele sonrası Kayseri Erciyes’i 4-2 yendiği ligin 26. haftasının ardından, 22.03.2006 tarihinde bu köşede çıkmıştır. Günün mana ve önemi üzerine -affınıza sığınarak- tekrar yayınlıyorum.

17 Mayıs 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sonuç yanıltmasın‘’

Ligin en temiz futbol oynayan takımlarının başında gelen Erciyesspor’un dün de Ankaraspor karşısında aynı anlayışla sahaya çıkacağı, futbol kamuoyunun genel beklentisiydi. Skora bakıp, ev sahibi ekibin küme düşme savaşı veren Ankarspor’a iltimas geçtiği düşünülebilir. Ancak durum sanıldığı gibi değildi. Futbolda en zor şey, hedefsiz bir takımı maça motive etmektir. Hele son haftaysa... Erciyes’in dün geceki temel sorunu buydu. Maça çok iyi hazırlanmış, canla-başla oynayan bir rakip karşısında kendini maça veremeyen oyuncuların çokluğu Erciyes’i zan altında bırakacak, ne yazık ki...Tüm Kayserililer’in şampiyonluk yarışına kitlenmesi, dünkü maçta tribünlerin boş kalmasına neden oldu. Gelenlerin de maçla ilgisi yoktu zaten! Radyolar kulaklarda, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın karşılaşmaları takip ediliyordu.Ankaraspor’un daha istekli ve arzulu olduğu maçta sahanın yıldızı kaleci Fadhel’di. Ev sahibinden İlhan, Fadhel’e eşlik ederken, Konuk takımdan Musa ile Hürriyet arkadaşlarına göre biraz daha öne çıkan futbolculardı.Hakem Kuddisie Mütftüoğlu ise belki de kariyerinin en rahat maçlarından birini yönetti.

15 Mayıs 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Çıkmaz sokak...Hani bazen insan kendini canlı canlı tabuta konmuş gibi hisseder ya... Kıpırdamak ister, kıpırdayamaz. Kalkmak ister, kalkamaz. Gitmek ister, gidemez. Olduğu yerde dönmek ister, dönemez. Kurtulmak ister, kurtulamaz. Bir kabus gibi, karabasan gibi, korku filmi gibidir o an... Sizi kovalayan katilinizin nefesini ensenizde hissettiğiniz çıkmaz bir sokakta gibisinizdir o anda... Darlanırsınız, ruhunuz sıkılır, gözlerinizin feri gider, yaşama sevinciniz kaybolur. ‘Burada benim ne işim var’ diye düşünürsünüz. ‘Niye böyle’ diye cevabı olmayan sorular sorarsınız. Zıvanadan çıkmış, gözü dönmüş, delirmenin eşiğine gelmiş bir toplumun ferdi olmanın utancını yaşarsınız. Sizin suçunuz olmasa bile... Bu toplumun akl-ı selim insanlarının son yıllarda içine düştüğü halet-i ruhiyeden söz ediyorum. Zehirli bir sarmaşık gibi her geçen gün hayatımızı çepeçevre saran koyu yobazlık; onun karşısına çıkan azgın milliyetçilik, hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, öfke, nefret, şiddet, sevgisizlik, barbarlık, bayağılık, çapaçulluk karşısında kıpırdayamaz hale gelen, ait olduğu topluma ‘yaban’ kalanların yaşadığı çaresizliğe, umutsuzluğa, çektiği acılara dikkat çekmek istiyorum. Pejmürdelik, seviyesiz bir üslup, almış başını gidiyor. Siyasette, sporda, medyada, günlük yaşamda... Her alanda... Müptezelliğin bini bir para... Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Adam gibi yenmesini de bilmiyoruz, yenilmesini de... Sevinmesini de bilmiyoruz, üzülmesini de... Şampiyonluğu da beceremiyoruz, küme düşmeyi de... Saygı, tevazuu hakgetire. Dünyaya kendi dar çerçevemizden bakıyoruz. Hep biz haklıyız, biz kazanmalıyız. Rekabetten anladığımız; rakibe belden aşağı vurmak. Gücümüz yetmediğinde, gücü yeten saha dışı mihrakları devreye sokmak. Medyada tetikçi kullanarak aptalca komplo teorileri üretmek ve masum insanları zan altında bırakmak. İnsanların onuruyla, gururuyla oynamak. Galip gelince rakibi aşağılamak, yenilince saldırmak.Statlar terör yuvası oldu, çıktı. Eşinizle, çoluğunuzla çocuğunuzla gönül verdiğiniz takımın maçına gidemiyorsunuz artık. Küfür, şiddet, rezillik, pespayelik almış başını gidiyor. Kendini taraftar addeden saldırgan bir güruh tribünleri teslim almış durumda. Zekadan yoksun küfür ve şiddet içeren sloganlar yükseliyor, ülkenin her stadından. İnsana ‘lanet olsun’ dedirten çağdışı, iğrenç bir manzara...Bunlara ‘muhteşem taraftar’ diyerek alkış tutan spor yazarı müsveddeleri... Kalemini üç kuruşa satan yalakalar. Spor yazarlığı adı altında tuttuğu takımın amigoluğunu yapan, beslendiği yöneticinin tetikçiliğine soyunan, mesleğin yüz karaları.Buna spor diyoruz! Nasıl bir sporsa?.. Ya bize yutturulmaya çalışılan hayat tarzı? Olan bitene kayıtsız kalmak, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, düşüncesizlik... Ülke dinci-laik, Türk-Kürt savaşının eşiğine gelmişken, dağlardan birer birer asker tabutları gelirken, ülke kaynakları eşe dosta peş keş çekilirken, hırsızlar başköşeyi tutmuşken, sokaklar çeteleşen ayak takımına kalmışken, evimizde bile can güvenliğimiz yokken, canavarlaşan insanlar birbirini bir hiç uğruna boğazlarken, çoluk çocuğu katleden psipokatların sayısı her geçen gün artarken, 20 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşarken, sabahın köründe, gecenin bir vaktinde televizyon stüdyolarında şakkada şukkada oynayabilen mahalle karıları, bunları matah bir şeymiş gibi gözümüzün içine sokan bir zihniyet; nasıl bir geleceğe delalet ediyor acaba? Bütün bu olan biten karşısında yüreği kan ağlayan, bir şeyler yapabilmek için çırpınan ama değiştirmeye, dönüştürmeye gücü yetmeyen küçük bir azınlığın dramıdır aslında bu... Bunları haketmeyen, yüzü aydınlığa, çağdaşlığa, modern dünyaya dönük, ufku geniş, yurtsever Türk elitlerinin yalnızlığı, trajedesidir, Türkiye’nin bugünkü hali... Sayıları giderek azalıyor. Kalabalıklar arttıkça, onlar eksiliyor. Ülkelerinin bir kum tanesi gibi avuçlarının içinden kayıp yere dökülmesini çaresizce izlemenin verdiği tarifsiz acıyla kavruluyorlar. Lakin, yapacak pek fazla şeyleri yok. Yanmaktan başka!.. Şair Odabaşı’nın da dediği gibi: Bize düşen yanmaktıryaan şair yaannnbelki tutuşur dünya senin ahından!Kendini ihbareden kulüp...Geçtiğimiz hafta çıkan bir haber, kısır çekişmelerimizin hay huyu arasında kayboldu. Oysa bizim için çok önemli dersler içeriyordu. Özellikle de sırtını devlete, belediyelere dayayan ve her türlü ayrıcalığa sahip olan kulüplerimiz için... Haber şöyle: “Almanya Birinci Lig (Bundesliga) kulüplerinden Bayer 04 Leverkusen, Latin Amerika’ya yaptığı ve şüpheli görülen 11,85 milyon Avro’luk ödemeler ile ilgili olarak kendini maliyeye ihbar etti. Kulüp yöneticisi Wolfgang Holzhaeuser, Latin Amerika’ya yaptıkları, ancak nedeni belirsiz olan ödemeler ile ilgili olarak maliyeye başvurarak, bunları gecikmeli olarak vergilendirdiklerini söyledi. Sözkonusu ödemelerin, yurtdışındaki bazı futbolculara, vergilendirilmemiş net ücret verilebilmesi için yapıldığı tahmin ediliyor.”İşte onlarla aramızdaki anlayış farkı. Bizim yöneticilerimiz, nasıl bir katakulli yaparım da, vergi kaçırırım, devletin olanaklarından faydalanırım, hangi araziyi beleşe getiririm de, üstüne kaçak tesisler inşaa ederim diye kafa patlatırken, elalem kendi usülsüzlüğünü yine kendisi maliyeye ihbar ediyor.Biz o günleri görebilecek miyiz? Komik bir laf ettim sanırım!..

10 Mayıs 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI