MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Zaman ve uzam içindeki şu kısacık yolculuğumuz sırasında birbirimize çarpmamız, dokunmamızdır; tanışlıklar, arkadaşlıklar, dostluklar, akrabalıklar, kardeşlikler, aşklar... Milyar kere milyar yıllarla ifade edilen evrende payımıza düşen altmış-yetmiş-seksen küsür yıllık ömürlerimiz, bir ilkbahar sabahı bir ağacın yaprağına düşüp güneşin ilk ışıklarıyla yokoluveren bir çiy damlası gibidir. Yani o kadar kısa... Ve o kadar değerli. Tabiatta az bulunan herşeyin değerli olduğu kadar değerli. Bize düşen ömrümüzün değerini koruyabilmektir. Hakkını verebilmektir. Şu köhne dünyada bize bahşedilen bir nefeslik ömrümüzün içini manasız çekişmelerle, akıldışı çatışmalarla, hınçla, öfkeyle doldurmak yerine, akılla ve bilgiyle hayatımıza yön verebilmektir, yaşama sanatı dediğimiz olgu. İşte bir bahar daha göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Güzel olan herşeyin bir anda başlayıp bitivermesi gibi. Biz özümseyemeden, içimize çekemeden, doya doya yaşayamadan geçti gitti. Farkında olmadan yaza giriverdik bile... Korkarım farkında olmadan da çıkacağız. Oysa her yaz, yeryüzündeki tüm canlılar için bir yenilenme fırsatıdır. Özellikle de arzın en zeki varlığı insanoğlu için. Yazın dinginliği içinde kendi içimize yolculuk yapma imkanı buluruz. Bir yaza daha hangi kazançlarla, hangi kayıplarla girdiğimizin muhasebesini çıkarma şansı yakalarız. Uzun uzun düşünme, günahlarımızı, sevaplarımızı tartma olanağını sunar yaz mevsimi bizlere... Bu yaz bunu yapabilecek miyiz? Hangi yaz yaptık ki? Yapsaydık aynı kötü alışkanlıklar, aynı hatalar, aynı bağnazlıklar, aynı kurnazlıklar, aynı ayak oyunları, aynı ucuz hesaplar sürgit devam eder miydi? Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilimde, sanatta, sporda çağdaş dünyanın bu kadar gerisine düşer, bu kadar karşı devrime maruz kalır mıydık? Yaşam döngüsü, bizim için bir kısır döngüye dönüşür müydü? Aslında bu hesaplaşmayı her zaman yapabilmeliyiz. Lakin, uzun, yorucu ve kasvetli kış aylarında bir çoğumuz için bu pek mümkün değildir. Büzülürüz, kabuğumuza çekiliriz. Yaptığımız ayakta kalma mücadelesidir yalnızca. Gerida kalan yıllara baktığımızda kaçırdığımız bu fırsatı, hiç olmazsa bu yaz ıskalamasak... Şapkamızı önümüze koysak... Uzun uzun düşünsek... ‘Bu olan bitenden ben ne kadar sorumluyum’ diye kendi kendimize sorsak... Cevabını arasak... Bulsak... Belki o zaman sırtımızda bir kambur gibi taşıdığımız günahlarımızdan, bizi birbirimize kırdıran cinnetimizden bir nebze olsun kurtulabiliriz. Yitirmekte olduğumuz akıl sağlımıza, sağduyumuza yeniden kavuşabiliriz. Belki o zaman kalkınmanın yolunun toplumsal barıştan, uzlaşma kültüründen, karşılıklı saygı ve farklılıkları kabullenmeden geçtiğini görebiliriz. Belki o zaman akıp giden ömrümüzü nasıl hoyratça harcadığımızın farkına varabiliriz. Belki o zaman tersine akan nehirleri yatağına çekebiliriz. Bu yaz bunu denemeliyiz. Baharla birlikte sona eren yalnızca futbol sezonu değil ki... İş dünyası da, politika da, eğitim camiası da yaz boyu faaliyetlerine ara verir, randımanı düşürür. Yenilenmek için. Değişmek, dönüşmek için. Yeni stratejiler geliştirmek için. Modern toplumlar yazı böyle geçirirler. Hem dinlenirler, hem eğlenirler, hem de kendilerini yeni baştan yaratırlar. Eyyy futbol alemi... İşte size bu yazın sunduğu fırsat: Dünya Kupası. Oturun, dikkatle izleyin. Nasıl bir renk cümbüşü, nasıl bir karnaval olduğunu görün futbolun. Bizim dışımızdaki dünyalının futbolla nasıl eğlendiğini, nasıl coştuğunu, nasıl haz aldığını seyredin. Orada da kazanan, kaybeden olacak. Sevinç de olacak, hüzün de... Keza hırs da, gurur da... Bir bakın, insana ait tüm duyguları doya doya nasıl yaşayacaklar. Bizim birbirimize düşman olmak için kör cehaletimize alet ettiğimiz futbolun, gerçekte nasıl halkları birbirine kaynaştıran bir çimento olduğunu görün. İşte size fırsat. Değerlendirin. Sonra da kendinizle hesaplaşın. Geleceği de kaybetmemek adına, yapın bunu... Bu sizin vicdan borcunuz, namus borcunuz. Ödeyin... Kündeye gelen şampiyon... Amatör branşlarla iştigal eden sporcuların bu ülkede nasıl itilip kakıldığını hemen hemen herkes bilir. Şampiyon olması bile buna engel değildir. Boynunda madalyayla Atatürk Havalimanı’na inen bu gurur abideleriyle yanyana fotoğraf karesine girmek için birbirini ezen yetkililer, sonra öylesine bir sırra kadem basar ki, bulmak için dedektif tutmanız gerekir. Geçtiğimiz yıl Budapeşte’de yapılan Dünya Güreş Şampiyonası’nda serbest stilde ülkemize altın madalya kazandıran Aydın Polatçı da, gazetelerde, televizyonlarda fotoğraflarının basılacağı o kısa zaman dilimi içinde sırtı tapışlanıp, sonra da kaderine terkedilen binlerce amatör sporcudan biri. Bir kaç ay önce kulübü ASKİ’nin formasıyla güreştiği bir lig maçında diz yan bağları kopan Polatçı, o gündür bugündür ayağa kalkma mücadelesi veriyor. Geçtiğimiz hafta sonu da özel bir hastanede ameliyat oldu. Anladığınız üzere, ameliyat masraflarını büyük ölçüde kendi karşılayacak. Bırakın onun masrafını karşılamayı, ortak olmayı, onu sigortalatıp yükünü hafifletmeyi, ne federasyondan, ne genel müdürlükten bir geçmiş olsun telefonu bile açılmıyor, Türk Güreşi’nin son şampiyonuna... Şampiyonluğu sonrası onunla birlikte objektiflere sırıtanlar, buhar olmuş uçmuş sanki... Aynı muameleyi geçen yıl bir Avrupa Şampiyonası sırasında milli mayoyla güreşirken ağır bir sakatlık geçiren Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara’ya da yapmışlardı. Bizler de saf saf soruyoruz, ‘neden yeni şampiyonlar çıkmıyor’ diye... Nedeni ortada değil mi?..

YORUM YAZ