Arama

Popüler aramalar

‘’Güreş Çin'de de olsa yapınız!..‘’

Zaten yeryüzünü zekasıyla kontrol altına alan ve gözünü uzayın derinliklerine diken insanın bi zatihi kendisi karmaşa değil midir? Yeni bir nevi zıtların birliği... Toplumlar da öyledir aslında...Gözünü Türkiye’de açıp da, bir şekilde başka ülkelere yolu düşenler, çılgınlığa varan bir dinamizm içindeki Türk toplumunu, dünyanın en karmaşık ve tezatların en yoğun olduğu toplumu olarak niteleyebilir. Bu tespit bir bakıma doğrudur da... Ancak burada, insan kalabalığından başınızın döneceği Çin’i de gözardı etmemek gerekiyor. Çin’de herşey iç içe ve birlikte... Geçmişle gelecek, gelenekle modernite, yoksullukla varsıllık, umutla umutsuzluk, otoriteyle özgürlük, büyüklükle küçüklük... Bir bakıyorsunuz Han Hanedanlığı dönemindesiniz, bir bakıyorsunuz siber çağda... Yolunuz, kaldırımlarından insanın içini acıtan fakirliğin fışkırdığı pis kokulu, daracık sokaklardan geçerken, birden bire kendinizi devasa plazaların içinde bulabiliyorsunuz. Caddelerde sıra sıra dizilen korkunç büyüklükteki kasvetli binalar, boylarından büyük işler yapan bu küçük insanların adeta dünyaya meydan okuması gibi... İşte dışarıda böylesi bir kaosun hüküm sürdüğü Çin’in Guangzhou kentinde, kominizm döneminin bütün esintilerini taşıyan kendi halindeki Tian He Sports Center’da güreşçilerimizden ilk gün madalyalar bekliyorduk. Bir tane geldi: Bronz. Ama Ata sporu güreş olan bir ülkede bu kimi keser, bilemiyorum. Özellikle Şeref Eroğlu gibi dünya çapında bir sporcunuz minderdeyken... Minderde konuşması gereken Eroğlu, uzun süredir laf üretiyordu; dün buna son vereceğini düşündük. Ama nafile. Aleyhte yazılan her yazı sonrası gönül koymayı adet edinen Şeref Eroğlu yine iyi başladı, ama sonunu getiremedi. Aslında aynı şey Bünyamin için de geçerli. İkisi de çok iyi başladı. Yarı finale kadar da devam ettiler. Tam altın madalyayı bir ucundan yakalayacaklardı ki, pes ettiler. Kendi elleriyle rakiplerine finali hediye ettiler. En kritik müsabakalarda güreşmediler, pasif kaldılar. Oysa yenileceksen adam gibi yenileceksin. Seni yenen rakibinin burnundan getireceksin. Lakin öyle olmadı. Bünyamin’in bronz maçındaki çabası ise günü kurtardı. Ama benim için değil. Eminim kendisi için döyle. Bunu ben değil, minderden inerken akıttığı gözyaşları söylüyor.

26 Eylül 2006, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Kızıl ordu!'‘’

Burada ‘kızıl ordu’ya bir parantez açmalı. Dün gecenin baş aktörü onlardı çünkü. İkinci Bursa golünden sonra koltukları söküp Bursa seyircisinin üzerine yağdırdıkları anda, çevik kuvvetin çok sert müdahalesiyle karşılaştılar. Arka arkaya yedikleri cop darbeleriyle darmadağın oldular. Bunun üzerine gerginlik bütün stada sıçradı. ‘Kızıl ordu’, bir yandan dayak yerken, bir yandan da koltukları polisin üzerine ve stadın içine attılar. Derken hakem Selçuk Dereli maçı 5 dakika durdurdu. ‘Kızıl ordu’ grubunun bulunduğu tribünlerin boşaltılmasından sonra karşılaşma yeniden başladı. Ne yazık ki, yazının çoğu yine bu lanet olaylara gitti. Oysa sahada bütün iyi niyetiyle futbol oynamaya çalışan iki takım vardı. Temponun bir an bile düşmediği kora kor bir mücadele yaşandı. Antalyaspor oyunun genelinde baskılıydı, ancak üretken değillerdi. Sağdan soldan gelişi güzel ortalarla gol aradılar. İlk yarıda iki şık gol bulan Bursa 10 kişi kaldıktan sonra maçı tek kaleye çevirdiler. Karambollerde buldukları bir çok pozisyonda son vuruşlardaki beceriksizlik nedeniyle sonuç alamadılar. İmdatlarına akıl almaz bir hatayla beraberlik golünü yiyen kaleci Ömer ile cezasahasında maç yapan İbrahim yetişti. Antalya hırslı oyunuyla galibiyeti hak etti, ancak Bursa’nın da yenilgiyi hak ettiğini söyleyemeyiz. Hakem Selçuk Dereli ise klasına yakışır bir maç yönetti.

17 Eylül 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Tanrı’nın ötelediği ülke: Bosna HersekSiz hiç ölümle yüzleştiniz mi? Kastettiğim, Azrail’in soğuk nefesini ensenizde hissetmek değil. Çünkü hemen hepimizin hayatında vardır, ecelle burun buruna geldiğimiz anlar. Sözünü ettiğim, Azrail’in bir dönem karargah kurduğu, hükümranlığını ilan ettiği, sonrasında da nice canlar alarak, ocaklar söndürerek, yürekler dağlayarak terkettiği diyarlarda bulunup bulunmadığınızdır. Örneğin Bosna Hersek’te...Kan izlerinin hala silinemediği sokaklarını arşınlarken, kurşun ve şarapnel parçalarından delik deşik olmuş binalarının önünden geçerken, ölüm yağan yeşil tepelerine bakarken, rengi daha yeni yeni kızıldan yeşile çalmaya başlayan nazlı nehrin kıyısında gezerken, adım başı karşınıza çıkan mezarlara gözleriniz takılırken içinizi tuhaf bir ürperti, korku, umutsuzluk ve yılgınlık kaplıyor. Soğuk bir duygu. Önce kendi insanlığınızı, sonra insanlığı sorguluyorsunuz. Kim nerede hata yapıyor? Yoksa hayat mı hatadan ibaret? Öyle ya, niçin bu savaşlar, bu kıyım, bu barbarlık, bu gaddarlık, bu vahşet? En vahşi hayvan bile, yiyecek ihtiyacı hissetmedikçe ya da kendi canı tehlikeye düşmedikçe hiç bir canlıya saldırmazken, etnik veya dinsel amaçlarla çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek demeden başka halkları katletmenin, kilometrelerce öteden uzun menzilli silahlarla insanları bir kuş gibi avlamanın izahı olabilir mi?(....)İki hafta önce Bosna Hersek’teydim. Vurulmuş, yıkılmış, terkedilmiş, yalnız bırakılmış, harap olmuş bir halkla karşılaştım. Orada insanlığın nasıl dibe vurduğuna şahitlik yaptım. Neredeyse her evin bir ölüsü ve yaralısı vardı. Sokaklar, suratları acıdan kavrulmuş kederli insanlarla doluydu. Aslında yeryüzünün en neşeli halkıdır Boşnaklar. Her daim eğlenirler, gülerler, gülecek bir şeyler bulurlar. Lakin bu kez gülüşleri farklıydı. Öyle dolu dolu gülmüyorlardı. Patlamalı kahkahalar atmıyorlardı. Göbeklerini oynata oynata, katıla katıla gülmek değildi, onların gülmesi... Sade gülüyorlardı. Ve siz onların gülen gözlerine baktığınız zaman o derin hüznü, elem ve kederi görebiliyorsunuz. Gülmek, sanki zorunlu bir ibadet gibi onlar için... Bosna Hersek, Tanrı’nın ötelediği bir yer gibi...Ve hala bıçak sırtındalar. Aralarında Türk askerinin de bulunduğu Birleşmiş Milletler Barış Gücü çekilir çekilmez yine Sırp çetelerinin ortaya çıkacağından korkuyorlar. O tehlike, hep yanıbaşlarında hazır bekliyor. Ürkekler, tedirginler. Çünkü orduları yok. Başka ülkelerin askerlerine muhtaçlar. Yalnız askerlerine mi? Ekonomik yardımına da, siyasi desteğine de... Türkiye Bosna’ya daha yakından bakmalı. Zira bizden başka dostları olmadığına inanıyorlar. Onları ayakta tutan tek güç, Türkiye’nin varlığı... İçerideki siyasi çekişmeleri bir yana bırakıp, Bosna Hersek halkını kucaklamalıyız. Yaralarını sarmalarına, ayağa kalkmalarına yardımcı olmalıyız. Bu bizim insanlık borcumuz.Borcumuzu ödemenin tam zamanı...Pistteki rezaletkimin meselesi?Bosna Hersek dönüşü, Milli atletlerimizin Balkan Şampiyonası’nda sergilediği rezilikleri FANATİK’te kaleme almış ve soruşturma açılana kadar da takip etmiştik. ‘Soruşturma açılana kadar’ diyorum, çünkü Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi’nin beyanına güveniyorum. Sözkonusu haber büyük ilgi çekti, atletizm camiasında da infial yarattı. D Spor ve Habertürk televizyonları konuyla ilgili yayın yaptı, onlarca haber sitesi yazıyı olduğu gibi yayınlayarak okurlarına duyurdu. Ancak dikkatimi çeken bir şey oldu. FANATİK dışında hiç bir ulusal gazete, spor yazarları ve diğer televizyonlar olaya ilgi göstermedi. Oysa bu bir milli mesele. Konuya onun haberi, bunun yazısı, ya da filan gazetenin işi diye bakmak ne derece doğrudur? Ortada bu ülkeyi küçük düşürecek bir mesele varsa, -ki öyle- bütün medyanın üzerine gitmesi gerekmiyor muydu? Bence gerekiyordu. Ancak öyle olmadı. Bir denetim mekanizması olan medya, üzerine düşeni yapmadı. Yapmadığı için de, skandala sebebiyet verenler hiç bir şekilde cezalandırılmayacak ve bundan sonra da bildiklerini okumaya devam edecekler. Ancak biz yine de sonuna kadar takibimizi sürdüreceğiz. Bu yolda yalnız bırakılsak da...

13 Eylül 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dramatik maç‘’

Doğrusunu söylemek gerekirse dramatik bir maç oldu. Özellikle son 10 dakikası... Kaleci Petkoviç’in El Saka’ya attığı kasti tekme sonucu oyundan atılmasından sonra Sivaspor üç oyuncu değiştirme hakkını kullandığı için kaleye Hayrettin geçti ve konuk takım sahada 8 kişi kaldı. Çok sayıda pozisyonu cömertçe harcayan Konyaspor’u rahatlatan ikinci gol bu bölümde geldi. Ardından kendinden geçen seyirci ‘üç, üç’ diye bağırmaya başladı. Bu bana, Roma döneminde yapılan gladyatör dövüşlerini hatırlattı. Hani kazanan gladyatörün yerde yatan yaralı rakibine öldürücü darbeyi vurması için seyirci galeyana gelir de, baş parmakları aşağıyı gösteren yumrukları eşliğinde linç tezahüratı yapar ya: “Öldür, öldür!” İşte o misal...Neyse ki, Konyalı futbolcular taraftarlarının isteğine uymadı, atak yapmadı, uzaktan cılız şutlar çektiler. Onlar da Hayrettin’de kaldı. Rakiplerinin içine düştüğü duruma üzülmüşlerdi sanki... Yazılı olmayan bir centilmenlik anlaşması gibiydi bu davranışları...Hafta içinde hakeme geniş yetkiler veren yeni kuralların ardından bizdeki uygulamanın nasıl olacağını hep beraber merak ediyorduk. Sağolsun, Barış Şimşek bu merakımızı giderdi. Geçen hafta yönettiği Kayseri derbisinde çok iyi bir performans gösteren genç hakem, dün geceki maça damgasını vurdu. En ufak faulde kartına başvurdu. Futbolcuya ağzını bile açtırmadı. Sonuçta ortaya sekiz sarı, dört kırmızı kart çıktı. Hakem biraz da sahadaki duruşuyla otoritesini sağlamalı.

11 Eylül 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Taktik fauller‘’

Dün geceki Kayseri-Gençlerbirliği maçının hakemi Uğur Söylemez’e yapılanlara bakınca, ister istemez insan yukarıdaki düşüncelere kapılıyor. Hakemin tecrübesiz olmasını fırsat bilen futbolcular, başta Gençler’in kalecisi Gökhan olmak üzere, kendisini baskı altına almak için her türlü provokasyona giriştiler. Doğrusu iyi niyetli olduklarını söylemek güçtü. Hakemin yeni kurallara göre çok sayıda sarı kart göstermesi gerekirdi, ancak bu yola başvurmadı. Futbolculara tribünler de eşlik edince, Uğur Söylemez maçın başında kontrolü elinden kaçırır gibi oldu, ancak daha sonra toparlandı. Demek ki bizim futbolcuların meşrebine uygun hakemler gerekiyor; Erman Toroğlu, Serdar Tatlı gibi kodu mu oturtacak!..İki takımın kadro yapısına ve oyun anlayışına bakınca, doğrusu gollü bir maç olacağını düşünmüş ve bu düşüncemi karşılaşma öncesi yerel Elif TV’ye de açıklamıştım. Fakat yanıldım. Mücadele düzeyi vasatın üstünde olmasına karşın, bırakın golü, pozisyon sayısı bile bir elin parmalarını geçmedi. Bunda en büyük etken, Gençler’in oynatmamaya dayalı taktiğiydi. Orta alanda yine bildik taktik faulleri devreye soktular. Kayseri’nin atakları olgunlaşmadan faullerle kestiler. Geride Risp ile Traore Gökhan Ünal’ı kademeli olarak iyi marke edince Kayseri’nin golü bulması ancak duran toplardaki becerisine kaldı. Doğrusu, Mehmet Topuz ve Fatih Ceylan bu tür pozisyonlarda çok iyi ortalar yapmalarına karşın ev sahibi ekip bunlardan faydalanamadı. Tatsız tuzsuz maçın en güzel anı ise, maç sonunda bütün Kayserili futbolcular soyunma odasına giderken, Bülent Bölükbaşı’nın sahada kalıp Gençlerli futbolcularla teker teker kucaklaşmasıydı.

10 Eylül 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Orada kimse var mı?‘’

Hani klişe bir laf vardır ya, “Bir musibet bin nasihatten iyidir” diye... Tartışılabilir. Ancak bazen olumlu sonuçlar verdiği de bilinen bir gerçek. Ama musibetten ders almayı bilenler için tabii... Koca 20. Yüzyılı ıskalayıp, 21. Yüzyıl’dan bir kaç yıl aldığımız şu günlere kadar bin bir badire atlatan toplumumuzun bugün içinde bulunduğu duruma bakılırsa, hiç bir musibetten ders çıkaramadığımız gün gibi aşikar. Yani, bize ne nasihat, ne musibet kar ediyor. Bunu niye hatırlatma gereği duydum.Açıklayayım:Bosna Hersek’te yapılan Balkan Atletizm Şampiyonası’nda milli sporcuların çıkardığı kepazelikleri dün FANATİK’te okumuşsunuzdur. Gerçekten de her Türk’ün yüzünü kızartacak türden davranışlar olan, barda kavga etme, taciz, müsabaka öncesi sigara içme gibi eylemlerin yanı sıra milli kafiledeki başıboşluk ve disiplinsizliğe her kesimden tepki geldi. Tepkilerin yüzde 99’u olumluydu. Sadece animatörlerin yanlış anlamalarından kaynaklanan gereksiz alınganlıkları vardı. Onlar da şunu bilmeli ki, kendilerini rencide edecek bir ifade kullandığımı sanmıyorum. Sadece milli sporcuların havalimanındaki kılık kıyafetlerini onlara benzettim. Bunun dışında başka da bir amacım yoktu. Namusuyla yapılan her işe derin saygım vardır.Ankara bir an önce silkinmeli... Haber dün, başta Milliyet ve Hürriyet olmak üzere bir çok internet sitesinde en çok okunan ve en fazla yorum yapılan haberdi. Televizyonlardan da ilgi gösterildi. Atletizm camiasından da olumlu mesajlar geldi. Gel gelelim, ne Atletizm Federasyonu’ndan, ne Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden ne de Bakanlık’tan haberle ilgili tek bir tepki bile gelmedi. Sanki, böyle şeyler olmamış, yaşanmamış, yazılmamış, kamuoyuna yansıtılmamış gibi... Bu nasıl bir aymazlıktır, anlamak mümkün değil. Böylesi rezaletler, uygar bir ülkede olsa hem başkan götürür, hem genel müdür, hem de belki de bakan... Biz bekledik ki, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay ile Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi çıksın, bir açıklama yapsın. Hadi kızdılar diyelim, bize de yapmasınlar. Devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı’na söylesinler, ‘olayla ilgili soruşturma açılacak, sorumlular cezalandırılacak’ diye... Ama ne gezer... Belli ki, bundan önce yaşanan skandallarda olduğu gibi bu olay da soğumaya bırakılacak, sonra unutulup gidecek. Taa ki, yeni bir skandal patlak verene kadar... Türk toplumunun balık hafızasına güveniyorlar ne de olsa! Bu olay aslında, Türk atletizminde neden yıllardır bir arpa boyu yol gidemediğimizin en önemli göstergelerinden biri. Temennimiz Ankara’nın bir an önce silkinip, devlet otoritesini devreye sokmasıdır. Aksi takdirde aynı tas aynı hamam...

07 Eylül 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rezaletin bini...‘’

Haftasonu Zenica’da yapılan Balkan Atletizm Şampiyonası’nı izlemek için Vestel’in davetlisi olarak Bosna Hersek’e gittik. Aslında bu tür davetlere prensip gereği itibar etmeyen biri olarak, Türk Birliği’nin görevli olduğu Zenica’nın benim için ilginç bir deneyim olacağını düşündüm ve gitmeye karar verdim. Gerçekten de öyle oldu! Ama Türk Birliği’yle atletlerimizin kucaklaşması, Bosna Hersek’in savaş sonrası yeni yüzü, toprağının her santimetrekaresine sinmiş kaybedilenlerin acısı, Müslüman Boşnaklar’ın gülen gözlerinde bile farkedilen derin elem ve keder değildi, benim için ilginç olan deneyim. Elbette sizlere aktaracağım yürek burkan Bosna Hersek izlenimleri de var. Fakat bunlar, başka bir yazının konusu olacak.Kafile başkanına: Çık da sen koş!Bugün ülkemizi temsil etmek için Devlet’ten harcırah alıp, sırtına milli formayı geçirenlerin yüz kızartacak davranışlarından söz edeceğim. Dördünün henüz ülke bile kabul edilemeyeceği, toplam dokuz ülkenin katıldığı Balkan Atletizm Şampiyonası’na 22 atletle gidip, sadece üç altın madalya ile dönen, takım halinde ise erkeklerde ve bayanlarda beşinci sırayı alan Atletizm Milli Takımı’nın Bosna Hersek’e nasıl damga (!) vurduğunu okuyacaksınız. İçlerinde bu yazıdan tenzih ettiklerim de var elbette... Kemal Koyuncu, Ayşegül Baklacı, Özge Gürler, Binnaz Uslu, Berk Tuna, Yağmur Damla Demiralp, Bahar Doğan, ve daha adını hatırlayamadığım diğer bir kaç atletimiz gibi... Ama sepetteki çürük elmaların ne kadar etkili olduğu, hepimizin malumu... İşe önce en hafifini anlatmakla başlayayım: Şampiyona başlarken kafile başkanı Edip Akarsu start listesini eline alıyor. Sporculardan biri bakmak istiyor. Listedeki rakiplerin dereceleri bizimkilerden daha iyi olduğu için Akarsu, sporcunun morali bozulmasın diye göstermek istemiyor. Aldığı yanıt ise kafiledeki otoriteyi gözler önüne seriyor: O zaman çık sen koş! Devam edelim:Ülke beşinciliği işte böyle kutlanır!Müsabakalar başlıyor. Bütün sporcular yarış öncesi antrenman alanında çalışıyor. Bizimkiler de... Ama bakıyorsunuz içlerinden bazıları bir köşeye sinmiş sigara tüttürüyor. Oysa Avrupa statlarının tribününde bile sigara yasaktır. Tabii bu yasaklar bizimkilere vız geliyor. Belki de sigara onlarda doping etkisi yaratıyordur! Ya da, ne de olsa sigara strese iyi geliyor ya!.. Onlar da yarış öncesi heyecanlarını böyle yeniyorlar! Gördüklerim karşısında yaşadığım ilk şaşkınlığımı attıktan sonra, biraz daha dikkatli izlemeye devam ediyorum. Hem müsabakaları, hem de perde arkasını... Ve beni şoke edecek olay ikinci gün gerçekleşiyor. Atletlerimizden biri ödül töreni için bekleyen kızlardan birinin arkasına geçiyor. İki eliyle açık olan beline sarılıyor. Neye uğradığını şaşıran kız aniden geriye dönüyor ve tacizi yapan milli atlete (!) tepki gösteriyor. Eliyle atletimizin ellerini ittikten sonra ileriye bir hamle yapıyor ve ondan uzaklaşıyor. Bizimki ise pişkince gülüyor. Aklınca şaka yapıyor!Derken, şampiyona sona eriyor. Ama rezaletler bitmiyor. Son günün akşamı her şampiyonada olduğu gibi banket var. Oraya gidiyoruz. Başlangıçta anormal bir durum yok. Atletlerimiz yiyor, içiyor, eğleniyor. Buna kimsenin bir sözü olamaz. Tüm sporcuların olduğu gibi eğlenmek onların da hakkı. Ancak bazıları köşe başlarına çekiliyor ve mahalle bitirimleri gibi yabancı ülkelerin sporcu kızlarına kesik atıyor. Hani belki götürürüm misali! Başka hiç bir ülkenin erkek sporcusu bunu yapmıyor. Elle tacizin yerini bu kez gözle taciz alıyor. Biz banketten çıkarken, Türk kafilesinin masasında bir bayan sporcumuz göbek atıyordu. Takım olarak beşinciliğimizi kutluyorlarmış meğer!İdareciyi ekip, tekrar bara gidince...O gece yaşanan rezaletin son perdesi ise bir barda sahneleniyor. Atletlerden Mukadder Ulusoy, Zübeyde Yıldız, Metin Durmuşoğlu ve idareci Cumhur Can banket sonrası bir bara gidiyorlar. Bardaki sarhoş Bosnalı gençlerden biri Mukadder Ulusoy’a laf atıyor. Bunun üzerine Metin Durmuşoğlu tepki gösteriyor. Tartışmanın büyümesi üzerine idareci Cumhur Can tarafları yatıştırarak bizim sporcuları otele götürüyor. Ancak kısa bir süre sonra sporcular bu kez yanlarında Cumhur Can olmadan tekrar aynı bara gidiyorlar. Barın önünde tartıştıkları gençlerle karşılaşıyorlar. Gençler bu sefer daha kalabalık ve ellerinde sopalar, demir çubuklar var. Ve malum sonuç: Sporcularımız dayak yiyerek otele geri dönüyorlar. Ertesi gün havalimanında Metin Durmuşoğlu’un mosmor gözü ve yüzündeki darbeler olayın vehametini anlatmaya yetiyor. Havalimanı dedik de, son izlenimlerimizi aktaralım:Yurtdışına ülkesini temsil etmek için çıkan bütün kafileler belli bir disiplin içinde gider gelirler. Bunun için onlara formalar, Ay-Yıldızlı eşofmanlar ve takım elbiseler alınır, federasyonlar tarafından. Ancak bizim kafilemizin milli takım kafilesi olduğunu anlamak için ancak içlerinden biri olmak gerekir! Bir kaçı dışında üzerinde takım üniforması taşıyan yoktu. İçlerinde plaj kıyafetiyle dolaşan bile vardı. Otel animatörleri mi, milli sporcular mı, belli değil. Neyse ki, uçaktan indik de bu kabus bitti.Türk sporunu yönetenler, eserleriyle gurur duymalı!

06 Eylül 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Güneydoğu sendromuTıp Terimleri Sözlüğü’nde ‘Sendrom’ kelimesinin karşılığında özet olarak şöyle yazar: Dil, biliş ve kendi kendine yetme becerilerinin gelişiminde önemli bir gecikme olmaksızın, toplumsal etkileşimde nitel bozulma, iletişimde toplumsal ya da duygusal karşılık verememe.Sendrom, yoğun korku ve kaygı duygularının eşliğinde yaşanan içe kapanma, yabancılaşma, çekilme, büzülme olarak da nitelendirebileciğimiz yaşantı biçimidir. Bireyin, hayatının belli bir döneminde yaşamış olduğu travma sonrası ortaya çıkar ve ömrünün sonuna kadar peşini bırakmayabilir. Travma sonrası stres bozukluğu olarak da adlandırılan ‘sendrom’, ABD kültürünün etkisine girmemizle birlikte günlük konuşma ve yazışma dilimizin bir parçası oldu; ABD’li askerlerin yaşadığı “Vietnam Sendromu” sayesinde...Vietnam’da girdiği haksız ve kirli savaştan yenik ayrılan ABD, romanlarıyla, öyküleriyle, filmleriyle yıllarca askerlerinin yaşadığı dramı yansıttı, hem kendi halkına, hem de dünya kamuoyuna... Haksızlığını kamufle edecek bir propaganda aracıydı aslında Vietnam Sendromu, ABD için... Ama yakıcı ve yıkıcı bir gerçekti. Ülkemizin Güneydoğusu’nda yirmi yılı aşkın zamandır düşük yoğunluklu diye adlandırılan bir çatışma yaşanıyor. Ve ne yazık ki, her savaşta olduğu gibi faturasını ülkenin yoksul kesimleri ödüyor. Çocuklarını davul-zurnayla, güle oynaya askere uğurlayan köylü, kasabalı aileler, albayrağa sarılı tabutlar içinde teslim alıyorlar, yavrularını... Ya da hain bir pusuda yediği bir mermi-bomba veya patlayan bir mayın sonucu bedeni ve ruhu paramparça şekilde kendilerine iade ediliyor evlatları...İşte asıl dram da bundan sonra başlıyor. Hayat, şehit aileleri için de, gaziler ve onlara bakmakla yükümlü olan yakınları için de, itaat edilmesi gereken ilahi bir emir olarak yaşanıyor artık. Şehit aileleri, oğullarıyla birlikte ölüyor ve canlı canlı mezara giriyor adeta... Gaziler ve onların ebeveynleri de, daha önce aşina olmadıkları zorlu bir hayatın kapılarını aralıyorlar...Gazilere spor yaptıracak projeler geliştirilmeli20’li yaşlarında bedeninin bir parçasından eksik olarak yaşamaya mahküm edilen gaziler, GATA’da uzunca bir süre rehabilitasyondan geçiyor. Ancak pek azı, bu süreçten topluma adapte olarak çıkabiliyor. Zira durumlarını kabullenmeleri sağlansa bile, sivil hayata karıştıklarında, eğer herhangi bir işle meşgul değilseler yeniden psikolojik sorunları baş gösterebiliyor. Çünkü kendilerine el uzatacak, hayata hazırlayacak çok az sayıda sivil örgütlenmelere sahibiz. İktidarların, terör saldırılarında yaralanan gazilerin psikolojik sorunlarını aşıp, yeniden topluma karışabilmelerini sağlayacak projeleri, kurum ve kuruluşları da yetersiz kalıyor. Engellilerle ilgili devlete bağlı en üst kurum olan Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın iştigal alanı o kadar geniş ki, tamamen uzmanlık gerektiren savaş gazilerinin rehabilitasyonuyla başa çıkmaları mümkün olmuyor. Terörü boğmayı orduya havale eden politikacılar, terörün yarattığı sonuçlarla başetmeyi de yine askere bırakıyor.Gazilerin, ‘Güneydoğu Sendromu’ denen travma sonrası stres bozukluklarını aşabilmelerinin en önemli yolu spor yapmalarından geçiyor. Lakin bu konuda gerekli donanıma sahip olduğumuz söylenemez. Henüz daha iki yıllık geçmişi olan ve toplam 10 branşta faaliyet gösteren Bedensel Engelliler Spor Federasyonu’nun 1500 lisanslı sporcusu içinde sadece 100’ü gazi. 2006 bütçesi, sıradan bir futbolcunun yıllık maliyeti kadar olan (1.5 trilyon lira, o da şu anda tükenmiş durumda) Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, daha fazla gaziye ulaşabilecek maddi kaynak ve imkanlardan yoksun olduğu için ülkemizdeki onbinlerce gazi, cephedeki trajediyi evlerinde tekrar tekrar yaşıyorlar. Bu sorunun çözümü için, yakın bir geçmişte özerk olan Bedensel Engelliler Spor Federasyonu’nun, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden tamamen bağımsız hale getirilerek, ayrı bütçesi ve örgütlenmesi olan konfederatif bir yapıya kavuşturulması, ardından da gazileri spor sahalarına çekebilecek projelerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Aslında bu bir medeniyet projesidir. Ülkesi için kolunu, bacağını, gözünü kaybeden insanlarımıza sahip çıktığımız ölçüde, çağdaş dünyada yerimizi alabiliriz. Aksi takdirde ilelebet üçüncü dünya ülkesi olarak kalırız. Bir kaç bin gazisinin yaşadığı sendroma çözüm üretemeyen bir ülkenin, gelecek nesillere bırakabileceği hiç bir miras yoktur. Basiretsizliğinden, beceriksizliğinden başka...

23 Ağustos 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI