Arama

Popüler aramalar

‘’Hastane yemeği!‘’

Buna karşın sokaklardaki kalabalığın telaşı Bursa Atatürk Stadı’na sirayet etmiş değil. Bir sükunet, bir dinginlik. Terk edilmiş kasabaların ürkütücü sessizliği hakim, yemyeşil stada. Sakarya maçında çıkan olaylardan dolayı alınan ceza nedeniyle Bursa seyircisi tribünlerde yok. Stat dışına toplanan bir kaç kişinin sesleri duyuluyor. Gaipten gelen sesler gibi. Lakin Raşit Hoca’nın çığlıkları hepsini bastırıyor.Bir yanda Aykut Kocaman’ın sakinliği, diğer yanda Raşit Çetiner’in telaşlı öfkesi. Ülkemizdeki dürüst ve namuslu teknik direktör akımının önde gelen iki temsilcisinin bu karakteristik özellikleri, sahadaki futbola da yansıyor. Ankaraspor alabildiğine kontrollü ve sakin, Bursaspor ise panikatak nöbeti geçiren hasta gibi. Belli ki, seyircisizlik onları olumsuz etkilemiş. Zira, Yeşil - Beyazlı ekip, ülkemizde seyircisiyle bütünleşip bir değer oluşturan ender takımlardan biri. Sanki iki takım da birbirini yenmek için değil, yenilmemek için sahaya çıkmış. Her iki takımın da defansı yerinde çakılı. Orta alan oyuncuları da dörtlü defansa yaslanınca, ortaya çıkan görüntü gerçekten ilginç: Sahanın iki yanına birer duvar örülmüş, top bir o duvara çarpıyor, bir bu duvara. Maç değil, duvar tenisi sanki seyrettiğimiz. Arada bir faullerle kesilen oyun, pozisyon kısırlığı, kaleye atılan şutların boş tribünleri dövmesi de cabası...Neyse ki, devreye Frasineanu girdi! Rumen oyuncu, Raşit Hoca’nın sahadaki yansıması gibiydi. Gereksiz bir öfke, gereksiz bir hareket ve kırmızı kart. Ardından da Raşit Çetiner’in tribünde bizim de duyduğumuz hakareti sonucu, sahanın dışına atılması. Bu hareketlilik bile, “dışarıda bir şeyler oluyor galiba”dan öteye gitmedi. Maçın kalan bölümleri Ankaraspor’un şuursuz baskısı ve tribüne çıkan Raşit Hoca’nın ortalığı inletmesiyle geçti.Bereket hakem Cem Deda, 90 artı 4 sonrası düdüğünü çaldı da, uykumuzdan uyandık... Umarım bir daha böyle tatsız tuzsuz bir maç seyretmem. Vallahi hastane yemeği gibiydi!..

22 Ekim 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Herkesin bir ‘Brütüs'ü vardır‘’

Nice dostluklar, kardeşlikler, arkadaşlıklar, aşklar, ortaklıklar hain bir bıçak darbesiyle sona ermiştir. Bu darbelere dayanıklı olanlar kanayan bir yara ve derin bir sızıyla birlikte yaşam yolculuğuna devam eder. Taa ki, ikinci bir ihanet dalgası kapısını çalana kadar. Narin bir bedene ve ruha sahip olanlar ise zaten ilk darbede yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz. Dudaklarından içli bir şarkı gibi dökülen son sözlerini hepimiz biliriz: Sen de mi Brütüs!..Yalnız insanların mı ‘Brütüs’ü vardır? Elbette hayır. Toplumların da, ülkelerin de, şirketlerin de, kurumların da ‘Brütüs’leri vardır; bilenmiş bir bıçakla kuytu bir köşede pusuya yatarak avını bekleyen... PSV Eindhoven’a yenilerek Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkma şansını mucizelere bırakan Galatasaray’ın ‘Brütüs’ü kendi seyircisiydi, önceki akşam. İkinci yarıda Mondragon’un yediği golün şokunu üzerinden atamayan takım, Gerets’in üst üste yaptığı değişikliklerle tam ayağa kalkmak üzereydi ki, ortaya ‘Brütüsleşen’ seyirci çıktı ve Galatasaray’ı Olimpiyat Stadı’nın çimlerine gömdü; daha bitime 10 dakika varken aleyhte tezahürat yaparak... Futbolda 10 dakika çok uzun bir zamandır. Gerçek taraftar o zaman diliminde 12. Adam olduğunu hatırlar, ayağa kalkar ve takımını ateşler, gayrete getirir, olası bir galibiyette de aslan payını alır. Ama ne yazık ki, bizde böyle bir seyirci kültürü yok. Her şey yolundayken tam destek, işler kötüye gittiği zaman da tam köstek. Geçen yıl ki mucizevi şampiyonlukla kendinden geçen seyirci, aynı seyirci değil miydi? Üç ayda ne değişti? Takım aynı takım. Hoca aynı hoca. Yönetim aynı yönetim. ‘Yensen de, yenilsen de taraftarın seninle’ tezahüratına ne oldu? Bir takım kaybetmeyecek mi? Hep kazanmak mümkün mü? Futbolcu da hata yapacak, teknik direktör de, yönetim de... Sporun güzelliği zaten buradadır. En az hata yapan kazanır. Kızabilirsin, öfkelenebilirsin, ama bu karşı safa geçmeyi gerektirir mi?Bu sezon da gösteriyor ki, Galatasaray’ın en büyük rakibi yine kendi seyircisi. Geçen yıl bu seyirciye rağmen şampiyon olmuştu. Ancak ne var ki, bu kez ikinci tsunami dalgasına dayanamayacak gibi bu takım...İhanetin darbesi bu yıl ölümcül olacak. İnsanlığın ortak hafızasına kazınan o son sözleri duyacağımız günler çok yakın: Siz de mi Brütüsler!..

20 Ekim 2006, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Alabalık!Bu ülkede başarıya giden yol, Kaf Dağı'na giden yoldan farksızdır. Bin bir türlü engel çıkar karşınıza; statükonun bekçileri tarafından konulmuş ve korunmakta olan... İki ucu keskin bıçak gibidir o yol... Sırat köprüsünden farksızdır. O dikenli yolu aşmak için sadece hırs, akıl ve zeka yetmez. Çelik gibi bir irade, şövalye ruhu, cesaret, kararlılık, azim ve dayanıklılık da gerekir. Hedefinize ulaşmak istiyorsanız, devasa engebeleri, cehennemi uçurumları, fırtınaları, tayfunları, boraları, her köşebaşında sizi bekleyen yedi başlı ejderhaları (!), dar ve grift labirentleri, tek gözü, tek aklı olan ilkel yaratıkları (!) geçmeniz gerekecektir. Adına 'başarı' dediğimiz sihirli elmaya sahip olmak isteyenler, ağır bedeller ödemeyi göze almalıdır. Tökezleyeceksiniz, düşeceksiniz; ardından tekrar kalkacaksınız. Yanacaksınız; sonra küllerinizden doğacaksınız. Vurulacaksınız, linç edileceksiniz, paramparça yapılacaksınız; akabinde ilahi bir güçle her parçanızdan yeni "sizler" yaratacaksınız. İşte o zaman zirve sizindir ve tek başınasınızdır. Yapayalnız. Zira bizde başarmak, yalnızlaşmaktır. Ve başarıya giden o netameli yolun taşları ihanetlerle döşenmiştir!İhanet şebekeleri işbaşındaYaklaşık 10 yıl önce başladığı o uzun ve soluksuz yolculuğuna hala devam eden değerlerimizden biridir Ersun Yanal. Denizlispor, Ankaragücü, Gençlerbirliği, A Milli Futbol Takımı derken, şimdi de Vestel Manisa ile sürdürüyor zirve yolculuğunu. Her durakta bedeni ve ruhu delik deşik ediliyor, vasatlar takımı tarafından. Ama o, her seferinde yeniden ayağa kalkıyor. Yere düşen her parçası toprakta yeniden filizleniyor, ete kemiğe bürünüyor, canına can, gücüne güç katıyor. Yürüdükçe büyüyor. O büyüdükçe yoluna çıkan yecüc mecüc ordusu biraz daha küçülüyor, yokoluşa doğru son sürat yuvarlanıyor.Kolay değil elbette, mayası hurafelerle yoğrulmuş bir toplumda akılla, bilgiyle, teknolojiyle iş yapmak. O işini yaptıkça başkalarının makyajı dökülüyor. Yıllarca Türk insanının içi boş yaldızlı laflarla, iksir sloganlarla nasıl uyutulduğunu ispatlıyor Ersun Hoca, kendine özgü yöntemleriyle... Ve buna dayanamayanlar, katlanamayanlar, her geçen gün sayıları artan işbirlikçileriyle birlikte her köşe başında ona yeni hain pusular kuruyorlar. Ve çıktığı her yükseklikte yeni ihanetler bekliyor onu. Olsun. Beklesinler. Bilimin önünde duramazlar. Çağ Ersun Yanal'ın çağı. Fransız düşünür Voltaire 18. Yüzyıl'da başlatmış "Aydınlanma Çağı"nı. Batı onun savunduğu değerlerin peşinde koşarak bugünkü bilimsel ve teknolojik düzeyine ulaşmıştır.Türk futbolunun Voltaire'iErsun Yanal da "Türk futbolunun Voltaire"dir. Bilimsel metodla tanıştırmıştır futbolumuzu... Aslında bugünkü çatışmanın kaynaklarından biri de budur: Geleneksel ile modernitenin; daha başka bir deyişle, bilimle demagojinin kavgası... Yanal'ın değeri bugün anlaşılamıyor. Anlayanların önemli bir kısmı da, kişisel ihtirasları, kinleri ve kıskançlıkları için saldırıyorlar Ersun Hoca'ya... Ama tarih onun hakkını verecektir. Her devrimcinin hakkını verdiği gibi. Onu parça pinçik etmek için pusuda bekleyen ve her fırsatta dişini gösteren sırtlanlar kendi kusmuklarında boğulacaktır ama Ersun Yanal'ın adı, "Türk futbolunun mihenk taşı" olarak yazılacaktır spor tarihimize. Çünkü o futbolumuzu dönüşü olmayan bir yola sokmuştur. Çığır açmıştır, yeni bir ufuk olmuştur. O bir milattır. Bilimin yön göstericiliğine inanmayan kulüp yöneticilerinin ve bu yönde kendini geliştiremeyen teknik direktörlerin bundan böyle başarı şansı yoktur. Ersun Hoca zirve yolculuğunda yolu yarılamıştır. Yara bere içindedir ama hiç olmadığından daha güçlüdür artık. Ve hedefe çok daha yakın. Onun yolculuğu, piranhalarla dolu azgın bir nehirde yol alan alabalık gibidir, akıntıya karşı yüzen, çağlayan çıkan... Tıpkı Türk şiirinin büyük ustası Murathan Mungan'ın 'Alabalık' şiirinde tarif ettiği gibi: Alabalık bir metafor/denizler ve balıklar içinde/kutsal kitaplara göre ilk yaratılanlar içinde/akıntıya karşı yüzen tek balık/tekini koruyan tekinsiz/ölüme doğru ve ölüme karşı/çağlayan çıkan dikine yüzen bir balıkmış yalnızlık!

18 Ekim 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Canaydın'ın tarihi misyonu‘’

Bugün, tepki günü... Bugün, kenetlenme günü... Bugün, yek vücut olma günü... Bugün, Türk’ün tarihine sahip çıkma günü... Bugün, tarihimizi tahrif edenlere tavır alma günü... Sağduyumuzu yitirmeden, öfkeyi bal eylemeden, akılla, bilgiyle, ulus bilinciyle Fransa’ya haddini bildirmeliyiz, bugün ve bugünden sonra... Bu, her Türk’ün ilk görevidir. Bu, Türkiye’nin dünya yüzeyinde en çok tanınan markası Galatasaray’ın da birinci görevidir. Böylesi bir tepkiyi camiası adına koyacak olan kişi, elbette Başkan Özhan Canaydın’dır. On yıllardır iki ülke arasında kültürel köprü olan Galatasaray’ın Başkanı’na önümüzdeki dönemde tarihi bir misyon düşmektedir. Sayın Canaydın, 25 Kasım’da oynanacak Bordeaux-Galatasaray maçı için Bordeaux’un Merignac Havalimanı’na ayak bastığı anda, ‘Ermeni soykırımı yoktur’ diye açıklama yapmalıdır. Bu çağdışı yasayı çıkaran Fransa’yı kınamalıdır. Fransız yasalarına göre suç kabul edilen o meşum suçu (!) işlemelidir. Fransa’ya hakettiği cevabı kendi evinde vermelidir. Medeniyetin (!) kucağında düşünce suçlusu olmalıdır. Bunun için her türlü bedeli göze almalıdır. Gerek, iki ülkenin de vergi mükellefi dürüst bir işadamı olarak, gerekse Galatasaray Başkanı olarak bunu yapmalıdır Sayın Canaydın... Galatasaray Başkanı’na yakışan tavır budur. Bu, sporun siyasete alet edilmesi değildir. Bu, yeryüzünün en ağır insanlık suçunu işlediği ithamıyla karşı karşıya bırakılan bir ülkenin incinen gururunu onarma çabasıdır. Bu, Türk’ün uğradığı haksızlığı dünyaya haykırmasıdır. Açık sözlü ve yürekli bir insan olduğuna inandığım Özhan Canaydın’ı tarihi bir görev bekliyor. Sayın Canaydın bu milli görevi yerine getirmelidir. Kurtuluş Savaşı’nda yüzlerce şehit veren Galatasaray camiası aşkına... Çanakkale’de şehit düşen Teğmen Hasnun Galip aşkına... Ve emperyalizme karşı verilen onurlu savaşımızda hayatını kaybeden diğer yüz binlerce şehit aşkına... Ülkesi ve ulusu aşkına.... Atatürk aşkına...Tanrı aşkına...

13 Ekim 2006, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bu ülkeyi ayakta tutan değerler... Vurula vurula bedeni ve ruhu bitap düşmüş, buna karşın hala ayakta kalmayı başarabilen bir ülkemiz var. Eski zaman yiğitleri gibi. Masal kahramanları gibi. Sendeliyoruz ama yıkılmıyoruz. Tüm dünya hayretler içinde aslında; bu kadar iç ve dış düşmanın saldırısına nasıl dayanabildiğimizi merak ediyorlar. ‘Nasıl oluyor da, bu Türkler bunca badireyi atlatabiliyor’ şeklinde cevaplayamadıkları nafile sorular soruyorlar birbirlerine...Nereden bilsinler ki, bunca yozlaşmanın, bunca çürümenin, bunca dejenerasyonun, bunca hainin, bunca saldırının ortasında bizi dimdik ayakta tutan dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma kültürüne sahip olduğumuzu... Bu, parayla pulla, teknolojiyle, bilimle elde edilecek bir kültür değildir. Satın alamazsınız. İcat edemezsiniz. Evet, kendi yaralarını hissedemeyecek kadar yaralı bir toplumuz. Lakin, en yaralı anında bile başkalarının yaralarını sarmaya kalkan insanlarımız vardır bizim. En yoksul anında dahi aşını kendinden daha yoksul olanlarla paylaşan insanlık abidelerimiz mevcuttur. Komşusu açken gözüne uyku girmeyenler yaşıyor, hala bu ülkede... Bu gelenek, bu dayanışma yüzyılların imbiğinden süzülerek Anadolu yarımadasının harcı olmuştur. O harç öylesine sağlam karılmıştır ki, hiç bir düşmanın, ne topu, ne tüfeği, ne teknolojisi, ne de kültür emperyalizminin gücü yetmez, parçalamaya... Sözü fazla uzatmadan aşağıdaki yazıyı dikkatle okumanızı istiyorum. 9 Ekim tarihli Posta Gazetesi’nde, ‘İnanmayacaksınız ama...’ başlığıyla Yavuz Kocaömer tarafından kaleme alınmış. Ömrünü engelli insanlara adayan Kocaömer’i ve yanındakileri ağlatan iki Anadolu insanının dayanışma duygusuna tanık olacaksınız. Sizin de içiniz titreyecek, sizin de gözlerinizden iki damla yaş gelecek. Ve ağır yaralı Türkiye’nin neden hala dimdik ayakta kalabildiğini daha iyi anlayacaksınız.İnanmayacaksınız ama... Bazı okurlarımız ve arkadaşlarım her pazartesi bu köşeyi, “Acaba bu hafta Yavuz Kocaömer engellilerle ilgili hangi kurum ve kuruluşları eleştirdi, kimlerin foyasını ortaya çıkardı diye merakla bekliyoruz” diyorlar. Bu hafta sizleri şaşırtacağım. Eleştiri yok. Aslında çok da! Yazsak bu gazetenin sayfaları yetmez. Kimsenin ipliğini pazara çıkarmak yok. Aslında o da çok, ama bu hafta bir ara verip ülkemizdeki bazı güzelliklerden bahsetmek istiyorum. 28 Eylül günü Türkiye Engelliler Spor Yardım ve Eğitim Vakfı’nın (TESYEV) 2 Aralık’ta yapacağı balo ile ilgili İcra Kurulu Başkanımız Zafer Kozanoğlu, üyemiz Siren Ertan, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcımız Hayati Babaoğlu ve yine Yönetim Kurulu Üyemiz Uğur Batur’la birlikte küçük bir toplantı yapıyoruz vakıfta. Toplantı odasının kapısı açılıyor ve muhasebecimiz önüme bir banka dekontu koyuyor. Hesabımıza havale yapılan 42.615 YTL’lik bir bağış. Kimden gelmiş belli değil. Bankalara telefon ediliyor ve sonunda hem miktarın doğru olduğu hem de kimin havale ettiği öğreniliyor. Anadolu’nun bir kentinden gönderilen paranın sahibinin cep telefonunu alıyorlar. Numarayı çeviriyorum, kendimi tanıttıktan sonra bir yanlışlık olup olmadığını, böyle önemli bir miktarın banka tarafından mı yanlış yazıldığını soruyorum. Karşımdaki ses, “Hayır, doğrudur. 42.615 YTL” diyor. “Siz kimsiniz?” diye soruyorum, bana “Bir kurumda çalışıyorum. Bu para bizim yıllardır birikimimiz” diyor.“Her Pazartesi sizin köşenizi okuyoruz. Ve eşimle size çok güveniyoruz. Kendinizi ortaya koyuyorsunuz. Belki bazı düşmanlar da kazanıyorsunuz. Ama engelli insanlara yürekten hizmet ediyorsunuz. Bizim yaptığımız nedir ki sizinkinin yanında? Yavuz Bey, bu para yıllarca biriktirdiğimiz helal paradır. Gönlünüz rahat olarak engelli insanlar için harcayabilirsiniz. Biz size çok güveniyoruz” diye konuşuyor.Söyleyecek kelime bulamıyorum. Fazla ısrar etmeden 2 Aralık’taki balomuza eşiyle beraber davetlimiz olarak gelmesini söylüyorum. “Hayır. Biz balolara gelmeyiz” diyor. “O zaman ben size geleceğim” diyorum. Karşımdaki ses, “Gelmeyin Yavuz Bey. O zaman yaptığımız iyiliğin ne anlamı kalır?” diyor. O anda sesimin titrediğini hissediyorum, gözlerim yaşarıyor ama “Hayır, hayır ben gelip sizi tanıyacağım” diyorum. “Peki, bizim için büyük onur olur. Ama sizden ricam adımı hiçbir yerde yazmayın” diyor. Telefonu kapatıp yukarıda adlarını saydığım arkadaşlarıma olayı anlatıyorum. Hepsinin gözleri doluyor. Hatta bazılarının gözlerinden yaşlar süzülüyor. Hepimiz şok geçiriyoruz. Çünkü olay inanılacak gibi değil. İşte ülkemizi yıllardır birarada ayakta tutan milletimizin bu sağ duyusu. Birbirimize inancımızı yitirdiğimiz, öküzün altında buzağı aradığımız bir dönemde, böyle örnekler bizi daha çok kamçılıyor. Yıllardır rastladığımız olumsuzlukları, takılmak istenen çelmeleri, yolumuza konan engelleri aşmaktan yorgun düşmüşken yeniden ayağa kalkıyoruz. Bağışlanan para tabii ki çok önemli. Ama onun ötesinde, bağışlayanın kim olduğu, belki de yıllarca biriktirdiği parayı bizlere güvenerek vermesi bizi yeniden kamçılıyor. Daha çok hizmet etmek, insanlara karşılıksız olarak daha çok destek vermek için yeni ufuklara doğru yol alıyoruz.Yavuz KOCAÖMER/POSTA

11 Ekim 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Şafak sökerken...Adına ‘hayat’ dediğimiz gizemin peşinde doludizgin koştururken, bazı ihtimallerin bize hep uzak olduğunu düşünürüz. Yaşamımızı bu yanılsama üzerine inşa ederiz. Hiç kaybetmeyecekmiş gibi, hiç düşmeyecekmiş gibi, hiç solmayacakmış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi hoyratça harcarız bize verilen krediyi... O an geldiğinde; kapıdaki düşman kapımızı çaldığında iş işten geçmiştir artık. Sermayemiz tükenmiştir. Görünür dünyanın eşiğinden geçerek bilinmeyene doğru çıktığımız bu yolculukta yol arkadaşlarımız; acı, yokluk, kahır, gözyaşı, elem ve kederdir. Umutla umutsuzluğun sarmalında çaresizce çırpınıp dururuz. Yolun sonunun nereye varacağını kestiririz, lakin bunu bir türlü kabullenmek istemeyiz. Bu nedenle ‘neden ben’ soruları eşliğinde yolu alabildiğine uzatmak için maddi ve manevi bütün varlıklarımızı seferber ederiz. Kah moral değerlere sarılırız, kah paranın gücüne... Kah dostların sevgi, şefkat ve duasına sığınırız, kah modern tıbbın imkanlarına... Çağımızın illeti (belki de çağlar boyu insanlığın başbelası ama adı geçen yüzyıl kondu) kanser de işte böylesi bir yolculuktur. Yaşamın karşı kıyısıdır. Başımıza gelene kadar bize yabancıdır. Onunla tanıştığımızda ise bedenimizin habis bir parçası... 21 yaşındaki Galatasaray tutkunu Şafak Güzeller de henüz hayatının baharında o meşum yolculuğa çıkanlardan. 2003 yılında 18 yaşındayken yakalanmış umarsız hastalığa... Üç yıl çeşitli tedavi süreçlerinden geçtikten sonra Türkiye’de umut kalmamış ve ABD’ye gönderilmesine karar verilmiş. Gelgelelim, insanı hem manen, hem de madden yıpratan bu illetten kurtulmak oldukça yüksek meblağlar gerektiriyor. Şafak ve ailesi yorgun geçen üç yılın ardından tam sıfırı tüketmişken, devreye, yıllardır birlikte Galatasaray’ın peşinde koştuğu, birlikte ağladığı, birlikte güldüğü, birlikte şarkılar söylediği, birlikte hüzün biçtiği, birlikte üşüdüğü, birlikte ıslandığı tribün dostları girmiş. Mensubu olduğu ‘ULTARSLAN Grubu’ Şafak Güzeller için bir yardım kampanyası başlatmış. Kampanya başta pek yankı bulmamış. Taa ki, ezeli rakip Fenerbahçe’nin en etkin taraftar gruplarından ‘antu.com’ devreye girene kadar. Her alanda çatışan, her alanda rakip olan, siyahla beyaz gibi hayatı birbirinin zıddı olarak yaşayan bu iki taraftar grubu insanlıkta buluşmuşlar. Bu buluşma, tüm Türkiye’nin Şafak’ın dramına yakından tanık olmasına olanak sağladığı gibi, ülkemiz insanının, en keskin kavgaların ortasında bile dayanışma duygusunu yitirmediğinin açık bir göstergesidir. Bu buluşma, karanlık gecelerin sonunu müjdeleyen tan yerinin ağarmaya başlamasıdır. Bu buluşma, sökmekte olan şafağın habercisidir.Onları hep acımasızca eleştirdik, hep yerden yere vurduk. Zaman oldu ülkemizdeki tribün terörünün sorumluları ilan ettik, zaman oldu holiganizmin kaynağı... Belki bundan sonra da eleştirmeye devam edeceğiz. Ama bu kez kucak dolusu alkışı hakettiler. Onların bu örnek dayanışması Şafak Güzeller’e umut, tribünlerde yıllardır kanayan yaranın kapanmasına da vesile olacaktır. Elinize, gönlünüze, yüreğinize sağlık ULTARSLAN ve antu.com. On yıllardır ne büyük badireler atlatan bu ülkenin neden hala ayakta kalabildiğinin sırrı, sizin bu asil davranışınızda yatıyor. İçinizdeki insanlığı ilelebet muhafaza ettiğiniz müddetçe daha nice ‘Şafak’lar sökecek, yaşayacak, ayağa kalkacak... Geceler gündüze, karanlıklar aydınlığa dönecek.Haydi Şafak kardeşim!..Bu sinerji senin için. Kalk ayağa. Dostların seni bekliyor. Hem Galatasaray, hem de Fenerbahçe tribünlerinde... Daha yaşayacak günlerin var. Umutların, sevinçlerin, hüzünlerin var. Şimdi gitmek vakti değil. Bak, ne çok sevenin var. Kalk ve formanı giy. Bir yanı Sarı-Kırmızı, bir yanı Sarı-Lacivert. Eskiden bir koltuğun vardı, Ali Sami Yen’de... Şimdi iki oldu. Saracoğlu’nda da bir sana bir koltuk tahsis edildi artık. Ve ikisi de boş. Seni bekliyor. Kalk ve dön aramıza. Renklerin kardeşliği aşkına... Dostluk ve dayanışmanın aşkına... Sevenlerin aşkına... Allah aşkına...NOT: Şafak Güzeller’e yardım etmek isteyenler için hesap numarası: Şafak Güzeller: İş Bankası Kurtuluş Şubesi, Kodu: 1032 Hesap Kodu: 498561web adresi: www.safakguzeller.comUNİTİMSAH’a bir özür...ardeşin kardeşe kırdırıldığı yıllarda; benim ergenliğimi ve gençliğimi tarumar eden o karanlık zamanlarda sık sık işçi, memur ve öğrenci eylemleri yapılırdı. Bu tür eylemler genellikle masumane isteklerle başlardı. İş, aş, eşitlik, özgürlük, hakça düzen, adaletli gelir dağılımı vs. Belli bir nizam ve disiplin içinde başlayan yürüyüşlerde kısa bir süre sonra radikal eğilimli örgütlere mensup bir kaç kişi koşa koşa gelir, bir grubun önüne geçerek ellerindeki pankartı açardı. Sözkonusu pankartı gören, o grubu, o örgütün mensubu olarak kabul ederdi. Başta güvenlik güçleri olmak üzere... Bu şekilde hayatı kayan nice insanlar vardı.Ben de buna benzer bir yanılgının içinde oldum, iki hafta önce oynanan Antalyaspor-Bursaspor maçında. Malumunuz, o maçtan sonra yazdığım yazıda İstiklal Marşı okunurken iki takım taraftarının küfürleşmesinden sözetmiştim. Bu saygısızlıkta iki taraftar grubunun ismini vermiştim. Bunlardan biri, UNİTİMSAH’dı (Üniversiteli Bursasporlular Birliği). Çok sayıda eleştiri aldım. Büyük çoğunluğu düzeyli eleştirilerdi. Hepsine cevap vermeye çalıştım. Attıkları maillerde kendileri hakkında beni aydınlattılar. Holigan grubu değil, bir düşünce platformu olduklarının altını çizdiler. İlkelerini gönderdiler. İkna oldum. Benim onların adını vermem, tribünün yanına asılan büyük pankart nedeniyleydi. Oysa orada UNİTİMSAH’ın dışında mutlaka pek çok gruba mensup taraftarlar da vardır. Ve ben işlenen suçu sadece UNİTİMSAH’a mal ettim. Haksızlık yaptım. Hepsinden özür diler, ilkelerine sıkı sıkıya sarılmalarını temenni ederim.

05 Ekim 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Neresinden tutsan...‘’

Sabah minderde rakibinin karşısında orlon yumağı gibi olan güreşçilerin akşam disko barda nasıl aslana (!) döndüğünü görünce kısa süreli bir şok geçirdim. Mübarekler kazanova gibiydiler! Ellerinden uçanla kaçan kurtulamıyordu! Belli ki stres atıyorlardı! Üzüntülerini bu şekilde gidermeyi tercih etmişlerdi! Üstelik üstlerinde göğüsleri Ay-Yıldızlı milli formayla... Ama daha göreceklerim varmış.Sporcu pazarlık yapıyor, başkan ayakta uyuyor!Minderde sıfır çekerek tarihinin en başarısız sonuçlarından birini alan bir milli takım sporcusunun normalde utancından odasına kapanıp kimseyle görüşmemesini beklersiniz, değil mi? O zaman boşuna beklersiniz. Şampiyonayı takip eden bir kaç gazeteci olarak federasyon başkanı Recai Ustaoğlu ile birlikte bir Türk restaurantında yediğimiz yemekten sonra yürüyoruz. Kafilenin kaldığı otelin önüne geldik. Otelin karşı kaldırımındayız. Başkanı uğurlayıp biz de gideceğiz. Birden dikkatimi bir şey çekti. Genç bir adam iki Çinli fahişeyle pazarlık yapıyor. Arkası dönük. Biraz ilerledik. Fahişelerle birlikte bize doğru döndü. Dönmesiyle dumura uğramam bir oldu. Güreşçilerimizden biriydi. O bizi ya hiç görmedi, ya da umursamadı. Pazarlığa devam etti. Başkan yanımızdan ayrıldı. Söz konusu üçlünün bulunduğu yöne doğru gitti. Yanlarından geçti. Üst geçidin merdivenlerini tırmanarak gözden kayboldu. Olanları görmedi. Başkan otel odasının kapısından içeri girerken milli güreşçi üst geçit merdivenlerinde pazarlığa devam ediyordu. O utanmasa bile ben utandım. Döndüm arkamı gittim.Bu iki rezaletin kahramanı Murat Gençtürk ile Mustafa Kuyucu isimli iki güreşçi. Takımın en gençleri. İlk kez milli takıma giriyorlar. Üstelik Güreş Federasyonu tarafından Dağıstan’dan getirilerek Türk yapılan iki güreşçiyi yenip milli takıma giren sporcular bunlar. İstikbal vaadediyorlar anlayacağınız!Serbestçiler Dağıstanlı hocaya kazan kaldırmışSerbest dedik, devam edelim... Recep Kara bronz maçı yapıyor. Son saniyelere girilmiş. Rakibi bizimkinin ayağını bağlıyor. Kara kurtuluyor. Biz de seviniyoruz, maçı aldı diye. Ancak akabinde, rakibinin hafif bir itmesiyle Recep Kara mindere uzanıyor. Rakibi arkasına geçiyor, bir puanı alıyor ve maçı kazanıyor. Recep hâlâ yerde. Kalkamıyor. Antrenörü bağırıyor, ‘kalk kalk’ diye. Nihayet zar zor doğruluyor. Kenara geliyor. Antrenörü iki tokat atıyor, kendine gelmesi için. Belli ki şokta. Soyunma odasına gidiyor. Uzanıyor yere. Dili iki karış dışarıda. Yorgunluktan bitap düşmüş. Bir müddet kalıyor orada. Varın, takımın kondisyon olarak ne halde olduğunu siz hesaplayın artık. Sözünü ettiğimiz Recep Kara, Dünya 5.’si olarak takım içinde en başarılı sonucu alan sporcu. Üstelik Kırkpınar Başpelivanı. Yani takımın en dayanıklı olanı! Dağıstan’dan bir hoca getiriliyor. Ortalıkta gören yok. Kafile dışı Çin’e gelen antrenörler minderin kenarında taktik veriyor, ama o yok! Meğer çoktan sıtkı sıyrılmış Dağıstanlı hocanın. Çünkü istenmiyor. Kendisini takan yok. Kampta güreşçilere antrenman dahi yaptıramadığını duyuyoruz. Çok yoruluyorlarmış, isyan ediyorlarmış. Tahminim, ilk fırsatta kaçacak Türkiye’den. Taktik deyince aklıma Tevfik Odabaşı’nın yenildiği maç geldi. Kenarda asıl antrenörün dışında altı kişi daha var. Kimi antrenör, kimi sporcu. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi tut, diyor, kimi bırakma! Kimi saldır diyor, kimi savun! Sporcu allak bullak. Maç bitiyor. Tevfik yeniliyor. İner inmez hepsine fırçayı basıveriyor. ‘Kimin ne dediği belli değil, ben hanginizin söylediğini yapacağımı şaşırdım’ diye feryat ediyor, Avrupa Şampiyonu unvanlı güreşçimiz. Güreş müsabakası mı izledik, at yarışı mı, anlayamadık!Grekoromen takımında korkunç gruplaşmaDevam edelim... Bu yazacağım iki takım için de geçerli. Müsabakasını bitiren alışverişe koşuyor. Diğer ülke sporcularına bakıyorsunuz, hepsi salonda. Ya takım arkadaşlarını destekliyorlar, ya da kendi olası rakiplerini izliyorlar. Bizimkilerin böylesi bir dayanışma duygusu olmadığı gibi, rakip izlemeye ihtiyaçları da yok. Nasıl olsa yenilecekler! Hepsi sanki ithalatçı firma! Devlet onları ülke ekonomosine katkı yapsınlar diye Çin’e göndermiş! Grekoromen Milli Takımı, şu anda dünyanın en iyi takımı. Zaten şampiyon olarak bunu kanıtladılar. Bu takım, doğru çalıştırılır, doğru yönlendirilir ve gününde de olursa bir şampiyonadan 7 altın madalya bile çıkarabilir. Zaten bu şampiyonada 5 altın madalyayı küçük nüanslarla kaçırdılar. Gelgelelim, Türkiye’nin medar-ı iftiharı olması gereken bu takım paramparça. Gruplara bölünmüş. 7 kişi aralarında bir kaç grup oluşturmuş. Birbirlerine selam vermeyen güreşçiler var. Sevmediği güreşçi müsabaka yaparken, seyretmemek için dışarı çıkanlar oluyor. Çekememezlik, kıskançlık almış başını gidiyor. Ve hepsi ayrı telden çalıyor. Kimi Hamza’yı istemiyor, kimi Şeref’i... Kimi antrenörleri, kimi de federasyon başkanını... İstemeyen istemeyene... Dünya şampiyonu oldukları günün akşamı çıkıp bazı gazetecilerin kulağına fısıldayarak, ‘Biz Hamza’yı aforoz ediyoruz’ bile diyebiliyorlar. Aforoz ettikleri adam, Dünya’nın gelmiş geçmiş en iyi iki güreşçisinden biri. Onun posterlerini odalarına asmaları gerekirken, reva gördükleri davranış bu: ‘Biz Hamza’yı azlettik!’ Olur beyefendiler! Güreş milli takımı mı, yeniçeri ocağı mı belli değil.Çin’de kurulan seçim pazarı!Ama balık baştan kokuyor. İki yıldır federasyon başkanlığı yapan Recai Ustaoğlu’nun gerek güreşçiler, gerek teknik heyet, gerekse camia üzerinde hiç bir otoritesi yok. Bir meslektaşım onun için aynen şöyle söyledi: “Çok iyi bir insan, gelsin benim ikinci babam olsun, ama federasyon başkanı olmasın!” Camia içinde de bu şekilde düşünenler çoğunlukta. Başkan bütün bunların farkında değil mi, yoksa farkında değil gibi mi davranıyor, bilemiyorum. Çünkü o, önümüzdeki aylarda yapılacak seçimi nasıl kazanacağının hesabını yapıyor şimdiden. 21 kulüp başkanını toplamış Çin’e getirmiş. Başkanları gezdiriyor, yediriyor, içiriyor, kafalıyor. Şampiyona seçim kulisi için iyi bir fırsat olmuş. Arada vakit bulursa müsabaka seyrediyor Sayın Başkan! Bir tek Serbest Güreş Milli Takımı’na 6 sporcu veren Amasya Şekerspor’dan kimseyi çağırmamış. Çünkü o kulüp, rakibi Mahmut Demir’in kulübü! Başkanları hangi parayla getirdiği ise muamma. Sayın Başkan’a paranın kaynağını sordum. Sponsor bulduğunu söyledi. Sporculara bulunamayan sponsorlar, nedense seçim gezisine bulunabiliyor! Bir kişinin maliyeti yaklaşık 2 bin Euro. 21 kişi eder 42 bin Euro. O parayla altyapıdaki bir kaç sporcuya malzeme alınsa, ya da burs filan verilse fena mı olur? Olur! Çünkü o sporcuların kullanacağı oyu yok! Ata sporu ağır hasta, a dostlar...

01 Ekim 2006, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Firavunun laneti!‘’

Türk sporunun altın çocuğu Hamza Yerlikaya, bütün bunları dün bir kaç saat içinde yaşadı. Güreş dünyasının, büyük bir merakla beklediği hesaplaşma nihayet Guangzhou’da gerçekleşti. Hamza, kuranın azizliğine uğrayarak son yılların flaş ismi, Atina 2004’ün altın adamı Mısırlı İbrahim Karam’la daha ilk turda karşılaştığında herkesi bir stres ve heyecan bastı. Daha önceki şampiyonalarda rakipleriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan Mısırlı’ya karşı büyük bir taktik mücadelesi veren Hamza bu müsabakadan galip ayrıldığında tribündeki bizlerin bütün enerjisi boşalmıştı. Şahsen benim korkum, Hamza’nın da bizim gibi enerjisini bu maçta boşaltmasıydı. Nitekim öyle olduğunu ilerleyen maçlarda gördük. Kazak güreşçiyi de neredeyse mücadele etmeden geçen Yerlikaya, yüz kere maç yapsa tümünde yeneceği Çek sporcu karşısında gerekli hırs ve motivasyondan yoksundu. Buna rağmen rakibine ilk periyotta 4-0’lık üstünlük sağlayan güreşçimiz, ikinci periyodun sonlarında inanılmaz bir hata yaptı. Maçı uzatmaya götürmek istemeyen Hamza riskli bir oyuna girince bir anlık dalgınlığı sonucu kontratak yedi. Ardından da köprüye geldi. Ve ne yazık ki, klasına yakışmayacak şekilde köprüden çıkamadı ve tuş oldu. Repesaj ile bronz maçlarındaki hırsını ve Çek sporcudan daha iyi olan rakiplerini hallaç pamuğu gibi attığını görünce, doğrusu hepimiz kahrolduk. Bir altın ancak böyle pisi pisine kaçar. Üstelik 1 milyon dolara yerine transfer edilmek istenen Mısırlı’yı yenmenin keyfini çıkaramamak da cabası...Nazmi’ye gelince... 1999’da Atina’da kürsüye çıkan Nazmi uzun süredir aynı sıklette olduğu Hamza’nın gölgesinde kalmıştı. Hamza bir üst kiloya çıkınca iki yıldır fırsat buldu. Bu şampiyonanın en flaş sporcusuydu. Finale kadar rakiplerini eze eze yendi. Altın madalyayı 7 yıl aradan sonra tekrar boynuna geçirmek üzereydi ki, bir başka Mısırlı da onun kaderini belirledi. Bunda kendisinin de suçu vardı. Çünkü fırsat iki kez ayağına geldi değerlendiremedi.Vuslat başka bahara artık...

27 Eylül 2006, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI