‘’Futbol ölüyor!‘’
25 bin kişilik statta toplasan bin seyirci ya var ya yok. Sanki refah toplumu olmuşuz da, futbolu avam kitlelerin sporu olarak algılamışız ve itibar etmemişiz gibi! Bu ülkede futbolla yatıp, futbolla kalkan milyonlarca insan olduğu gerçeğiyle tezat bir görüntüydü, 19 Mayıs Stadı’ndaki manzara...Aslında sahadaki futbola bakınca, insanın aklına “Neden gelsinler ki?” sorusu da takılmıyor değil... Teşbihte hata olmaz derler, hani bir laf vardır, “İki yiğit çıkmış meydane, ikisi de birbirinden merdane” misali... Maçın özeti; her iki takım adına da rekor sayıda top kaybı, yere yatıp kalkmayan futbolcular, sık sık duran oyun, kargalara çekilen şutlar, aleyhte her hakem kararına yapılan itirazlar, komik penaltılar, kasti fauller vs... Son Avrupa Şampiyonası’nın ardından giderek yükselen bir trend var: Savunma futbolu. Bu futbol anlayışını en iyi uygulayıp başarıya ulaşan Yunanistan ve İtalya, teknik direktörlerimiz için gerçekten kötü örnek oldu. İlk iki haftada atılan 36 gol bunun en açık göstergesi. O gollerin 13’ü ise Fenerbahçe ve Galatasaray’a ait. Anadolu takımlarının başındaki teknik adamlar, sahaya yenilmemek için çıkıyor. Ve çoğunlukla da yenilmiyorlar! Ama yenemiyorlar da... Sanırım bu, antrenörlerin koltuklarını sağlama alma stratejisi... Kimse, “Dün gece dört gol atılmış, sen neler anlatıyorsun” demesin. Atılan iki gol, bize göre ucuz çalan penaltı düdükleri sonrası. Diğer goller de, sahada futbolcuya benzeyen iki-üç adamın ürünüydü. Kalanı itiş-kakış.Maçta benim aklımda kalan iki pozisyondan biri Timuçin’in şık golü, diğeri ise, Die’nin yaptığı fauldü! Fildişi Sahilli futbolcu maçın ikinci yarısında bir top kapma mücadelesi sırasında Mehmet Yılmaz’ın ayağına bastı. Ankarasporlu oyuncu, bir anda yere yığılırken, hakem Tolga Özkalfa, devam işareti verdi. Ancak Die oynamak yerine, top daha ayağındayken, geldi Mehmet Yılmaz’dan özür diledi. Ardından da topu dışarı attı. Hakeme de gidip faul yaptığını söyledi. Doğrusu, bu davranış, sahalarımızda pek rastlamadığımız türden bir Fair-Play hareketiydi. Bir paragraf da Cenk’e... Golcü oyuncu dün ilk 18’de yoktu. Geçen hafta da yedekti. Hocası Mustafa Uğur’la arasında problem varmış, aldığımız bilgilere göre... Tipik bir Türk mantalitesi. Biraz palazlanan futbolcu, derhal krallığını ilan ediyor. Ya da az buçuk başarılı olan teknik direktör, yıldız oyuncusuyla hemen didişiveriyor. Hangisi olduğunu ileride görürüz. Ama bu savaşı Mustafa hoca kaybeder gibime geliyor.
‘’Arka Bahçe‘’
Toroğlu’nun ‘yarı ölü’leri!Açık söyleyeyim, Erman Toroğlu’nu hiç bir zaman ciddiye almadım. Ne yaptığı yorumları, ne sivri çıkışları, ne gafları, ne de patavatsızlığı beni zerre kadar ilgilendirmedi. Bu köşede, bir kez hariç (TBMM tutanaklarına geçen ifadesi) adını anma gereği duymadım. Onun söylediklerinin peşine takılma lüzumunu hissetmedim. Toplumda bu kadar kabul görmesinin, fikirlerinin tartışma yaratmasının sebebi, Türk halkının ortalamasını temsil etmesidir. Onu popüler figür haline getiren avam duruşudur. Onun toplum sözcüsü olarak algılanmasının nedeni, çoğumuzun yüksek sesle söylemek istediği, ancak bunu yapacak cesareti bulamadığı söylemleri dile getirmesidir. Bizde olmayan cesaretini de, ekran şöhretine ve program öncesi attığı bir kaç kadeh viskiye borçludur. Aslında Toroğlu gerçeği; doğru bildiklerini açıklamasından ziyade, kendisini daha popüler kılacak söylemleri tercih etmesidir. Bir taktik ustasıdır kendisi. Buna karşın kötü bir tuluat sanatçısıdır. Birilerini aşağılarken, bedeni geriye doğru kasılır, ilgi çekip çekmediğini anlamak için, küçülttüğü gözbebekleri yuvalarında fıldır fıldır döner, oraya buraya kaçamak bakışlar fırlatır. Tipik bir taşra kurnazıdır. Kullandığı dil zalimdir. Avına karşı, -ki genelikle hakemler- acımasızdır. Eleştirdiği insanı incitmekten, rencide etmekten, hiç bir zaman imtina etmez. Eleştirmekten ziyade yoketmektir amacı. Hedef aldığı insanı bitirene kadar üstüne gider. Hayat onun için siyahla beyazdan ibarettir. Ve doğru tektir ona göre, tüm faşistlerde olduğu gibi... Bilirsiniz, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök hakkında geçtiğimiz günlerde bir açıklama yaptı. Tam da istediği gibi, hedefi on ikiden vurdu bir kez daha. Günlerce konuşuldu, tartışıldı. Koca koca, kerli ferli adamlar ona cevap yetiştirmeye çalıştı. Hatta İngiliz The Guardian Gazetesi’ne bile malzeme oldu. Stratejik zekası bu sefer de işe yaramış, yine gündeme oturmuştu. Lakin, TESYEV Başkanı Yavuz Kocaömer dışında çoğumuzun dikkatinden kaçan ağır bir gaf daha yapmıştı, kavuksuz hocamız... Sahip çıktığı gaziler için ‘yarı ölüler’ ifadesini kullanmıştı. Ağzından çıkanı kulağı duymadığı için Hürriyet’deki köşesinde sözlerinin arkasında olduğunu ilan etmişti. Bu, severken öldürmektir. Sözde bir acıma hissiyle, haklarını savunduğu insanları aşağılamaktır. Onlara, kıyıcı bir kibirle tepeden bakmaktır. Onları bizden ayırmak, ötekileştirmektir. Güneydoğu gerçeği, on yıllardır bu ülkenin en büyük kanayan yarasıdır. Orada savaşıp, bedeninin bir parçasını cephede bırakarak, paramparça olmuş ruhlarıyla evlerine dönen gaziler, zaten yeterli psikolojik destekten yoksun olduğu için topluma adapte olmakta zorlanmaktadır. Çoğu sahipsiz, kaderleriyle başbaşadır. Çeşitli sivil toplum örgütleri ile spor kurumlarının el uzatmasıyla sanatsal ve sportif etkinliklerde bulunarak, yaşadıkları ağır travmayı atlatmaya çalışmaktadırlar. Psikolojileri bu kadar hassas bir seyir izlerken, gaziler hakkında ‘yarı ölüler’ şeklinde gaddar bir benzetmede bulunmanın, ne yorumculukla, ne spor adamlığıyla, ne spor yazarlığıyla, ne de insanlıkla bağdaşır yönü yoktur.Gazilere ve onların ailelerine bir özür borcu olan Toroğlu’nun, böyle bir davranışta bulunmasını istemek saflık olur. Kendi jargonunu terketmesini beklemek de abesle iştigaldir. Ona tepki göstermenin de anlamı yok. Çünkü istediği o zaten. Ne kadar tepki, o kadar şöhret...En iyisi, bırakın kendi narsizminde boğulsun. Zira her narsistin, kendini atacağı bir göl mutlaka bulunur!..Halterin neden yerde süründüğünün resmidirHani, hep şikayet ederiz ya, ‘spora siyaset karışıyor’ diye... Yazarız, çizeriz, eleştiririz. Saf saf çağrıda bulunuruz, siyaset esnafı ile sözde spor yöneticilerine: ‘Siyaset spordan elini çeksin!’ Olur!Sizi bilmem ama, ben o Türkiye gerçeğinin farkında olmayan iyimser spor yazarları ile sporseverlerden değilim. Siyasetle spor kıyamete kadar içiçe olacak. Çünkü ikisi birbirinden besleniyor. Sporcu ya da spor adamı sırtını siyasete dayıyor ve basamak atlıyor, politikacı da sporu seçim malzemesi yapıyor. Türkiye’nin her tarafının kullanılmayan, inşaası yarım kalan spor tesisi enkazıyla dolu olduğunu bilmeyen yok. Bin 500 kişilik kasabaya 5 bin kişilik spor salonu yapmaya kalkan politikacı, hangi ülkenin siyasetçisi?Türkiye’de sporun gelişiminin önündeki en büyük engeldir, bu çarpık yapı. Siyasetin, spora verdiği zararın en somut örneği; halterdir, hepimizin malümü...Kısa zamanda iki seçim yaşayan halterin genel kurullarında siyasi partiler fink attı. Sonuçta iktidarın desteklediği aday seçildi. Yeni yönetimin ikinci adamı da Naim Süleymanoğlu oldu. Hani, şu efsane sporcumuz. Milli takımlar ona teslim edildi. Onun da ilk işi, Tekir Yaylası’na gidip arkasındaki siyasi gücün liderinin elini öpmek oldu. Bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sporcularından biri olduğunu unutarak, gazetelere böylesi bir poz vermekten çekinmedi. Şimdi siyaset mi, spordan elini çekmiyor, spor mu siyasetten? Hangisi?Yumurta-tavuk misali... Son nokta: Biri olmadan, diğeri olmaz, ve bu ülkede hiç bir branşın sırtı yerden kalkmaz.
‘’Şipşak golcü!‘’
Kayseri Atatürk Stadı’nın tribünlerini dolduran bir kaç bin seyircinin Gökmen’i kalblerine gömmesinin ardından başlayan maçta, Erciyesspor geçen haftaki hezimetin şokunu henüz üzerinden atamamış bir görüntü sergiliyordu, ilk 45 dakika içinde... Bursaspor bu devrenin mutlak hakimiydi. Tel tel dökülen Erciyes savunmasının üzerine bir kabus gibi çöktüler. Özellikle Hasan ve Veli ile sağ kanattan çok etkili oldular. Bu ikili, Erciyesspor’un sol tarafını adeta felç etti. Etkili kanat bindirmeleri yaptılar. Ceza sahasına yaptıkları sayısız ortayı forvet oyuncuları beceriksizce harcadı. Kalesinde gördüğü çok sayıda pozisyonun yanısıra rakip kaleye gitmekte de zorlanan Erciyesspor, ilk atağında golü buldu. Hani klişe bir laf vardır ya, “Atamayana atarlar” misali...Ancak Bursa, bu gole cevap vermekte gecikmedi. Yine sağdan gelişen bir atakta Burak bu kez zor pozisyonda olmasına rağmen, fileleri havalandırdı. İlk yarının 1-3 veya 1-4 konuk takım lehine bitmesi işten bile değildi. Ne var ki futbolun adaleti tecelli etmedi ve devre berabere sonuçlandı. İkinci yarıda Erciyesspor oyunda dengeyi sağladı. Ancak gol pozisyonlarına giren taraf yine Bursaspor’du. Cumhur’un yakın mesafeden kaçırdığı kafa golünün ardından, neden kulubüde oturduğunu bir türlü anlayamadığım Cenk İşler, oyuna girmesinin üzerinden henüz bir dakika geçtikten sonra buluştuğu ilk topu rakip ağlara bırakıverdi. Bazı futbolcular gerçekten özeldir. Cenk de bunlardan biri. Umarım hocasıyla arasında bir problem yoktur. Golden sonra Bursa oyundan iyice düştü. Frasineau’nun oyundan alınmasıyla da etkisini tamamen yitirdi. Rumen oyuncunun yerine Egemen’i oyuna alan Raşit Çetiner’in bu değişiklikte ne düşündüğünü doğrusu anlayamadım. Hakem M.Fatih Gökçe, Erciyes’in ikinci golünde hatalı bayrak kaldıran yardımcısının yanlışına uymayarak maçın çığırından çıkmasını önledi. Her ne kadar maç boyu Erciyes seyircisine yaranamasa da...
‘’Arka Bahçe‘’
Mahşerin üç atlısı!Bu dünyaya geliş amacımız yüzyıllardır sorgulanır; din adamları, filozoflar, bilim insanları tarafından... Bazen ve nadiren de kişi, kendi kendine yapar varlığının muhasebesini. Cevabı bulunamayan sorular zihinlerde rakseder. On binlerce kitap yazılır ve okunur, ‘ben neyim, kimim, neden varım, nasıl oldum, nereden geldim, nereye gideceğim’ gibi basit görünümlü, ama cevabı imkansız sorular silsilesi üzerine... Dönüşü olmayan bir yola çıkmak gibidir bütün bunlara yanıt aramak. Ne var ki, bu yolculuk kaçınılmazdır. En azından bazılarımız için...Aslında insanoğlunun varlığı iki temel çelişki üzerinde düğümlenir: Bir şey olmak, ya da varolmak. Günümüzde hemen hemen tüm kültürlerde birey, yetişkinliğe adım attığı andan itibaren bir statü peşinde koşar. Kişinin elde etmek istediği statü, genellikle gözde bir meslek, para ve şöhretle özdeşleşir. Yeterince donanımı, ihtirası ve şansı olanlar arzu ettikleri toplumsal statüye kavuşurlar. İşte asıl sorun da ondan sonra başlar. Bir şeylere sahip olmakla insan varolabilir mi? Elbette olabilir. Yeter ki insan, her ikisini birden taşıyabilecek altyapı ve olgunluğa sahip olsun. Bir statüye sahip olmak, varoluşun önüne geçmez. Ama bunu başarmak öylesine zordur ki... Özellikle de bizim gibi düşük yoğunluklu eğitimin hüküm sürdüğü toplumlarda... Bugün ülkemizde bir statüye sahip olmanın en kestirme yollarından biri, büyük kulüplerde futbol oynamaktan geçiyor. Hele biraz da eli ayağı düzgün bir futbol oynayabiliyorsanız... Her Allah’ın günü gazete ve televizyonlarda isminiz, cisminiz çıkıyor. Şöhret merdivenlerini hızla tırmanıyorsunuz. İnsanlığa verdiği üstün hizmetlerle, geleceğe bıraktığı eserleriyle, keşif ve icatlarıyla dünya literatüründe yer alan bilim insanlarımızı sokakta hiç kimse tanıyamıyor, ama birer popüler figür haline gelen alelade bir futbolcu, çevresi hayran kitlesi tarafından sarıldığı için yolda yürüyemeyebiliyor. Her yerde itibar görüyorsunuz. Bütün kapılar ardına kadar açılıyor. Gelgelelim, ‘yıldız futbolcu’ diye adlandırdığımız bu zümre, toplumsal bir statüye sahip olurken, aynı zamanda varolabiliyorlar mı? Kimi ve çok azı bunu başarabiliyor. Zaten toplum her zaman onları bağrına basıyor, önlerinde saygıyla eğiliyor. İsimleri altın yaldızlı harflerle tarihe yazılıyor. Lakin kimileri de var ki, statüleri arttıkça, kendileri biraz daha azalıyor. Toplum sırtlarını tapışladıkça onlar gemi azıya alıyor. Şımarıklığın ve küstahlığın sınırlarını zorluyorlar. Her türlü kavganın, çirkefin içinde onları görebiliyorsunuz. Sahada rakip futbolcu ve seyirciyle, onlar olmazsa kendi arkadaşlarıyla, onlar da olmazsa birbirleriyle kavga ediyorlar. Sürekli bir itişmenin, dalaşmanın, küfürleşmenin içindeler. Barışçıl olmayı sünepelik addediyorlar. Bu tip oyunculardan hemen her takımda mevcut. Ama Üç Büyükler’de iseniz atacağınız her adıma dikkat edeceksiniz. Toplumun gözünün üzerinizde olduğunu bir an bile aklınızdan çıkarmayacaksınız. Siz sadece formasını giydiğiniz kulübe değil, tüm Türkiye’ye aitsiniz. Zira Milli Takım’ın da değişmez oyuncularındansınız. Sözüm size, Hasan Şaş, Necati Ateş ve Ayhan Akman kardeşlerim...Çünkü sizin adınızı formalarına yazan, gönüllerine kazıyan, rüyalarında sizinle yaşayan, sizinle ağlayan, sizinle gülen, sizin gibi olmak için can atan çocuklar var bu ülkede. Onlara bunu yapamazsınız. Sahada mahalle kabadayası gibi birbirinizle hırlaşamazsınız. Rakip futbolculara, hakemlere çirkin davranışlarda bulunamazsınız. Kendi antrenörünüze küfür edemezsiniz. Milli maç akşamı fuhuş organizasyonlarında yer alamazsınız. Altyapıdan gelen genç futbolcuları azarlayamazsınız. İnsanları, hatta kendi taraftarınızı dahi Galatasaray’dan soğutamazsınız. Sahaya nefret tohumlarını ekemezsiniz. Bilirsiniz, klasik bir laf vardır: Zirveye çıkmak değil, önemli olan orada kalmaktır. Zirvede kalmanın ise tek yolu vardır: Bir şey olmak değil, varolabilmek. Vakit henüz geçmiş değil. Önünüzde daha zaman var; ‘ben neyim, kimim, neredeyim, ne yapıyorum’ diye varlığınızı sorgulayabilmeniz için. Yaptınız, yaptınız...Aksi takdirde karanlıkta aniden kayan bir yıldız gibi boşlukta kayboluverirsiniz. Sonsuza kadar...
‘’Bu sıcakta bu kadar‘’
Geçen yıl son hafta aldıkları puanlarla kümede kalmayı başaran iki takımın ligin ilk maçında karşılaşması fikstürün bir azizliğiydi. Ev sahibi ekipte Zenga’nın gelişiyle oyun sisteminden futbolcu kadrosuna kadar bir çok değişiklik yaşanmış. Ancak sahaya yansıyan görüntü, geçen yıldan farklı değil. Pozisyona girmekte zorlanıyorlar, kolay pozisyon veriyorlar. Yeni yabancılardan Diawara süratli ve etkili bir forvet görüntüsü çizmesine karşın, üretken olamadı. Zurita ve Drincic topla iyi, ancak final paslarında başarılı değldiler. Antep, Lazarov’u bu sezon çok arayacağa benziyor. Denizlispor’da ise her şey Yusuf’a bağlı. Tecrübeli oyuncu gününde olursa, her maça ortak olabilirler. Tıpkı dün gece olduğu gibi. İkinci yarının başından itibaren Yusuf’un organizatörlüğünde atak üstünlüğünü eline geçiren konuk takım, 46’da oyuna oyuna giren Adriano’nun da forvete hareket getirmesiyle beraberlik golünü çabuk buldu. Ardından da galibiyeti getirecek pozisyonlara girmelerine rağmen, değerlendiremediler.Maçın hakkı beraberlikti, fakat hakem Hüseyin Göçek bunu bozmak istercesine son derece komik kartlar çıkardı. Rakip oyuncu yerde yatarken, topu taca atan Mustafa Keçeli’ye vakit çaldığı gerekçesiyle sarı çıkardı, bir kaç dakika sonra da aynı oyuncunun elle teması sonrası kırmızıya başvurdu. Birinci kart gerçekten şaşırtıcıydı. İkincisi ise ucuz... Seyirci sıcağa rağmen, tribünleri doldurdu. Maçın başında İsrail’e gösterilen tepki, Türkiye’de giderek tırmanan yahudi düşmanlığının bir tezahürüydü. Ne de olsa, futbol hayatın, hayat da futbolun bir parçası. İnsan maç seyretmeye de gelse, televizyonlara ve gazetelere yansıyan bebek ölülerini unutamıyor işte...
‘’Safkan Hakan!‘’
Ankaraspor, ligin başlamasına bir kaç gün kala Musa Büyük, Tita gibi kontratağa yatkın hızlı ve çabuk oyuncuları elinden çıkardı. Oysa Aykut Kocaman’ın oyun şablonuna son derece uygundular. Genç teknik adamın elinde bu formatta bir tek Jaba vardı. O da dün gece yeterince etkili olamadı. Bence Galatasaray’ın risk aldığı bölümlerde gidenleri çok aradı Ankaraspor. * * *Son söz kaleci Hakan Arıkan için elbette: Kocaelispor’da yıldızı parlayan genç kaleci geçen yıl Dört Büyükler’in listesindeydi. Nitekim Beşiktaş’la ön protokol imzaladı. Ne var ki Rıza Çalımbay tarafından yetersiz bulundu ve gönderildi. Belki de menaceri yetersizdi! Kimbilir! Ankaraspor’da da Dünya Kupası oynamış iki kalecinin arkasında kaldı. Sezon öncesi ikisinin de bileti kesilince ona şans doğdu. O da dün gece bunu çok iyi değerlendirdi. Ve içimizdeki yeteneklerin yıllarca orda burda nasıl heba edildiğini bir kez daha belgeledi.
‘’Arka Bahçe‘’
Şimdi ben size ne desem boşÇünkü sizin alışkanlıklarınızın ne denli güçlü, vazgeçilmez olduğunun; ve sizlerin bir pehlivan kispeti gibi ruhunuza geçirdiğiniz kötü huylarınızı terketmemekte ne kadar kararlı, inatçı davrandığınızın farkındayım. Yani sizi iyi tanıdım! Toplumsal hayatımızın hangi alanında değiştiniz ki, sporda değişesiniz. Neyi dönüştürdünüz ki, kendinizi dönüştüresiniz. Tekrar tekrar hatırlatılmasına, ‘yapmayın, etmeyin’ denmesine rağmen, yine düğünlerde silah sıkarak can almaya devam etmiyor musunuz? Alkollü araç kullanmaktan hiç vazgeçtiğiniz oldu mu? Töre diye kendi ciğer parelerinizi acımasızca, vahşice bu dünyadan koparmayı sürdürmüyor musunuz? Sizleri hep kandıran, arkadan vuran, yaşadığınız hayatı zehir eden, çocuklarınızın geleceğini karartan politikacıları tekrar tekrar seçmiyor musunuz? Çağdaş dünya insan hayatının kalitesinin arttırılması için bilim ve teknolojiyi seferber etmişken, yeni dünyalar keşfetmek için uzayın derinliklerine gitmeye hazırlanırken, sizler hala hurafelerle, kör inançlarla yaşamınıza yön vermeye çalışmıyor musunuz?Nicedir, birbirinizin haklarına tecavüz etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmediniz mi?Gerek siyasi, gerek ticari, gerekse sportif ilişkilerinizde birbirinizi kandırmayı, ayağınızı kaydırmayı, gözünüzü oymayı, çelme takmayı, riyakarlığı marifet olarak görmüyor musunuz? İhmal adı altında ülkenin her yerine tuzaklar kurarak bedava ölümlere davetiye çıkarmayı, ardından da ‘kader’ diyerek sorumluluğu üzerinizden atmayı, vicdanınızı rahatlatmayı bir düstur olarak benimsemiyor musunuz?O halde...Bir kaç gün sonra merhaba diyeceğimiz yeni futbol sezonunda bir şeylerin değişeceğini umarak, temenni ederek kendimi kandırmaya devam mı etmeliyim?Biliyorum ki, taraftar kisvesi içinde yine tribünlerde birbirinizin gırtlağını sıkacaksınız, en aşağılık küfürleri edeceksiniz, en rezil pankartları asacaksınız; futbolcu forması giyerek yine sahada birbirinize acımasızca tekme atacaksınız, hakemi kandırmaya çalışacaksınız; yönetici sıfatıyla yine seyirciyi provoke edeceksiniz, rakiplerinizi aşağılayacaksınız, yangına körükle gideceksiniz, teşvik primi vermeye devam edeceksiniz; hakem görüntüsü altında yine bir taraftan alıp, diğerine vereceksiniz, sonra da ‘biz de insanız, hata yaparız’ gerekçesine sığınacaksınız; federasyon yetkilisi titriyle yine olan bitene seyirci kalacaksınız, görmezden geleceksiniz, ardında da çeşitli içi boş yaldızlı laflarla aczinizi kamufle etmeye çalışacaksınız; tüm spor camiası olarak yine şikeye ve her türlü kirli ilişkilere karşı sessiz kalacaksınız, çöpü hep halının altına süpüreceksiniz, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ felsefesini uygulayacaksınız. O nedenle, ‘temiz lig, temiz futbol’ gibi safça hayaller peşinde koşmayacağım. Size ne sözün, ne yazının tesir edeceğini sanmıyorum. Bunun boşa kürek çekmek olduğunu biliyorum. Geçmişten bugüne sıkı sıkıya sarıldığınız gelenek, görenek ve alışkanlıklarınızın yeni sezonda da devam edeceğine eminim. Almanya’da açtığınız pankartla bundan önceki sezonların bir tekrarını daha yaşayacağımızı hepimizin gözünün içine soktunuz. Size laf anlatmaya çalışarak zamanımı boşa harcamayacağım. Bütün iyi dileklerimi kendime ve toplumun kıyısında köşesinde kalmış, çevresini saran pespayelikler, barbarlıklar nedeniyle acı çeken bir avuç uygar memleketliye saklayacağım.Daha fazla uzatmak gereksiz.İyisi mi siz, kalın kendi ilkelliklerinizin doruklarında, düşmanlıklarınızla başbaşa...Transfer hatalarının bedelini kim ödüyor?Her sezon öncesi, özellikle dört büyüklerin başı göndermek istedikleri futbolcularla derde girer. Atsalar atamazlar, satsalar satamazlar. Yüksek tazminatları nedeniyle gönderemedikleri futbolcuların bir an önce kulüp bulması için dua ederler, hatta bizzat girişimlerde bulunurlar. Sonuçta istenmeyen futbolcu, bir şekilde ülkemizi terkeder gider, ardında kabarık bir banka hesabı bırakarak...Olan, o kulübün hassas mali yapısına olur. Zaten borç içinde yüzen kulüpler, bir kaç milyon dolar ya da euro daha zarara girer. Dünyanın her yerinde bir şirketi zarara uğratan yöneticiden hesap sorulur, görevden el çektirilir. Ancak koskoca kulübü batıran yöneticiden kimse hesap soramaz. Yanlış transfer nedeniyle hem taraftarın hayallerini boşa çıkaran, hem de yüklü miktarda kulübü borca sokan yönetici, bir bakmışsınız, yeni transferler için ülke ülke dolaşmakta... Her kulüpte, sözde yönetimi denetleyen divan kurulu gibi mekanizmalar mevcuttur. Ne var ki çoğu yaşlı eski yönetici ve üyelerden oluşan bu kurullar da, bir kaç vıdı vıdının ardından yönetimi ibra eder. Oysa alınan bir hatalı kararla, bir yabancı futbolcunun cebine aktarılan milyon dolarlarda o kulübün gerçek taraftarının hakkı vardır. Kar, yağmur, kış-kıyamet demeden evinin bütçesinden, çoluğunun çocuğunun rızkından keserek bilet alan ve statlara gidip takımını destekleyen taraftarın cebinden çıkan paradır, sarfedilen o paralar... Stada gidemezse bile şifreli kanal ve kulübe ait giyim kuşam malzemeleri alan taraftarın parasının çarçur edilmesidir, o transfer yanlışları. Bunun önüne geçmenin bir yolu olmalı. Hata yapan, kulübü borca sokan yöneticiden hesap sorulmalı, gerekirse zararın en azından bir kısmı ondan tanzim edilmeli. Yapanın yanına kâr kaldığı müddetçe Heinzlar, Ailtonlar daha çok gelip giderler.
‘’Arka Bahçe‘’
ÇözülmeÇeşitli uzman kuruluşlar tarafından sık sık yapılan kamuoyu anketleri vardır. Bu anketlerde kendimi bildim bileli halkın en büyük sorunu olarak işsizlik ve ekonomik sıkıntılar öne çıkar. Ancak son yıllarda can ve mal güvenliğinin her geçen gün ortadan kalkması ve adaletin bir türlü tesis edilememesi Türk toplumunun en önemli sorunu haline geldi. Elbette, işsizlik ve yoksulluk artan suç oranını tetikliyor. Mamafih, yürürlükteki yasaların caydırıcı olmaması, güvenlik güçlerinin yetersiz ve donanımsız olması da suç patlamasının altında yatan önemli etkenlerden. Daha yeni Konya’da yaşanan vahşetle irkildik hepimiz. Duyarlılığı üst düzeyde olanlar hayatın anlamını bile sorguladı iki küçük kızın başına gelenleri öğrendikten sonra. Hepimiz bu trajediyi büyük bir öfke ve nefretle takip ettik. O alçak caniyi, kendi ellerimizle boğmak istedik. Ne varki bu duygu patlaması içinde gözden bir şeyi kaçırdık. Daha önce de küçük bir kıza tecavüz eden zanlı, bir kaç şüpheli içinde mağdur çocuk tarafından teşhis edildiği halde delil yetersizliği nedeniyle bir kaç ay yattıktan sonra serbest bırakılmış. Yeni hayatlar karartması için... Büyük bir operasyon düzenleyerek onu yakalayan polisi alkışladık. Doğrusu bunu haketmişlerdi. Ama onu daha önce yakaladıklarında mahkum ettirecek delilleri toplayamayan aynı polisi ve adalet sistemini sorgulamadık. Sonuçta aramıza katılan bu vahşi hayvan, bir küçük kızı daha bu dünyadan kopardı gitti. Ailesinin yüreğine kor ateşi düşürerek...Bu ve buna benzer sayısız örnekle karşılaşıyoruz her geçen gün. Gazetelerin üçüncü sayfaları yetmez oldu bu tür haberlere. Yayın yönetmenleri çare olarak dördüncü ve beşinci sayfaları da adli olaylara ayırmaya başladı. Bu hükümet hangi alanda kendini başarılı addederse addedsin, yaşanan bu suç patlaması toplumun çözüldüğüne işarettir. Hükümetiyle muhalefetiyle koskoca Türkiye Büyük Millet Meclisi bunu seyretmekte, gerekli önlemleri almamaktadır. Dolayısıyla bu durum, suçlunun iyice pervasızlaşması, birleşerek organize suç çeteleri haline gelmesi, sıradan vatandaşın ise korkuyla sinerek kabuğuna çekilmesi sonucunu doğurmaktadır. Deyim yerindeyse, taşlar bağlanıp, itler salınmaktadır.Bu oyunda hepimiz suçluyuz, figüranı bile olsak...Günlük yaşantımızdaki adaletsizlik ve hukuksuzluk, elbette futbolumuza da sirayet edecekti ve fazlasıyla etti de... Üstelik bugünün sorunu da değil, bu durum. Geçmişten bugüne kadar artan bir dozda devam ediyor. Temiz futbol yerini, yoğun bir kirliliğe bıraktı. Yeni sezonun başlamasına sayılı günler kala, belki de tarihimizde ilk kez futbolumuzdaki kirlilik, transfer haberlerinin önüne geçti. Bunda hiç kuşkusuz İtalya’da yapılan ‘temiz eller operasyonu’nun rolü oldu. Bazı spor adamları, gazetelere çeşitli ifşaatlarda bulunuyor. Herkes olaya kendi penceresinden bakıyor. Bugün mağduru oynayan, geçmişte başka mağdurlara kıs kıs gülüyordu. Bir gün aynı şeylerin kendi başına da geleceğini unutarak... Şimdi, gazetelerde yazılanları ihbar kabul ederek olayın üstüne gidilmesi için bir takım kurullar oluşturulacak. Araştırma, soruşturma safhası bir kaç hafta sürecek. Ardından raporlar hazırlanacak. Yetkili merciilere iletilecek. Muhtemelen o raporlara bir takım güç odakları tarafından müdahale edilecek. Soruşturma sürecine müdahale edemezlerse bile cezayı kesecek olan yetkili organlara baskı yapılacak. Sonuçta, dağ fare doğuracak. Kimseye bir şey yapılamayacak. Yapanın yanına kar kalacak. Bugüne kadar böyle geldi, böyle de gidecek. Çünkü kirlilikten beslenen sistem bunu gerektiriyor. Ve bu sistem az ya da çok hepimizin işine geliyor. Haksız kazanç, başkalarının hakkını gasp etme hayat düstürü olmuş, bu ülkede. Kuyruğumuza basıldığı zaman feryad-ı figan ediyoruz, ama taraftarı olduğumuz takım haksız bir penaltıyla maç kazandığında ise ‘ama’ diye başlayan cümleler kuruyoruz, kendimizi haklı çıkarmak için. Adaletsizlik öylesine ruhumuza işlemiş ki, hakem hatalarıyla, şikeyle, teşvik primleriyle kazanılan şampiyonlukları ya da kümede kalmaları büyük bir coşkuyla kutlayabiliyoruz. Şaibeli bir başarı olduğu hatırlatıldığında ise, ‘ne yapalım, siz de filan sezonda öyle başardınız’ diyoruz. Yani, ‘şimdi sıra bizde’, demek istiyoruz. Sonra da İtalya’daki gibi operasyonların neden ülkemizde de yapılamadığını sorgulamaya kalkıyoruz. İtalya’da daha önce Gladio ve mafya operasyonları da yapıldı. Bazı hukuk adamları hayatlarını kaybetmek suretiyle ağır bedeller ödedi, bu uğurda. O zaman da aynı iç çekmelerle, ‘acaba bizde de olur mu’ diye saf saf soranlar çıktı, aramızda. Hatta ışık söndürme, tencere tava çalma gibi göstermelik bir takım tepkiler, bazı suçluları yargılama gibi girişimler filan da oldu. Ama hepsi o kadar. Orada kaldı. Oysa bu operasyonu kişi önce kendi içinde yapmalı. Kendi adalet anlayışını masaya yatırmalı. Uyuyan vicdanını uyandırmalı. Ancak o zaman hayatımızdan çekip giden adaleti yeniden tesis edebiliriz. Zira, sistem dediğimiz soyut bir kavramdır. Onun içini dolduran ise insan faktörüdür. Ve sorun insandadır. Yani bizde, hepimizde... Suçlu değilsek bile suç ortağıyız. Ama susarak, ama göz yumarak. Adalet, hukuk düzeni, su gibi, hava gibi yaşamsal ihtiyaçtır. Ancak kaybettiğimiz zaman yokluğunu farkedeceğimiz. İster sporda olsun, ister toplumsal yaşamda... Adaletin hayata geçirilmediği, hukukun üstünlüğünün sağlanmadığı bir toplumun can damarlarındaki kan çekilir. Beden de kurur, ruh da...İnsan da, toplum da...