‘’İpek değil elmas!‘’
Bilirsiniz sıkıcı hafta sonları tek eğlencesi futbol olan şu genç nüfus var ya... İşte onlardan. Televole kültürünün çocukları. Bu çocuklar politize olmak için artık statları seçiyor. Ne de olsa sistem, dışarıda izin vermiyor siyasalaşmalarına! Merhum Ecevit'e yapılan saygı duruşunda bile İsrail aleyhine, Filistin lehine sloganlar duyabiliyorsunuz. Başka bir gün de PKK, Fransa ya da Ermeniler aleyhine duyabileceğiniz gibi. Yanlış anlaşılmasın. Yadırgamıyorum. Ancak bu enerjinin dışarıda boşalması gerekmiyor mu? Meydanlarda, caddelerde... Futbol, ne de olsa futbol. Ve sadece bir oyun. Keyif almamız gereken... Nitekim sahaya çıkan iki takım bunun böyle olduğunu hatırlattı, tribünleri dolduran yaklaşık 10 bin kişiye. Futbol oynamak için herşey müsaitti, Kamil Ocak Stadı'nda. Gaziantepspor ve Bursaspor şahane pazarın hakkını verdiler. Takır takır futbol oynadılar. Kazanmak için herşeylerini ortaya koydular. Kazanan, kartlarını doğru oynayan Engin İpekoğlu'ydu. Geçen hafta Vestel Manisa'yı dağıtan ikiliyle başladı maça. Sinan Kaloğlu ile Burak Akdiş, Gaziantep defansını da hallaç pamuğu gibi attılar. Sinan son vuruşlarda biraz becerikli olabilse, bu sezon kendi evinde ilk kez kaybeden Gaziantepspor tarihi bir hezimetle ayrılabilirdi sahadan. Madalyonun bir de diğer yüzüne bakacak olursak, bulduğu pozisyonları cömertçe harcayan Bursaspor, son 10 dakikadaki Gaziantep baskısında, kalesinde bir gol görüp, maçı berabere tamamlayabilirdi. Ama bu kez futbolun adaleti tecelli etti. Çünkü hakeden Bursaspor'du. Henüz yorum yapmak erken ama kanımca Engin İpekoğlu dünkü maçla rüştünü ispatladı. En azından çok ters gelişmeler olmazsa, sezon sonunu garantiledi. Konuk takımda kaleci Ömer, Egemen, İsmail ve Volkan sivrilen diğer oyunculardı. Antep'te ise Diawara ile De Nigris'in dışında vasatı aşan olmadı. Zevkli, çekişmeli ve heyecan dozu yüksek maçın tek çirkin adamı ise Sinan'ı kasti tekmelerle durdumaya çalışan Kirita'ydı. Bir futbolcu, meslektaşına karşı nasıl bu kadar acımasız olur, anlaşılır gibi değil... Hakem Göçek'in de maçtaki tek hatası; Rumen oyuncunun art niyetini süzememesiydi.
‘’Psikoz!‘’
Özellikle de yeni statü, heyecanı ve kaliteyi iyice düşürmüş durumda. Golü atan üzerine yatıyor. Tıpkı lig maçları gibi. Dün gece de Konyaspor bunu yaptı. Ceccon'un harika golüne kadar Vestel'in ataklarına karşılık vermeye çalıştılar, ancak skor avantajını yakaladıktan sonra iyice sahasına kapandılar. Futbolu çirkinleştirmediler, lakin ev sahibi olmalarına karşın ofansif zenginlikten uzaktılar. Volkan ve Ceccon'la zaman zaman kontratak girişimlerinde bulundularsa da, bunları tehlikeye dönüştüremeden heba ettiler. Maçın sonlarına doğru buldukları iki pozisyonda ise kaleci Fevzi gole izin vermedi.şu bir gerçek: Ersun Yanal felsefesi, futbolumuza renk ve zenginlik katıyor. Çalıştırdığı takımlar, yense de, yenilse de pozitif futboldan örnekler getiriyor, yeşil çimlere... Konyaspor karşısında da aslında sahanın tek hakimiydiler. Oyunun kontrolünü sürekli ellerinde tuttular. Çok adamla rakibinin üzerine gittiler. Çok sayıda pozisyon yakaladılar. Fakat bitirici vuruşları gerçekleştiremeyince sahadan boynu bükük ayrıldılar. ilk yarıda kaçırdıkları akıl almaz gollerin bedelini ağır ödediler. Bunda Zelenka ve Holosko'nun formsuzluğunun ve Konya kalecisi Oğuzhan'ın kurtarışlarının da rolü büyüktü. Konya'da kaleci Oğuzhan'la birlikte sahanın en başarılı ismi Mustafa Er'di. Orta alanda çok çalıştı, Vestel ataklarının büyük bölümünü başlamadan bitiren oyuncuydu. Rekor sayıda top çaldı. Konuk takımda ise Rafael'in oyununa Zelenka ve Holosko ayak uyduramadı. Vestel arka arkaya dördüncü maçını da kaybederek Ersun Yanal'ın daha önce çalıştırdığı takımları anımsattı. Kaybetme psikozunun içine girdikleri belli. Ancak yolun sonunun aydınlık olduğunu tecrübelerimizden biliyoruz. Önümüzdeki maçlarda dünkü kadar gol kaçıracaklarını sanmıyorum.Gecenin en güzel hareketine imza atan Ceccon'un sahayı ambulansla terketmesi dünkü maçın en dramatik olayıydı. Ancak durumunun ciddi olmadığı haberi sevindiriciydi. Tartışılan hakem Kuddusi Müftüoğlu hatasız bir maç yönetti, ama yine de Konya seyircisine yaranamadı. Bizde böyledir. Hakemse, vur abalıya...
‘’Arka Bahçe‘’
Kutsal sığınak!Bir türlü öğrenemediğimiz, öğrenmeye de çalışmadığımız bir davranış biçimi var: Kaybetmenin sorumluluğunu üzerimize almak. Kazandığımız takdirde aslan payını kendimize ayırıyoruz, "ben kazandım" diyoruz da, kaybettiğimizde bizim dışımızdaki herkes suçlu oluyor. Mazeretler üretiyoruz, sonra da kendi ürettiğimiz bu mazeretlere sığınıyoruz. "Ben kaybetmedim, bana kaybettirdiler" diye kahırlanıyoruz. Yaptığımız hataları kabullenmiyoruz, dolayısıyla yeni muhtemel hatalara da kapı aralıyoruz. Bir türlü kendimizle yüzleşmiyoruz. Aynalara bakmaktan korkuyoruz. Gerçeklerden kaçıyoruz. Oysa, şunu bir söyleyebilsek: "Ben yetersizdim, dersimi iyi çalışmamışım, ondan dolayı hatalar yaptım ve kaybettim. Rakibim benden iyiymiş. Bu yenilgiden ders çıkararak, hatalarımdan arınarak, önümüzdeki sınavda daha iyi olmaya çalışacağım." Bir söyleyebilsek... İşte bakın o zaman, nasıl da kendimizi yenileyebiliyoruz. İşte o zaman kaybettiğimiz her sınav, nasıl da zafere giden yolun kilometre taşları oluyor. Ülkemizde son yıllarda giderek tırmanan bir trend var: Kaybeden hemen herkes, faturayı hakemlere kesiyor. Hakemin maç içinde yaptığı iddia edilen hatalardan dolayı kaybedildiği söyleniyor. Hakem, kaybetmenin mazereti oluyor ve ona sığınılıyor. Aslında bu, kulüp yöneticilerinin, teknik adamların, futbolcuların kendi yetersizliklerini kamufle etme çabasından başka bir şey değildir. Bir yönetici, bir teknik adam, bir futbolcu ne kadar hata yapıyorsa, hakemler de o kadar hata yapıyor. Hatta hakem hatalarının yönetici, teknik adam ve futbolcuların hatalarından daha az olduğunu bile söyleyebiliriz. Bir kulüp yönetimi, bir teknik adam ve futbolcular, hakemlerden daha fazla takımın kaderiyle oynar. Yanlış transferler yaparlar, yanlış taktikle oynatırlar, golcü iki adımdan topu dışarı atar, kaleci bacak arasından golü yer, bunun sonucunda da yenilgi kaçınılmaz olur. Ama bu yanlışları örtmek için derhal hakemleri hedef gösterirler. Sorumluluğu kolayca üzerlerinden atarlar. Çünkü hakemler sahipsizdir. Hakemler dilsizdir. Onların arkasında kamuoyu ve medya desteği yoktur. Bu işin onlarsız olmayacağını da biliriz. Hatta onlara yukarıdaki nedenlerden dolayı ihtiyaç da duyarız. Öyle ya, hakem olmasaydı, kimi suçlayacaktık. Bütün günahlarımız apaçık ortaya çıkacaktı. Onlar bizim kutsal sığınağımız, aklanma aracımız. Ne yazık ki, tiraj ve reyting kaygısıyla medya da bu değirmene su taşıyor. Hakemleri her geçen gün kahredici bir yalnızlığa itiyoruz. Üzerlerinde kurduğumuz baskıyla hata yapma oranlarını da arttırdığımızın farkına bile varmıyoruz. Oysa hakemler de futbolun temel unsurlarından biridir. Onlar olmadan futbol olmaz. Futbolu hepimizden iyi bildiklerini ve hepimizden daha eğitimli olduklarını da unutmamalıyız. Ve kendilerine ait bir hayatları, aileleri, sevenleri olduğunu da... Kendimize gösterdiğimiz hoşgörüyü, müsamahayı onlara da göstermeliyiz. Eğer onları futbol ailesinin bir ferdi olarak kabul edersek, o zaman bu oyundan hepimiz daha fazla keyif alırız. Belki o zaman yaptığımız hataların da farkına varırız. Kendimize bir şeyler katarız. Medeniyet treninin son vagonuna asılmak istiyorsak, bu kültür devrimini yapmalıyız. Uygarlaşmanın başka yolu yok.GSGM'den ahde vefaHer zaman bir insanın yaşarken taltif edilmesinden yana oldum. Yıllarca bu ülkeye hizmet verip kıymeti bilinmeyen insanların öldükten sonra hatırlanmasının nafile ve göstermelik bir çaba olduğunu savundum. Önemli olan, kişiye hayattayken yaptıklarının hazzını yaşatabilmektir. Ona hakkını aramızdayken verebilmektir. Geçtiğimiz günlerde bu yönde sevindirici ve umut verici bir gelişme oldu. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile Ankara İl Müdürlüğü, hentbol müsabakalarının oynandığı Cebeci Spor Salonu'na, Türk hentboluna büyük hizmetler veren Prof. Dr. Yaşar Sevim'in adının verilmesini kararlaştırdı. Bu, alışık olmadığımız bir durum. Ve takdire şayan. Bu kararı verenleri, kadirşinaslıklarından dolayı kutluyor, Türk hentbolunun duayeni Sayın Yaşar Sevim'e de sevdikleriyle birlikte sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.
‘’Şahane yedek‘’
Nasıl ki bir gün baharı yaşarken, ertesi gün kendimizi kara kışın ortasında buluyorsak, futbol takımlarımızın grafiği de öyle. Bir hafta önce harikûlade futbol oynayan bir takımımız, ertesi hafta dökülebiliyor. Ya da tersi olabiliyor. Çok değil, daha üç hafta önce oynadığı futbolla taraflı tarafsız bütün futbolseverlerin gönlünde taht kuran ve ‘nihayet yıllar sonra Anadolu’dan bir şampiyon çıkıyor galiba’ dedirten Vestel Manisaspor’un son haftalardaki görüntüsü de böyle. Arka arkaya aldığı iki yenilgi ile liderliği Fener’e kaptıran Manisa ekibi, henüz bunun şokunu üzerinden atamamış gibiydi. Tabii, burada konuya aynı bakış açısıyla Bursa cephesinden de bakmak gerekir. Geride bıraktığımız 11 haftada sahasında sadece Sakaryaspor’u yenebilmiş olan ve düşme hattında yer alan Yeşil-Beyazlılar, dün son derece hırslı ve arzuluydu. Aşırı sert ve otoriter bir tarzı olan Raşit Çetiner’in görevi bırakmasından sonra adeta zincirlerinden boşalmış gibiydiler. Sahanın her yerinde rakiplerine baskı uyguladılar. İlk yarıda ve ikinci yarının son çeyreğinde sahanın mutlak hakimiydiler. Türkiye’nin en iyi hücum yapan takımı olan Vestel’i orta alanda durdurmayı başaran ev sahibi ekip, ilk 45 dakikada çok fazla gol pozisyonu bulamasa da, oyunu rakip yarı alana yıkmayı başardı. Bulduğu tek gol, Zafer’in fırsatçılığının ürünüydü.İkinci yarıda ise bir Vestel klasiği izledik. Kaleci Bülent ve Johana’nın dışında bütün oyuncularını Bursaspor’un üzerine gönderen Ersun Yanal, bunun faturasını üç kontratak golü yiyerek ödedi. Burada emanetçi gibi gözüken Engin İpekoğlu’nun yerinde değişikliklerinin de rolü büyüktü. Genç teknik adamın, Zafer’in yerine oyuna sürdüğü Sinan Kaloğlu, adeta maçın kaderini değiştirdi. Bir gol atıp, iki de attıran tecrübeli futbolcu, ülkenin en iyi kontratak oyuncularından biri olduğunu bir kez daha ispatladı. Geçen yıl Vestel formasıyla Fenerbahçe karşısında gösterdiği performanstan esintiler getiren Sinan Kaloğlu, bu kez de eski hocası Ersun Yanal’ın canını yaktı. Bursaspor dün tüm hatlarıyla iyiydi. Ancak Sinan ile birlikte maçın en iyilerinden biri de Ömer Aysal’dı. Sağ kanatta bir dinamo gibi çalıştı, hem savunmada, hem hücumlarda kusursuzdu.Geçen haftaki Vestel-Fener maçını izlemediği için eleştirilen Fatih Terim dün tribündeydi. Ancak dünkü Vestel’den Milli Takım’a herhangi bir oyuncu alacağını sanmıyorum. Belki Rafael! Ne de olsa yeşil sahaların ‘neo-Türkleri’nden biri de o oldu.
‘’Ceyhun Eriş alınmalı...‘’
Sözünü ettiğim; yönetimin transfer politikasının iflası ile futbolcuların sahada çağdaş futbolun gereklerini yerine getirememesi. Transfer politikası derken; kastettiğim, yalnızca alınan veya alınamayan futbolcular değil, iç transfer de bu politikanın içindedir. Ergün, Sabri, Hasan Şaş, Orhan, Cihan, Volkan, Ayhan, Hakan... Bunlar, Sarı-Kırmızılı yönetimin sezon başında sözleşme yenilediği futbolcular. Volkan Ankaraspor’a gitti, Ergün tribünde, diğerleri de geçmişin yüzü suyu hürmetine oynuyor. Takıma katkıları ise ortada... Bir de yeni gelenlere bakalım: Carusca, Tolga, Okan, İnamoto, Mehmet. Şampiyonlar Ligi’nin en kritik maçına çıkan takımda yeni isimlerden sadece İnamoto sahadaydı. Diğerleri yedek kulübesinde, içlerinde en iyisi olan Mehmet ise ilk 18’de dahi yok. Bir başka deyişle; transfer döneminde masaya oturulup imza attırılan 13 futbolcudan sadece 5’i PSV maçında ilk 11’de... Onların da performansını bütün Türkiye gördü. Hasan Şaş sahanın en kötüsü, Ayhan yan ve geri pas rekortmeni, Orhan çalım yeme ve adam kaçırma şampiyonu... İçlerinde biraz pırıltı yapan, sezonun en istikrarlı oyuncusu Sabri ile yedirdiği gole rağmen İnamoto’ydu. Hepsi bu. 90 dakika boyunca rakip kaleyi bulan tek şuttan, sıfır gol pozisyonundan, her biri Galatasaray kalesinde kontratak olan üç kornerden sözetmeyeceğim bile... Kimse takımın 10 kişi kalmasına, hakemin ters kararlarına sığınmasın. Galatasaray bu kadar. Tablo oldukça net ve hazin. Ve yönetimin transfer politikasının iflası... Canaydın yönetimleri ilk kez transferlerde hata yapmıyor. Ama ne yazık ki, bugüne kadar yapılan hatalardan da ders alınmıyor. Bu takımın, Hagi gittiğinden beri duran top ustası, driplingle kaleye inen, hareketli toplara sert vurabilen bir oyun kurucuya ihtiyacı varken, hala ön libero, arka libero saçmalıklarıyla uğraşılıyor (Altan alınmıştı, ama çabuk harcandı). Yalnız oyun kurucu mu? Kanatlar iki yıldır yetenekleri sınırlı Orhan ile Cihan’a emanet. Yaratıcı özellikleri olmayan, çabuk karar veremeyen oyunculardan kurulu orta alan hücuma destek veremiyor. Dolayısıyla takımın skor yükü yalnızca forvet oyuncularının becerisine kalıyor. Forvetler geçen yıl bu takımı taşıdı, ama bu sezon onlar da iflas etti işte. Sonuçta makine değiller ki...Henüz her şey geçmiş değil. Ara transferde yapılacak bir kaç takviye ile bu sezon kurtarılabilir. Mehmet Topuz ile anlaşıldığı söyleniyor. Tam isabet, ama yetmez. Ben bir başka isme dikkat çekeceğim: Ceyhun Eriş. Geçmiş hatalarından ders almış bir Ceyhun var bu sene sahnede. Futbolunun en olgun dönemini yaşıyor. Üstelik aileden biri. Özelliklerini saymaya gerek yok. Bir bakın bakalım Galatasaray’a... Ceyhun kalitesinde bir futbolcu var mı?Hem bu takım, kimlere ikinci kez fırsat vermedi ki?..
‘’Embedded spor yazarları!‘’
Görevleri, dezenformasyon yaparak ABD çıkarlarını korumaktı. Bizzat ABD Hükümeti tarafından ordu ile birlikte gönderilmişlerdi, savaş meydanına. Gerçekleri çarpıtarak, ABD Ordusu’nun işlediği savaş suçlarını gizleyerek, hem kendi halklarının moralini yüksek tutmayı, hem de ülkesinin Irak’a karşı psikolojik üstünlük kurmasını sağlamayı hedefliyorlardı. O zamanlar gazetecilik etiği açısından çok tartışıldı bu konu. Gazetecinin böylesi bir misyon üstlenmesinin doğru olup olmadığı, gerek akademik çevrelerde, gerekse dünya basınında sık sık masaya yatırıldı. Genel kanı, gazetecinin, herhangi bir savaşta ülkesinin çıkarları için dahi olsa objektiflikten sapmaması gerektiği yönündeydi. Bu, bir gazeteci için son derece zor bir şey olsa da... Zira, yapılacak aleyhte bir haberin ardından ‘vatan haini’ damgasını yemek işten bile değildir.Embedded gazeteciler sadece savaşta mı ortaya çıkar? Elbette hayır. Onlar her zaman vardır. Savaşta ülkesi için çalışırlar -ki bu kabullenilebilir bir şeydir- barışta ise savundukları ideoloji veya taraftarı olduklları siyasi akım için faaliyet gösterirler. Ülkemiz, bu türden gazeteciler açısından son derece zengin bir iklime sahiptir. Tarihimizin her döneminde, kalemini bazı çıkar gruplarının hizmetine sunan gazeteciler ortaya çıkmıştır. Ve sayıları oldukça fazladır. Kimi inandığı için yapar, kimi de tamamen duygusal (!) nedenlerle... Kendini kulüplereiliştiren yazarlarDurum, elbette spor gazeteciliği açısından da farklı değildir. Ve ‘bir kaç çürük elma’ edebiyatı yapılarak geçiştirilemeyecek kadar da vahimdir. Özellikle ‘spor yazarı’ mertebesine ulaşmış gazeteciler için. İçlerinde futbolculuktan spor yazarlığına sıçrayanlar olduğu gibi, mesleğin her aşamasından geçenler de mevcuttur. Aslında sayıları pek fazla değildir. Ancak ne yazık ki kapsama alanları oldukça geniştir. Yazdıkları ve yazmadıklarıyla hizmetinde oldukları kulüplerin taraftarlarının duygularını okşarken, rakip takım taraftarlarını ise provoke ederler. Futbol terörünün fitilini ateşleyenler arasında onlar da vardır; rakip takımlar aleyhinde yazdıkları saldırgan yazılarıyla... Taraftarı oldukları kulübün militanı gibidirler. Kulüplerinin aleyhinde olan haberleri gizlerler, lehte olanları ise abartarak verirler. Kimi zaman da kulüp menfaati doğrultusunda alenen yalan yazarlar. İlişkide oldukları yöneticiler tarafından yönlendirilirler, kullanılırlar. Birlikte yerler, birlikte içerler, birlikte gezerler. Yağmur, çamur, kış kıyamet demeden yıllarca kulüp takibi yapan muhabirlere, foto muhabirlerine bazı yöneticiler utanmadan köpek muamelesi yapar ama bu adamlar el üstünde tutulurlar. Üstelik sözkonusu aşağılamalara, azarlamalara, saldırılara seslerini çıkarmazlar, duymazdan gelirler. Onların bu aymazlığı, meslektaşlarına, mesai arkadaşlarına densiz yöneticilerin yaptığından daha ağır gelir, daha fazla acı verir. Mesleğe prestijkaybettiriyorlarKimsenin alınmadığı takım otobüsüne, uçağına binerler, yöneticilerin yanında, adeta onlardan biriymiş gibi dolaşırlar. Bu ayrıcalık sayesinde ‘önemli adam’ vehmiyle hareket ederler. Aynanın karşısına geçtiklerinde kendi zavallılıklarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar ama dışarıda tafralarından geçilmez. Son yıllarda bunlara mevcut federasyon yönetimine veya muhalefete kendilerini iliştiren yeni bir tür daha eklendi. Onların ilkesi filan da yoktur. Rüzgargülü gibidirler. Esinti ne taraftan gelirse, o yana dönerler. Her kulüp veya federasyon böylesi bir gazeteciye ihtiyaç duyabilir. Bu, anlaşılabilir bir durum. Ancak, gazetelerin embeddet spor yazarlarına neden ihtiyaç duyduğunu anlamak mümkün değildir. Gazeteye tiraj mı kazandırırlar? Hayır. Prestij mi sağlarlar? Ona da hayır. Bilakis kaybettirirler. Fakat gelgelelim, çalıştığı gazetenin spor yayını politikasında bile etkisi olanlar vardır. O nedenle spor gazeteciliği her geçen gün inandırıcılığını kaybetmektedir. Daha da önemlisi, halk, giderek spor yazarlarını itici bulmaktadır. Bu, kolay kolay giderilemeyecek bir güven erozyonudur. Gerçek spor gazetecilerinin ve meslek örgütümüzün bu konu üzerinde düşünüp çözüm üretmesi gerekmektedir. Zira, bu gemi batarsa suya gömülecek olan onlardır. Çünkü ‘embeddedler’ çoktan gemiyi terketmiş olacaktır.
‘’Kurtlar sofrasının son mezesi: Arda‘’
Adını daha önce duymuştum; Galatasaray PAF Takımı'nın 'harika çocuğu' olarak. 2005 yılında Almeria'da yapılan Akdeniz Oyunları'nda Olimpik Milli Takımımız'ı finale taşıyan iki futbolcudan biriydi. Diğeri; Gerets'in iki yıldır oradan oraya savurduğu Cafercan'dı. Takımın attığı 9 golün 6'sında ikisinin imzası vardı. Arda, oyunları 3 gol, 3 asistle tamamlamıştı. En dikkat çekici özelliği, üstün top tekniği, zekası ve özgüveniydi. Bugünlerin müjdesini o zamandan veriyordu. Saha dışında da takımın neşesiydi. Muzipti, şakacıydı, espritüeldi, taklitçiydi. Kıpır kıpırdı. Hiperaktifti. Yerinde duramıyordu. Bugün bazılarının 'şımarık' diye nitelendirmesinin nedeni, onun bu kendine özgü davranışları aslında. Arda o gün ne ise, bugün de o. Ve asla şımarmayacak kadar karakterli, akıllı bir genç. Yıldızının ilk parladığı günlerde onu yere göğe koyamayanlar, bugün yerden yere vurma yarışındalar. Nedenini kestirmek güç değil. Çünkü günümüzün modası Arda. Reyting ve tiraj malzemesi! Muhtemeldir ki, kendisine övgüler düzen bazılarına pas vermemiştir. Yani rüzgârın tersine dönmesini anlamak mümkün. Tabii eleştiriler her zaman olduğu gibi belden aşağı. Arda'nın eksikleri yok mu? Elbette var. Her Türk futbolcusunda olduğu gibi, Arda'nın da, başta şut atma yetersizliği olmak üzere bazı fundamental eksikleri mevcut. Ancak kimsenin bilmediği bir şey var. Arda bu eksiklerinin farkında ve gidermek için ekstra idmanlar yapıyor. Her gün takım antrenmanından sonra şut çalışıyor. Fizyoterapisti, şimdilik 30 şut atmasına izin veriyor, herhangi bir sakatlık olmaması için. Yazın herkes tatil yaparken, Arda'nın günde 45 dakika kros çalışması yaptığını da kimse bilmez. Arda'nın karakterine laf söyleyenler, şımarıklığından, küstahlığından dem vuranlar, ailesi ve yakın çevresiyle olan sevgiye, saygıya dayalı ilişkisini de bilmezler. Aslında bilseler de farketmez. Çünkü bizde eleştiri kültürü yoktur. Objektif olmayı geçtik, yapılan ve yapılamayan eleştirilerin arka planında mutlaka başka hesaplar yatar. Arda'nın babası, dedesi yaşındaki adamlar, gencecik bir futbolcuyu daha yolun başındayken harcamak için şimdiden fitili ateşlemiş durumda. Arda bu tuzağa düşmemeli. Ben düşmeyecek kadar akıllı biri olduğunu biliyorum. Ama serde gençlik var. Eleştirilerden olumsuz etkilendiği muhakkak. Türkiye, koca bir yıldız adayı genç sporcu mezarlığıdır. O mezarlıkta Arda'ya da, ada ve pafta ayrılmaya çalışılmaktadır. Arda'nın yapacağı tek şey var: Duruşunu bozmadan, bıkmadan, usanmadan, hırsla, aşkla çalışmak. Eksiklerini gidermek ve cevabını sahada vermek. Her büyük futbolcu gibi...
‘’Arka Bahçe‘’
Külübelerdeki yalnız hayatlarYalnızlığın en yalın halidir; doğum ve ölüm. İkisinin arasındaki hayat yolculuğunun büyük bir bölümü de yalnız yürünür aslında. İstesek de, istemesek de yalnızlığımız hayatımızdaki en temel gerçeklerden biridir. İlişkileri belirleyen ise ihtiyaçlardır: Sevgi gibi, aşk gibi, cinsellik gibi, para gibi, açlık gibi, aidiyet gibi... İhtiyaçlarımızın doyurulduğu yerde yalnızlığımız başlar yine. Ve sonsuza kadar bu yaşam döngüsü devam eder. Eğer insan kendi kendine bütün ihtiyaçlarını doyurabilseydi, hiç kimse bir süre sonra katlanamayacağı biri ya da birileriyle uzun süre beraber olmak istemezdi. Boşuna değildir, kırk yıl aynı yastığa baş koyan karı-kocaların kederli bir yalnızlığın kıskacında kıvranması veya etrafımızdaki kalabalık çoğaldıkça yalnızlığımızın artması. Yalnızlık kimi için acınası bir durumdur, kimi için de yaratıcı potansiyelin harekete geçtiği bir süreç. Bu, kişinin yalnızlığı nasıl algıladığına bağlıdır. Sanatçılar ve bilimadamları yalnızlıklarını üretken bir sürece dönüştüremeseydiler, insanoğlu bugünkü düzeyine gelemezdi. Kişinin yalnızlığı, istenirse insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilir.Ama mesleki yalnızlık böyle midir?Bir kısmını yukarıda belirttiğimiz bazı meslekler için evet. Ancak büyük çoğunluk için yalnızlık kahredicidir. Çünkü onların yalnızlığı somut yalnızlıktır. Bir deniz feneri bekçisi, bir sinema makinisti, bir hemzemin geçit görevlisi, bir gemi kaptanı, bir tren makinisti, bir ip cambazı ve bir teknik direktör... Ortak noktaları salt yalnızlıklarıdır. Kaderleri ve kederleri birdir. Çok dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü yaptıkları hataların bedeli ağırdır. Yıllardır işlerini başarıyla sürdürseler bile ilk tökezledikleri yerde linç edilirler.Teknik direktörleri linç ediyoruzÜlkemizde bu lince en çok maruz kalanlar teknik direktörlerdir. Özellikle yerliler. Futbolla az buz haşir neşir olmuş herkes, bu işi onlardan daha iyi bilir! Kahvedeki müdavimden sokaktaki çöpçüye, meyhanedeki sarhoştan televizyon ekranındaki yorumcuya, kulüp yöneticisinden gazetedeki spor yazarına kadar herkes bir teknik direktördür! Tuttukları takımları onlardan daha iyi tanırlar, onlardan daha iyi yönetirler, onlardan daha iyi oynatırlar! Dünyada işlerine bu kadar burun sokulan bir başka meslek erbabı daha yoktur. Onlar başardığı zaman başarıya herkes ortak olur. Başta oyuncu ve yönetici olmak üzere... Lakin işler kötüye gittiğinde ilk harcanan onlardır. Bundan dolayı hep diken üstündedirler. Valizleri kapının arkasında daima hazır durur. O nedenle sürekli huzursuzdurlar, öfkelidirler, agresifdirler. Sahanın dışında melek gibi olan bir teknik adamı saha içinde tanıyamamızın nedeni budur aslında. Zirveye çıkarken şakşakçıları çok olur, ama düşerken kimse arkasını dönüp bakmaz bile. Hatta bir tekme atanlar dahi olur. İlk ihanete uğrayan hep onlardır. Yalnızlık ve ihanet hayat boyu uğursuz bir gölge gibi peşlerini bırakmaz, takip eder onları.Yalnızlık ve ihanet sanki kaderleriMeslekleri uğruna eşlerini, çocuklarını, sağlıklarını, sosyal hayatlarını ihmal ederler. Göçebeler gibi ordan oraya savrulurlar. Ne yerleri vardır, ne yurtları... Sanki hiç bir yere ait değildirler. Fakat yine de kimseye yaranamazlar. İlk fırsatta taraftar ana avrat küfür eder, "istifa" diye bağırır, yönetici de sefil bir kibirle "kovdum" der. Basındaki ulemalar ise (!) şöyle fetva verir: "Bu adam futbolu bilmiyor, hoca moca değil!"Herkesin gözü onların şöhretinde, parasındadır. Ama parayı kazanırken, neleri kaybettiklerini bir türlü kestiremezler. Kirlilikte de ilk suçlanan yine onlardır. Ne komisyonculukları kalır, ne avantacılıkları, ne onun bunun adamı oldukları, ne de birbirlerinin ayaklarını kaydırmaları... İçlerinde bunları yapan yok mudur? Elbette vardır. Ancak hangi meslekte süistimaller, ali cengiz oyunları olmuyor ki? Diğer meslekler ne kadar temizse, teknik direktörlük de o kadar temizdir; ne kadar kirliyse, o kadar da kirli... Kendimiz işimizi ne kadar iyi yapıyoruz ki? Hiç hata yapmıyor muyuz? Kendimize yönelen herhangi bir eleştiriye, saldırıya karşı insan olduğumuzdan dem vuruyoruz da, neden teknik direktörlerin de birer insan olduğu gerçeğini unutuyoruz. Bizler gibi acıları, sevinçleri, günahları, sevapları, hüzünleri, mutlulukları, korkuları, hayalleri olan insanlar... Ülkemize çalışmaya gelip de, "Kulübemdeki köpeğim bile benden daha mutlu ve huzurlu" diyen Gerets'in hüzünlü çığlığı, aslında bütün teknik direktörlerin dramını yansıtmaktadır. Bu sese kulak vermeliyiz...Ve insaf, izan sınırlarını aşmamalıyız. Kendimize reva görmeyeceğimiz davranışları başkalarına da görmemeliyiz. İnsanlık bunu gerektirir. İş ahlakı da, spor ahlakı da...