‘’Eli öpülecek adam‘’
Hayat bize sunulan bir nimetse; hayatın da bize sunduğu bir takım nimetler vardır. Hiç kuşkusuz en önemlisi sağlıklı bir yaşamdır. Beden ve ruh sağlımızı son nefesimize kadar koruyabilmektir, en büyük nimet. Bununla birlikte hayat, bazı insanlara diğerlerinden daha cömert davranır. Güç verir, iktidar yapar, para ve mal mülkle donatır, göz açıp kapayıncaya kadar geçen ömürleri... Daha müreffeh bir hayat yaşarlar diğer dünyalılara göre... Ama çoğunun bunun kıymetini bildiği söylenemez. Sahip oldukları gücün, iktidarın, zenginliğin esiri olurlar. Sahip oldukları, zamanla kendilerine sahip olduğu için hayatı bir efendi-köle ilişkisi şeklinde yaşarlar. Son kez dünyaya baktıklarında, ne kadar manasız bir ömür geçirdiklerini farkederler; ama iş işten geçmiştir artık. Kendilerine sunulan hayata; o hayatın sunduğu nimetlere ihanet etmiş olmanın pişmanlığıdır, son nefeslerinde yaşadıkları... Ve o dönüşü olmayan yolculuklarına çıktıklarında, hayata karşı borçlu kalmışlardır.Hayata karşı borcunu ödeyenlerAma bazı insanlar da vardır ki, alacak-verecek hesabını bu dünyada kapatırlar. Hatta alacaklı gittikleri dahi söylenebilir. Sahip olduklarının, yalnızca kendilerine ait olmadığı düşüncesiyle yaşarlar hayatı. İnsanlığın ortak hizmetine sunarlar sahip oldukları zenginlikleri. İhtiyacı olanlar kullansın diye maddi-manevi tüm varlıklarını seferber ederler. Çevrelerine ışık saçarlar. Nur yağdırırlar ait oldukları toplumun üzerine... Kendilerine bahşedilen hayatın hakkını tam manasıyla verirler. Yeryüzüne bunca kötülük yapan insanoğlu, belki de onların yüzü suyu hürmetine hala ayakta kalabilmeyi başarıyor. İşte onlardan biri de Gazanfer Bilge’dir.Karamürsel’de eğitim yuvasıGazanfer Bilge’yi Türkiye, olimpiyat şampiyonu ve şehirlerarası taşımacılık şirketi sahibi olarak tanır. Ama o bütün bunların ötesinde bir figürdür. Olimpiyat şampiyonluğu ona onur vermiştir, gurur katmıştır, ticari zekası da maddi zenginlik... Ama o sahip olduklarının esiri olmamış; bilakis ‘bu ülke bana bu zenginlikleri verdiyse, ben de bu ülkeye giderayak aldıklarımı geri ödemeliyim’ şiarıyla hareket ederek doğup büyüdüğü Kocaeli’nin Karamürsel İlçesi’ni adeta ihya etmiş. Karamürsel’in Dereköy beldesinde kendi adını taşıyan bir mahalle kuran Bilge’nin, 85 dönümlük deniz manzaralı arazisine bugüne kadar yaptıklarını bir sıralayalım: 560 kişilik öğrenci yurdu, işitme engelliler okulu, çocuk yurdu, sağlık ocağı, ilköğretim okulu, stadyum ve spor tesisleri, el sanatları kursu, bilgisayar laboratuvarı, belediye binası, camii, içme suyu tesisi ve burs alan yüzlerce öğrenci...Şampiyonluk; hayatın her alanında82 yıllık ömrünü insanlığa hizmete adayan Gazanfer Bilge’nin son eseri ise, 5 bin öğrencinin eğitim göreceği bir üniversite. Üniversitede; beden eğitimi, su ürünleri, işletme, maliye, halkla ilişkiler, büro yönetimi, muhasebe ve turizm gibi bölümlerde eğitim görecek öğrenciler. Bilge Adam, okulu yapmakla kalmamış, her türlü donanımını da sağlamış. Önümüzdeki haftalarda açılması planlanıyor. Açılış için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bekleniyor. Gelecek yıl da tam teşekküllü olarak hizmete girecek. Eli öpülesi Gazanfer Amca’nın planları yalnızca bununla da sınırlı değil. Orayı bir çok dalda eğitim verecek büyük bir kampüs haline getirmeyi hedefliyor. Şampiyonluklar yalnızca sahalarda, salonlarda kazanılmıyor. Sadece oralarda kazananlar, zaten oralarda bırakıyor şampiyonluklarını... Gerçek şampiyonluk, hayatın her alanında kazanılan şampiyonluktur. Ve onlar sonsuza kadar şampiyon olarak anılacaktır... Tıpkı Bilge Adam, Gazanfer Bilge gibi... Tanrı ona daha nice ömürler bahşetsin, onu başımızdan eksik etmesin...
‘’Üvey evlat!‘’
Evet, Ankara’da üvey evlat muamelesi gören bir kulüp var: Gençlerbirliği. Ankaraspor’un arkasında Belediye, Ankaragücü’nün arkasında 19 Mayıs Stadı’nı her maç doldurabilecek sayıda taraftarı var. Gelgelelim, Gençlerbirliği’nin bir Allah’ı, bir de İlhan Cavcav’ı var!Öyle ki kendi sahalarında bile deplasman takımı durumuna düşebiliyorlar. Rakip takım taraftarı, Gençlerbirliği taraftarından iki misli olabiliyor. Hatta, Ankaragücü yandaşları bile rakip taraftarlarla birlikte Gençlerbirliği aleyhine tezahürat yapabiliyor. Tıpkı dün kardeş ilan ettikleri Bursasporlular ile birlikte konuk takımı destekledikleri gibi.Denk kuvetteki takımların hemen hemen bütün maçlarında iki farklı devre izlenir. İlk yarı genellikle tatsız tutsuz, ikinci yarı ise yapılan değişiklikler ve bazı futbolcuların fizik kondisyonlarının düşmesi sonucu daha zevkli ve bol pozisyonlu geçer. Dün bunun tam tersi oldu. İlk yarı kora kor bir mücadele ve iki takımın da girdiği pozisyonlarla birlikte kaçan goller vardı. Gençlerbirliği daha iyi olan taraftı. Sahanın en iyisi olarak dikkati çeken Engin Baytar’a, hayalet gibi dolaşan Isaac ile belirgin bir form düşüklüğü içinde görülen Mehmet Çakır’ın ayak uyduramaması, ev sahibi ekibin tek farklı skorda kalmasına neden oldu. Gençler’in iyi futbolunda, başta rekor sayıda top çalan Mehmet Nas olmak üzere orta alanın çalışkanlığının etkisi büyüktü.Konuk Bursaspor ise ligin ilk yarısındaki görüntüsünden uzaktı. Zaten Kupa’da lig sonuncusu Erciyes’e elenmelerinin yanısıra ikinci yarıda üç maçta aldıkları iki beraberlik, bir yenilgi, bunun en açık göstergesi. Gol umutları Sinan Kaloğlu, Tuna karşısında bir varlık gösteremezken, Burak’ın varlığı ile yokluğu belli değildi. Konuk takımda ayakta kalan oyuncular Egemen ile Veli’ydi. Benim anlayamadığım, Engin İpekoğlu’nun Pancu gibi bir oyuncu kulübede otururken, maçı neden tek değişiklik ile tamamladığıydı. Bursaspor’un en iyisi kim diye soracak olursanız; 12. adamıydı, diye cevap veririm. Yaklaşık bin kişilik taraftar grubunun maç boyu verdiği destek ve yaptıkları şov görülmeye değerdi.
‘’Maestro‘’
Özellikle de futbolda... Lakin bunu hakedenler de çıkmıyor değil futbol dünyasında. Maradona, Platini, Hagi en bilinen örnekleri. Ülkemizde de dünyadaki örnekleri kadar yetenekli olmasa da, zaman zaman bu formatta oyuncular çıkıyor elbette... Artık son demlerini yaşayan Sergen ile en parlak sezonlarından birini geçiren Ceyhun’u sayabiliriz. Dünkü Ankaragücü-Kayserispor maçında maestro olma yolunda hızla ilerleyen bir oyuncuyla daha tanıştık: Mehmet Topuz.Üç Büyükler’i peşinden koşturan genç futbolcu, Ankara deplasmanında takımını gerçekten çok iyi yönetti. Sağ kanatta oynamasına rağmen sık sık içe katetti, adam eksiltti, zamanlamalı paslarla forvet oyuncularını pozisyonlara soktu, serbest vuruşlarda tehlikeli ortalar yaptı ve maçın temposunu da istediği gibi ayarladı. Mehmet Topuz’un futboluna Gökhan Ünal ile Özgürcan’ın uyumlu birlikteliği de eşlik edince, Kayserispor zor gözüken maçı hiç de ummadığı bir skorla tamamladı. Aslında Sarı-Kırmızılılar, takım olarak dün çok iyiydiler. Görevini yapmayan oyuncu hemen hemen yoktu. Yüksek bir konsantrasyon ve takım disiplini içinde oynadılar. Hal böyle olunca da kaliteli ayaklarıyla Ankaragücü’ne bariz bir üstünlük sağladılar.Ankaragücü ise kelimenin tam anlamıyla tel tel döküldü. Trabzon’a giden Ceyhun ile cezalı Emre’yi çok aradılar. Defans ve kaleci faciaydı. Arka arkaya yedikleri gollerden sonra oyun disiplininden koptular. Şuursuz bir baskı kurdular. Hikmet Karaman’ın erken hamlesi de işe yaramadı. Maçın sonlarına doğru futbolcular kontrollerini iyice kaybedince kırmızı kartlar gecikmedi. Takımın en kötüsü Sedat Bayrak, çirkeflikte yine baş roldeydi. Hakemler bu oyuncuya nasıl tahammül ediyor, anlaşılır gibi değil. Yeni bir Alpay yetişiyor... Fatih Hoca’nın dikkatine!
‘’Arka Bahçe‘’
Sarışın çipil gözlü çocuk...Hayatın siyah-beyaz aktığı yıllardan bir yıldı. Güneşin altın sarısı ışıklarının saçlarımızı yaladığı güler yüzlü bir bahar mevsimine henüz yeni ‘merhaba’ demiştik. İçimize doğan her baharda olduğu gibi, o baharda da kıpır kıpırdık. Aşkın, arzuların, umutların depreştiği bir nisan sabahıydı. Çalıştığım şirkete gittiğimde yakın mesai arkadaşım, dostum Turgut Palaz’ın yüzünden düşenin bin parça olduğunu gördüm. Ne olduğunu sorduğumda, kardeşinin hasta olduğunu, hastaneye yatırdıklarını söyledi. Her zaman neşeli görmeye alışkın olduğum dostumun yüzü o gün hiç gülmedi. Kasvetli bir günün ardından akşama birlikte hastaneye gittik. Dostumun kardeşi 13 yaşındaydı. Adı Turgay’dı. Odasına girdiğimizde yattığı yerden derhal doğruldu. Gülen gözleriyle bizi karşıladı. Sarışın, çipil gözlü, güzel bir çocuktu. Hiç de hasta gibi durmuyordu. Yüzünde hayat vardı. Hoş sohbetti, neşeliydi. Bizimle bir büyük gibi konuşuyordu. Biraz okuldan söz ettik, biraz kızlardan, biraz da futboldan... Amatör bir kulübün genç takımında futbol oynuyordu. O Beşiktaş’ı tutuyordu, ben Galatasaraylı’ydım. Öylesine kaynaşmıştık ki, sanki kırk yıllık ahbaptık. Ben onun ‘Hamit ağabeyi’ olmuştum, o da benim kardeşlerimden bir kardeş... Yanında ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Ama o loş hastane odasında ömrümün en güzel birkaç saatini yaşadığımı anlamak için fazla beklemeyecektim. Hastalığına henüz teşhis konmamıştı, fakat biz orada sözleşiverdik; çıkınca ilk Beşiktaş-Galatasaray maçını birlikte seyredecektik. Ona formasını ben alacaktım. Birbirimize el salladık ve yanından ayrıldım. Ertesi günü Turgut işe gelmedi. O zaman cep telefonu da yoktu ki, arayıp nedenini soraydım. Merak ettim ve akşam tekrar hastaneye gittim. Turgut ve ailesi bir duvarın kenarına çökmüş kalmışlardı. Kötü bir şeyler olduğu ortadaydı. Yanlarına gittim. Hepsi ağlıyordu. Turgay’ın hastalığına teşhis konmuştu. Lösemiydi genç dostum. Birden gökkubbe tepeme çöktü. Dev bir mengenenin başımı sıktığını sandım. Beynimin içi karıncalanıyor gibiydi. Birkaç dakikalık şoktan sonra kendime geldim. Turgay’ın yanına gittim. Odasını değiştirmişlerdi. Yanında fazla kalamadım. Konuşamıyorduk, gülüşemiyorduk.Robyy Clamens’in en uzun koşusu...O gün karar verdik. Turgay’la birlikte biz de bu kahrolası illetle mücadele edecektik. Bir grup arkadaş yollara döküldük. Yardım kampanyaları açmaya çalıştık. Hayır kuruluşlarına, şirketlere, sendikalara gittik, gazete gazete dolaştık. Bu koşturmaca içinde günler günleri kovaladı. Her geçen gün eriyen Turgay’ın ilik nakli ile iyileşme şansı vardı. Pahalı bir ameliyattı ve yurtdışında olması gerekiyordu. Ama biz bir türlü gerekli yardımı hiçbir yerden alamıyorduk. Tüm kurumlar, kuruluşlar, şirketler, insanlar sağırlaşmış, körleşmişti adeta. Gittiğimiz her yerde bir duvara çarpıyorduk. Umutlarımız giderek tükeniyordu. Ve tükenen yalnız umutlarımız değildi. Turgay da tükeniyordu. Saçları tamamen dökülmüştü. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Zayıf bedeni hiçbir şey kabul etmiyordu. Yediği, içtiği her şeyi dışarı çıkarıyordu. Son gördüğümde çipil gözlerindeki ışığın kaybolduğunu fark ettim. İçimden bir şeyler koptu. Turgay’ın da, bizim de yenildiğimizi o an anladım. O gece hiç uyuyamadım. Sabah erkenden hastaneye gittim. Turgay morgdaydı. Beyaz bir çarşafın içinde, öylesine sessizce yatıyordu. Aydınlık yüzü bir sonbahar yaprağı gibi solmuştu. Bu dünyadaki kısacık yolculuğu, tan yeri ağarırken sona ermişti. Bir çiçeğe konup özünü aldıktan sonra havalanarak gözden kaybolan sarı bir kelebek gibi uçup gitmişti küçük Turgay. Geride onulmaz acılar bırakarak... O günden sonra ben bir daha Beşiktaş-Galatasaray derbisine gitmedim. Turgay’a verdiğim sözü tutamamanın ezikliğini yıllardır yaşadım, yaşıyorum. Ona bir forma alacaktım, alamadım. Forma yerine kefen giymesine hep birlikte seyirci kalmanın utancını hep taşıdım. Onu bizden alan belki kader, belki doğanın devinimi... Lakin ne olursa olsun, sanki onu yaşatabilecekmişiz hissinden hiçbir zaman kurtulamadım. Bu dünyada ruh ve beden sağlığı yerinde olan bizlerin, Turgay ve onun gibilere yardım edebileceğine hep inandım. Bu garabetle başetmenin tek yolu, insanoğlunun topyekün savaşmasıdır. Güç birliği, kader birliği yapmasıdır. Kansere karşı gönüllü ordular kurulmasıdır. Bu trajik öyküye, işte bu amaçla yola çıkmış bir insandan bahsederek son vermek istiyorum. Kendi küçük dünyalarımızda yarattığımız düşmanlıkların, kutuplaşmaların, cepheleşmelerin, kısır çekişmelerin ne kadar manasız olduğunu daha iyi anlamamız için Alman sporcu Robby Clamens’i yakından tanımamız gerektiğini düşünüyorum. 46 yaşındaki Clamens, lösemili çocuklar için 298 gün içinde tam 29 ülkeyi koşarak geçicek. Alman sporcu, 23 bin kilometre katederek Çukurova’da tam teşekküllü bir lösemi hastanesi yapılması için destek toplamayı hedefliyor. Kampanyayı Almanya’da kurulu Word Run (Dünya Koşusu) isimli bir dernek düzenliyor. Proje aşamasındaki hastane için Dünya Bankası’ndan finansman sağlamayı amaçlıyorlar. Dün Edirne’den Türkiye’ye giriş yapan Clamens de bunun için dünyanın en uzun koşusuna çıkmış. Gittiği her ülkede kanserli çocuklara dikkat çekecek ve hastane için sponsorlar bulmaya çalışacak. Clamens’i bu uzun koşusunda yalnız bırakmamalıyız. Biz de onunla koşmalıyız. Başka Turgaylar’ın ölmemesi için...İnsanlık için...
‘’Arka Bahçe‘’
İstasyon..Bir yolculuk ne zaman başlar ve ne zaman biter? Adına insan dediğimiz gizemli varlık, evrenin sonsuz boşluğunda ne zamandan beri yol alıyor? Ve ne zaman duracağız? Devasa bir çöplüğe çevirdiğimiz yerküre son durağımız mı, ara istasyonumuz mu? Bir dahaki trende bize yer olacak mı? Yoksa akşamın alaca karanlığının çöktüğü bu terk edilmiş istasyonda kalıp birbirimize kötülükler yapmayı sürdürecek miyiz? Uzayın ücra bir köşesindeki bu yaşlı gezegeni neden paylaşamıyoruz? Bunca kötülük, bunca zalimlik, bunca kin, bunca nefret, bunca ihtiras neden? Evrende hepimize bir nefeslik yer verilmemiş mi? Sonsuzlukta çakan bir kıvılcım değil miyiz hepimiz? Bir çakıp, bir kaybolmayacak mıyız? Bugün yeryüzünde; yarın belki başka bir evrende, başka bir boyutta, başka bir zamanda... Bambaşka biçimde, bambaşka renkte, bambaşka hayatta, bambaşka bir varlığın içinde... O zaman geriye dönüp baktığımızda ne kadar boş ve anlamsız işlerle uğraştığımızı fark etmeyecek miyiz? İçi boş kavgalarla, manasız çekişmelerle bir ömrü ziyan ettiğimizi anladığımız o anda, iş işten geçmiş olmayacak mı? Ne yazık ki öyle olacak... Ancak öyle olmaması için hâlâ zamanımız var. Çünkü hayat bize sunulandan ibaret değildir. Tanrı bize bu hayatı bahşederken, kumandasını da elimize vermiştir. O kumandanın adı; akıl ve zekadır. Nasıl bir hayat yaşayacağımıza kendimiz karar verebiliriz. Kendi hayatımızın efendisi olabiliriz. Yaşamımıza mana katabiliriz. Bizi birbirimize kırdıran, hiçliğe mahkûm eden ihtirasımızı gemleyebiliriz. Bizi çağın gerisine düşüren budalalıklarımızın önüne geçebiliriz.Kendimizi sorgu odasına almanın zamanı gelmedi mi?Geçip giden zamanı yakalayamayız elbette; ama geleceği daha iyi kurabiliriz. Eksi bakiyeyi artı bakiyeye çevirebiliriz. Hatalarımızdan, günahlarımızdan arınabiliriz. Bambaşka biri olabiliriz. Bütün bunları yapabiliriz. Yapmamamız için hiçbir neden yok. İçimizde varolan kötülük kadar iyiliğe de sahibiz. Tabiatta her şey birbirinin zıttıyla birlikte vardır. Önemli olan hangisini seçeceğimizdir. Hepimizin bir iç hesaplaşmaya ihtiyacı var. Kendimizi sorgu odasına almanın zamanı çoktan geldi, geçiyor. Bugün geleceğe daha karamsar bakıyorsak; nedeni kendimizi sorgulamamaktır. Her alanda dibe vuruyorsak; sebebi suçu diğerlerinde aramaktır. Bir yerde ters giden bir şeyler varsa, bundan herkes sorumludur. Az ya da çok. Hiçbir şey yapmasak bile... Belki de hiç bir şey yapmadığımız için oluyordur, olanlar. Seyrettiğimiz için. Göz yumduğumuz için. Biliyorum, bu kadarına layık değiliz biz. Çapulcu bir zihniyetin bu ülkeyi teslim almasına olanak vermemeliyiz. Bugün her zamankinden çok sahip çıkmalıyız ülkemize. İşe önce, birbirimizle barışmakla başlamalıyız. Herkesin herkesi sevmesi mümkün değildir, ama saygı duyulmalıdır. Haklarımıza, kimliğimize, kişiliğimize, tercihlerimize, seçimlerimize, fikilerimize... Ancak böyle huzuru, mutluluğu, başarıyı yakalayabiliriz. Hayatın her alanında ihtiyacımız olan budur. Ekonomik ilişkilerde de, politik ilişkilerde de, sportif ilişkilerde de... Bu istasyonda hepimize yetecek kadar bekleme odaları mevcuttur. Yola çıkmadan önce, yanıbaşımızda bizim gibi bekleyen yolcuyu, gelen ilk trene binip gittiğinde bir daha sonsuza kadar göremeyeceğimizi unutmayalım. Yola çıkmakla, yoldan çıkmanın arasındaki farkı da aklımızdan çıkarmayalım. Ve son olarak şu soruya cevap arayalım:Bir yolcu, ne zaman yoldan çıkar? İhtirasın kör kuyusuna düştüğü zaman.
‘’Arka Bahçe‘’
Cehennemin öteki adı: Çocuk yurtları...Ben öğrenim hayatımın bir kısmını yatılı bir okulda geçirdim. Kendim yatılı değildim. Ancak bilirim; o soğuk geceleri, yalnızlıkları, yaşanan korkuları, çekilen acıları, itilmişlikleri, örselenmişlikleri, yorganın altına saklanıp dökülen gözyaşlarını... Benim okulumda öğrencilerin büyük bir bölümü taşradan gelmiş yoksul köylü çocuklarıydı. 7 yıllık bir okul olduğu için yurtta kalan öğrencilerin yaşları 12 ila 20 arasında değişiyordu. Büyükten küçüğe doğru hiyerarşik bir yapı vardı; hem okulda, hem de okul yurdunda... Ve büyük balık küçük balığı orada da yutuyordu! Sabahları okula geldiğimde yaşıtım olan öğrencilerin morarmış yüzü-gözü ile karşılaşırdım. Neler olduğunu sorduğumda cevap vermezlerdi. Bir kenara çekilip sessizce ağlarlardı sadece... Yaşadıklarını anlatmak istemezlerdi. Sonsuza kadar taşıyacakları bir sır olarak saklarlardı, kendilerine yaşatılanları... İçlerinde intihara meyilli olanların oranı bir hayli fazlaydı. Zaman zaman dolaylı bir şekilde bunu dile getirdikleri de olurdu. Dost sohbetlerinde ne kadar zalim ve acımasız bir dünyada yaşadığımızdan söz ederlerdi. Akşam olup el ayak çekildiğinde başlarına neler geldiğini anlayabilmek için sabah gözlerinin içine bakmak yeterliydi aslında. Göz bebeklerini büyüten korku ve dehşet ifadesi her şeyi anlatıyordu. Şikayetçi de olamıyorlardı. Çünkü başvurabilecekleri bir mercii, onlara yardımcı olacak bir otorite de söz konusu değildi! Zira, gece etüt abilerinin uyguladığı şiddeti, gündüz de müdür ve yardımcıları ile öğretmenler tekrarlıyordu. Belki eksik olan tacizdi! Kimbilir?!!Zamanla dövülen, ezilen, tacize uğrayan çocuklar büyüyor, mezun olan abeylerinin yerini alıyordu. Mamafih, değişen bir şey olmuyordu. Abi olan çocuklar, bu kez yeni yetme başka çocuklara kendilerine reva görülen muameleyi uyguluyorlardı. Kişiliklerinin, karakterlerinin, dünya görüşlerinin oluşmaya ve şekillenmeye başladığı çağlarda av olanlar; sıraları geldiğinde, yetişkinliğe doğru adım atmaya başladıklarında avcı oluyorlardı!Yanıbaşımızdaki atıl hayatlar...Bu kısır döngü bugün de kırılabilmiş değil. Hatta artarak devam ettiğini dahi söyleyebiliriz. Nicedir gazete ve televizyonlarda, okullarda ve yurtlarda uygulanan şiddet, taciz ve tecavüz haberlerinden geçilmiyor. Yalnız büyükler küçüklere değil, küçükler de gücü yettiği başka küçüklere akla gelmedik fiziki ve sözlü tacizlerde bulunuyorlar. Şiddetin kör kuyusunda boğuluyoruz sanki...En yürek burkan hikâyelerin yaşandığı yerler ise, hiç kuşkusuz çocuk yuvaları ile yetiştirme yurtları oluyor. Gün geçmesin ki, bir çocuk yuvasından- yurdundan insanı darmadağın eden trajediler fışkırmasın. Duyunca, okuyunca, izleyince tüylerimiz diken diken oluyor. İsyan ediyoruz, kahroluyoruz, ‘lanet olsun’ diyoruz. Lakin onlara sahip çıkmıyoruz. Kimsesizlerin kimi olmayı denemiyoruz. Çözüm için fikir bile üretmiyoruz. Her biri bir aile dramının mahsülü olan çocuklara ‘atıl hayatlar’ muamelesi yapılmasını seyrediyoruz. Dövülüyorlar, taciz ediliyorlar, tecavüze uğruyorlar, aç bırakılıyorlar, örseleniyorlar, mafyaya satılıyorlar... Hayata zaten yenik başlayan bu biçareler; cahil, kifayetsiz ve merhametsiz parti militanlarının ellerinde heder oluyorlar. Biz sadece izliyoruz. Kimse kamuoyuna yansıyan haberlerin münferit olduğunu iddia etmesin... Öğrendiklerimiz yalnızca buzdağının görünen kısmı. Eminim, devlet bile ürküyordur, gayya kuyusuna elini sokmaktan!.. Zira işin içinde aysberge çarpıp batmak da var!Oysa bu ülkenin onlara; onların enerjilerine, akıl ve zekalarına da ihtiyacı var. Kaldı ki, ihtiyacı olmasa da, onlara kucak açmak, eğitmek, geleceğe hazırlamak devletin, hükümetlerin birinci görevidir. Ama onları, en başta ehil insanların eline teslim etmek ve hayata kazandıracak projeler geliştirmek suretiyle... Başta sportif amaçlı projeler olmak üzere...Hepimiz biliyoruz ki, spor, çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimleri, rehabilitasyonları için en önemli araçtır. Devlet bu konuya ciddiyetle eğilmeli, işe önce her çocuk yurdunun yanına bir spor salonu yapmakla başlamalı. Ve kimsesizleri o salonlara doldurmalı. Geleceğimiz için, çocuklarımız için...Ziyan olan emanet bir nesli yeniden kazanmak için...
‘’Derbi demeye...‘’
Dün geceki derbide görevli olduğum bildirilince, sonsuza kadar içimde taşıyacağım o sızıya rağmen bağrıma taş basarak tribündeki yerimi aldım. Gördüm ki, her geçen gün tadı kaçan hayatla birlikte derbilerin de tadı da kaçıyor. Bir Galatasaray-Beşiktaş maçının 500 kişiye oynanacağını rüyamda görsem inanmazdım. Ama futbolun ‘ekonomi-politik’i, büyükleri bir otel stadında oynamaya mahküm ediyor işte...Muhtemeldir ki, gerek organizasyonu yapan Efes Pilsen firması, gerekse yayıncı kuruluş iki büyükten birinin final oynamasını arzuluyordu... Ancak ne var ki, Galatasaray ve Beşiktaş’ın ilk iki gün bu kadar kötü bir performans göstereceklerini hesaplayamamışlardı. Aslında iki takımımızın dün gece de iyi olduğunu söylemek mümkün değildi. Sadece kötünün iyisi vardı sahada... O da Galatasaray’dı.Yabancılarını tribün çıkaran Gerets’in sahaya sürdüğü yerli oyuncular, özellikle ilk yarıda Beşiktaş’a karşı bariz bir üstünlük kurdular. Bu bölümde farkı arttıramamalarının nedeni Hasan Kabze’nin beklenenin de altında bir performans sergilemesiydi. Orta alanda görev alan Mehmet Güven, sahanın en iyilerinden biri olarak göze çarparken, Arda’nın zaman zaman yaptığı şovlar, futbolsuz gecede gözümüzün pasını sildi. Nobre girdikten sonra oyunda dengeyi sağlayan Beşiktaş’ta Gökhan Zan ile Burak’ın dışında büyük takım topçusu gibi oynayan futbolcu bulmak zordu. Siyah-Beyazlı takım, bu kadro yapısıyla ligin ikinci yarısında da taraftarına kahır mektubu yazdırır. Beşiktaş sanki küçülmeye gitmiş gibi! Galatasaray’ın tam maçı aldığı düşünüldüğü sırada stoperleri tekme tokat döverek sindiren Nobre’nin uzatmada attığı kafa gölü, Sarı-Kırmızılı takımın bir kaç yıldır yaşadığı ‘Nobre Sendromu’ nun bir kez daha ortaya çıkmasıydı. Tanrı umarım bana bir daha mahalle maçı gibi bir derbi seyrettirmez...
‘’Arka Bahçe‘’
Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi...Cümleler vardır, sabun köpüğü gibidir. Birkaç saniye havada uçuşur ve ardından kaybolurlar. Sanki hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış, hiç okunmamış, hiç duyulmamıştırlar. Buna karşın, bazı cümleler de vardır ki; okuyanı, duyanı sarsarlar. Yıllarca hafızalardan çıkmazlar. Son nefesinize kadar sizinle birlikte gelirler. Bir cümleyle hayata bakış açınız bile değişebilir. Sizi öylesine etkiler ki, bambaşka biri dahi olabilirsiniz. Büyük lafları genelde büyük insanlar söylerler. Tarihe yön veren liderler, devlet adamları, yazarlar, şairler... Tıpkı Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü gibi, William Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dizeleri gibi, Konfüçyüs’ün “Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak” vecizesi gibi. Bunlara benzer insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınmış yüzlerce, binlerce örnek vardır. Ama bazen de sıradan diye nitelendirilen insanların trajedilerinden öyle cümleler geriye kalır ki, yüzünüzde bir kırbaç gibi şaklar. Sizi silkeler. Allak bullak eder. Uzun süre kendinize gelemezsiniz. Yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızda istemsizce dudaklarınızdan dökülüveren o cümlenin adeta tutsağı olursunuz. Geçtiğimiz yıl bende böylesine etki bırakan ve hiçbir zaman unutamayacağım bir sözü beyin tümöründen ölen 16 yaşındaki Deniz Bayındır söylemişti. Yaşam mücadelesini kaybedeceğini hisseden talihsiz genç, anne-babasına, “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok” demişti. Bugünlerde ise, hayatımızın boşalmış iç yüzeyine ayna tutan bir başka sözle meşgulüm. 24 yaşında Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden İpek Ertürk isimli genç kızın geride bıraktığı notta yazıyor: “Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi.” İpek kız sonsuzluk ülkesine doğru kanat çırparken hepimize bir hayat dersi veriyor aslında: “Etrafınıza o kadar kalın duvarlar örmüşsünüz ki, hiçbir şeyi fark edemiyorsunuz. Işık ve ses geçirmeyen bir hücrenin içinde gibisiniz. Kimseyi duymuyorsunuz, kimseyi görmüyorsunuz. Kimse de sizi görmüyor! Herkes kendi trajedisiyle meşgul! Duyarsızlık, kayıtsızlık bir hayat felsefesi haline gelmiş. Siz duyarsızlaştıkça, başkaları da size karşı duyarsızlaşıyor. Kör bir toplum haline gelerek kendi kendinizi tüketiyorsunuz.” Oysa hepimiz birer İpek Ertürk olmaya adayız. Bencillik ve iki yüzlülük çağında yavaş yavaş deliriyoruz, birbirimizi fark etmeden. O kadar kendi içimize gömülmüşüz ki, yanıbaşımızda yükselen feryatları duymuyoruz. Kendi çığlımızı da duyuramıyoruz. Dostluk ve sırdaşlık, yerini çıkar ilişkilerine bırakınca, hayatı kendi hapishanemizde mecburi bir görev gibi yaşayıp, ardından sessiz sedasız terk-i diyar eyliyoruz. Geride başarısız bir yaşam ve hüzünlü bir geçmiş bırakarak...Yeryüzünün en zeki varlığı olarak amacımız yaşamımıza manâ katmaksa, başarılı ve mutlu birer birey olmaksa, bizi saran o kalın duvarları yıkarak işe başlamalıyız. Çevremizde olan biteni algılamalıyız, fark etmeliyiz. Sonra sıra bize de gelecektir. Fark eden, fark edilecektir mutlaka. Duvarlar birer birer yıkılacaktır; domino taşları misali... Ancak bu şekilde huzur ve mutluluğumuzu temin edebilir, daha müreffeh bir toplum olabiliriz. Birbirimizin farkına varmalıyız. İş işten geçmeden...Delirmenin eşiğine gelmeden...Fark edilmeyen bir değer: Tuna AltunFark etmediğimiz yalnızca çevremizde yaşanan dramlar, çekilen acılar değil ki... Keşfedilmeyi bekleyen nice değerler, kimsenin farkına varmaması nedeniyle heba olup gidiyor bu ülkede. Önlerindeki parlak gelecekleri, sahip çıkılmaması, ellerinden tutulmaması nedeniyle kararıp gidiyor. Sıradışı doğuyorlar, sıradışı yaşıyorlar; lakin, biz onları görmezden gelerek yeteneklerinin körelmesine yol açıyoruz ve sıradan insanlar haline getiriyoruz. Bu, özellikle sporda böyledir. Bilhassa amatör branşlarda... Doğuştan yetenekli binlerce yıldız adayı, kendilerini fark edecek devlet ve özel sektör kurumu bulamadığı için sistemin kör kuyularında kaybolup gidiyor. Bir müddet nafile bir çabayla çırpınıp duruyorlar. Ardından da gelecek korkusu, geçim gailesi kapılarını çalınca, çok sevdikleri sporu bırakmak zorunda kalıyorlar. Bir başka mesleğe yöneliyorlar. Yıldızlar ve gençler kategorilerilerinde kazandıkları madalyaları odalarının bir köşesine asarak, geçmişin avuntusuyla yaşıyorlar. Türk tenisinin yeni prenslerinden Tuna Altuna da, bu tehlikenin eşiğindeki sporculardan biri. Milliyet’te Bilgin Gökberk, “Köyün Delisi” köşesinde geçen yıl yazdı. Geçtiğimiz hafta aynı yazıyı bir kez daha tekrarladı, Bilgin Ağabey... Çünkü aradan geçen bir yıllık zaman zarfında Tuna’yı farkeden kimse olmadı. Tuna’nın işinin zor olduğunu biliyorum, ama burada ben de tekrarlamadan geçemeyeceğim: Tuna Altuna 17 yaşında. 10 yaşından beri kortlarda raket sallıyor. Tüm yaş kategorilerinde Türkiye şampiyonlukları var. Akdeniz Oyunları’nda ülkemizi temsil eden en genç erkek tenisçi. 48 kez milli olmuş. Şu anda ITF Junior sıralamasında 201’inci sırada. Sıralamada bir kaç basamak çıktığında ülkemizi Temmuz ayında yapılacak Wimbledon Turnuvası’nda temsil etme şansına sahip olacak. Ancak bunun için çok sayıda turnuvaya gitmesi gerekiyor. Ayrıca İspanya’daki Tenis Akademisi’nde çalışması lazım. Çünkü ona antrenman verecek bir antrenör ile sporcu Türkiye’de yok. Yani Tuna’nın Avrupa ve Dünya kortlarına açılabilmesi 3-5 yıla dayanan kurumsal bir sponsorlukla mümkün. Babası Haldun Bey çok sayıda özel şirkete başvuruda bulunmuş. Fakat henüz ses seda yok.Sevgili sponsor kuruluşlar şunu unutmayınız: Gerçek sponsorluk, yıldız adayını bulup onu parlatmaktır. Tuna, kendi yıldızını yaratmak isteyen kurumlar için biçilmiş bir kaftan. Gerisi size kalmış.









































