Arama

Popüler aramalar

‘’Bu kalp seni unutur mu‘’

Bazı insanlar vardır, hayatın nimetlerinden faydalanmak için yaşarlar. Bazıları da hayatın nimetlerini dağıtmak için dünyaya uğrar. Tıpkı Gazanfer Bilge gibi. Ömrünü eğitime adayan Bilge’yi bugün sonsuzluğa uğurluyoruz. Hayat onsuz daha bir çekilmez olacak.

İnsanoğlunun çağlar boyunca peşinde koştuğu yegane hedeftir, ölümsüzlük... Bütün uğraşlar, bilimsel ve teknolojik devrimler hep insan ırkını baki kılmak üzerinedir. Kolay değildir, hayatın nimetlerini tattıktan sonra bırakıp gitmek. Lakin, Tanrı ölümü bize, ölümsüzlüğü de kendine ayırmıştır. Ölümle baş edemeyeceğini er ya da geç kavrayan insan, kaderine razı olur ve kendi kaçınılmaz sonuna doğru sessiz sedasız yolculuğunu sürdürür. Bazıları ise kendilerine biçilen sona razı gelmez. Ölümsüzlüğün peşini bırakmazlar. Bu dünyayı bedenen terketseler bile geride ruhlarını bırakmaya kararlıdırlar. Ölümsüzlük onlar için böylesi bir anlam ifade eder. Felsefeleri, hayattan almak üzerine değil, hayata bir şeyler katmak üzerinedir. Hayatın nimetlerinden faydalanmak için yaşamazlar. Kendi paylarına düşeni dağıtmaktır tek amaçları. Bu şekilde yaşadıkları takdirde, geride silinmez izler bırakacaklarını bilirler. Böylesi bir yaşam formatı, onlar için ölümsüzlük iksiridir.



Hayatı bir nebi gibi yaşadı

Türk güreşinin son efsanelerinden Gazanfer Bilge de, sahip olduklarının esiri olmadan hayatı yaşamış misyonerlerden biridir. Hayatın kendine sunduğu nimetleri çevresine dağıtmak suretiyle ölümsüzlük kervanına katılan isimlerden biri oldu. Ömrünü eğitime adayan “Bilge İnsan”, Kocaeli’nin Karamürsel ilçesini ihya etti. Okullar yaptı, yurtlar inşa etti, yoksula, fakire kurslar açtı, ihtiyaç sahibi çocuklara, gençlere burslar verdi, tüm servetini Türk insanının daha eğitimli, daha bilinçli olması için harcadı. Bir nebi gibi yaşadı hayatı. Rahmet bulutu oldu, çorak toparaklara yağdı. Dokunduğu yere bereket getirdi. Ömrü, çocuk mutluluklarıyla, çocuk gülücükleriyle şenlendi. Gülen yüzünde, güller açtı. Işığıyla karanlıkları yırttı, attı. Cehaleti yenmek, aydınlık nesiller yetiştirmek en büyük arzusuydu. Bu arzusunun önemli bir kısmını gerçekleştirdi. Daha işi bitmemişti. Binlerce öğrencinin okuyacağı bir kümpüse çevirmek istiyordu, yaptırdığı eğitim kurumlarını. Olmadı. Ama bilirim, onun vasiyetidir bu. Yakınları yerine getirecektir. Daha nice çocuklar, gençler Gazanfer Bilge’nin okullarında geleceğe hazırlanmaya devam edecektir. Gazanfer Amcaları’na karşı olan şükran duygularını da sonsuza kadar kalplerinde taşımayı sürdüreceklerdir.
Güle güle Bilge Adam. Sen sıcacık yüreğinle öte dünyayı ısıtmaya devam ederken, bu dünya sensiz daha anlamsız, daha çekilmez olacak. Ve Türkiye seni çok arayacak.

23 Nisan 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Necati'nin şerefi!‘’

Konfüçyüs'ün insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınan ünlü sözlerinden biri şöyledir: "Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir."
İnsan kalitesi dibe vurmuş bir ülkede yaşıyoruz. Başların ayak, ayakların baş olduğu tuhaf bir süreçteyiz. Kerameti kendinden menkul bir takım zevat, ele geçirdikleri önemli mevkilerde topluma yön vermeye, kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Bunu yaparken de etrafa zehir saçıyorlar. Havayı, çevreyi, yaşadığımız dünyayı kirletiyorlar. Aslında yaptıkları, kendilerince bir oyun. Kendi oyunları. Bu oyunu kendileri yazıyorlar, kendileri oynuyorlar. Hiç ilgisi olmayanları da oyunun içine çekiyor ve figüran yapıyorlar. Figürleştirdikleri kişinin onuruyla oynuyorlar, şerefini iki paralık ediyorlar. Yalan, iftira ve şantajla topluma hedef gösteriyorlar. Dedikodudan beslenen toplum da ne yazık ki, kurulan çirkin tezgaha, iğrenç senaryolara inanıyor ve önlerine atılan kurbanı linç ediyor. Amacına ulaşan gölgesi büyükler de, yarattıkları marazadan haz duyarak, karanlık köşelerinde yeni senaryolar yazmaya koyuluyor.
Son kurbanları Necati'ydi. Galatasaray'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kiraladığı Necati üzerinden spekülasyon yaparak, sözüm ona golcü oyuncuyu eski takımına karşı motive edeceklerdi. Necati gol atarsa şerefli, atamazsa şerefsiz olacaktı! Yani kiralık geldiği Galatasaray'a yatmış olacaktı! İşin içinde kendilerini Fenerbahçe'nin amigosu yerine koyan bazı yazarcıklar var, Sarı-Lacivertli takıma hizmet ettiğini sanan bazı camia ileri gelenleri var, bir takım sözde spor medyası var. Necati'nin onuru, gururu, çiğnenmiş, ailesi, sevenleri yıpranmış kime ne? Tek amacı eski formunu yakalayarak eski takımına geri dönmek, Avrupa Şampiyonası'nda Milli Takım forması giymek olan bir futbolcuya reva görülen bu muamelenin hesabı sorulmayacağı için bu kadar pervasız olabiliyorlar. Bugün Necati, yarın başkası. Sistem böyle. Yıkılana kadar da böyle devam edecek. Yıkılmazsa, zaten biz yıkıldık demektir. Güneşin batışını hep birlikte izlemeye devam ederiz, o zaman. Küçük insanların gölgesi de uzar, gider.
Kasımpaşa'nın sessiz sedasız veda ettiği ligde şampiyonluk düğümü bu hafta çözülebilir. Fenerbahçe kaybetmediği takdirde ipi göğüsler. Galatasaray'ın kazanması halinde heyecan son iki haftaya taşınır. Ufukta sürpriz bir final gözüküyor.

22 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray efsanesi!‘’

iki yıl önce Gerets’le elde edilen şampiyonlukta Galatasaraylı futbolcuların başarısını, mitolojideki ‘Simurg’ efsanesiyle özdeşleştirmiştim. Efsane, işleri ters giden, düzenleri bozulan yeryüzündeki tüm kuşların, kendilerini kurtarması için Kaf Dağı’nın zirvesinde yaşayan ‘Simurg’ isimli hükümdarlarını aramalarını anlatıyor. Milyonlarca kuşun birlikte çıktığı yolculuk sonunda dağın zirvesine sadece otuz kuş ulaşabiliyor. Aradıkları hükümdarlarını bulamayan otuz kuş büyük bir hayalkırıklığı yaşadığı anda, aslında Simurg’un kendileri olduğunu anlıyorlar. Zira, ‘Simurg’ kuş dilinde ‘otuz kuş’ anlamına gelmekteymiş.
Galatasaray bugün de benzeri bir süreç yaşıyor. Çünkü, kadronun neredeyse tamamı değişmiş, toplam 6 maçını seyircisiz oynamış, kilit oyuncuları aylarca sakatlık nedeniyle forma giyememiş, basın tarafından her fırsatta yerden yere vurulmuş, bir çok maçta seyirci tarafından yalnız bırakılmış, yönetimi değişmiş, son 6 haftaya girilirken hocasız kalmış bir takımın hala şampiyonluğun 1 numaralı adayı olmasının başka bir izahı yok. Florya sakinleri bir kez daha kendi güçlerinin farkına vardılar. Aradıkları ‘Simurg’un kendilerinden başka bir şey olmadığını anladılar. Ve inisiyatifi ele aldılar. Tüm namüsait şartlara rağmen potansiyelleriyle hedefe ulaşabileceklerini gördüler. Sahaya beyinlerini, yüreklerini, ruhlarını, tüm benliklerini yansıttılar. Çoktandır atıl duran enerjilerini harekete geçirdiler. Taraftarı da uyandırdılar. İki yıl önce şampiyonluğu getiren sinerjiyi yeniden yarattılar. Bu öyle bir sinerji ki, rakipleri de demoralize ederek beklenmedik puan kayıplarına uğramalarına yol açıyor.
Dünyada, dezavantajını avantaja çevirmek konusunda Galatasaray kadar mahir bir takım yoktur. Bu, Sarı-Kırmızılılar’ın geçmişinden, geleneklerinden gelen bir özelliktir. Boşuna değildir, Avrupa’nın en köklü takımlarını dize getirerek UEFA Kupası’na, Süper Kupa’ya uzanmaları. Zira direnmek, mücadele etmek, kenetlenmek, başarmak Galatasaray’ın genlerinde yatıyor. Dünya devi olmak da böyle bir şey olsa gerek. Bunun parayla, pulla da pek alakası yok. Ruh yetiyor, inanç yetiyor, formanın ağırlığı yetiyor, kendi küllerinden doğması yetiyor. Bu sezon da yeni bir Galatasaray efsanesi yazılacak gibi görünüyor. Tekrar tekrar okunması gerekecek.

19 Nisan 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ezeli rakipleri yakan ateş topu: Merve‘’

Acı ateştir; düşer yüreğimize, kor akkor yapar. Acı zehirdir; ruhumuzu ve bedenimizi kaskatı keser. Acı sistir; çöker ömrümüze, gündüzümüzü geceye çevirir. Acı iksirdir; bizi zamanından önce büyütür, olgunlaştırır. Ve acı harçtır; insanları, toplumları birbirine yaklaştırır, kaynaştırır.
Acıyı tatmadan önce kin, nefret, öfke, düşmanlık, ihtiras gibi her türlü yıkıcı duyguların esiri oluruz. İnsanlıktan çıkarız. Birbirimizi yok etmek için elimizden geleni ardına koymayız. Hayat denen o ince kırmızı hattın üzerinde bilinmezliğe doğru dolu dizgin koşarken, birbirimize tuzaklar kurarız, çelmeler takarız. Galibi olmayacak bir yarışın içinde olduğumuzu hiç bir zaman farketmeyiz. Yaşama dair bize sunulan her şeyin gelip geçici bir heves, bir avuntu, bir haz olduğunu bilmeyiz. Sahip olduklarımızın bir gün elimizden alınacağını göremeyiz. Fenalıklar yapmayı sürdürürüz. Zalim yönümüz, alim yönümüzü boğmaya devam eder. Ve biz buna izin veririz. Bir gün bir parçamızı kaybedene kadar devam eder bu manasız çekişmeler. Bir yakınımızı, bir sevdiğimizi, sağlığımızı, geleceğimizi... Her ne olursa olsun, bizleri tarifsiz bir acıya boğacak olan kayıplarımızdır, bizlere hayatın ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hatırlatacak olan...
Fenerbahçe ve Galatasaray
birbirinin varlık nedenidir

ABD’de geçirdiği bir trafik kazasında ağır yaralanarak kaldırıldığı hastanede yaşam savaşı verirken doktorların ihmali sonucu dalından koparılan gül kızımız, milli yüzücümüz Merve Terzioğlu’nun yaşattığı acı da işte böylesi bir etki yarattı, sırasıyla formalarını giydiği iki ezeli rakip üzerinde. Nicedir, ezeli rekabeti ezeli düşmanlığa çevirmeyi başaran Fenerbahçe ve Galatasaray camialarının katılaşmış yüreğine bir ateş topu gibi düştü Merve kızın trajik ölümü... Her iki kulübü de sarstı, silkeledi. Kendilerine getirdi. Aslında ne kadar iç içe geçtiklerini, birbirlerinin varlık nedeni olduklarını beyinlerine nakşetti. Bir araya geldiler. Kenetlendiler. Acılarını birlikte yaşadılar. Birlikte ağladılar. Birlikte yandılar. Birlikte sustular. Merve’nin başında kol kola nöbet tuttular. Tabutunu beraberce omuzladılar. Mezarına aynı küreklerle topluca toprak attılar. Onu sonsuz yolculuğuna uğurlarken omuz omuza saf tuttular.
Düşmanlıkların bitmesi
için Merveler mi ölmeli?

Neden, diye haykırmak geliyor içimden. Neden? Birbirimize yakınlaşmamız, birbirimizi anlamamız için, içimizden birilerinin bedel mi ödemesi gerekiyor? Düşmanlıkları sona erdirmek için bir parçamızı diyet olarak koparıp, yere mi atmamız lazım? Biz bu ülkenin, bu toprağın, bu bayrağın insanları değil miyiz? Bir sportif rekabet böylesine öldürücü mü yaşanmalı? Birimiz olmadan, diğerimizin bir önemi olur mu? Birimizi yaşatmadan, diğerimiz yaşayabilir mi?
Neyse, sözlerimizi noktalamadan önce, kızını önce Galatasaray’a sporcu olarak veren, ardında da cennete huri olarak gönderen Fenerbahçeli baba Murat Terzioğlu’nun sözlerine kulak verelim: “Kızım melek gibi bir kızdı. Ömrü kısa oldu ama ölümü iki camiayı birleştirdi. İnsan ömrü nedir ki? İki ezan arasında bir nefes.”
Her ölüm erken ölümdür. Her ölüm acıdır, her ölüm kayıptır, her ölüm yıkımdır, her ölüm sonsuz ayrılıktır.
Lakin her ölüm aynı zamanda bir derstir de... Almasını bilenlere!

16 Nisan 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Bey'in iki yüzü‘’

İskoç yazar Robert Louis Stevenson'ın "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" romanında, saygın bir bilimadamı olan Dr.Jekyll, kişiliğinin iyi ve kötü yanlarını birbirinden ayırmak ister. Laboratuvarında yaptığı etkili bir iksir sayesinde, içindeki kötülükleri yine kendi olan "Mr. Hyde"ın bedeninde etkin hale getirir. Mr.Hyde haline geldiği anlarda, içinde gizli kalmış tüm kötülükleri dışavurur, insanlara zarar verir.

* * *

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, 10 yıllık dönemi sonunda Türk futbol tarihinin en başarılı başkanı olma yolunda hızla ilerliyor. Tesisleşme ve kurumsallaşma bakımından tüm başkanlara fark attığı söylenebilir. Geriye sportif başarı kalıyor. Önümüzdeki bir kaç yıl içinde alınacak bir Avrupa kupasıyla bunu da gerçekleştireceğine inananlardanım. Aziz Bey, bu başarısıyla yalnız Fenerbahçe'ye çağ atlatmıyor, Türk futbolunun da ufkunu açıyor. Çıtayı kendi takımı için yükseltirken, aynı zamanda rakipleri için de bir nirengi noktası oluşturuyor. Galatasaray ve Beşiktaş da, Fenerbahçe'yle baş etmek için kendilerini ezeli rakipleri kadar yatırım yapmak zorunda hissediyorlar.

Gelgelelim, Türk futbolu için böylesine önem arzeden bir figür olan Aziz Yıldırım, işler biraz sarpa sardığı zaman öfkesini kontrol edemiyor ve çevresi için yıkıcı olabiliyor. Saldırganlaşabiliyor; basını, federasyonu, hakemleri tehdit edebiliyor. Son Ankaraspor yenilgisinde yaptığı gibi. Son saniye golünü yer yemez, rakip başkanın elini sıkmadan tribünü terkedip, koridorda da hakemlere hakaret eden Aziz Bey'in, tipik bir "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" sendrdomu yaşadığını söyleyebiliriz. İki yüzü var Aziz Bey'in: Bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık. Fenerbahçe Ankara'dan golü yediğinde Konya'da bir uğultu koptu. Denizli maçıyla kaybettiği şampiyonlukta da Anadolu kentlerinde halk sokaklarda kutlama yapmıştı. Anadolu'daki Fenerbahçe karşıtlığında Aziz Bey'in kibirinin ve itici tavırlarının çok büyük rolü var. Fenerbahçe, Galatasaray ve Sivasspor'un nefes nefese girdiği lig finalinde finişi görecek olan takımı belirleyen faktör de bu olacak. Unutulmamalı ki, çevrene nasıl bir elektrik verirsen, ona göre bir sinerji yaratırsın!

15 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hakem önce insandır!‘’

Hakemler da sizin bizim gibidirler. Etten, kemikten, sinirden oluşurlar. Yerler, içerler, ağlarlar, gülerler, özlerler, çoluk çocuğa karışırlar. Onların da hayalleri, beklentileri, düş kırıklıkları vardır. O nedenle, kolay değildir, insan olup da insana dair bir takım zaafiyetlerden arınabilmek. Onlar da bir an dalabilir, görmeyebilir, hata yapabilirler. İçlerinde bazılarının bir takım hesapları da olabilir elbette! Onları yönetenlerin içinde de ince hesaplar yapanlar vardır mutlaka! Mümkündür. Kimin hesabı yok ki! Biz ne kadar kirliysek, hakemler de o kadar kirlidir. Sizin bizim çocuklarımız, akrabalarımız, kan bağımız değil midir sonuçta onlar da? Yani içimizden birileri! Onun için zihnimizde yarattığımız bir takım senaryoları gerçekmiş gibi algılayarak, başarısızlıklarımızı hakemlere vehmetmekten vazgeçmeliyiz. Hakemler rüzgar gülü gibidir! Bir gün sana bir gün bana! Ondan dolayı, kimse ne tam mağdurdur, ne de tam mağrur. İç içe geçmiş, karanlık, grift ilişkilerin sonucudur, son haftalarda olanlar. Ve hepimiz bu oyunun bir parçasıyız. Kimse ne siyahdır, ne de beyaz. Herkes gridir. Birbimizden farkımız, küçük nüanslardır. Grinin tonları dediğimiz nüanslar. Bundan önceki yıllarda ne kadar temiz lig oynanıyorsa, bugün de o kadar temiz ligimiz var. Mesele bu kadar basit aslında. Sözü fazla uzatmanın alemi yok. Geçelim futbola:

Herkesin yeni bir Anadolu ihtilali olur mu diye beklenti içine girdiği son haftalarda Sivasspor, bir kez daha düz yolda araba devirdi. Gerek maddi olanakları, gerek kadro kalitesi bakımından Üç Büyükler'le kıyas bile edilemeyecek olan Yiğidolar'ın olayı bu noktaya kadar getirmeleri bile bir başarı tabii ki... Ama yine de gönül, finiş çizgisinde pes etmemelerini istiyor. Sivas, Fenerbahçe ile Beşiktaş'la sahasında berabere dahi kalsaydı, bugün şampiyonluğun 1 numaralı adayıydı. Şimdi ise altına alması gereken üç rakip var. İşleri kolay değil. Ligde bitime 5 hafta kala üstte ve altta kıran kırana bir mücadele sürerken, Başkent'in göbeğindeki zeminin bostan tarlasına benzemesi kimin ayıbıdır, onu da burada sormak gerekir.

Son olarak Yattara'ya bir çift söz: Tamam kadeşim, iyi futbolcusun. Ama iyi futbolcu olmak, adam olmak anlamına gelmiyor. Sahada rakiplerinin emeğine, alınterine saygılı olmak, onlarla dalga geçmemek futbolda en önemli düsturdur. Önce tevazuu. O tekme hayatını kararatsaydı ne olacaktı? Bundan sonra kimsenin gururuyla oynama!

08 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ne mutlu seni sevene‘’

Her şey bir düşle başlar. Düşlerin gerçekleşmesi için önce düşlemesini bilmek gerekir. Ardından peşinden koşmak lazım. Tıpkı Fenerbahçe’nin yaptığı gibi. Sarı-Lacivertli takım, Şampiyonlar Ligi’nde basamakları birer birer tırmanarak zirve yolculuğuna çıktığında belki de kendilerinden başka hiç kimse inanmamıştı. O inanç, o ruhla sahaya çıkan Fenerbahçe, rakiplerinin dünya devi olmasına aldırmadan kendi oyununu, kendi klasiğini sahaya yansıtarak her maçta taraftarlarına yeni yeni zafer şarkıları söyletti.
Bugüne kadar karşılaştığı rakipleri içinde belki de en güçlüsü olan Chelsae karşısında maça tutuk başlayan Fenerbahçe, İngiliz takımının etkili presi karşısında en güçlü silahı olan öldürücü pas trafiğini ilk yarı boyunca bir türlü gerçekleştiremedi. Orta alanda organize olamadı. Hücum hattına top taşıyamadı. Kanatları kullanamadı. Buna mukabil Chelsea, başta Drogba olmak üzere Fenerbahçe kalesinde oldukça tehlikeli pozisyonlar yarattı. Deivid’in ters vuruşuyla da skor avantajını ele geçirdi.
İkinci yarıda ise her şey tersine döndü. Fenerbahçe kendi kimliğine büründü. Orta alan üstünlüğünü eline geçirdi. Colin Kazım’ın oyuna girmesiyle etkinliğini daha da artırdı. Sağlı sollu ataklarla Chelsea kalesini abluka altına alan Sarı-Lacivertiler, aradığı golleri bulmakta gecikmedi de... Colin Kazım ile Deivid’in golleri birinci sınıftı. Aylardır gol yemeyen Chelsea bir maçta iki gol birden yiyince neye uğradığını şaşırdı.
İngiliz takımının son dakikalardaki nafile çabaları da sonuç vermeyince Fenerbahçe kendi sahasında bir dünya devini daha dize getirmenin mutluluğunu yaşadı, yaşattı. Bu skorun rövanş için yetip yetmeyeceği aslında o kadar önemli değil. Önemli olan Fenerbahçe’nin Avrupai bir kimliğe bürünmesidir. Kupa yolculuğunda en büyük avantajlarından biri de budur. Bu kimlik ki, rakiplerini titretmeye yetecektir. Tıpkı dün ikinci yarıda Chelsea’li futbolcuların bacaklarını titrettiği gibi.
Fenerbahçe düşlerinin peşinde koşmaya devam ediyor. Kutlu olsun Fenerbahçe’ye, kutlu olsun Türkiye’ye...

03 Nisan 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İnönü'yü yıkmak yetmez!‘’

Bir zamanlar futbolun mabediydi, eski adıyla Mithat Paşa, yeni adıyla İnönü, en yeni adıyla da Beşiktaş İnönü Stadı! Üç Büyükler orada oynardı. Kendi aralarındaki karşılaşmaları taraftarlar bir arada seyrederdi. Bayram yerine gider gibi gidilirdi Dolmabahçe'ye. Beyler takım elbiselerini giyer, hanımlar da şık tayyörleriyle tribünlerde yerlerini alırlardı. Bırakın küfürü, tacizi, kötü bir söz bile, söyleyeni utandırır, yüzünü kızartırdı.
Sonra devir değişti. Mahalle bitirimleri yavaş yavaş tribünlerde hakimiyet kurmaya başladı. Derbi maçlarında kapalı tribünü ele geçirmek için geceden yorgan-döşek stadın önünde yatılarak nöbetler tutuldu. Bu uğurda kavgalar patlak verdi. İşin içine alkol ve uyuşturucu girdi. Düzen bozuldu. Bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Derken, endüstriyel futbol kapıya dayandı. Statlar paylaşıldı. İnönü, Beşiktaş'a düştü. Fenerbahçe ile Galatasaray'a deplasman oldu. Doğrusu da buydu. Lakin, doğruyu yaparken bile yanlış yolları kullanmaktan imtina etmedik. Beşiktaş'ın işgüzar yöneticileri rakipleri sindirmek için bir takım düzenlemeler yaptı İnönü Stadı'nda. Seyirciyi sahaya yaklaştırdılar. Bir korku ve dehşet atmosferi yaratmak istediler. Başarılı da oldular! Takımlarının, gerek popülarite, gerekse sportif başarıda ezeli rakiplerinin gerisinde kalmasının öfkesini yaşayan Beşiktaş taraftarı, işler yolunda gitmediği zaman çileden çıktı. Rakiplerin üzerine bir kabus gibi çöktüler. Tıpkı son maçta olduğu gibi. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en başarılı iki yabancı futbolcusundan biri olan Alex'i izlemenin keyfini yaşamak yerine, Brezilyalı'ya ellerine ne geçerse yağdırdılar. Bir korner kullanmak bile zul oldu Sambacı'ya. Ardından kaleci Volkan'nın anasına koro halinde edilen küfürler. Çok yazık. Beşiktaş İnönü'yü yıkıp yeni stat yapacakmış. Bu yetmez. Tabuları da yıkmalılar. Yönetici ve taraftar profili değişmeli. Aksi takdirde bu zihniyetteki Beşiktaş'a dünyanın en modern stadını yapsanız bile nafile.
Son 6 haftaya girilirken Fenerbahçe beklendiği gibi öne çıktı. Rakiplerinin durumuna bakılırsa Sarı-Lacivertliler ipi önde göğüsleyecek gibi gözüküyor. Ama bunu söylerken yine de temkini elden bırakmamak lazım. Burası Türkiye! Dengeler çok çabuk değişiyor! Sonra adama yazdığını yedirirler vallahi!

01 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI