‘’ultrAslan değil ultraİnsan!..‘’
Bilenler, bilir. Taraftar konusuna her zaman temkinli yaklaşmışımdır. Netameli bir durumdur. Taraftar, iki ağzı keskin bir bıçak gibidir. Ne zaman, neyi doğrayacağı belli olmaz. Takımının gururu da olur, katili de... Bir yüzü aydınlıktır, bir yüzü karanlık... Bu, ülkemizde yerleşik bir taraftar kültürünün olmamasından kaynaklanan öznel bir durumdur.
Ancak bu konuda son yıllarda umut verici gelişmeler de yaşanmıyor değil. Çağdaş, iyi eğitimli, vizyon sahibi, iletişim teknolojisini iyi bilen ve kullanan, gerçek taraftarlık bilinciyle donanmış insanlardan oluşan bazı taraftar grupları tribünlere yavaş yavaş hakim olmaya başladı. Yıllardır ‘çapulcu’ grupların statlarda estirdiği terörün önlenmesinin yolu, yeni yeni filizlen bu çağdaş oluşumların artmasından geçiyor.
Bu tür gruplar, takımlarını desteklemelerinin dışında yeni bir misyon daha üstlendiler: Ülkesine, değerlerine sahip çıkmak, topluma sosyal mesajlar vermek. Bu da onların sadece taraftarlık bilinciyle donanmadıklarını gösteriyor. Sahip oldukları bilinç, bir ışıma hali. Bir erdem. Bir insanlık düsturu. Tıpkı Galatasaray’ın etkin taraftar gruplarından ultrAslan’ın geçtiğimiz hafta sergilediği örnek davranış gibi.
O pankarttaki en anlamlı
mesaj: Renklerin kardeşliği
Dünya tarihinin en büyük destanlarından biri olan Çanakkale Savaşı’nın 93. yıldönümü nedeniyle birdizi anma etkinliği düzenleyen ultrAslan’ın, Denizlispor maçında Ali Sami Yen’de açtığı pankart, şehitlere karşı gösterdikleri duyarlılık kadar anlamlıydı. Kapalı tribünde açılan “Kınalı kuzular kalbimizde” yazılı pankart, insanın tüylerini diken diken edecek cinstendi. Emperyalizme karşı verilen bu zalim savaşta, ülkeleri için gözlerini kırpmadan hayatını veren gencecik Türk çocuklarını yadeden ultrAslan, açtığı pankartta ezeli rakipleri Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı da unutmamıştı. Pankartta üç kulübün forma rengi yanyanaydı. Sarı-Lacivert’le başlayan, Siyah-Beyaz’la devam eden yazı, Sarı-Kırmızı’yla sona eriyordu. Verilen mesaj gayet netti: Bu savaş, hepimizin savaşı, şehitler hepimizin şehitleridir. Galatasaraylısı da, Fenerbahçelisi de, Beşiktaşlısı da, Çanakkale’de yanyana düşmana karşı koymuş, göğsünü vatanına siper etmiş, birlikte aç-susuz kalmış, birlikte kurşun atmış ve yemiş, birlikte ölmüşlerdi.
Burada bir kez daha ortaya çıkan gerçek, bizim ülke içindeki kutuplaşmamızın, yapay bir ayrışma olduğudur. Evet, biz böyleyiz. Kendi kendimizle başbaşayken zıtlaşırız. Birbirimizi kırarız, döveriz, üzeriz. Lakin, gerektiğinde tekrar yek vücut olmasını da biliriz. ultrAslan’ın tavrı, söz konusu bu vatan olunca, nasıl biraraya geleceğimizin, nasıl tek yumruk olacağımızın en açık göstergesidir. Bu ülke, gücünü de buradan alıyor zaten. Bu bilinç, bu aşk, bu ant, bu inanç olduktan sonra emperyalizmin azı dişleri etimize işlemez. İşlemeyecektir de... Bunu dosta-düşmana yeniden hatırlattığı için ultrAslan’a gönlünümüzün en mutena yerinde bir köşe açmalıyız. Ve onları kucaklamalıyız.
Ertuğrul Sağlam’ın özrü
Bu ülkede tribün terörünü tetikleyen üç ana unsur vardır: Kifayetsiz yöneticiler ile teknik adamlar, şovmen futbolcular ve sözde spor medyası. Maç öncesi ve sonrası ağzından çıkanı kulağı duymayan yöneticiler ve teknik adamlar ile gereksiz yere kendini yere atan, rakibe karşı hırçınlık yapan, hakemlere yerli yersiz itiraz eden futbolcular tribünleri tahrik ederken, bazı sözde spor gazeteleri de kışkırtıcı asparagas haberlerle onların değirmenine su taşır.
Bu bakımdan bazı spor adamlarını varlığı ülke futbolu için büyük önem taşır. Ertuğrul Sağlam da bunlardan biridir. Beşiktaş’a gelerek ateşten gömlek giyen Ertuğrul hocanın, Belediye maçının devre arasında Bobo’nun atılması nedeniyle hakemlere olan sitemi kameralara yansıdı. Hayli itiraz etti genç teknik adam. Vicdandan filan söz etti. “Rahat uyuyacak mısınız?” diye sordu hakemlere. Soyunma odasında pozisyonu izledikten sonra ise fikri değişti. Hakemin haklı olduğunu gördü. Ve bir kez daha kameralara çıkarak özür diledi. Büyük hoca olmanın en önemli koşullarından biri de kendi vicdanının sesini dinleyebilmektir. Ertuğrul hoca, bu yolda hızla ilerliyor. Yolu açık olsun.
‘’Bir kaç iyi adam‘’
Mücadele düzeyi ve rakabet açısından müthiş bir sezon yaşıyoruz. Ancak aynı şeyi ligin kalitesi için söylemek mümkün değil. Fenerbahçe'nin dışındaki şampiyon adayları dahil, hiç bir takımın futbol kalitesi, değil Avrupa standardı, vasatı bile aşamıyor. Oynanan oyun kimseyi tatmin etmiyor. Takımlarımız bir türlü istikrarı yakalıyamıyor. Bir hafta harikalar yaratan bir takım, ertesi hafta dökülebiliyor. Hiç kuşkusuz bunda teknik adam sirkülasyonunun önemli bir rolü var. Hiç bir takımın uzun vadeli planı, belli bir stratejisi yok. Günlük yaşanıyor. Önümüzdeki Avrupa şampiyonası öncesi milli takımı bekleyen en büyük tehlike, ligimizdeki bu kalitesizlik ve istikrarsızlıkdır.
Aynı durum futbolcular için de geçerli. Ligi forse eden, "işte yıldız" dedirten bir futbolcumuz bulunmuyor. Sezon başında herkesi heyecanlandıran, lige damgasını vuracağı düşünülen Arda Turan kendisini bir türlü geliştiremedi. Bir arpa boyu yol alamadı. Saman alevi gibi yanıp sönüyor. Keza Mehmet Topuz da öyle. Küçük maçların büyük futbolcusu gibi duruyor. Takımının Üç Büyükler'le oynadığı maçlarda ise bir türlü sahne alamıyor. Buna karşın çok dakika alması Topuz'un artısı olarak göze çarpıyor. Bütün bunların yanısıra gücüyle, enerjisiyle, istikrarıyla, profesyonelliğiyle, iş ahlakıyla öne çıkan futbolcularımız da yok değil. Başta Servet Çetin olmak üzere. Her geçen gün futbolunun üzerine bir şeyler koyan Servet Çetin, bu sezon Galatasaray'ın en büyük transferi olduğunu kanıtladı. Avrupa Şampiyonası'nda Milli Takım'ın da önemli kozlarından biri olacak. Servet'in dışında Gökhan Gönül ve Mehmet Topal da, ligin en iyi çıkış yapan iki futbolcusu oldular. Oynadıkları futbolla herkesin gönlünü fetheden Gönül ve Topal, gerek kendi takımlarında, gerekse Milli Takım'da kendi mevkilerini uzun yıllar parselleyecek gibi gözüküyorlar. Bu üç isme ekleyeceklerimiz ise ne yazık ki pek fazla değil. Alex zaten biliniyor. Mehmet Aurellio, İbrahim Toraman, Tomas Abraham, Mehmet Yıldız, Remzi Giray Kaçar, istikrarlarıyla öne çıkan diğer futbolcular.
İstanbul Belediye maçını "derbi" olarak görmeyen Beşiktaş'ın "haftanın en kaybedeni" olduğu geçen haftadan aklımızda kalanlar ise; Antep'in 8 hafta sonra kazanması, Çaykur Rize, Konya ve Gençlerbirliği'nin serbest düşüşlerinin devam etmesi.
‘’Çilingir Semih‘’
Galatasaray’ın Leverkusen’den 5 yediği maçın sonrasında havalimanında bir yönetici şöyle yorum yapmıştı: Ligde Allah’tan bu hafta Kasımpaşa’yla oynayacağız! Benim cevabım ise şuydu: Futbolcular da sizin gibi düşünürlerse vay halinize. Sonrasını biliyorsunuz.
Bunu hatırlatma gereği duymamın sebebi, ligde misafir gibi duran takımların her zaman büyüklerin başına iş açabileceğidir. Gerek Avrupa, gerekse lig yarışında Fenerbahçe’nin kaderini belirleyecek zorlu maç trafiği öncesinde en zayıf halka Kasımpaşa gözüküyordu. Fenerbahçe camiasının da, basının da ortak görüşü buydu. Ligin mütevazı ekibi, her ne kadar Uğur Tütüneker ile son haftalarda göz kamaştırıcı bir performans sergiliyorsa da, genel kanı Fenerbahçe’nin bu maçı rahat alacağı yönündeydi. Teknik direktörlerin de böylesi maçlar öncesinde en büyük korkusu, futbol kamuoyunun ortak kanaatinin futbolcuları da etkisi altına almasıdır. Nitekim dün gece de öyle olduğu görüldü. Sarı-Lacivertli takım, Semih oyuna girene kadar bir türlü organize olamadı. Konsantrasyon eksikliği, Kasımpaşalı oyuncuların Alex ve Deivid’e yakın oynaması, Aurellio ile Selçuk’un top kayıpları, Fenerbahçe’nin, o, rakiplerini bayıltıcı pas trafiğini bir türlü gerçekleştirememesine neden oldu.
Ne Zico’ya, ne de Terim’e (Mili Takım’da Sabri var Semih yok!) bir türlü yaranamayan Semih, dün geceki maçın da kilidini açan oyuncuydu. Genç futbolcunun gol öncesi Gökhan Gönül’e verdiği harika pas, Alex’in vuruşu kadar değerliydi. Bu pozisyon, Fenerbahçe’nin o ana kadar bir türlü yapamadığı hücum organizasyonuydu. Yalnız arkadaşlarını pozisyona sokmakla kalmayan Semih, nefis futbolunu bir de golle süsleyince geceyi aydınlatan futbolcu oldu.
‘’Hakem de bir oyuncudur!‘’
Boşuna değildir, hakemleri sürekli oyunun içine çekme çabamız! Çünkü onlar da bir oyuncudur! Ve onların da hakkıdır kendi oyunlarını oynamak! Haklarıdır, hakları olmasına da, hangi rolü üstlenecekleri önemlidir. Yardımcı oyuncu olurlarsa, ne ala... Ya bunu istemezlerse? Örneğin, başrolü üstlenmek isterlerse ne olur? Hiç kuşkusuz ortaya kötü bir film çıkar. Bir oyunu güzelleştiren en önemli faktör, başrolde oynayan oyuncuların, hakiki başrol oyuncusu olmasıdır. Mesela Alex, mesela Ümit Karan, mesela Rüştü... Eğer, sahadaki hakemler, onların rolünü çalmaya kalkarsa, ortada bir sorun var demektir. Hakem, hakemlik yapmalıdır. Yıldız olmak onların işi değildir. Ancak ne var ki sistem onları bu gereksiz gayretkeşliğe itiyor. Türkiye'de şöhret olmanın en kolay yollarından biridir, önemli bir maçta öne çıkarak, haftalarca konuşulmak. Egosunu frenleyemeyen hakemlerimiz, ellerine böylesi bir fırsat geçti mi, nokta atışını yaparlar. Dünyada, kötü maç yöneterek şöhret basamaklarını tırmanan hakemler sadece bize özgüdür. Üflenen bir kaç yanlış düdükle, bir anda Türkiye'nin en önemli şahsiyeti olmak mümkün! Şöhret bir kez gelmeye görsün. Şöhret sarhoşluğu denen bir olgu da vardır. Ünlü olmanın büyüsüne kapılan hakem, ününü pekiştirmek için arka arkaya hatalar yapmaya devam eder. Sonrası malum: Gelsin gazete yazarlığı, televizyon yorumculuğu!
Bu hafta da ne yazık ki, hakemleri tartışmaktan futbolu konuşmaya fırsat bulamadık. İsimleri önemli değil. Kimlerin hangi maçlarda neler yaptığını herkes biliyor zaten. Önemli olan, bazı hakemlerin ceplerindeki kartların yanına bir takım hesapları da koyarak sahaya çıkması. Kokuşmuş düzenin sonucudur bu. Kolay kolay temizleneceğe de benzemiyor.
Neyse, biz yine de sözümüzü iki isme selam göndererek tamamlayalım: Güvenç Kurtar ve Uğur Tütüneker. Biri, son derece kısıtlı bir kadroya sahip olan Denizlispor'da harikalar yaratmaya devam ediyor, diğeri de Lorant'ın yerle bir ettiği Kasımpaşaspor ile mucize peşinde koşuyor. Beyinleri dert görmesin.
‘’Semih nöbete!‘’
Bazı Anadolu kentlerindeki statlarda futbol oynamak tam bir gavur eziyetine dönüştü. Konya Atatürk Stadı da bunlardan biri. Stattan çok, bir merayı andırıyor. Sal sürüyü, otlasın! Zemin o kadar kötü ki, değil top oynamak, koşmak bile riskli! Fenerbahçe de zaten dün öyle yaptı. Koşmadan, terlemeden Konyaspor’u yürüye yürüye yendi!
Futbolsuz, pozisyonsuz geçen akıllara ziyan bir ilk yarının ardından, yediği tesüdüfi bir golle silkelenen Sarı-Lacivertliler, ligin en çok gol yiyen takımı Konyaspor’u bir anlık parlamayla yakıverdi. Semih ve Deivid kombinasyonlarıyla iki dakika içinde gelen gollerden sonra Fenerbahçe gerçek kimliğine büründü. Sahanın tek hakimi oldu. Alex ve Deivid’in hazırladığı pozisyonlarla zaten dağılmaya teşne Konyaspor defansını allak bullak etti. Sağ kanattan etkili kanat bindirmeleri yapan Kanarya’nın sol tarafı aynı işlerlikte değildi. Bu durum, daha fazla pozisyon yaratamamasına neden oldu.
Fenerbahçe’de sonuca etki eden en önemli isim hiç kuşkusuz Semih Şentürk’tü. Hafta içinde basına “ben nöbetçi golcü değilim” diyerek serzenişte bulunan yıldız futbolcu adeta kendini tekzip etti! Oyuna girdi, şip-şak gollerle takımını mağlubiyetten galibiyete taşıdı ve ardından sekmeye başlayınca, “ben işimi bitirdim, hadi bana eyvallah” diyerek oyundan çıktı. Semih, bu görüntüsüyle tam bir “nöbetçi golcü” gibiydi! Burada ortaya çıkan gerçek şu: Semih’siz Fenerbahçe olmaz. Zico’nun mutlak surette oyun şablonunda değişikliğe giderek, takımda Semih’e yer açması gerekiyor. Semih’in yedek kulübesine hapsolması, hem genç futbolcu, hem Fenerbahçe, hem de Avrupa Şampiyonası’na gidecek olan milli takım için büyük kayıp.
Konyaspor’a gelince... Yeşil-Beyazlılar’ın bu oyun anlayışı ile kümede kalması çok zor. Ne hırs, ne motivasyon, ne inanç, ne direnç... Yokuş aşağı freni patlayan kamyon gibiler. Allah yardımcıları olsun!
‘’Fenerbahçe ile Elena'nın azmi‘’
Iki farklı olay. İki farklı direnç. İki farklı başkaldırı. Belki de başeğmeme. Pes etmeme. Diz çökmeme. Yenilmeme. Sonuna kadar direnme.
Başkaldırı insanoğlunun doğasında vardır. Edilgenlik de öyle. Hayat ikisi arasında gidip gelen bir sarkaçtır aslında. Nasıl bir hayatı yaşayacağımıza karar verdiğimiz anda ikisi arasında seçimimizi yapmış oluruz. Bu seçim, kendi hayatımıza ve kaderimize hükmedip hükmetmeyeciğimizle ilgilidir. Ya başkalarının bizim yaşamamızı istediği hayatı kabulleneceğiz, ya da kendi geleceğimizi kendimiz tayin edeceğiz. Bir tarafta onurlu ve anlamlı bir yaşam, diğer yanda hiçlik.
Gösterdiği olağanüstü direnç ile Sevilla’yı eleyen Fenerbahçe ile gücü tükenmesine rağmen, sürüne sürüne finiş çizgisini geçen Rumen atlet Elena Tampau, hayata dair unutulmaz fotoğraf kareleri astı belleğimizin loş duvarlarına. Asla boyun eğmememiz gerektiğini bir kez daha kavradık onların onurlu direnişi karşısında. Hayatla başetmenin yolunun sonuna kadar çarpışmaktan geçtiğini yeniden hatırladık onların azmi sayesinde.
Biri kazandı, muhtemelen kazanmaya da devam edecek. Diğeri ise yarışı kaybetti belki, ama kaybederken de nasıl kazanılabileceğini öğretti herkese. O penaltı atışları sonunda Fenerahçe de kaybetseydi, tıpkı Elena gibi kaybederken kazanmış olacaktı. Bu, mağlubu olmayan bir yarıştır.
Yıllarca akıllardan çıkmayacak bu iki farklı spor olayından çıkarmamız gereken çok önemli dersler var. Nasıl bir hayat yaşayacağımıza karar verirken Fenerbahçe ile Elena Tampau’nun mağrur fotoğraflarına bir kez daha bakmamızda fayda var. Bizlere sundukları seçeneğe dört elle sarılmamız halinde ancak yaşamımıza mana katabiliriz. O seçenek ki; bize acı çektirebilir, elem-keder verebilir, bizi yara bere içinde bırakabilir, engebelerle, kör kuyularla dolu yollardan geçirtebilir, her mesafe alışımızda birer parçamızı bıraktırabilir; ama dik durmasını, öz saygımızı muhafaza etmesini sadece böyle öğrenebiliriz. Zordur böyle yaşamak. Lakin yaşamak budur. Yaşamak direnmektir. Gerisi hiçliktir.
Statta terörist var!
Gençlerbirliği ile Beşiktaş arasında oynanan maçta Ankaralı bir grup küçük kız, tribünde adına döviz dediğimiz karton kağıtlardan yapılmış pankartlardan açıyorlar. Tello’ya yönelik sevgi ifadeleri yer alıyor, minik ellerdeki dövizlerde. Senede bir kaç kez kavuşabildikleri Beşiktaş’a ve Tello’ya sevgilerini böyle gösteriyorlar. Özlem giderdikleri için çocukların içi içine sığmıyor. Müthiş bir heyecan ve coşku yaşıyorlar. Taa ki çevik kuvvet polisi ortaya çıkana kadar.
Çocuklar ve çevik kuvvet! İşgüzar polisler geliyor, yasak olduğu gerekçesiyle çocukların ellerinden dövizleri topluyor. Küçücük kızlara adeta terörist muamelesi yapıyorlar. Bir coplamadıkları kalıyor! Çocuklar şaşkın, çocuklar üzgün, çocuklar darmadağın. Çocukların ruhu paramparça.
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor, aklımızın hafsalamızın alamayacağı böyle vahim bir olay karşısında. Bu ne işgüzarlık, bu ne sevgisizlik böyle. Gasp, kap-kaç, haraç çetelerinin sokakları teslim aldığı bir Türkiye’de polisin yaptığına bakar mısınız? Pes demek bile hafif kalıyor.
Polisin statlardan çekilmesinin zamanı geldi geçiyor. Türkiye bunu da gerçekleştirmeli. Nasıl tel örgüler kalktıysa, polis de kendi asıl işine geri dönüp halkı kötü adamlardan korumalı. Çağdaşlığın gereği budur.
‘’Aziz Yıldırım'a Fair-Play ödülü verilmeli‘’
Göreve ilk başladığı yıllarda yalnız ezeli rakiplerine değil, neredeyse tüm Türkiye’ye antipatik gelen Aziz Yıldırım’ı o zamanlarda anlayamadığımız bu günlerde ortaya çıkıyor. Bazı davranışları belki gerçekten nahoştu, ancak tüm eylemleri ve söylemleri kulübünün çıkarlarını savunmak üzerineydi. Onu, o dönemler bize itici gelen bazı davranışlara sürükleyen de muhtemelen anlaşılamamış olmak ve geciken sportif başarıydı. Bugün karşımızda bambaşka bir Aziz Yıldırım profili var. Bir takım hatalarından arınmış, çağdaş, sorumlu, rakiplerine saygılı, diyaloğa açık bir başkanla karşı karşıyayız.
Dostluk köprüsü
Salonda kız takımına küfür eden Fenerbahçe taraftarına olan tepkisi büyük takdir toplamıştı Aziz Bey’in... Önceki gece ise yeni bir açılıma imza attı. Galatasaray’ın, tekerlekli basketbol takımı ve engelli vatandaşlara yardım için düzenlediği geceye katılarak 25 bin YTL bağışta bulundu. Galatasaraylılar da onun bu jestini ayakta alkışladı. Bu, iki kulüp arasında bugüne kadar belki de görülmemiş bir barış ve dostluk köprüsünün kurulmasıdır. Bir Fenerbahçe başkanının ezeli rakibine ait bir branşa yardım etmesi müthiş bir Fair-Play örneğidir. Aziz Bey’in hakkı Aziz Bey’e verilmelidir.
‘’Hagi'nin ruhu Saracoğlu'nda!‘’
Futbolu seyredilebilir kılan en önemli faktör, hiç kuşkusuz "sanatçı" diye niteleyebileceğimiz kreatif futbolcuların varlığıdır. Her ne kadar fizik güçleri, dayanıklılıkları, pres özellikleri üst düzeyde olmasa da, futbol zekalarıyla, yaratıcılıklarıyla, teknikleriyle son sözü söyleyen genellikle 10 numara dediğimiz bu futbolcular olur. Ve taraftar da futbolu onlar olduğu için sever. Onların olmadığı bir futbol müsabakası keçi boynuzu tadı verir, ki bir kaç hafta sonra tribünlerde kimseyi bulamazsınız. Hagi'nin hala Galatasaray taraftarının burnunda tütmesi boşuna değildir. Keza, Sarı-Kırmızılı yöneticilerin her sezon bir "Hagi" araması da öyle...
Bu sezon başında Galasaraylılar'ın özlemi dinecek gibi görünüyordu. Lincoln transferi Ali Sami Yen'e yeni bir heyecan getirmişti. Lakin, ilerleyen haftalarda umudun yerini hüsran aldı. Uzun bir sakatlık döneminin ardından yeniden sahalara dönen Lincoln her maçta hayalet süvari gibi sahada geziyor. Ortaya çıktığı anda da yerde görüyoruz. Kendini atıveriyor. "2.Arif vakası" dersek, Arif'e haksızlık etmiş oluruz! Ali Sami Yen'in tribünlerinden yeşil alana akan sevgi pınarı bile onu kendine getirmeye yetmiyor. Anlaşılan ortada karşılıksız bir aşk var!
Buna karşın Fenerbahçe'de Alex ligdeki dengeyi bozan isim olarak ön plana çıkıyor. Müthiş bir futbol zekası ve sol ayağa sahip olan Alex'in sahadaki varlığı bile Sarı-Lacivertli takıma maç kazandırmaya yetiyor. Brezilyalı yıldız, en kötü maçında dahi tabelayı değiştirecek pozisyonlara imza atıyor. Galatasaray'ın kaybettiği Hagi'nin ruhu, bambaşka bir bedende Saracoğlu'nda yeniden zuhur ediyor. Alex atıyor, attırıyor, pozisyon yaratıyor, futbolun bütün güzelliklerinde başrolü oynuyor. Zaten rakamlar da bunu doğruluyor. Alex: 9 gol, 10 asist. Lincoln: 3 gol, 3 asist. Fazla söze gerek yok!
Beşiktaş'ın yine son saniye golüyle kazandığı haftanın akılda kalan diğer özellikleri ise; zirvedeki dörtlünün iyice kopması, atılan 30 gol ve Konya'nın serbest düşüşüydü. Gerek yukarıda, gerekse aşağıda müthiş bir yarış var. Kazananı ve kaybedeni foto finiş belirleyecek gibi...