Arama

Popüler aramalar

‘’Adnan Polat'a Bizans oyunu!‘’

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Adnan Polat’ın Başkan olmadan önceki yönetim tarzını tasvip etmeyenlerdendim. Ali Şen ekolüne benzer provokatif bir üsluba sahipti Adnan Polat. Lâkin Başkanlık koltuğuna oturduğu günden beri Polat’ın yöneticilik anlayışında büyük değişiklikler olduğu göze çarpıyor. Adnan Polat, bir Galatasaray Başkanı’nın davranması gerektiği gibi; ciddi, vakur, olgun, düzeyli ve kendinden emin davranışlar sergiliyor. Düzeysiz, sığ tartışmaların içine girmiyor. Popülizmden uzak duruyor. Ve en önemlisi de rakiplerine karşı Fair-Play mesajları veriyor. Son olarak, Fenerbahçe Yönetimi’ni hedef alan çirkin film afişine verdiği tepki bunun en açık göstergesi.
Gel gelelim, bütün bu pozitif görüntülere rağmen son haftalarda Adnan Polat’ın bazı çevreler tarafından hedef tahtası haline getirildiği görülüyor. Sanki, birileri bir yerden düğmeye basmış gibi! Durup dururken liseli-lisesiz tartışması devreye sokuluyor. Tüzük tadil çalışması bahane edilerek Polat’ın liselilerin kulüp üzerindeki hegemonyasına son vermek için hazırlıklar yaptığı yönünde haberler ısıtılıyor. Galatasaray’ı kendi oyuncağı yapmaya alışmış faşizan düşünceye sahip bazı kafatasçı liseciler tarafından linç edilmeye çalışılıyor. Adnan Polat’ın o koltukta başarılı olması istenmiyormuş gibi bir görüntü veriliyor. Polat, bizzat içeriden vuruluyor. Hakan Şükür olayı ile birlikte de Polat karşıtı cephe genişliyor. Bu cephede buluşanların birbirleriyle en ufak benzerlikleri yok. Ne var ki, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ anlayışıyla aynı safta yer alabiliyorlar.
Öyle görülüyor ki, Adnan Polat yalnız ezeli rakiplerine karşı mücadele vermeyecek. ‘Derin Galatasaray’a karşı da ayakta durmaya çalışacak.
Neyse, Polat ve ekibinin nasıl bir tehlikenin eşiğinde olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için satırlarımı Faruk Süren’in tam da bugünkü konjonktüre denk düşen şu sözleriyle bağlayayım: “Burası Bizans, Bizans! Biliyorsunuz, Galatasaray da Beyoğlu’nda!”

15 Haziran 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe Spor Cumhuriyeti!‘’

Üç Büyükler’in sadece futboldan ibaret olmadığını kavradığımda askerliğini henüz bitirmiş ve hayatla mücadelesinde çok fazla yenilgi almamış bir yeni yetmeydim. Taraftarı olduğum Galatasaray’ın 14 yıl aradan sonra elde ettiği şampiyonluk kutlamaları için Ali Sami Yen’de bir kaç arkadaşımla birlikte yerimi almıştım. Bir türlü gelmek bilmeyen o şampiyonluk için ergenlik çağını kaybeden biri olarak büyük bir heyecanla bize bu onuru yaşatan futbol takımının geçit resmini bekliyorduk ki, aniden bir anons duyduk. Galatasaray Kulübü’nün faaliyet gösterdiği 14 branşın 13’ünde şampiyonluk sevinci yaşadığı ve tüm takımların stadı turlayarak taraftarı selamlayacağı bildirildi. Amatör branşlarda faaliyet gösterip de hiç kimsenin doğru dürüst adlarını bilmediği o isimsiz kahramanlar futbol takımından önce önümüzden geçerken tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Büyük bir onur ve gurur duydum. Galatasaray’ın çok daha derin anlamlar ifade ettiğini fark ettim.

2008 Fenerbahçe’nin
altın yılı olmuştur

Bu durum, benim futbolun yanı sıra diğer branşlara da ilgi duymama ve takip etmeme neden oldu. Ve gördüm ki, sadece Galatasaray değil, Fenerbahçe ve Beşiktaş da amatör sporculara kucak açmışlardı. Aralarında bu alanda da büyük rekabet vardı. Bu rekabet bugün de bütün hızıyla devam ediyor. Üstelik, söz konusu branşlara büyük katkı sağlamak suretiyle...
Ancak bugün gelinen noktada Fenerbahçe’nin diğer ezeli rakiplerinin bir hayli önüne geçtiği görülüyor. Aziz Yıldırım ile başlayan kurumsallaşmanın ve çağdaş bir kulüp yapısına kavuşmanın kaçınılmaz sonucu olarak Sarı-Lacivertli camia, amatör branşlar için adeta çekim merkezi olmuş durumda. Fenerbahçe futbolda şampiyonluğu ezeli rekibine kaptırdı, ama faaliyet gösterdiği tüm branşlarda sezonu zirvede tamamlamasını bildi. Basketbolda elde edilen çifte zaferin yanısıra erkek voleybol takımının tarihindeki ilk şampiyonluğu, kızların finalde kaybetmesi, masa tenisinde, kürekte, boksta, yelkende sezonun zirvede tamamlanması Fenerbahçe açısından gurur vesilesi sayılması gereken sportif başarılardır. Bütün bunlara atletizm ve yüzmedeki muhtemel şampiyonlukları da eklersek, 2008’in Fenerbahçe’nin altın yıllarından biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Aslına bakarsanız, Fenerbahçe son bir kaç yıldır tüm branşlarda bir şekilde ilk ikiye girmeyi başarıyor. Bu da, Aziz Yıldırım’ın kulüpte nasıl bir istikrar sağladığının açık bir göstergesidir. Bu istikrarın bundan sonraki yıllarda da artarak devam edeceğini söylememiz kehanet sayılmaz. Zira, Fenerbahçe Kulübü’nün amatör branşlara harcadığı 30 milyon dolar gibi devasa bir yıllık bütçesi ile profesyonel yapılanması bulunuyor. Mevcut tesisler ile bir kaç yıl içinde gerçekleştirilmesi beklenen projeleri de hesaba katarsak, Fenerbahçe’nin Avrupa’nın en önemli spor kulüplerinden biri olacağını iddia edebiliriz. Tabii, iç çekişmelerini, maddi sorunlarını henüz aşamayan, kurumsallaşma yolunda kaplumbağa hızıyla hareket eden ezeli rakipleriyle arasındaki makası bir hayli açacağını da...

Aziz Yıldırım asıl şimdi
yılın spor adamı olmalıdır
Bir latife olarak Fenerbahçe’ye yakıştırılan ‘Cumhuriyet’ sıfatının şimdi bir realite olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe gerçekten bir Cumhuriyet olmuş durumda. Ama Spor Cumhuriyeti! Fenerbahçe’nin futbolda elde ettiği başarıların ardından tüm medyanın, çeşitli kurum ve kuruluşların Aziz Yıldırım’a vermek için yarıştığı ‘Yılın Spor Adamı’ ödülünü aslında 2008 yılı sonunda vermeleri gerekmektedir. Zira Aziz Bey, bu ödülü hak ediyorsa, gerçekten bu yıl hak etmiştir. Futbolla birlikte olimpik sporlara yaptığı yatırımlarla yalnız Fenerbahçe’ye değil, Türk sporuna da büyük katkı yaptığı için. Zaten spor adamı kimliğini taşımanın tek yolu da bu değil midir? İster sevin, ister sevmeyin, ister kızın, ister kızmayın, hatta nefret bile etseniz yalnız bu yönüyle bile Aziz Yıldırım saygıyı ve minneti hak ediyor. Hatta diğer kulüp başkanlarına da bu sportif kimliğiyle örnek teşkil ediyor. Türk sporu Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe’ye şükran borçludur. Umarım ezeli rakipleri Galatasaray ve Beşiktaş da en kısa zamanda tüm branşlarda Fenerbahçe’nin düzeyine gelir de, 70 milyonluk bir ülke olarak olimpiyat oyunlarına 60 sporcuyla gitme utancından kurtuluruz.

12 Haziran 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sevgisiz Galatasaray!‘’

Çok bilinen bir klişedir, Nazım Hikmet'in ressam Abudun Dino'ya sorduğu soru: "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" Cevabı olmayan bir sorudur bu. En büyük ressamın fırçası dahi yetmeyebilir bazen mutluluğu çizmeye. Lakin bazen fırçanın gücünün yetmediği yerde, denklanşörün sihiri devreye girer. Anı öyle bir yakalar ki, adeta yaşananların özeti gibidir. Yazarların, ressamların yıllar boyu anlatamadığını tek bir krareye sığdırır fotoğrafın büyüsü. Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarında böylesi iki kare vardı ki, yıllarca hafızalardan çıkmayacak cinstendi. Servet Çetin'in arkadaşları tarafından seremoniye kucakta taşındığı ve Özhan Canaydın'ın başını Adnan Polat'ın omuzlarına dayadığı an, Galatasaray'ın başarısının altında yatan asıl etkeni açıklıyordu. İşte o an fotoğrafçılar denklaşöre basarak sevgi ve mutluluğu dondurdu, ölümsüzleştirdi. Sarı-Kırmızılı takımın sırrını en açık biçimiyle ifşa eden bu anlamlı fotoğraflar, Galatasaray'da sevgi yok diyenleri de tekzip ediyordu. Mutluluğun resmi çizilememişti, ama çekilmişti! Galatasaray'ı beklenmedik anlarda zafere götüren bu sevgi, bu bağlılık, bu aidiyet duygusuydu. Elbette bir takım gruplaşmalar, çekişmeler, kavgalar, ihtiraslar, dedikodular Galatasaray'da da vardı. Ancak, söz konusu camianın çıkarları olduğu zaman herkes kişisel hesaplarını bir yana koyarak kenetlenebiliyordu. Bu, Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerler bütünüdür. Ve sadece Sarı-Kırmızılı camiaya özgüdür. Rakipleri Galatasaray'la yarışırken, sadece sportif gücünü, ekonomik yönünü değil, bu özelliğini de dikkate almak zorundadır. Yoksa, her iki üç yılda bir hüsran yaşama olasılığı hep olacaktır. Dünyanın en önemli futbolcularını çuval dolusu parayla satın alabilirsiniz. Ama sevgiyi satın alacak para daha tedavüle çıkmadı!

13 Mayıs 2008, Salı 05:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray büyüklüğü‘’

Büyük takımların en önemli özelliklerinden biri her ahval ve şeraitte hedefi yakalayabilmektir. Tüm olumsuzlukların üstesinden gelerek ayakta kalma alışkanlığı, büyük takım olmanın gereğidir. Galatasaray iki yıl önceki ve bu sezonki şampiyonluğuyla benzersiz büyüklüğünü bir kez daha ispatlamıştır. Bu büyüklük, tarifi olmayan bir büyüklük değildir.
Başka takımlar en ufak bir esintide sallanırken, fırtınalara, tayfunlara, boralara kafa tutma büyüklüğüdür bu.
Tam yıkıldı, bitti, tükendi, yok oldu denildiği anda yeniden ayağa kalkma büyüklüğüdür bu.
Başına gelen her musibeti hayırlara çevirebilme büyüklüğüdür bu.
Takımdaşlığın, takım ruhunun ne demek olduğunu dosta dümana öğretebilme büyüklüğüdür bu.
Galatasaray adını Asya’nın steplerinden, Güney Amerika’nın dağlarına, Afrika’nın cangılından Avusturalya’nın ovalarına kadar yazma büyüklüğüdür bu.
İşte bu büyüklüktür, Galatasaray’ı Galatasaray yapan. Rakiplerinin bir adım önüne geçiren.
Dün gece de büyük Galatasaray’ın, sahne aldığı tarihi gecelerden biriydi. Altı hafta önce kimsenin şans tanımadığı, hocası bırakıp gidince ezeli rakibinin bıyık altından güldüğü Galatasaray’ın silkinişinin zirve yaptığı bir geceye tanık olduk, dün gece. Sezon boyunca pek görevini yaptığı söylenemeyen taraftarıyla bütünleştiği, kucakaşlatığı ılık bir mayıs akşamında şampiyonun taç giymesini alkışladık dün gece.
Bu şampiyonlukta herkesin payı var. Yönetimin, futbolcuların, teknik heyetin, bırakıp giden Kalli’nin. Ancak aslan payı, kriz anında ağabeyliklerini hatırlayarak takıma ağırlığını koyan Hakan Şükür, Hasan Şaş gibi tecrübeli isimlerindir.
Kutlu olsun Galatasaray’a...

11 Mayıs 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray Türkiye'dir!‘’

İki yıl önceki mucize şampiyonluğuna bir yenisini daha eklemek üzere olan Galatasaray'ın sırrını araştırmak isteyenler, işe Türkiye'yi mercek altına alarak başlamalıdır. Zira Galatasaray Türkiye gibidir. Her ikisi de kaostur, karmaşadır. Moderniteyle, arabesk iç içedir. Dostluk ve dayanışma da vardır, ihanetler de... Sevgi ve nefret tek bir bünyede ikiz kardeştir. Snob tavırlarla semt sıcaklığı harman olmuştur. Cemaat kültürünü yaşamının merkezi haline getirenlerle, Batı yaşam tarzını benimseyenler aynı camianın bireyleridir. Birlikte ama birbirlerine karşı. Ve en önemlisi, Türkiye de, Galatasaray da en zor anlarda ayağa kalkmasını bilirler. Tam yıkıldı, bitti, yok oldu denirken, akıl almaz bir birlik-beraberlik, kenetlenme, dayanışma örneği gösterek yeniden vücud bulurlar. Mucizeler gerçekleştirirler. Kahramanlar, efsaneler üretirler. Adeta Anka Kuşu gibi küllerinden doğarlar.
Galatasaray fena halde Türkiye'ye benzer. Hatta Türkiye'nin ta kendisidir! Bu özellik, son 15 yılda Fenerbahçe'den Galatasaray'a geçmiştir.
Bundan dolayıdır ki, Galatasaray'ın zaferleri Anadolu kentlerinde görülmemiş bir heyecan fırtınasına neden olur. Yürekler daha bir hızlı atar Galatasaray'ın zirve yolculuklarında... Sarı-Kırmızı zafer şarkıları taşrada daha büyük bir coşkuyla seslendirilir. Bir başkadır Anadolu'nun Galatasaray sevgisi. Sezon sona ererken, yarışın içinde Galatasaray varsa, Anadolu halkının gözü kendi takımlarının, aklı ise Galatasaray'ın maçlarındadır. Cim Bom tandanslı her gol bir uğultu yaratır kentin her yanında. Bunu yurdun dört bir tarafında gözlemlemek mümkündür. İşte budur, Galatasaray'ı diğerlerine nazaran avantajlı kılan. Florya'da, Ali Sami Yen'de yaratılan sinerjinin tüm Türkiye'ye yayılmasında yatar Galatasaray'ın sırrı. 1989'daki Nauchetel destanıyla başlayan, 1993'deki Manchester zaferiyle olgunlaşan, 2000'deki UEFA Kupası'yla da taçlanan bir sevgi ilişkisinin yoğunlaşarak sürmesidir bu. Galatasaray'ın yöneticileri, teknik heyeti ve futbolcularının şımarıklıktan uzak, olgun ve mütevazı tavırları, söylemleri süreci beslemeye devam etmektedir.
Geleceğe yapılan yatırımların da devreye girmesiyle Galatasaray fenomeni, ara verdiği Avrupa ve Dünya prömiyerini tekrar sahneye koyacaktır. Bu kez bir daha sekteye uğramamak üzere...

06 Mayıs 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İçimizden birileri!‘’

Kolay değildir elbette, değişim, dönüşüm, başkalaşım. Eskiyi yıkıp, yeniyi inşa etmek. Geleceği yeniden kurmak. Her devrimde süreç sancılı işler. Düşersiniz, kalkarsınız, tökezlersiniz, ihanete uğrarsınız. Dört bir yanınıza tuzaklar döşenir, pusular kurulur. Dışarıdan, içeriden saldırılar gelir. Vurulursunuz, yaralanırsınız, acılar çekersiniz. Ortalık toz duman olur. Göz gözü görmez bazen. Dostunuzu, düşmanınızı kestiremezsiniz. Kimin kim olduğunu bilemezsiniz. Yine de yol almaya, dik durmaya devam edersiniz. Çünkü başarmanın başka yolu yoktur. Devrim, olağanüstü koşulları beraberinde getirir. Olağanüstü koşullar da liderler, kahramanlar üretir. İşte, şampiyonluğun bir numaralı adayı Galatasaray’da yaşanan süreç de tam olarak budur.
Sarı-Kırmızılı takım büyük bir değişimin eşiğinde. Sezon başında yeniden yapılanmaya giden Galatasaray, halen bunun sancılarını yaşıyor. Yönetim, önümüzdeki 10 yılın takımının temellerini atıyor. Boşuna değil, takıma yapılan bunca saldırılar. Dışarıdan, içeriden kuşatılmıştır, bu yolun yolcuları. Ancak dönüş yoktur. Kan revan içinde de olsa hedefe ulaşılacaktır.
Arada bir yanlışlar da yapılacaktır. Ama her yanlıştan, başka doğrular da üretilecektir.
Futbol takımlarında radikal değişikliklere giden kulüpler, genellikle bir kaç yılı nekahet devresi olarak geçirir. Ancak Galatasaray, bunca köklü değişime rağmen yarışmacı kimliğinden de bir şey kaybetmeden, şampiyonluk mücadelesini sürdürüyor. Azimle, inançla, aşkla, hırsla, gururla...
Kimi bunu Kalli’nin gidişine bağlıyor, kimi futbolcuların kenetlenmişliğine, kimi de teknik heyetin uyumuna... Hepsi doğrudur. Lakin, bütün bunların arkasındaki asıl güç takımın içinde değil, üzerindedir. Sezon başında kurulan ekiptedir işin sırrı. Bu takımın temellerini atan, yaşanan bütün olumsuzluklara, gelen bunca saldırıya rağmen dimdik ayakta kalan, yaptıkları kritik hamlelerle kriz yönetiminde de rüştünü ispatlayan, Florya’daki bütünlüğü sağlayan Adnan Polat-Haldun Üstünel-Adnan Sezgin üçlüsüdür, olası şampiyonluğun ve geleceğin Galatasarayı’nın mimarları. Camianın bazı ileri gelenlerinin bir türlü içlerine sindiremediği, tepeden baktığı, Galatasaray’a yakıştıramadığı bu üç isim, bu yılın kahramanlarıdır. Herkesin laf ürettiği bir dönemde sahaya inmişler ve taşın altına ellerini sokmuşlardır. Bugün yara-bere içindedirler. Fakat, eminim görevlerini layıkıyla yapmanın huzurunu ve gururunu yaşıyorlardır. Gelecek de bir gün gelecek. Ve göreceksiniz, gelecek onların ve Galatasaray’ın olacak.

03 Mayıs 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fener aşkı bambaşka!‘’

Taraftarlık nihayetinde bir tutulma halidir. Bağlanmaktır, kara sevdadır. Karşılık beklemeden sevmektir. Bu öyle bir sevgidir ki, son nefes verilene kadar devam eder. İnsan eşini, işini, fikirlerini, ideolojisini, dünya görüşünü, hayat felsefesini değiştirebilir, ama tuttuğu takımı değiştirmez. Taraftarlık bakidir. Takımına tutkun olanın içindeki ateş hiç sönmez. Taraftar, aldığı her nefeste delicesine sevdiği takımını hisseder. Takımıyla yatar, takımıyla kalkar. Ruhunda, bedeninde, rüyasında, hülyasındadır o sevgili. Adeta onun için yaşar. Eşi, benzeri olmayan bir sevgi ilişkisidir bu. Sağlıklı mıdır? Bilinmez. Hangi aşk sağlıklı ki? Sonuçta taraflardan birine zarar vermediği takdirde, bu gönül ilişkisi pozitif enerji üretir.

Bir de işin marazi boyutu vardır. Taraftarlık hastalıklı bir tutkuya dönüştüğü vakit yıkıcı olmaya başlar. Başta takımı olmak üzere çevresindeki her şeye zarar verir. Kendine dahi. Bu, sevginin nefrete dönüşmesi halidir. Burada söz konusu olan isteklerdir, tatmindir. Bu tip taraftarlar takımlarının hep kazanmasını isterler. Aşkları vermek değil, almak üzerinedir. Saplantılı aşıktırlar. Kendi arzu ve istekleri doyurulmadığı takdirde, saldırganlaşırlar. Gözü dönmüş bir halde önlerine gelen her şeyi yakıp yıkarlar. Ortada patolojik bir durum söz konusudur. Kısaca ruhsal bir bozukluk diyebileciğimiz bir vak'adır, sözünü ettiğimiz.

Ülkemizde hemen hemen her takımın bu tipte taraftarı mevcuttur. Pimi çekilmiş bomba gibidirler. Her an infilak etmeye hazırdırlar. İşlerin biraz ters gitmesi, kudurmaları için yeterli nedendir. Kaybedilen bir maç veya şampiyonluk, ya da küme düşmek infial etmeleri için kafidir. Vandallar gibidirler. Kırar dökerler, çevreyi tahrip ederler. Bu tür saldırganlığa en çarpıcı örnek Rüştü'nün dövülmesiydi. Aradan geçen yıllar içinde Aziz Yıldırım taraftar profilini büyük ölçüde değiştirdi. Ancak görülüyor ki, henüz işi bitmemiş. Canavar bu kez Samandıra'da hortladı. Gözü dönmüş bir güruh, takım otobüsünü taşladı, Alex'e, Kezman'a saldırdı. Fenerbahçe'nin bu çapulcuları bir an önce bünyesinden atması gerekmektedir. Azınlıktırlar, ama bünyeyi çürütmeye yeterler. Mikrop misali. Bu canavarı boğmadan Fenerbahçe dünya kulübü olamaz.

29 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kartal inadı‘’

Bursasporlu taraftarları stada sokmama kararını alanlar, dün akıtılan kanların hesabını verecekler mi acaba? Olay çıkacağı endişesiyle taraftara yasak koymak aczin ifadesi değil midir? Böylesi bir uygulama iki camia arasındaki husumetin artarak devam etmesini sağlamaktan başka bir işe yarar mı? Türkiye’de bütün takımlar deplasmana taraftarını götürürken, Beşiktaş ve Bursaspor birbirleriyle dış sahada yaptıkları maçlarda seyircisinden yoksun kalıyor. Takımlarını yalnız bırakmak istemeyen bazı çılgınlar da, dün yaptıkları gibi rakip taraftarın arasına karışarak, olaylara zemin hazırlıyor.
Beşiktaş kendisi için zor geçeceği düşünülen karşılaşmayı umduğundan daha kolay kazandı. Aslında pek de iyi oynadıkları söylenemez. Bursaspor orta alanının pres yetersizliğine, savunma hataları da eklenince Siyah-Beyazlılar, golleri bulmakta zorlanmadı. Boş alan bulduğunda Türkiye’nin en etkili forveti olan Holosko, hiç kuşkusuz galibiyetin baş mimarıydı. Slovak futbolcu, ilk golde Ömer Aysan, ikinci golde de İsmail Güldüren’in zamanlama hatalarını çok iyi değerlendirdi. Beşiktaş’ın dün gece önemli artılarından biri de savunmasının geçmiş maçlara oranla daha dikkatli ve uyumlu oluşuydu. Bursaspor hemen hemen hiç pozisyona giremedi. Özellike İbrahim Toraman, Herve Tum’a gerek yerden, gerekse havadan büyük üstünlük sağlayarak Kamerunlu futbolcuyu sahadan sildi. Savunmanın başarısında Cisse’nin de önemli katkısı vardı. Fransız futbolcu, Bursaspor ataklarını başlamadan bitiren isimdi.
Oyun genelde Bursa’nın kontrolünde gözüktü. Ancak bu, Yeşil-Beyazlı takımın futbol oynadığı anlamına gelmez. Durum, skor avantajını eline geçiren Beşiktaş’ın kalesini savunma refleksinden başka bir şey değildi.

27 Nisan 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI