‘’Pekin 2008 neden önemli?‘’
Sessiz sedasız bir olimpiyat yılına daha girdik. Her ne kadar bunun ülkemizde gelişmiş ülkeler kadar önemi olmasa da tüm branşlarda hummalı bir çalışma devam ediyor. Olimpiyat kotası alamayan branşlar, çeşitli uluslararası turnuvalarda boy göstererek Pekin’e gidecek sporcu sayısını arttırmanın yollarını arıyor. Peki bu çalışmalar sadece bildiğimiz normal sporlarda mı gerçekleşiyor? Elbette hayır.
Olimpiyatın bir de arka yüzü var. Bizim henüz yeni yeni aşina olduğumuz görünmeyen yüzü... Gözlerden, gönüllerden ırak kendi halinde ayakta durmaya çalışan engelli sporundan başka bir şey değil bahsettiğimiz. Bilindiği gibi engelli sporunun da olimpiyatı Paralimpik Oyunları’dır. Olimpiyat Oyunları’nın hemen ardından gerçekleşen Paralimpik Oyunları ülkemiz için yeni bir kavramdır.
Bu konuda o kadar geç kalmışız ki, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi bu yıl 100. yılını kutlamaya hazırlanırken, onun muadili Türkiye Milli Paralimpik Komitesi, henüz bir kaç yıllık bir geçmişe sahip. 8.5 milyon engelli insanını yok sayan bir ülke için elbette yadırganacak bir şey değil bu durum! Bu konuda geç kaldık kalmasına da son yıllarda umut verici gelişmeler de yaşanmıyor değil. Engelli sporu her geçen yıl daha geniş kitlelelere yayılıyor. Sporcu sayısı katlanarak artıyor.
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu faaliyet alanını kısa sürede 10 branşa kadar genişletti. Görme Engelliler Federasyonu tarihinde ilk kez Paralimpik Oyunları’na sporcu götürme hakkı kazandı. Judoda 1 sıklette paralimpik vizesi alan Görme Engelliler Federasyonu, atletizmde de kota almak için çalışmalarını sürdürüyor. Sydney 2000’de sadece 1 sporcuyla Paralimpik Oyunları’na katılan Türkiye, Atina 2004’de bu sayıyı 8’e çıkarmış, hatta atıcılıkta Korhan Yamaç’la 1 altın, 1 bronz kazanarak tarihinde ilk kez madalyaya uzanmıştı. Sporcu sayısının Pekin’de 20, madalya sayısının da en az 5 olması hedefleniyor. Atıcılıkta 3 masa tenisinde 1 sporcu için vize alan Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, okçuluk, atletizm, yüzme, halter, yelken ve tenis gibi branşlarda paralimpik barajını aşmak için yoğun çaba sarfediyor. Temennimiz o ki, her iki federasyon da önlerine koydukları hedeflere kısa zamanda ulaşır, engelli sporunun ülkemizin yüz akı olmasına vesile olur.
Bırakın spor yapmayı, henüz daha evlerinden çıkmaya cesaret edemeyen engelli insanlarımız için Pekin’de elde edilecek başarıların çok ama çok büyük önemi var. Engelin, hiç bir şeye engel olamayacağı inancını onlara kazandırmanın en temel yolu, Paralimpik Oyunları’na katılacak sporcu sayısını patlatmaktan ve kucak dolusu madalyalarla geri dönmekten geçiyor. Türkiye, Pekin’de bunu başarabilecek güce ve potansiyele sahiptir. 2008, engellilerin yılı olacaktır. Şimdiden kutlu olsun.
‘’Akıl, akıl gel peşime takıl!‘’
Şu bir gerçek; dünyanın en coşkulu taraftarı Beşiktaş taraftarı. Ama o coşkuyu Beşiktaş’ta ilk yarıda görmek mümkün değildi, futbolcular bu bölümde taraftarına ayak uyduramadılar. Belli ki, aylar sonra gelecek olası bir liderliğin stresini kaldıramadılar.
Galatasaray ise daha sakin ve şuurlu başladı. İlk 50 dakika gole daha yakın olan taraftı. Orta alanda Beşiktaş’ı atağa kaldıracak ayaklara iyi baskı uyguladılar. Forvetteki bağlantıları baştan kestiler. Ancak kazandıkları topları ve serbest atışları akıllıca kullanamadılar. Özellikle de sağ kanatta oynayan Sabri ve Barış telaşe memuru gibiydiler. Sabri’nin, defansif zaafiyetinin yanısıra kanat ataklarında ceza alanına yaptığı kahredici ortalar şaka gibiydi. Günümüz futbolunda en önemli faktörün zeka oluğunu Galatasaray sağ kanadına baktıkça bir kez daha kavradık. Bahsettiğimiz futbol zekası tabii!
İkinci yarıda üst üste 2 tehlike atlatan Beşiktaş’ın rakip kaleyi gole kadar abluka altına almasında Cim Bom’un sağ kanadının çökmesinin de rolü vardı. Beşiktaş’ın golünden sonra maç tempo kazandı. Galatasaray, Beşiktaş kalesinde baskı kurmaya çalışırken, gerideki boşluklara etkili sızmalar yapan Kartal, maçı koparacak pozisyonlar buldu. Burada ise becerisizlik ve kaleci Aykut karşılarına çıkınca farkı açamadılar.
Son maçlarda etkili olan Hakan Şükür ile Ümit, sert savunma karşısında bocalamasına rağmen puan getirecek pozisyonlar yakaladılar. Fakat çabuk ve diri olamadıkları için çerçeveyi bulamadılar. Bu zaafiyeti gidecek Nonda da uzun süre kulübede oturunca yenilgi kaçınılmaz oldu.
‘’Çarşı küfüre de karşı mı?‘’
Taraftar konusu netameli bir iştir. Çünkü taraftarın iki yüzü vardır; bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık. Takımı için itici güç olduğunda, eza cefa çektiğinde, hançeresi yırtılırcasına bağırdığında, yağmurda, çamurda, kışta, kıyamette takımının peşinden sürüklendiğinde, kulübünün ürünlerini aldığında taraftar, taraftarlığını yapmış olur. Bir de madalyonun diğer yüzü var; tribün terörünün, küfürün, kulüplerin aldığı cezaların sorumlusu da aynı taraftardır. O nedenle, ortada aslında övünülecek bir durum yoktur taraftar açısından. Övülmesi gereken bir duruş da yoktur. Sonuçta herkes kendi oyununu oynuyor! Ülkemizde en etkin taraftar grubu hepimizin bildiği gibi “Çarşı”dır. Çarşı salt bir taraftar grubunun da ötesinde sosyal bir olgudur. “Çarşı her şeye karşı” sloganı şimdiden kült olmaya adaydır. Beşiktaş, pazar gecesi Galatasaray’ı yenerek 4 yıl 2 gün, bir başka deyişle 48 ay, futbol haftası itibariyle 137 hafta sonra liderlik koltuğuna otururken, bunda İnönü Stadı’nı bayram yerine çeviren taraftarının da rolü vardı hiç kuşkusuz. Maç öncesi şovları, tribünde açtıkları dev bayrakla şehitlere karşı gösterdikleri duyarlılıkları, karşılaşma boyunca bitmek tükenmek bilmeyen destekleriyle, İnönü’nün baş aktörü taraftardı. Ama maç sonunda Galatasaray’a ettikleri küfürlerle adeta pazar yerine havan topunu attılar. Yazık.
Bu hafta hakem hataları yine vardı. Fener ve Denizli’nin verilmeyen penaltısı... Yine Denizli’nin buhar olan nizami golü, Gökdeniz’in haksız gördüğü kırmızı kart ve İbrahim Kaş’ın Ümit Karan’a attığı tekme, Delgado gole giderken Holosko’ya kalkan yanlış ofsayt bayrağı hakemler açısından talihsiz pozisyonlardı. Biraz daha dikkatli olalım lütfen!
‘’Sahalardan çekilen zerafet: Canaydın‘’
Başlangıçta şaşkınlıkla izledik onu. Ne tarzı, ne söylemleri, ne de eylemleri bize uymuyordu. Başka bir zamandan, başka bir dünyadan yanlışlıkla bu gezegene gelmiş gibiydi. Bir türlü kabullenemedik Özhan Canaydın ekolünü. Kanıksadık onu. Aramıza almamak için direndik. Kendimize benzetmeye çalıştık. Sporun sevgi, barış ve dostluk olduğu temasını tekrarladıkça, Fair Play mesajları verdikçe, ona acı acı güldük. Bir “Don Kişot” mumalesi yaptık, kendisine. Ne de olsa yel değirmenlerine karşı savaşıyordu! O ise yılmadı. Israrla bizi değiştirmeye çalıştı. Çabasının karşılığı ise çoğunlukla aşağılama ve hakaretler oldu. Rol yaptığını söyleyenler bile çıktı, bu tuhaf ülkede. Şark kurnazı taşralı politikacı muamelesi gördü, belli çevrelerce. Hatta zaman zaman kendi camiasından da tepkiler aldı. Centilmen olduğu için Ali Sami Yen’de yuhalamak gibi bir ayıbı bile işlediler. İhaneti de gördü. Dışlandı. Yalnızlaştı. Kahroldu. İçine attı. Ama pes etmedi. Yolundan dönmedi. Yara-bere içinde de olsa, sisteme karşı mücadelesini sürdürdü.
Belki Galatasaray onunla arzu edilen başarıları gösteremedi. Ancak, yalnız Galatasaray’a değil, Türk futboluna getirdiği yeni anlayışla adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Başarının en büyüğü de bu değil midir? Bugün geçmişe göre daha huzurlu, daha barışçıl bir futbol ortamı varsa, bunun baş mimarı Özhan Canaydın’dır. Onun zerafeti yavaş yavaş hepimize sirayet etmiştir. Onun hoşgörüsü, alçakgönüllüğü, hatasını kabullenerek özür dilemesi gibi hasletleri biz farkında olmadan içimize işlemiştir. Son yılların en olaysız derbi maçlarının oynanması boşuna değildir. Onun attığı tohumlar yeşermeye başlamıştır.
Galatasaray’da geçen bunca sıkıntılı yıldan, çekilen eza-cefadan sonra tam yaptığı yatırımların hasadını toplayacakken bırakması, kaderin cilvesi olsa gerek. Kim bilir ne sebeplerden buna mecbur kalmış da olabilir. Ancak sebebi her ne olursa, olsun, hepimiz ona fena halde alışmıştık. Onu çok sevmiştik. Sevmeye de devam edeceğiz. Babacanlığıyla, insanlığıyla, yardımseverliğiyle, sevecenliğiyle, ailesinin geleceğini ipotek altına alacak kadar Galatasaray’a olan bağlılığıyla, fedakarlığıyla gönüllerimizin en has bahçesinde yer edinmiştir Özhan Başkan...
Güle güle güzel insan, zarif adam. Yolun açık olsun. Seni asla unutmayacağız.
Atilla’nın hayatının
karşılığı: Koca bir hiç!
Geç gelen adalet adalet değildir, denir. Ya hiç gelmeyen adalete ne denir? Eminim, hepimiz unutup gitmiştik. Antalya Konyaaltı’nda, belediyeye ait tesislerde başına çürük basketbol potası düşerek hayatını kaybeden 12 yaşındaki basketbolcu Atilla Güngör’ün ikinci davası geçtiğimiz hafta sonuçlandı. İkinci diyorum, çünkü acılı ailenin daha önce Konyaaltı Belediyesi aleyhinde açtığı tazminat davası sonuçlanmış ve belediye suçlu bulunarak 250 bin YTL’ye mahkum edilmişti. Karar Danıştay tarafından da onanmıştı. Ailenin açtığı diğer dava ise, olayda kusuru bulunan personele karşıydı. Bu dava tam 5 yıl sürdü. 8 kez bilirkişi atandı. Her bilirkişi heyeti, farklı raporlar tuttu. Sonuncusu ise personeli suçlu buldu. Hazırlanan raporda potanın yapımında standartlara uyulmadığı, eksik malzeme kullanıldığı, ayakta durma mukavemetini artıran 4 destek sayasının yapılmadığının tespit edildiğine değinildi. Bilirkişi heyeti, spor kompleksinin projelendirilmesi, yapılması ve kontrolüyle görevlendirilen Fen İşleri Müdürlüğü’nün de kusuru olduğunu belirterek, hakkında dava açılmamasına karşın bu birimde görev yapan kişilere de 2/8 kusur oranı verdi.
Bilirkişi heyeti, basketbol sahasındaki potanın bakım ve kontrollerini zamanında ve belli periyotlarla yapmayan veya yapılmasını sağlamayan, pas ve çürüme yapabileceğini düşünerek önleyici tedbir aldırmayan sanıklar Sedat Karabulut ile Arife Oğuz’un bu sorumlulukları nedeniyle kazanın meydana gelmesinde asli kusurlu olduklarını bildirdi. Bilirkişi raporunda, Karabulut hakkında 3/8, Arife Oğuz hakkında ise 2/8 kusur oranı gösterilirdi. Aynı bilirkişi heyetinin küçük Atilla için de 1/8 kusur oranı tespit etmesi ise, olayın en trajikomik yanıydı. Atilla’cık, smaç yaparak potaya asıldığı için suçluymuş! Ve sonuç: Hakim kusur oranlarını göze alarak sanıklardan Sedat Karabulut’u 7 ay 15 gün hapis ve 67 YTL para, Arife Oğuz’u ise 5 ay hapis ve 45 YTL para cezasına çarptırdı. Daha sonra iyi hallerinden ve ilk kez suç işlemelerinden dolayı her iki sanığın cezası ertelendi. Fen işleri amiri ise 5 yıllık zaman aşımından dolayı yırttı! Yani siz sağ, ben selamet! Şimdi bu nasıl adalet? Ortada ihmal ver, görev kusuru var, belediye aleyhine verilmiş 250 bin YTL tazminat var. Ama ortada suçlu yok! Var da cezası yok.
Gel de yanma. Körpecik Atilla’ya mı yanarsın, yüreği dağlanan aileye mi? Yoksa, insanın insan olarak değerinin olmadığı bir ülkede yaşadığına mı?
‘’Sözleşmeli şike!‘’
Beşiktaş büyük bir camia. Eminim daha da büyüyecek. Tabii, küçük düşünen beyinlerden kurtulursa... Gökhan Güleç'i Denizli'ye kiralayan Siyah-Beyazlı yönetim, kendilerine karşı oynamaması için sözleşmeye madde koydurtuyor. O da oynayamıyor. Bunun adı nedir? Mağluptur bu yolda galip!
Şampiyonluğun iki adayı Fenerbahçe ile Galatasaray'ın sürpriz yenilgileri ve Sivas'ın da beraberliğiyle sonuçlanan haftanın en karlı takımı hiç şüphesiz Beşiktaş. Siyah-Beyazlı takım, zorlu Denizli deplasmanında özellikle ilk yarıda sergilediği etkili futboluyla sonuca giderken, ne yazık ki artık kanıksamaya başladığımız bir olay daha yaşandı, Ege randevusunda... Beşiktaş'ın sezon başında Denizlispor'a kiraladığı Gökhan Güleç, Siyah-Beyazlı yönetimin sözleşmeye koydurduğu bir madde nedeniyle bu maçta oynayamadı. Daha önce Fenerbahçe ve Galatasaray'ın da başvurduğu bir yöntem olan bu uygulamadan Beşiktaş ne yazık ki hala vazgeçebilmiş değil. Bir takım gözden çıkardığı bir oyuncudan neden korkar? Dahası bu etik midir? Beşiktaş'ın büyüklüğüne yakışıyor mu, böyle bir sözleşme? Denizlispor, Gökhan Güleç'in attığı gollerle Fenerbahçe ve Galatasaray'dan puan alırsa, bu yarış adil mi olur? Beşiktaş'ın gerek sportif başarı, gerekse popülarite olarak ezeli rakiperinin gerisinde kalmasının en büyük nedeni, eski alışkanlıklarını terk edememisidir. Rekabete dayalı düzende onların da büyümekten başka çaresi yok. Büyüyecekler de... Ancak küçük düşünen zihniyetten kurtulmaları koşuluyla... Son 13 yıldaki tek şampiyonluk, şapkalarını önlerine koymalarını gerektirecek kadar manidardır. Burada tabii federasyona da görev düşüyor. Yeni federasyonun bundan böyle bu tür sözleşmelere onay vermemesi gerekiyor.
İkinci yarının en başarılı takımı kuşkusuz 6'da 6 yapan Kayserispor. Sarı-Kırmızılı takımın, seriyi devam ettirmesi halinde şampiyonluk şansı bile var. Yeter ki kendileri inansın.
Son söz Burhan Eşer için: Ankara'da bir yıldız doğuyor. Dikkat!
‘’Almanya acı vatan‘’
Almanya, biz Türkler’in hayatında her zaman önemli bir yere sahiptir. Savaşlarda müttefikimiz, barış sürecinde ise işsiz, umutsuz insanlarımıza geçim kapısı olmuştur. Bazen de yükselen milliyetçi dalgayla birlikte Türk düşmanlığı tavan yapmış ve gurbetçi vatandaşlarımızı yakmaya kadar gitmiştir, öfkeleri...
Almanya’nın, sadece politik, ekonomik ve sosyal hayatımız için değil, futbolumuz için de ayrı bir yeri vardır. Derwall’in gelişi Türk futbolunun miladı kabul edilmektedir. Ve elbette Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa Şampiyonluğu’yla taçlanan büyük yürüyüşü de Almanya’daki Monaco maçıyla başlamıştır. Ülkemizde Alman futboluyla en sıkı fıkı takımımız da hiç kuşkusuz Galatasaray’dır. Son 20 yılda Alman takımlarına karşı bariz bir üstünlük kuran ve gurbetçilelerimizin haklı gururu olan Sarı-Kırmızılılar, İstanbul’daki Bayer Leverkusen maçındaki futboluyla da bu geleneği devam ettirecek gibi görünüyordu. Ancak ne var ki, dün gece sahada tanınmayacak kadar kötü bir Galatasaray vardı. Son bir aydaki enerjik futboluyla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan Cim Bom, ilk 20 dakikada yediği 3 golle havlu attı. Orta alanda bir türlü top tutamayan, oyun kuramayan, kanat bindirmelerini gerçekleştiremeyen Galatasaray’ın defansı da her rakip atakta tel tel döküldü. İlk maçta Bayer forvetlerine top göstermeyen Emre-Servet ikilisi dün perişan bir görüntü verdiler. Kaleci Orkun da gelen her topu içeri alınca Galatasaray için yapacak fazla da bir şey kalmadı. Bu hezimetin mazereti olmaz. Ne bir türlü takıma katkı sağlayamayan yabancılar, ne Uğur’un olmayışı, Mehmet Topal’ın sakat sakat oynaması, ne fiziki ve mental yorgunluk, ne de ertelenmeyen Konya maçı... “Avrupalı” yaftası taşıyan bir takım, böylesine ezilmemeliydi. Dilerim, bu bir yol kazasıdır. Aksi takdirde Almanya’da başlayan tarihi sefer, yine Almanya’da sona ermiş olacaktır, ki buna hiç bir Galatasaraylı’nın katlanabileceğini sanmıyorum.
‘’Leverkusen niyetine...‘’
Tarih: 18 Mart 1992. Galatasaray, Avrupa Kupa Galipleri Kupası çeyrek final rövanş maçında Ali Sami Yen’de Werder Bremen’i ağırlıyor. Teknik direktör Mustafa Denizli, 2-1 kaybettikleri ilk maçın ardından şöyle demişti: “Ali Sami Yen’de Werder Bremen’i elimizden ancak Tanrı kurtarır!”
O maçı bütün Galatasaraylılar kalplerinde ince bir sızıyla hatırlar. İstanbul’da sadece Mecidiyeköy’e kar yağmış ve Werder Bremen, Ali Sami Yen’in karla kaplı zemininden golsüz beraberlik ve tur biletiyle çıkmıştı.
İşte o gündür bugündür, kötü hava ve saha şartları Galatasaray’ın yakasını bırakmamıştır. Sarı-Kırmızılı ekibin Konya sınavı da makus talihini yenemediğini gösteriyor. Bu hafta bütün Türkiye’nin karla kaplı olmasına karşın skor açısından olmasa da en çok kar mağduru olan takım yine Galatasaray’dı. Bknz. Uğur Uçar, Mehmet Topal, Leverkusen maçı öncesi fiziki ve moral yorgunluk...
Futbol kalitesini her geçen hafta yükselten ve UEFA Şampiyonu takımdan günümüze esintiler getiren Galatasaray, pozitif futbolunu dün de sürdürdü. Ağır zemine rağmen, yüksek pas yüzdesiyle oynayan Sarı-Kırmızılı takım, yine çok koştu, rakibe sahanın her yerinde pres uyguladı, ikili mücadelelerde ayakta kaldı ve çok sayıda da gol pozisyonu buldu. Maçı erken koparamamasının nedeni Hakan Şükür’dü. Kaptan, iyi mücadele etmesine rağmen son vuruşlarda beceriksizdi. Buna karşın partneri Ümit Karan maçın adamıydı. Son haftalarda alışılagelmişin dışında bir oyun tarzını benimseyen yıldız oyuncu, çalışkanlığı, presi, hırsı, gollük pasları, defansa ve arkadaşlarına yardımı ve attığı hayati golle dün kusursuzdu. Darısı Leverkusen’in başına...
‘’Duygusuz Feldkamp!‘’
Iskoçya’daki Caledonian Üniversitesi, geçtiğimiz günlerde yaptığı ilginç bir araştırmayı kamuoyuna açıkladı. Bilim insanları, hayatın en büyük gizemi ve aynı zamanda mutlak hakikati olan ölümü incelemişlerdi. Ortaya çıkan sonuç ilginç olduğu kadar ürkütücüydü de...
Her ölüm insana farklı bir acı veriyormuş. Acı kiminde yoğun ve uzun, kiminde kısa ve daha hafifmiş. Bunların içinde en acı vereni ise yanarak ölmekmiş. Ateşe maruz kalan insanda yanıklar çok şiddetli acıya yol açıyormuş. Bu, sinir uçlarının yanmasına kadar sürüyormuş. Sinir uçları yandıktan sonra kişi his kaybına uğruyor ve ölüyormuş.
İşte Almanya’nın Ludwigshafen kentinde Alman faşistlerinin çıkardığı düşünülen yangında hayatını kaybeden 5’i çocuk 9 Türk vatandaşı da böyle öldüler. Kendilerini bir anda ateş topunun içinde buldular. Önce saçları tutuşmuştur muhtemelen... Ardından tüm bedenleri. Sinir uçları yanana kadar acı içinde kıvrandı biçareler, acı vatan Almanya’da... Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, ekmek parası uğruna hayata tutunmaya çalıştıkları Almanya’nın bir banliyosünde çığlık çığılığa sonsuzluğa savruldular.
Bu aslında, gelir adaletsizliğini bir türlü düzeltemeyen, kendi insanına yatırım yapmayan, dışa bağımlı politikalara emperyalist güçlerin mandası haline gelen bir ülkenin trajedisinden başka bir şey değil. O bebek ölülerini orada ziyaret etmek marifet değil, onları kendi ülkelerinde tutacak ekonomik önlemleri almaktır aslolan. Refahı eşit paylaştırırsan, kim terkeder ki memleketini?
Türk kamuoyu pek duyarsız kaldı bu kahredici olaya. Türban meselesinin gürültüsü arasında kayboldu gitti. Oysa medeni bir ülke 9 vatandaşını böylesine trajik bir şekilde kaybetse, dünyayı ayağa kaldırırdı. Günlerce yas tutarlardı. Ama biliyorum, biz kader deyip geçeceğiz.
Çocuklarımız yandı
çığlıklarını duymadık
Bir spor yazarı olarak ben isterdim ki, kaybettiğimiz spor adamlarının ardından haklı olarak nasıl statlarda saygı duruşu düzenliyorsak, bu talihsiz vatandaşlarımız için de aynı duyarlılığı göstermeliydik. Sahaya pankartlarla çıkmalıydık. Tribünlerde ırkçılığı lanetlemeliydik. Ama yapmadık. Siyasetin futbolu vesayet altına alma çalışmaları daha önemli ve öncelikli geldi bize. Zaten bizi bizden alan ve uygar dünyanın dışına iten de insana dair olmayan bu önceliklerimiz değil mi?
Son günlerde, bazı medya ulemalarının linç operasyonuna giriştikleri, hatta Hakan Şükür’ü kadro dışı bıraktı diye “duygusuz” ilan ettikleri Feldkamp kadar bile olamadık. Bir Alman bizim acımızı bizden daha fazla kendi içinde hissetti. Yıllar önce Solingen katliamında da kendi devletiyle ters düşmesi pahasına aynı duyarlılığı göstermişti, pamuk ihtiyar. Bu konuda spor dünyamızdan başka da ne bir söz, ne bir kelam duyduk. Sporla uğraşmak, spor adamı olmak, çevremizde gelişen toplumsal olaylara kayıtsız kalmak anlamına gelmez ki... Başarılı bir sporcu ya da spor adamı her zaman olunabilinir. Ancak büyük sporcu, büyük spor adamı olmak, önce büyük insan olmaktan geçiyor. Giderek kendine yabancılaşan bir toplumun, Feldkamp gibi bir gönül dostundan öğreneceği daha çok şey var. Hem de acilen...
Bir kaleci itinayla nasıl yok edilir!Ulkemizde en az yetişen futbolcu tipi kalecilerdir. Son çeyrek yüzyılda Rüştü’nün dışında uzun yıllar üst düzeyde ülke futboluna hizmet veren bir başka kaleci daha yetiştiremedik. Bazı kalecilerimiz zaman zaman bu konuda pırıltı verseler de, performansları sezonluk başarıdan öteye gidemedi.
Geçtiğimiz yıl Vestel Manisa’da Bülent Ataman’ın ceza almasından sonra kaleyi devralan 21 yaşındaki Ufuk Ceylan, gösterdiği performansla takımının kümede kalmasında en büyük pay sahiplerinden biri olurken, futbol kamuoyuna da “işte aranan kan” dedirtti. Galatasaray’dan transfer teklifi de alan 1.93’lük file bekçisinin, sezon başında Ümit Milli Takımı’nın Liechtenstein maçında kolu kırıldı. Bir kaç ay sahalardan uzak kalan Ufuk Ceylan, tam kaleyi tekrar devralmışken, kimsenin aklınının almadığı bir operasyonla aniden Giray Bulak’ın yerine takımın başında bitiveren (!) Yılmaz Vural’ın gadrine uğradı. Türk futboluna ne verdiği hiç bir zaman anlaşılamayan, ancak ne hikmetse asla işsiz kalmayan Vural, Fatih Terim’in Avrupa Şampiyonası kadrosunda düşündüğü Ufuk Ceylan’ın yerine Sakarya’dan Kolombiyalı Martinez’i kiralattı. Ve daha takımla antrenmana çıkmadan Galatasaray maçında kadroya koydu genç file bekçisini. Koydu koymasına da, “Allah’ın sopası yok” dedirtecek cinsten yarım düzine gol yiyerek Manisa’ya döndü Vestel takımı... Bu golleri Martinez mi yedi, Yılmaz Vural mı yedi, yoksa Türk futbolu mu yedi? Takdiri size bırakıyorum sevgili okurlar.