‘’Savaşçı!‘’
Çocukluğu ve gençliği yoksullukla, yoksunlukla, acılarla, savaşlarla, kayıplarla geçen her insan gibi Ramazan Şahin de yaşının üzerinde bir olgunluğa sahip. Hem minderde, hem de hayatın içinde... Çünkü o kaybetmeyi de öğrenmiş, kazanmayı da... Mindere akıttığı her ter damlasında Rus-Çeçen savaşının yaşattığı acıların izleri var. O, bir anne-baba ile dört kardeşin Dağıstan'da yoksul bir barakada verdiği ayakta kalma mücadelesinin adeta bir sembolü. O kadar ki, onca yıkıma iki yıl önce bir trafik kazasında kaybettiği babası da eklenince aileye bakmak onun boynunun borcu oldu. Amcası İshak İrbayhanov ile Adem Bereket'in milli takım antrenörü olmasının ardından Türkiye'ye getirilen ve nasıl biteceği belli olmayan yepyeni bir maceraya atılan Ramazan, kendisini kabul ettirmek için büyük bir uğraş verdi. Başlangıçta Türk sporcular tarafından dışlanan, istenmeyen, hatta milli takım kampında isyan çıkmasına neden olan Ramazan Şahin, zorlu geçmişinden edindiği tecrübelerle tüm olumsuzluklara direndi. Yılmadı, yıkılmadı, pes etmedi, mücadele verdi ve sonunda rakiplerini birer birer ekarte ederek milli takımın kapılarını ardına kadar açtı. Önce Avrupa üçüncülüğü, ardından Dünya ve Avrupa Şampiyonluğu, derken bugün de Olimpiyat Şampiyonluğu... Çok kısa bir sürede inanılması güç bir işi başaran Ramazan bütün bunların tamamını bir yıla sığdırdı. 25 yaşındaki Ramazan Şahin, Türk güreşinin yeni fenomeni olma yolunda hızla ilerliyor. Çeyrek asra bir kaç ömürlük bir hayatı sığdıran Ramazan'ın daha yazacağı çok tarih var. O da buna hazır. Çünkü o bir savaççı. Pes etmek, kitabında yazmıyor.
‘’Görmemişin gümüşü olmuş!‘’
Şunu baştan söyleyeyim: Başlığa bakıp da, Elvan Abeylegesse'yi eleştirdiğimi sanarak bana küfür etmeye hazırlananlar avuçlarını yalayacak! Benim sözüm bize! Hepimize. Sporu yönetenlere, sisteme, medyaya, herkese...
Çünkü geçmişin bize bıraktığı en berbat miraslardan biridir, olan biteni abartmak. Başarıyı da, başarısızlığı da öylesine uç noktalarda yaşıyoruz ki, kendimizi bir anda vecde gelmiş veya cinnet halinde bulabiliyoruz. Tapınma ve linç kültürü atbaşı gidiyor. Elvan Abeylegesse'nin başarısının, atletizmde tarihi boyunca toz yutmuş bir millet için çok büyük olduğu bir gerçek. Şu ana kadar Pekin'de kelimenin tam anlamıyla hezimet yaşamış bir ulus olarak buna ihtiyacımız da vardı.
Gelgelelim, Elvan'ı Tianenman Meydanı'na götürmek, orada binlerce insanın içinde kargaşaya neden olmak, tam da biz Türk medyasına yakışacak cinsten bir işgüzarlıktı. Başarılı olan bir sporcunun elbette duygularını alacağız, kamuoyuna yansıtacağız, en güzel ve en özel fotoğraflarını çekerek Türkiye'ye servis edeceğiz. Ancak bunu yaparken abartıya kaçmamak, serinkanlı ve yaratıcı olmak gerektiği de bir gerçektir. Merak ediyorum, acaba kaç ülke madalya kazanan sporcusunu oraya buraya götürüp çekiştirerek, yanına ilişip fotoğraflara girmeye çalışarak dünkü gibi bir rezalete sebebiyet vermiştir. Ne bizler doğru dürüst soru sorabildik, ne Elvan o izdihamda sorulara cevap verebildi, ne de foto muhabirleri istedikleri fotoğrafı çekebildi. Zaten ketum bir sporcu olan Elvan'ın söylediği üç beş cümleyi röportaj, o kalabalıkta çekilen resimleri özel fotoğraf diye Türkiye'ye yutturacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz. Medya olarak daha sakin, daha olgun, daha yaratıcı olmak zorundayız.
Bu çuvaldızdı, ve kendimize batırdık. Gelelim iğneye:
Elvan'ın başarısına sevinmek en başta sporumuzu yönetenlerin hakkıdır. Ama onlar da bunu yaparken profesyonelliği ve sükuneti elden bırakmamalıdır. 70 milyonluk bir ülkenin spor yöneticileri olarak neden üç beş gümüş ve bronza böylesine çılgınca sevindiklerini bir düşünmeliler. Türk medyasını neden 1.5 saat o sıcağın altında beklettiklerini de açıklamalılar. Ve Maou'nun önünde Elvan'ın resmini çektirmeyin şeklindeki talimatı verdiren çağdışı zihniyetten de bir an önce arınmalılar.
Son söz ülkemizin cabbar ve cevval yöneticilerine, dünyadan bi haber tüm medyasına:
Biliyorum, Elvan döndüğünde sinek gibi başına üşüşmeye ve onun rantını yemeye hazırlanıyorsunuz.
Daha önce nerdeydiniz?
‘’Kaybetmeden kazanamazsın‘’
İrlandalı yazar Samuel Becket’ın edebiyat tarihine geçen şu sözleri, insanoğlunun hayata karşı verdiği yarışta en önemli anahtar cümlelerden biridir: “Hep denedin, hep yenildin. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil!”
Nasıl ki, çocukluğumuzda düşe düşe yürümesini öğreniyorsak, her düşüşümüzde, yeni adımlar atabiliyorsak, yaşam serüvenimiz de aynen öyledir. Düşe kalka ilerleriz. Her düşüşümüzden yeni dersler çıkarırız, rotamızı ona göre belirleriz. Hayata karşı verdiğimiz savaşımızdaki başarımız, alacağımız yenilgilere bağlıdır. Ne kadar çok yenilgi, o kadar çok ders ve tecrübe. Kazanmak ancak bu silsileyle mümküdür. Ancak bunun için de mücadeleye çıkmamız gerekir. Mücadele vermeden yenilemezsin de, kazanamazsın da... Önce arenaya ya da ringe çıkacaksın. Hangi alanda olursa olsun. Kafanı gözünü yaracaksın. Dövüleceksin. Vurulacaksın. Örseleneceksin. Yara bere içinde kalacaksın. Ve sonunda kazanacaksın. Başka yolu yok.
İşte dün Pekin’de ringe çıkan 17 yaşındaki Furkan Ulaş Memiş’in hocası Cahit Süme, hayatın bu en temel ilkesini bir kenara attı. Öğrencisinin mücadele etmesine izin vermedi. Sonuna kadar savaşıp yenilmekten onu mahrum bıraktı. Ona pes etmeyi öğretti. Oysa genç Furkan ringde kalmalıydı. Daha iyi dayak yemeliydi. Yediği her yumruk daha derin izler bırakmalıydı, yüzünde ve ruhunda. Kazanmasını ancak böyle öğrenebilirdi Furkan, ama olmadı. O havlu Furkan’ın ruhunu paramparça etti. Ve ringin her yanına saçtı ruh parçalarını. Toplamak yıllar alacak.
‘’Sibel'in çocukluğu‘’
İnsan çocukluğundan, çocukluk anılarından kaçar mı? Bu soruya evet demek de mümkün, hayır da... Mutlu bir aile ve çevre ortamında büyüyen yetişkinler, bırakın çocukluğundan kaçmayı, hep çocuk kalmak isterler. Ve o nedenle her dem o naif yılları özlemle anarlar. Hiç bir zaman geri gelmeyecek vefasız bir sevgilinin adını mırıldanır gibi çocukluk hatıraları sık sık istemsizce dillerden dökülür. Sonra iç çekilir. Ardından gerçeğe dönülür.
Gelgelelim, herkesin çocukluğu özlemle anılacak gibi değildir. Anne-baba şefkatinden, sıcak bir yuvadan, sevgiden, ilgiden yoksun büyüyenler, bir daha çocukluklarına asla geri dönmek istemezler. Unutmayı yeğlerler. Özellikle de çocukluğu yetiştirme yurtlarında geçenler... Lakin, o kabus dolu yıllardan kaçmak pek de olası değildir. Kurtulmak zordur. Ancak yaşadığınız o korku ve kahır dolu yılların izlerini biraz olsun silebilecek uğraşlar edinerek peşinizdeki gölgeden uzaklaşabilirsiniz. İşte spor bu uğraşların en önde gelenidir. Spor, asla sadece spor değildir. Spor gün gelir, insanı hayata bağlayan gümüş renkli simden yapılmış bir iplik olur, gün gelir bir gurur vesilesi... Bazen de ikisi birden... Tıpkı dün Pekin’de yüzümüzü ağartan 20 yaşındaki Sibel Özkan’da olduğu gibi.
Çocukluğu yetiştirme yurtlarında geçen Sibel Özkan, huzuru önce judoda arar. Ardından haltere geçer. Zamanla halter onun hayatının bir parçası değil, ta kendisi olur. Bir kaç yıl içinde o hatırlamak istemediği çocukluk anılarını halter sayesinde geride bırakır, geleceğe daha bir umutla bakar. Kısa zamanda bu branşta büyük aşama kaydeder ve milli takıma kadar yükselir. Madalyaların kıyısından döndüğü uluslararası şampiyonalardaki bir kaç denemeden sonra olimpiyat vizesi alarak Pekin’in yolunu tutar. Sonrası malum. Kendisi, hocası ve onu bilen bir kaç kişi dışında hiç kimse onu hesaba katmaz. Ama o her kendinden emin ve mağrur sporcu gibi çıkar görevini yapar, ülkemize tarihimize olimpiyat madalyası kazandıran ikinci bayan sporcumuz olur. Daha fazlası olabilir miydi? Elbette olabilirdi. Ama bu da bir şeydir. Sıcak bir yuvadan mahrum büyümüş, çocukluğunu yaşayamamış yetişkin bir birey için üstelik çok şeydir. Sibel’den çıkarılacak çok ders var. En önemlisi de şu:
Hatırlamak istemediğiniz çocukluğunuzdan kaçarken, bazen hayatı yakalarsınız.
‘’Sırat köprüsü!‘’
Her bakımdan ilginç bir olimpiyata tanık olacağımız hissindeyim. Gerek kendi açımızdan, gerekse olimpiyat tarihi açısından... Çinliler’in 40 milyar dolar gibi devasa bir bütçe yatırdığı organizasyonun dün geceki muhteşem açılış töreni de, uzun yıllar hafızalarda yer edecek bir görsel şöleni dünyaya sundular. Masalsı bir atmosfer yaratan Çinliler, insanı adeta “Alis Harikalar Diyarı”na götürdüler.
Yapılan yatırımı, teknoloji harikası tesisleri, Çin Hükümeti’nin organizasyona verdiği önemi, Çin halkının olimpiyatı sahiplenmesini ve yaratılan heyecanı görünce, İstanbul için 2020’nin de hayal olduğunu iddia edebiliriz. Bizim gerek ekonomik, gerek teknik, gerekse insani altyapı olarak bu seviyeye gelmemiz için daha 10 yıllara ihtiyacımız var.
Pekin Olimpiyat Oyunları’nın ülkemiz açısından en önemli kısmı hiç kuşkusuz, federasyonların özerk olmasından sonra katılacağımız ilk organizasyon olması. Rekor branşta (12), rekor sporcuyla (68) katılmamıza karşın madalya şansımızın Atina’dan daha düşük olduğu inancındayım. Üstelik sporcularımız daha iyi imkanlarla, daha iyi şartlarda hazırlanmasına rağmen... Bunun başlıca nedeni lokomotif branşlarımız halter ve güreşte yaşanılan sorunlar. Her iki branşın yıldız isimleri Hamza Yerlikaya ile Halil Mutlu’nun olmayışı başlı başına bir handikap, halterde son dört yılın çalkantılarla geçmesi, güreşte de bir geçiş dönemi yaşanması madalya şansımızı düşüren başlıca faktörler. Her şeye rağmen grekoromende Nazmi Avluca, Şeref Eroğlu, Mehmet Özal, serbestte de Ramazan Şahin, Aydın Polatçı ve Serhat Balcı madalya potansiyeli taşıyan güreşçilerimiz. Halterde ise Taner Sağır ile Sibel Özkan kürsüyü zorlayacaktır. Elbette temenni etmiyoruz ama, Pekin’de yaklaşık 10 gün boyunca tedavi ile antrenmanları beraber götüren Nurcan Taylan’ın yarışma esnasında sakatlığının nüksetmesi sürpriz olmayacaktır!
Pekin’de yüzümüzü ağartacak branş tekvando. Atina’nın gümüş adamı Bahri Tanrıkulu’nun yanısıra Servet Tazegül madalyaya takme atabilir. Atletizmde ise Elvan’ın dışındakilerin pek fazla şansı yok. Belki Halil Akkaş ile Nevin Yanıt...
Bütün bunlar iyimser tahminler. Gerçek olan şu ki, Pekin’de mutlaka madalya alırız, ancak tek bir altın dahi alamadan Türkiye’ye dönme ihtimalimiz çok yüksek. Ne yazik ki...
‘’Arıboğan'a kumpas!‘’
Bu ülkenin kalkınmasının önündeki en büyük engellerden biri de, hiç kuşkusuz liyakatın dikkate alınmamasıdır. Özellikle devlet yönetiminde politik tercihlerin büyük rol oynaması sonucu, iyi eğitimli, iş bilen kalifiye elemanlar saf dışı bırakılır ve sistem arızaya uğratılır. Bu öylesine sari bir hastalıktır ki, zaman içinde toplumun her kesimine nüfuz eder. Elbette futbolumuzun da bundan payını alması kaçınılmazdır. Başta kulüplerin antrenör seçiminde karşımıza çıkan grifit ilişkiler yumağı, öylesine etkin bir hâl almıştır ki, futbolun en tepe örgütlenmesi olan Futbol Federasyonu’nun yönetim kadrosunu da belirlemektedir. Hasan Doğan’ın ani vefatından sonra gelişen olaylar silsilesi, bu ilişki ağının ne derece genişlediğinin en açık göstergesi.
Merhum Doğan’ın naaşı henüz musalla taşındayken cami avlusunda başlayan çirkin pazarlıkların sonucunu hep beraber gördük. Haluk Ulusoy federasonundaki genel sekreterlik görevinde gösterdiği üstün başarı sonucu Hasan Doğan federasyonuna yönetici ve başkan vekili olarak giren Lütfi Arıboğan, adı etrafında çıkarılan şayiaların sonucu bir anda kendisini sürecin dışında buluverdi! Sebebi ise gayet basit: Federasyonun başına mutlaka Fenerbahçeli bir başkanı getirmeyi kafasına koymuş olan Aziz Yıldırım’ın, sırf Galatasaraylı olması hasebiyle kendisini istememesi. Galatasaraylı Haluk Ulusoy’u yıkmak için yıllardır elinden gelen her şeyi yapan ve sonunda muradına eren Aziz Bey, bu konuda öylesine kararlı ki, değil Galatasaraylı bir başkan, Sarı-Kırmızılı camiaya mensup bir başkan vekilini dahi hazmedemiyor. Kendine biat eden bazı federasyon yöneticilerini de kullanarak Lütfi Arıboğan’a baskı yapan ve görevinden feragat etmesine neden olan Aziz Yıldırım, şimdilik amacına ulaştı. Üstelik bunu, UEFA’da da etkin görevleri bulunan ve ülkemizi başarıyla temsil eden Lütfi Arıboğan gibi bir değeri yitirmek pahasına yaptı. İstenmediğini hissedince her onurlu insan gibi haklarından feragat eden ve geri çekilen Arıboğan’ın bundan sonra görev talep edeceğini sanmıyorum. Zaten bunu kendisi de deklere etti. Yazık oldu. Hem Lütfi Arıboğan’a, hem de Türk Futbolu’na... Bu gelişmeler, Hasan Doğan’ın ardından yine eski günlere döneceğimizin güçlü işaretleridir. 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde bir federasyonun başına geçecek kişide aranacak özellik, sadece ‘Fenerbahçelilik’ mi olmalıdır?
Bu kafa, sağlıklı bir kafa değil!..
‘’Tümer Fenerbahçe'ye yakışıyor mu?‘’
Yüz yıllık bir kara sevdadır Fenerbahçe... Sevenlerinin ruhuna işleyen umarsız bir aşktır. Bir gelenektir, bir kültürdür, bir aidiyettir, bir duruştur, bir vizyondur, gururdur, onurdur. O nedenledir ki, Fenerbahçeli olmak bir ayrıcalıktır, Sarı-Lacivertli renklere gönül verenler için. Fenerbahçe formasını giyen futbolcular için de durum farklı değildir. O formanın, tozlu topraklı sahalarda, sokaklarda, arka mahallelerde meşin yuvarlağın peşinde koşan her ergen gencin rüyalarını süslemesi boşuna değildir. O forma ki, futbolumuzun kutsal emanetler müzesinin en nadide parçasıdır. O formayı giymek kolay değildir. Fenerbahçe formasını giymek, bin bir emek, çaba, vizyon, duruş, ahlak, adamlık gerektirir. Yalnız iyi ve yetenekli futbolcu olmak yetmez Fenerbahçeli olmak için. Zira o forma ucuz değildir.
İşte Fenerbahçeli yöneticiler de, o formanın değerini çok iyi bildikleri için transferlerde ince eleyip sık dokurlar. Alacakları oyuncunun, sportif meziyetlerinin yanısıra karakterli olmasına da dikkat ederler. Lakin zaman zaman bu konuda yanıldıkları da olur. Tıpkı Tümer Metin’de olduğu gibi...
Ne mesleğine, ne rakibine, ne üzerinde taşıdığı formaya, ne köklü camiasına, ne de taraftarına zerre kadar saygısı olmayan bu terbiye özürlü adam, Fenerbahçe’nin içindeki habis bir urdur. Kesilip atılmadığı takdirde bünyeyi çürüteceği de bir gerçektir. Snobluğunu, küstahlığını bir meziyetmiş gibi üzerine yaftalayan ve kendini o şekilde ifade etmeyi marifet sayan Tümer Metin’in bundan sonra da çıkaracağı her skandal olay Fenerbahçe’ye eksi değer olarak geri dönecektir. Her hangi bir camiayla özdeşleşen bu tip çirkn adamların spor kamuoyunda prestij ve sevgi kaybına neden olacağını herkesten daha fazla Fenerbahçe’nin ileri gelenleri bilmektedir. Onu bu saatten sonra ıslah da edemeyeceklerine göre gerekeni yapmalıdırlar. Tümer Metin Fenerbahçe’ye yakışmıyor. Yalnız Fenerbahçe’ye değil, hiç bir büyük kulüp formasına da yakışmayacaktır. Her ne kadar bu ülkede ona milli takım formasını layık görenler çıksa da, Tümer Metin’in yeri, askerden kaçıp da yasa değişince geri geldiği Yunan ligidir. Fenerbahçe’den ve Türkiye’den ne kadar uzak olursa, o kadar bu ülkeye ve futbolumuza hayrı dokunacaktır.
Vekil Hamza’nın yaptıkları!..
Türkiye’de olimpik branşlarla uğraşan sporcuların en büyük sorunu gelecek kaygısıdır. Doğru dürüst gelirleri, sosyal güvenceleri olmayan bu çilekeş sporcularımızın durumunun düzelmesi için bugüne kadar devlet katında düzenleme yapmak kimsenin aklına gelmedi. O kadar bakanlar, genel müdürler geldi gitti, ancak kangrenleşen bu sorun olduğu gibi kaldı. Ve sonunda bu sporcularımızın geleceğe daha umutlu bakmalarını sağlayacak yasal değişiklikeri yapmak, içlerinden çıkan birine; Hamza Yerlikaya’ya kısmet oldu. Milletvekili seçilir seçilmez, “Devlet Sporculuğu”nu gündeme getiren ve konuyu meclise taşıyan Yerlikaya, bir kaç aylık uğraşın ardından amacına ulaştı. “Devlet Sporculuğu” yasa tasarısı geçtiğimiz hafta meclisten geçerek yürürlüğe girdi. Buna göre; Dünya ve Avrupa şampiyonaları ile olimpiyat oyunlarında ilk üçe giren sporcular, “Devlet Sporcusu” olarak kabul edilecek ve düzenli olarak maaşa bağlanacak. Bunun yanısıra kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler sosyal güvenlik şemsiyesinden de faydalanacak. Bu Türk sporu için bir devrimdir. Sporu bıraktıktan sonra işssiz güçsüz kalan, yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmek zorunda olan amatör sporcuların en büyük dertlerine derman olacak bu düzenleme için Türk sporu Hamza Yerlikaya’ya müteşekkirdir. Hamza’nın bu girişimi, milletvekili olduktan sonra kabineye giremeyince kulağının üzerine yatan, sadece atama ve tayinlerle uğraşan, kendi memleketlerine seçim yatırımları yapmaktan başka bir işle iştigal etmeyen diğer vekillere de örnek olmalıdır. Hamza Yerlikaya, şampiyon olunmayacağının, şampiyon doğulacağının en açık göstergesidir. O, beşikten mezara kadar her alanda şampiyonluğunu defalarca ispatlayan bir fenomendir. Türkiye’nin gururudur, onurudur. Tanrı bundan sonra da yolunu açık etsin.
‘’Gelecek, gelmiyor!‘’
Dev bir koşu bandının üzerinde zincirlenmiş gibi yaşıyoruz hayatı... Zemin ayağımızın altından durmaksızın kayıyor. Biz ise yerimizde sayıyoruz! Zaman mefhumu bizim için hiç bir şey ifade etmiyor. Geçmiş peşimizi bırakmıyor, gelecek ise bir türlü uğramıyor bu yakaya! Ne zaman geleceği de bilinmiyor. O güzel yarınlar, uzak bir umman ülkesi gibi uzak bize! Bugünün dünden farkı yok. Tıpkı yarının da olmayacağı gibi. Hep aynı sığlıklar, aynı aşşağılık oyunlar, aynı düşmanlıklar, aynı akıl tutulması...
Kavanoz dipli dünyanın içinde dönüp dolaşan haşereler gibiyiz. Kendi fasit dairemize hapsolmuş, çaresizce çırpınıp duruyoruz. Lakin çıkış yok! Bütün çıkışlar kapatılmış! Üstelik kendi ellerimizle! Çıldırmış, gözü dönmüş, önüne geleni kesip, biçen “Amok Koşucusu” gibi olmuşuz her birimiz. Birbirimizi yok edecek bütün silahlarımızı kınından çıkarmışız. Ortalık kin ve nefretten geçilmiyor. Yalan, riya, iftira, tehdit, şantaj hayatımızın vazgeçilmez unsurları olmuş. Barış, hoşgörü, sevgi ve saygı gibi kavramların kanı çekilmiş. Gözler kör, gönüller çorak. Ömrümüze sis, pus çökmüş. Karanlık içimizde!
Hasan Doğan ölümüyle bizi silkeledi ama...
İşte böyle zamanlarda; tam da bu zamanlarda akil adamlara her şeyden daha çok ihtiyacımız oluyor. Onların insan sıcaklığına, onların ışığına, onların birleştiriciliğine, onların sevgisine, onların tevazuuna hava gibi, su gibi gereksinim duyuyoruz. Ancak ne var ki, tam bulduğumuzu sandığımız anda bir sabun köpüğü gibi uçup gidiyorlar. Bizleri sığ dünyamızla baş başa bırakarak... Tıpkı geç bulup, erken kaybettiğimiz Hasan Doğan gibi. Yaşamının son günlerinde dürüstülüğüyle, insanlığıyla, coşkusuyla, naifliğiyle, duygusallığıyla sessizce içimize işleyen Hasan Bey, her güzel insan gibi son yolculuğuna çıkarken bizi silkeledi. Manasız çekişmelerin ne kadar boş olduğunu, bir kez daha tokat gibi yüzümüze çarptı. Hayattayken farkına varmadığımız bütün değerlerimiz gibi, o da ölümüyle dostu, düşmanı aynı musalla taşının önünde, aynı safta, aynı acıda, aynı duyarlılıkta buluşturdu. Yalnız bununla kalmadı Hasan Doğan. Geride bıraktığı aile fotoğrafıyla da her kesime önemli mesajlar verdi. Uğraştığımız klişelerin ne kadar saçma ve anlamsız olduğunu gözümüze soktu.
Ders alacak mıyız? Sanmıyorum. Belki bir kaç gün, belki bir kaç hafta, belki bir kaç ay Hasan Bey’in yasını tutacağız. Sonra tekrar özümüze döneceğiz. Çeşitli simgeler, iksir sloganlar kullanarak düşmanlıklarımızı, birbirimizi yok etmeyi sürdüreceğiz. Çocuklarımızın yarınlarının üzerine kanlı iktidarlar bina edeceğiz. Kaldığımız yerde kala kalacağız.
Ve bir gün, içimizi böylesine yakan Hasan Doğan’ı da unutacağız. Ölüm yıldönümlerinde mezarı başında sadece bir kaç seveni olacak. Tıpkı Barış Manço’da, Kemal Sunal’da olduğu gibi... Çünkü biz buyuz. Dün de buyduk, bugün de buyuz, yarın da bu olacağız.
Bu, geleceği olmayan toplumların değişmez yazgısıdır...
O otel ambulans bulundursaydı...
Hasan Doğan’ın en hazin görüntüsü, hiç kuşkusuz yerde yatarken çekilmiş fotoğrafıydı. Otel doktoru ile Belçikalı bir doktorun derhal müdahale etmesine, hastaneye kısa zamanda yetiştirilmesine rağmen Hasan Bey kurtarılamadı. Özel Bodrum Hastanesi’nden konuyla ilgili şu açıklama yapıldı: “Hasan Doğan 18.47’de fenalaştığı sırada otelde kalan Belçikalı doktor Ivan Clause, Dr.Cem Yazıcı ve iki hemşire ile sağlık memuru anında müdahalede bulunmuştur. Saat 18.48’de ise hastaneden ambulans talep edilmiştir. Hastaneye 12 kilometre uzaklıktaki otele ambulans 11 dakika içinde ulaşmıştır. Sağlık ekibi tarafından hemen gerekli işlemler uygulanmıştır. Saat 19.07’de otelden hareket eden ambulans, hastanemize 19.15’te ulaşmıştır.”
Hasan Doğan’ın ülkemizde pek alışık olmadığımız bir hızda hastaneye yetiştirildiği anlaşılıyor. Ancak fenalaşması ile hastaneye yetişmesi arasında 28 dakika var. Bu bir kalp krizi için çok uzun bir zaman. Bu durumda insanın aklına ister istemez şu geliyor: Beş yıldızlı otelde tam donanımlı bir ambulans bulunsaydı, acaba Hasan Bey kurtarılabilir miydi? Başta şok aleti olmak üzere, ambulanstaki diğer tıbbi cihazlar sayesinde Hasan Doğan’a daha doğru müdahalede bulunulmaz mıydı? Ve daha hızlı hastaneye yetiştirilemez miydi? Yüzlerce insanın kaldığı, bir o kadarının da hizmet verdiği bu tür tesislere ambulans bulundurma zorunluluğu getirilmesi gerektiği düşüncesindeyim.