‘’Beşiktaş'ın son şansı Mustafa Denizli'dir‘’
Önce Beşiktaş yandaşları için rahatsız edici birkaç soru soralım: Beşiktaş Türkiye’nin kaçıncı büyüğüdür? Ezeli rekabette gerek sportif, gerek idari, gerekse tesis bakımından rakipleriyle aynı düzeyde midir? Eğer değilse rakiplerinin ne kadar gerisindedir? Çok geride kaldıysa rakiplerini yakalama şansı nedir? Şayet bu şansı varsa veya yaratabilirse ne kadar zamanda rakiplerini yakalayabilir? Son 13 senede sadece 1 şampiyonluk alınması tesadüf müdür? Ve en önemlisi, Beşiktaş kurumsallaşabilmiş midir? Yoksa hala kişilerin, legal-illegal menfaat gruplarının ve tribünlerin tahakkümünde midir? Yıldırım Demirören gitse ve bu sistem içinde elini cebinden çıkarmayacak yeni bir Yıldırım Demirören gelse her şey düzelecek mi? Elde edilecek bir şampiyonluk geçmişe sünger çekip yapılan bütün hataları örtbas mı edecek, yoksa ileriye doğru atılımın fitilini mi ateşleyecek?
Biliyorum, cevabı zor sorular bunlar. Ve cevaplar kişiden kişiye göre değişir. Ancak fiili durum, tüm bu sorulara verilecek cevapların olumsuz olduğu yönündedir. Şu, herkesin kabulleneceği bir gerçek: Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın gerisindedir. Adı hep üçüncü büyük olarak anılmaktadır. Bunun şampiyonluk ve taraftar sayısıyla ya da popülariteyle de ilgisi yok. Beşiktaş yıllardır bir semt takımı zihniyetiyle yönetilmektedir. Bir türlü dışa açılamamaktadır. Beşiktaş’ı yönetenler, yerel düşüncelerden, demode alışkanlıklardan, kısır çekişmelerden, sığ tartışmalardan kurtulamamakta ve haliyle kulübü evrensel normlara oturtamamaktadır. Bu tespitlerle zaman zaman ortaya çıkan ve çeşitli çareler üretmeye çalışan eğitimli, çağdaş, vizyon sahibi yöneticiler de kısa zaman içinde tasfiye edilmektedir. Bütün bu çalkantılar, tribünlerdeki gel-gitler, futbolcu ve teknik adam sirkülasyonları boşuna değildir.
Denizli gerçek bir devrimci liderdir
Böylesine büyük yapısal sorunları olan bir kulübün kurtuluşunu bir kişiye, özellikle de işi sahanın içiyle sınırlı olan bir teknik adama bağlamak ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünmeyebilir. Ancak bu kişinin adı Mustafa Denizli’yse, onun beklenen ‘mesih’ olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Beşiktaş Yönetimi, son teknik adam operasyonuyla şaşılacak derecede bir yanlıştan doğru çıkarmayı başarmıştır. Ertuğrul Sağlam’la yolların ayrılması ve bunun şekli ne kadar yanlışsa, Mustafa Denizli’nin fazla zaman geçirilmeden göreve getirilmesi de o derece doğrudur. Hiçbir maceraya atılmadan ve komplekse kapılmadan olması gereken yapılmıştır. Peki, bu yeterli midir? İşte asıl sorun da budur. Mustafa Denizli’yle ilgili planlar kısa vadeliyse Beşiktaş günü kurtarır. Sorunları halının altına süpürür. Evet, Denizli de uzun vadeli planlar yapmaz. Ancak Demirören yönetimi bu konuda kendisini ikna etmelidir. Bugünün yanı sıra Beşiktaş’ın geleceğini de Mustafa Denizli’ye emanet etmelidir. Bir Alex Ferguson ve Arsen Wenger modeli oluşturulmalıdır. İşine ne bir yönetici, ne de profesyonel bir menacer karıştırılmalıdır. Bir CEO gibi tam yetkili olmalıdır. Çünkü Mustafa Denizli salt bir futbol adamı değildir. Ondan öte bir figürdür. Dünya görüşüyle, bilgi birikimiyle, duruşuyla, felsefesiyle, vizyonuyla, zekasıyla, düşünce sistematiğiyle, temsil yeteneğiyle bir ikondur. Tam anlamıyla bir liderdir. Ve Beşiktaş için büyük bir fırsattır. Siyah-Beyazlı camiada gerçekleştirilecek bir zihniyet devrimi için son şanstır. Galatasaray ve Fenerbahçe büyük düşünmenin temellerini onunla atmıştır. Her iki kulüp de bugün onun açtığı yoldan ilerlemektedir. Sıra Beşiktaş’tadır. Önlerinde iki seçenek var: Ya İstanbul’un bir ilçesi olarak kalacaklar, ya da dünya kulübü olacaklar. Tercih onların...
Fenerbahçe’den
ilkel taktik
Aslına bakarsanız, sadece Fenerbahçe’nin yöntemi değildir bu. Diğer büyükler de zaman zaman eski dönemlerden kalma o çağdışı taktiğe başvururlar. Güçlü bir Anadolu kulübüyle yapılacak maç öncesi, rakibin en önemli oyuncuları üstüne transfer spekülasyonu yapmak, sözüm ona bir yönetici cinliğidir. Amaç, rakibin takım bütünlüğünü bozmak, oyuncuyu demoralize etmek, motivasyonu kırmak ve oynanacak maçta avantaj sağlamaktır. Son olarak Fenerbahçe yaptı bunu. Bursaspor maçı öncesi, Yeşil-Beyazlı takımın en etkili iki oyuncusu Mustafa Sarp ile Sercan Yıldırım hakkında çıkarılan transfer dedikoduları, dünya kulübü olma iddiasındaki Fenerbahçe’ye yakışmayacak bir manevraydı. Muhtemelen, yönetimin bunda bir dahli yoktur. Ancak her haberi yalanlayan Sarı-Lacivertli yönetim bu habere sessiz kalarak, yapılan çirkinliğe göz yummuştur. Bilirsiniz, susmak onaylamaktır. Sonuçta hedefe ulaşılmıştır. Peki Bursa taraftarının önüne bir yem olarak atılan Mustafa Sarp ile Sercan Yıldırım ne olacaktır? Onlar kimin umurunda ki? Yaşasın Makyavelizm!
‘’Mehmet kimin 'Yıldız'ı!‘’
Kayırmacılık, bütün toplumların az ya da çok muzdarip olduğu sinsi bir hastalıktır. Temelinde haksızlık ve adaletsizlik yatar. Bunu yapanlar genellikle muktedirlerdir. Ancak adam kayırmak öylesine bulaşıcıdır ki, zamanla toplumun en alt katmanına kadar sirayet eder. Hiyerarşinin olduğu her yerde, erki eline geçiren, birilerini kayırmaya başlar. İşin içinde sınıfsal ilişkiler vardır, siyasi tercihler vardır, belli bir amaç etrafında örgütlenen lobiler vardır, cemaat kültürü vardır, tarikat bağlantıları vardır, ahbap-çavuş münasebetleri vardır. Olmayan ise liyakattir.
Sebebi her ne olursa olsun, bir toplumu içten içe çürüten en önemli faktörlerdendir, kayırmacılık. Türkiye, bu bakımdan yeryüzünün en verimli iklimine sahiptir. Hangi alanda olursa olsun, kişinin ne yaptığına değil, kim ya da kimin nesi olduğuna bakılır. Elbette futbolumuz da bundan fazlasıyla nasibini almıştır. Bir takım kerameti kendinden menkul futbolcular ve teknik adamlar, her devirde baş tacı edilirken, bazıları da işlerini çok iyi yapmalarına karşın kıyıda köşede kalırlar. Son zamanlarda buna en iyi örnek Sivassporlu Mehmet Yıldız'dır. Kırmızı-Beyazlı takımın kaptanı, son iki yıldır Süper Lig'i adeta domine ediyor. Çağdaş bir futbolcuda olması gereken her şeye sahip Mehmet Yıldız. Geçen yıl 33 maç, 14 gol, 13 asist. Bu sezon şu ana kadar 8 maç 5 gol, 2 asist. Modern forvet özellikleri onda, istikrar onda, meslek ahlakı onda, disiplin onda, centilmenlik onda, rakibe ve takım arkadaşlarına saygı-sevgi onda, tevazuu onda, adamlık onda. Ama bir şeyler eksik Mehmet Yıldız'da! O da, yukarıda sıraladığımız çetrefilli ilişkiler ağının dışında kalması. Yaptıkları yetmiyor, onun farkedilmesi için. Milli takımın ona bu kadar ihtiyacı olduğu dönemde bile faydalanılmamasının, modası geçmiş futbolculara çuvalla para saçan Üç Büyükler'in gözlerinin önüdeki cevheri görmemesinin, basının ise satır aralarında 'lütfen' yer vermesinin başka izahı yok. Mehmet Yıldız'a bu adaletsizliği yapanlar, eminim hesabını vermeyecekler, ama bedelini elbet bir gün ödeyecekler. Hatta ödemeye başladılar bile!..
‘’Lincoln daha çocuk!‘’
Aslında hepimiz bir parça çocuğuz. Öyle de olmalıyız. İçimizde her daim yaşattığımız çocuğu asla boğmamalıyız. Hayatın, en geniş ve en büyük oyun alanı olduğunu da hiç bir zaman unutmamalıyız. İyi bir oyuncu olmak için önce iyi bir çocuk olmak gerektiğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Zira, hayattaki en iyi oyuncular, hep çocuklar ve çocuk kalmayı başaranlar olmuştur. Futbolcular ise bu temel kuralın en başarılı örnekleridir.
Ülkemize gelen en büyük futbol yıldızı Ghergoe Hagi, bir röportajında şöyle konuşmuştu:
"Bütün futbolcular, biraz çocuktur. Öyle olmasa futbolu oynayamazlar. Çünkü futbol da nihayetinde bir oyundur."
Üzerine sayfalar dolusu yazı yazılacak kadar anlam yüklü bir söylemdi, Karpatlar'ın Maradonası'nın ağzından dökülen kelimeler. Hagi'nin söyledikleri, futbolun ölüm-kalım meselesine getirilmemesi, oynadığımız bütün oyunlardan olduğu gibi futboldan da keyif almamız gerektiğini adeta beynimize nakşediyordu.
Galatasaray'ın yeni bir 'Hagi' olacak umuduyla renklerine bağladığı Lincoln de her futbolcu gibi bir çocuk. Ama o şımarık bir çocuk. Şımarıklığı nedeniyle de rakip taraftarların tepkisini alırken, kendi tribünlerinin sevgilisi olabiliyor. O, her şımarık çocuğun kendi ebeveyni tarafından hoş görülmesinin yeşil sahalardaki tipik bir tezahürü. Bu haliyle de pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi. Nerede, ne zaman patlayacağı belli değil. Lincoln'ün kendini oyundan attıracak davranışları üst üste sergilemesinin temel nedeni, şımarıklığının cezalandırılmaması ve taraftarın ona olan karşılıksız sevgisidir. Ailenin bu nevi şahsına münhasır ferdine gösterilen müsamaha, diğer futbolcuları da kızdırmakta ve rencide etmektedir. Galatasaray'ı zorlu lig yarışında bekleyen tahlikelerden biri de, Lincoln nedeniyle diğer futbolcuların yaşadığı bu 'üvey evlat' sendromudur. Galatasaray yönetiminin acilen bu Brezilyalı'nın dikkatini çekmesi gerekir. Hatta bunun için ellerine bir fırsat bile geçmiştir. Trabzon maçında gördüğü kırmızı kartı en ağır şekilde cezalandırmalıdırlar. Bunu yaparlarsa, belki Lincoln'ü bile kazanırlar. Yapamazlarsa koca sezonu kaybedebilirler. Bu, öyle bir kayıp olur ki, telafisi için uzun yıllara ihtiyaç olabilir. Tercih onların... Lincoln mü, Galatasaray mı?
‘’Paralel hayatlar‘’
Hayat denen gizem, bin bir surat gibidir. Bize hangi zamanda hangi yüzünü göstereceğini kestirmek mümkün değildir. Bazen şefkatli bir ana kucağı gibidir hayat, bazen de cehennemi bir çukur... Bir bakmışsınız, sizi önüne katmış sürükleyen bir deli rüzgar olmuştur; karşı duramazsınız... Bir de bakarsınız sığınacağınız sakin bir limana dönüşmüştür; huzur bulursunuz. Zaferler de hayatın getirdikleridir, yenilgiler de... Acı da, hüzün de, sevinç de, coşku da öyle... Mutluluk da hayatın bir yanıdır, keder de... Keza varsıllık da, yoksulluk da... Hepsi iç içedir ve hayatın bize gösterdiği farklı farklı suretleridir. Ve hepsi biz insanlar içindir. Ve hepsine hazırlıklı olmak zorundayız.
Hayatı ruhsal ve bedensel olarak bir bütün halinde yaşayabileceğiniz gibi, bir şeylerden yoksun olarak da sürdürebilirsiniz. Beklenmedik bir zamanda, umulmadık bir zeminde başınıza gelebilecek bir trajedi sizi sonsuza kadar sahip olduklarınızdan mahrum bırakabilir. Yitip giden bir akıl sağlığı da olabilir, bedeninizin bir parçası da... Yapacak bir şey yoktur bu gibi durumlarda. Bazen kasırgaya dönüşen kaderin önünde duramazsınız. Ama yıkılmamak elinizdedir. Pes etmemek, yaşama dört elle sarılmak, hayatın içinde varlığınızı hissettirmek size bağlıdır. Tıpkı ülkemizdeki sekiz küsur milyon engelli insanımızdan bir kısmının spor alanlarında yapmaya çalıştığı gibi.
Engellilerin yaşam alanını yok ettik
Hiçbir şey yokmuşçasına yollarına devam eden bu engelli insanlarımız, yalnız spor yoluyla hayata tutunmak gibi bir hedefin peşinde değller; aynı zamanda kazanmaya da oynuyorlar. Onlar da hırslanıyor, öfkeleniyor, efor sarfediyor ve sonunda sevinç ya da hüzün yaşıyorlar. Tıpkı bizler gibi! Zira yok birbirimizden bir farkımız. Onlar da etten, kemikten, sinirden, hücreden oluşuyor. Onların da bir zamanlar önemli bir kısmı bizler gibiydi. Yaşadıkları herhangi bir trajik olay, hayatlarının değişik bir mecrada akmasına sebep oldu sadece. Kimi ayağını kaybetti, kimi kolunu. Kimi de vücudunun bir kısmını çalıştıramaz hale geldi. Biz ve onlar diye ayırım yapmamıza neden olan da bu. Oysa hep iç içeyiz. Onların hayatı da bize paralel bir şekilde sürüp gidiyor. Hepimiz biliyoruz ki, aynı enlemde, aynı boylamda, aynı düzlemde, aynı zamandayız. Öfkelerimiz de, sevinçlerimiz de, hüzünlerimiz de, ihtiraslarımız da birbirine benziyor. Aynı şeyleri yaşıyor, aynı tepkileri veriyoruz. Aramızdaki tek nüans; onlar içeride biz dışarıdayız! Ama artık daha az saklanıyorlar. Pekin’deki Paralimpik Oyunları bir kez daha kanıtladı: Engel, onlara engel değil... Engel olan biziz!
Nüfusunun yaklaşık yüzde 12’si engelli olup da, onların yaşam alanını böylesine daraltan, kısıtlayan, onları sokağa bile çıkamaz hale getiren dünyadaki az sayıda ülkeden biriyiz. Bunun, medeniyetin en temel karinesi olduğunun bile farkında değiliz. Hala görmüyoruz, hala duymuyoruz, hala onları yok sayıyoruz ve hala altından kalkamayacağımz bu vebali bir lanet gibi omuzlarımızda taşıyoruz. Eminim, hepimizin ailesinde ya da sülalesinde bir engelli vardır. Ona rağmen kayıtsızız. Bir gün biz de onlar gibi olabiliriz. Öyle ya, trafik kazalarında, kalıtsal hastalıklarda dünya şampiyonuyuz. Bu bile bizi kıpırdatmaya, bir şeyler yapmaya itmiyor.
Gizem, Neslihan ve diğerleri
Bu bizim çağdışlıkla olan sınavımızdır. Bu sınavdan on yıllardır çakıyoruz. Yakın bir zamana kadar da çakmaya devam edeceğimize dair güçlü belirtiler mevcudiyetini koruyor. Ancak sahip olduğumuz bu çağdışı zihniyete karşın, ülkemizi muasır medeniyet seviyesine çekmek isteyen bir avuç gönüllü insanımızın ve sayıları orta ölçekli bir Anadolu kasabasını dolduramayacak kadar az olan engelli spocularımızın varlığı umut vermiyor da değil. Onların küçük bir bölümüyle Pekin’de yaklaşık 10 gün beraber olduk. Her olimpiyatın ardından yapılan Paralimpik Oyunları’ndaki Türk kafilesinin heyecanına, sevincine, üzüntüsüne ve kırgınlıklarına tanıklık yaptık. Okta Gizem Girişmen’in aldığı altın ve masa tenisinde Neslihan Kavas’ın kazandığı bronz madalya ile gönendik. Diğer sporcularımızın performansıyla gururlandık, kaçan madalyalara kahrolduk. Ve gördük ki, bu konuda yükselen bir bilinç dalgası mevcut. Bu dalganın önümüzdeki yıllarda daha da kabaracağına ve önlerindeki en büyük engel olan ilkel zihniyeti yıkacağına eminim. Zira her ne olursa olsun, tarih boyunca kazanan hep akıl, bilinç ve insanlık olmuştur. Bu işte de böyle olacaktır.
‘’Kartal günü kurtardı‘’
Yalnız eylül değil, ekim de hazan ve hüzün ayıdır. Bu, tabiat için de böyledir, hayat için de... Ancak bazı ekimler vardır ki, dert, kasavet, acı ve kahır da eşlik eder, geleneksel hüznüne... Bu yıl da böyle oluyor gibi... Bir yanda yurdun dört bir yanından kalkan şehit cenazeleri, diğer yanda pusuda bekleyen ekonomik kriz tehlikesi. Bu ekim zor geçecek.
Durum Üç Büyükler için de farklı değil. Ekimin başında olmamıza karşın, her üçünün de teknik kulübesini yangın sarmış durumda. İçlerinde durumu en zor gözüken Ertuğrul Sağlam. Oysa en sağlam (!) durması gereken oydu. Oturmuş takımla ikinci yılıydı ve transfer oparesyonunun da başında o da vardı. Yani, günahı da ona, sevabı da! Tabii Sinan Engin’le beraber! Neden faturanın sadece Salam’a kesildiğini anlamak mümkün değil. Ve görev başındayken başkanın bir başka teknik direktörle görüşmesini Ertuğrul Hoca’nın nasıl sindirdiğini de...
Neyse, bu ahval ve şerait içinde Beşiktaş’ın dün gece işi hiç de kolay değildi. Olmadı da zaten. Üstelik, her ne kadar geçen yıl ki gücünden uzak olsa da karşısında taş gibi bir takım vardı. Hacettepe, gerçekten çok iyi mücadele etti. Etkili pres yapan Başkent ekibi, sahanın her yerinde rakibine iyi bastı. İkinci topların da çoğu Hacettepeli oyunculardaydı. Tek eksikleri hücumda çoğalamamalarıydı.
Buna mukabil Beşiktaş savruktu. Bir türlü oyuna hükmedemedi. Hücumda organize olamadı. Hal böyle olunca şişirme toplarda Batuhan’dan medet umdular. Genç golcü doğrusu bu alanda başarılıydı. Ceza alanına düşen her topu idirirerek arkadaşlarını pozisyona sokmaya çalıştı. Galibiyette aslan payı onundu. Tabii, Zapatocny-Sivok ikilisini de unutmamak gerek. Hacettepe’nin hiç de haketmediği bir yenilgi aldığı maçın en anlamlı fotoğrafı, her iki takımın da sahaya şehitlerin fotoğraflarıyla çıkmasıydı.
Bu sonuç, eğer Sağlam görevde kalsa da kalmasa da çöpü halının altına süpürmekten başka işe yaramayacak. Beşiktaş’ı da zor bir ekim bekliyor.
‘’Yeni Seba: Aziz Yıldırım‘’
Nankörlüğün tarihi yazılsa, herhalde Türkiye'ye özel bir bölüm ayrılırdı. Zira, bizim kadar ahde vefa konusunda sabıkalı bir millet yoktur. Kimimiz balık hafızalı olduğumuz için, kimimiz de rantımız kesildiği için verilen hizmetleri, yaratılan değerleri bir çırpıda unutur gideriz.
Geçmişte Beşiktaş tribünleri "Ahmet Dursun, Seba gitsin" dedi. Ve Seba, bağrına taş basarak gitti. Çamur içinde antrenman yapan, farelerin cirit attığı harabelerde soyunup giyinen bir takımı alıp modernize eden, Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan Seba, emeklerinin karşılığını küfür yiyerek ve yuhalanarak aldı. Artık inzivada, kırılan kalbini onarmaya çalışıyor.
Şimdi yeni bir Seba'mız daha oldu: Aziz Yıldırım. Onun Fenerbahçe'ye verdiği hizmetleri bu satırlara sığdırmamıza imkan yok. Yaşadığı kaoslardan tam alabora olmak üzereyken Fenerbahçe'yi alıp dünya kulübü yapan Aziz Bey'in, kendi yaptırdığı statta istifaya çağrılması, vefasızlığın, kadir-kıymet bilmezliğin vardığı en uç noktadır. Ve rezilliğin dik alasıdır.
Seba ve Yıldırım'a karşı bu insanlık suçunu işleyenler, vebalini öte dünyada bile ödeyemeyecek.
‘’Skibbe'nin eseri!‘’
Bağrımıza kör bir bıçak gibi saplanan ölüm haberleriyle darmadağın olduğumuz, hayatın anlamını bir kez daha sorguladığımız şu günlerde Bursa’daki maç öncesi atmosfer de farklı değildi. Öfke, hüzün, acı ve isyan... Bir futbol gecesi değil de, şehitlere saygı gecesiydi adeta... Türkiye, bu belanın üstesinden gelecektir er geç, ama yitip gidenler bir daha geri gelmeyecek işte... Yakıcı gerçek de bu...
Hafta içinde UEFA Kupası’nda gruplara kalarak moral bulan Galatasaray için belki de ligin en zorlu deplasmanıydı Bursa... Kağıt üzerinde favori gözükse de, Bursa’da kaybedilecek puanlar hiç de sürpriz değildi Cim Bom için. Hatta oynadığı kötü futbolu göz önüne alırsak, normal bile denilebilir.
Galatasaray’da aksayan o kadar çok şey var ki, hepsi ayrı bir yazı konusu olur. Her şeyden önce takım savunmasında ciddi sıkıntılar yaşıyor Sarı-Kırmızılı ekip. Galatasaray hücum hattı, ileride Bursalı oyunculara hiç basmayınca, Yeşil-Beyazlılar, başta Yusuf olmak üzere elini kolunu sallaya sallaya atağa çıktı. Çok sayıda da pozisyon buldular. Bursalı forvetler biraz daha becerikli olsaydı, Galatasaray sahadan hezimetle ayrılabilirdi. Tabiri caizse Bursaspor, Galatasaray’ı sahanın her yerinde ezdi. Tel tel dökülen Galatasaray’da Ayhan’dan başka ayakta kalan adam yoktu.
Tabii, bu sonucu hazırlayan da Skibbe’den başkası değil. En başta takım tertibinde hata yapan Alman çalıştırıcı, oyun içinde de hiçbir taktik değişikliğe gitmedi. Takım 2-0 geriye düştüğü anda bile, üstelik sahada bu kadar formsuz futbol varken oyuncu değiştirmeyi düşünmeyen Skibbe, Galatasaray’ın en iyi seyircisiydi! Gerek ligde, gerekse Avrupa’da çekirge misali zıplayan Galatasaray’a umarım bu yenilgi bir ders olur. Aksi takdirde, bu kenar yönetimiyle ve oyun anlayışıyla taraftarına kahır dolu bir sezon yaşatması kaçınılmaz olur.
‘’Hepsi Alpaslan!‘’
Galatasaray bir düştür; gözlerinizi kapar kapamaz zihninize üşüşür. Galatasaray bir aşktır; yüreğinizi kor ateş gibi alev alev yakar. Galatasaray bir tutkudur; ruhunuzu, bedeninizi teslim alır. Galatasaray bir aidiyettir; hayatın bir parçası değil, ta kendisi olur. Galatasaray bir onurdur; bir parçası olmaktan kıvanç duyarsınız. Galatasaray bir gururdur; yeryüzünün her kara ve deniz parçasında göğsünüzü gere gere, başınız dik dolaşırsınız.
İşte Alpaslan Dikmen için de Galatasaraylılık, hayata dair tüm bu değerleri temsil ediyordu. O da Galatasaray’a gönül veren her Sarı-Kırmızı aşık gibi, bir ömür sevdalısının peşinde koştu, durdu. Galatasaray’la ağladı, Galatasaray’la güldü. Yalnız bununla kalmadı. Tribünde yarattığı değerlerle kulübüne zenginlik kattı. Oluşturduğu Ultraslan Gurubu’yla yerleşik taraftar kltürünü değiştirmekle kalmadı, bir çok sosyal projeye de imza attı. Kırk küsür yıllık ömrüne bir UEFA, bir de Süper Kupa sığdırdı. Daha yaşayacak zaferler, alınacak kupalar, fethedilecek Avrupa kaleleri vardı. Yarım kaldı. Galatasaray için çarpan yüreği bu dünyada durdu. Ancak eminim, çıktığı o en uzun deplasman yolculuğunda yine Sarı-Kırmızı renkler için o yürek çarpmaya devam edecek.
Mamafih Cim Bom durmuyor. Yeni bir Avrupa seferine daha çıktı. Bu kez Alpaslansız. Belki dün çok iyi oynamadı. Fakat mücadelesiyle, yardımlaşmasıyla olumlu not aldı. Uzaklardan, bir yerlerden takımını gururla izleyen Alpaslan Dikmen’e böylece bir selam yolladı. Mesaj ise gayet netti: Rahat uyu Alpaslan’ım, bu yolun sonu Şükrü Saracoğlu!