Arama

Popüler aramalar

‘’Yıldırım ve Polat'ın anlamlı savaşı‘’

Futbol dünyamızın iki renkli figürü Kazım Kanat ile Alpaslan Dikmen'in (Her ikisi ayrı bir yazının konusu olacak) apansız aramızdan ayrılması nedeniyle hayattan çok ölümün konuşulduğu şu günlerde iki başkanın anlamlı mücadelesi ve haklı isyanı gürültüye gidiyor. Aziz Yıldırım'ın tribün çetelerine ve rantiyelerine karşı verdiği savaş ile Adnan Polat'ın 'kasap' diye tabir edilen futbolcuların sahadaki kasti sertliğine isyan bayrağını açması, Türk futbolu açısından yeni birer açılım olmuştur. İki başkanın kalıpları yıkarak, Türk futbolunun önünde yeni ufuklar açması, sahip olduğumuz ilkelliklerden kurtulmamız için önemli bir fırsattır. Her iki sorun da Türk futbolunun yıllardır kanayan yarasıdır. Yalnız kulübüne değil, ülkemize de modern bir stat armağan eden Aziz Bey, şimdi de o stadı kullanacak modern insanı inşaaya soyunmuştur. Keza, Sayın Polat da, milyonlarca dolar yatırım yapılıp ülkemize getirilen ya da kendi bünyemizden çıkardığımız yıldızları, yeteneksiz, cahil ve acımasız futbolcular ile muhteris teknik adamlara karşı korumaya almıştır. İki başkanın da, bugüne kadar hiç olmadığı kadar top yekün futbol kamuoyunun desteğine ihtiyacı vardır. Tribünleri, kulüpleri, yönetimleri, namuslu ve dürüst futbolcularla teknik adamları 'pes' ettiren, teslim alan bu iki çapulcu zihniyetin futbol sahalarından çekilmesi için belki de, bu son fırsattır. Kullandık, kullandık... Aksi takdirde cehenneme giden taşları döşeyenlere harcı da biz karmış oluruz. Ki, bunun vebali çok ağırdır. Asla altından kalkamayız.

29 Eylül 2008, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın belalısı!‘’

Beşiktaş’ın sembol yazarı Kazım Kanat’ın bir ömür boyu Siyah-Beyazlı renkler için atan kalbinin hafta içinde aniden durmasının acısı henüz tazeliğini korurken, zordur çıkıp futbol oynamak da, seyretmek de... Bu zorluğa İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mücadeleci futbolu ile Atatürk Olimpiyat Stadı’nın heyula gibi duran boş tribünleri eklenince, Beşiktaş için kabus senaryoları yazılmaya başlanmıştı. Maçın hemen başında atılan gol bile pek umutlu bir hava yaratmamıştı, stadı dolduran 1500 kadar Siyah-Beyazlı taraftar için. Bu karşılaşma bir kez daha gösterdi ki, Olimpiyat Stadı’nda maç oynatmak takımlar için de, taraftarlar için de, biz basın mensupları için de cezadan farksızdır. Bu karşılaşma İstanbul’un her hangi bir stadında oynansa tribünler bu kadar boş kalır mıydı?
Gerek kadro zenginliği, gerekse futbolcu kalitesi bakımından ligin en iyi takımlarından biri olan Beşiktaş’ta Ertuğrul Sağlam’ın sürpriz tercihleri dün geceki maçta da devam etti. Bobo ile Uğur İnceman’ın maça yedek çıkması, Ekrem Dağ’ın ilk 11’de yer alması herkesi şaşırtmıştı. Ancak buna karşın Beşiktaş’ta sahaya çıkan kadro İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni rahatlıkla yenebilecek kaliteye sahipti. Delgado ile Tello’nun tutuk futbolu, son yıllarda yakalanan en iyi defans kurgusunun bu maçta verdiği açıklar, Belediye’nin dinamik oyunu ve hakemin tartışmalı kararları bile buna engel olamazdı. Gel gelelim, Beşiktaş’ta yolunda gitmeyen bir şeyler var. Siyah-Beyazlı takım, zaman zaman oyundan kopuyor. Bu bölümlerde de inisiyatifi rakibe bırakıyor. Dün geceki maçın büyük bölümü, özellikle de ilk yarısı Belediye’nin kontrolündeydi. Oysa Siyah-Beyazlı takım önde götürdüğü bölümde tempoyu yükseltse, oyunu rakip yarı alana yıksa Belediye’nin direncini kırar ve maçı koparabilirdi. Fakat bırakın bunu yapmayı, maçın geneline ve kaçan fırsatlara baktığımızda Kartal’ın beraberliğe bile şükretmesi gerekir. Umarım bu sonuç Beşiktaş’a bir uyarı olur. Aksi takdirde dün geceki oyunuyla perşembe günü Ukrayna’dan turla dönmesi çok zor olur.

28 Eylül 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaptan Mert Nobre!‘’

Futbolun fena halde hayata benzediği klişesini tekrarlayacak değilim burada. Çünkü futbol, futbol camiası, ya da son yılların moda deyişiyle futbol endüstrisi içerisinde yer alan her kesim için hayatın ta kendisidir. Ve nasıl ki hayatın insanlar için bir takım cilveleri, sürprizleri olabiliyorsa, futbolun da cilveleri ve sürprizleri vardır. Tıpkı geçtiğimiz hafta içinde BJK İnönü Stadı'nın daimi müdavimlerine olduğu gibi...

Dört Büyükler'in yanısıra Alex, Lincoln, Milan Baros, Bobo gibi yıldız futbolcuların da yavaş yavaş lige ağırlığını koyduğu 4. haftada BJK İnönü Stadı'nda her futbolseverin ders alması gereken bir detay vardı: Beşiktaş'da Mert Nobre sahaya kaptan olarak çıkmıştı! Bunda yanlış olan bir şey yok elbette. Hatta doğrusu da budur. Halen, başta Galatasaray olmak üzere bazı kulüplerimizde süren bir gelenek vardır: Kaptanlık kıdeme göre verilir. En eski futbolcu, kaptan olur. Oysa kaptanlık seçiminde, futbolcunun kaptanlık yapabilecek karaktere ve meziyete sahip olup olmadığı esas alınmalıdır.

Benim burada asıl vurgulamak istediğim, Beşiktaş'ın bugünkü kaptanına 4 sezon önce Siyah-Beyazlı taraftarların İnönü'de layık gördüğü muameledir. 30 Ekim 2004 yılında oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında Beşiktaşlı Emre Aşık'ın cinsel tacizine maruz kalan Fenerbahçeli Mert Nobre için İnönü Stadı'nda açılan pankart, en az o davranış kadar çirkindi. Her zaman zekasını takdir ettiğimiz Beşiktaş taraftarı, Emre Aşık'a damatlık, Mert Nobre'ye de gelinlik giydirerek, mağdurdan değil, suçludan yana tavır almıştı. Bu espri, son derece ilkel, sığ bir zekanın ürünüydü. İşte o Mert Nobre'nin, 4 yıl sonra alay edildiği İnönü Stadı'na 105 yıllık kulübün kaptanı olarak çıkması, futbolun garip bir tecellisinden, cilvesinden başka bir şey değildir. Bu, derslik bir olaydır. Yerleşik taraftar kültürümüzün değişmesi gerektiğinin ispatıdır, Mert Nobre'nin kaptanlığı. Yapacağımız tezahüratlarda, hazırlayacağımız pankartlarda çirkinliğe prim tanımamamız, rakip bir futbolcunun onurunu kırmamamız, onu aşağılamamız gerektiğini bundan daha iyi hiç bir şey anlatamazdı. İşte gördük. O futbolcu, bir gün gelir, sana da lazım olur. Hatta kaptanın bile olur!..

23 Eylül 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mübarek Ramazan ayı!‘’

Bir başbakan çıkıyor, yolsuzluk haberlerini kullanan medyaya ağzına geleni söylüyor, tehdit ediyor, şantaj yapıyor. Yoksul insanların üzerinden yolsuzluk yapanların üzerine gitmesi gerekirken... Ve biz millet olarak onu alkışlıyoruz, baştacı yapıyoruz.
Bir milli takım hocası çıkıyor, kendisini eleştiren spor yazarına telefonda ana-avrat küfür ediyor. Ardından herkes özür dilemesini beklerken, o sözlerinin arkasında olduğunu açıklıyor. Aynı açıklamada, maç esnasında üzerine yürüdüğü için özür dilediği Belçikalı teknik adamla ilgili, "kariyeri belli hoca" şeklinde aşağılayıcı ifadeler kullanıyor. Ve biz ona 'imparator!' diyoruz.
Her türlü çirkeflikten sabıkalı bir milli futbolcu çıkıyor, aleyhinde konuşan spor yazarını annesini malzeme yaparak fanatiklere hedef gösteriyor. Yetmiyor, takım otobüsünde bir başka milli futbolcuyla sudan sebeple kavga ediyor. Ve biz onu milli takıma kaptan yapıyoruz.
Bir büyük kulübümüzün taraftarı çıkıyor, gol kurtaran, yani işini yapan kalecinin annesine zaman geçirdiği gerekçesiyle dakikalarca küfür ediyor.
Ve biz küfürbaz seyirciye cesaret verircesine, maç sonunda küfürü el-kol hareketi yapmadan, mağrur bir şekilde protesto eden kaleciye kırmızı kartı gösteriyoruz.
Bir orta saha oyuncusu çıkıyor, bir başka orta saha oyuncusunun kaşının üzerine dirseği konduruyor. Ve biz onu sarı kartla geçiştiriyoruz.
Bunlar, memleketin hâl-i pür melâlinden bir kaç örnek...
Ülkenin başka statlarında, başka platformlarında da durum bunlardan farklı değil. Oysa biz 11 ayın sultanı, Ramazan ayındayız. Ramazan ayı, iyiliğin, barışın, hoşgörünün, tevazuun, yardımlaşmanın, dayanışmanın, saygının, sevginin ayıdır. Tanrı bize biraz daha yakınlaşmamız, biraz daha kucaklaşmamız, biraz daha kenetlenmemiz ve nefsimizi biraz daha terbiye etmemiz için Ramazan ayını göndermiştir. Ramazan müslümanın yenilenme ayıdır. Gelgelelim, biz yine birbirimizi boğazlıyoruz. Artan bir şiddetle üstelik. Tanrı'nın emrini dahi göz ardı ederek. Lafa gelince de müslümanlığı kimseye bırakmıyoruz. Bu işte bir yanlışlık var. Bu işte bir tezatlık var.
Şairin dediği gibi:
Nerden baksan tutarsızlık,
Nerden baksan ahmakça!..

15 Eylül 2008, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tamirci çırağı!‘’

Bir insanı bitirmenin, yok etmenin türlü türlü yolları vardır. Derdest edilecek kişi, özellikle genç bir insan ise akla hayale gelmedik yöntemler bulunulabilir. Ülkemiz bu konularda oldukça mahir ve bir o kadar da sabıkalıdır. Yakın tarihimiz, başta devlet olmak üzere çeşitli mekanizmalar tarafından ziyan edilen gençlerin hazin öyküleriyle doludur. Kiminin geleceği ellerinden alınmıştır, kiminin umutları karartılmıtır, kiminin beyinleri iğdiş edilmiştir, kiminin de sonsuza kadar sesleri kısılmıştır. Bu, çocuklarını sevmeyen bir toplumun kaçınılmaz yazgısıdır. Ve bu sevgisizlik neredeyse tüm kurumlarımıza, kuruluşlarımıza, toplumsal katmanlarımıza sirayet etmiştir.
Son yıllarda hemen her alanda ezeli rakiplerine fark atan ve haklı olarak övgüye değer bulunan Fenerbahçe Kulübü’nün 15 yaşındaki bir gence reva gördüğü davranış, bedenimizin her yanını sarmış bu umarsız hastalığımızın bir sonucudur. Sarı-Lacivertli kulübün alt yapı sorumlularının 1.5 ay önce Aydın’da keşfettiği ve İstanbul’a getirdiği Harun İzgüt isimli tamirci çırağının, iki gün önce apar topar geri gönderilmesinde ilk bakışta olağandışı bir şey görünmüyor. Ancak 15 yaşındaki bu genç üzerinden koparılan fırtına, her şeyi nasıl da yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızın açık bir göstergesi. Harun İzgüt’ün Aydın’a geri dönmesi üzerine Aydın Belediyespor yöneticileri, futbolcunun beğenildiği, ancak Fenerbahçe ile aralarında bonservis sorunu yaşandığı şeklinde bir açıklama yapıyor. Belli ki, beğenilmediğini genç futbolcularına duyurmak istemiyorlar. 1.5 ay boyunca Fenerbahçe formasının hayaliyle yatıp kalkan bir gencin yaşayacağı düş kırıklığını kolay kolay atlatmayacağını düşünüyorlar. Ve kaldığı yerden yoluna devam etmesini sağlamak istiyorlar. Yapılan açıklama, doğru olmasa bile, genç oyuncunun yaşayacağı ruhsal travamanın önüne geçmesi bakımından yadırganacak bir durum değil.
Gelgelelim buna mukabil Fenerbahçe’nin resmi internet sitesinde Aydın Belediyespor’un bu açıklaması yalanlanıyor ve Harun İzgüt için şu ifadeler kullanılıyor: “Söz konusu oyuncu sezon öncesi hazırlık döneminde Genç Futbol Takımlarımız için denenmeye gelen oyuncular gibi denenmelere tabi tutulmuş ve kendi yaş grubundaki takımımız için yeterli görülmeyip gönderilmiştir.”
Şimdi buna ne gerek vardı? Eğer yetersizse bile, genç bir insanın yetersizliğini kamuoyuna böylesine ifşa etmenin mantığı nedir? O çocuğun yaşayacağı psikolojik çöküş neden dikkate alınmaz?
Uygarlık ayrıntılarda gizlidir. Fenerbahçe çağdaş bir kulüp olma yolunda hızla ilerliyor. Ancak belli ki, yolu bir hayli uzun ve engebeli. Çağdaşlaşma adımları atılırken, bu türden ayrıntılar da göz ardı edilmemeli. Koskoca Fenerbahçe kulübü, 15 yaşında bir genci kamuoyu önünde refüze etmemeli. Gururunu kırmamalı. Ruhunu paramparça yapmamalı. Hayata küstürmemeli. Bu, Fenerbahçeliler’e göre çok ufak bir detaydır belki... Ama her detay gibi öze tekabül eder. Biz insanı kıran sözde değil, insana yatırım yapan özde Fenerbahçe’yi görmek istiyoruz. Ve bu Fenerbahçe bir yerlerde var. Bunu biliyoruz.

Haklısın İsmet Abi!
Bu köşede kendi meslektaşlarımla kolay kolay polemiğe girmem. Kimsenin yazısına cevap yazmam. Kısır tartışmalardan özenle kaçınırım. Ancak söz konusu olan bir meslek büyüğüm, ustam olunca bu satırları karalamak elzem oldu. İsmet Tongo’nun meslek hayatımda önemli bir yeri vardır. Ondan mesleki açıdan çok feyz almışımdır. O nedenle kendisine saygım sonsuzdur. İsmet Abi, geçtiğimiz günlerde beni köşesine konuk etmiş. Elvan ile ilgili yazdığım yazıya itiraz etmiş. İtirazı yazının kendisine değil, ama “Elvan kadar başınıza taş düşsün” şeklindeki başlığına. Aslında benim hedef aldığım İsmet Abi ve benzeri meslek büyüklerim değildi. Spordan bi haber olup da, spor yazarlığı yapmaya kalkan diğer iş güzar köşe yazarlarına bu şekilde hitap etmiştim. Ancak İsmet Abi ve belki başka meslektaşlarım da haklı olarak alınmışlar. Yazının başlığı gerçekten ağır ve maksadını aşan bir başlıktı. Bu vesileyle başta İsmet Abi olmak üzere kırdığım meslektaşlarımdan özür dilerim. Ve İsmet Abi’ye beni uyardığı için teşekkür ederim.

05 Eylül 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kelle avcıları!‘’

Bu dünyaya on kez gelsem asla yapmak istemeyeceğim bir meslek vardır: Teknik direktörlük! Zira meslekler içinde en stresli olanıdır, teknik adamlık. Tel cambazı gibidir teknik direktörler. Üstelik ellerinde denge çubuğu olmadan yürürler telin üzerinde. Ve genellikle düşerler! Düşürülürler! Defalarca... Ama onlar her seferinde yeniden ayağa kalkarlar ve yine telin üzerine çıkarlar. Çünkü ne gidecek bir yerleri vardır, ne de yapacak başka bir işleri. Onlar hayat cambazıdır aslında. Ve her cambaz gibi yapayalnızdırlar. Dostlukları da, aşkları da tek kişiliktir. Hayatta kendilerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktur. El üstünde tutulduklarında dahi, bir gün o ellerin kendilerini yere atacağını bilirler. O nedenle hep tilki uykusundadırlar; bir gözü açık uyurlar. Kulakları sürekli kiriştedir. Duydukları ayak sesinin dost mu, düşman mı olduğunu kapı arkasından anlarlar. Ayaklarını takoza koymuş atlet gibidirler. Her daim hazır olan valizlerini alarak, çekip gitmek için start çizgisinde öylece beklerler. Sevenleri çok azdır. Kimseye yaranamazlar. İşlerini düzgün yaptıklarında bile, pusuda bekleyen kelle avcıları olduğunu bilirler. Bu dünyada başka hiç bir meslek erbabı yoktur ki, işlerine bu kadar karışılsın. Ve bu kadar çok bilinsin! Herkes onlardan daha iyi bilir teknik direktörlüğü! O nedenle akıl hocaları (!) çoktur. Önüne gelen bir tutam akıl satmaya kalkar onlara. Alınmayınca da, gümüş tepsiler hazırlanır. İlahlara verilecek teknik adam kelleleri birer birer koparılmaya başlanır. Süreç böyle işler bizim futbolumuzda. Üstelik ligin hemen başında idam sehpaları kurulur. Sezon başlayalı henüz iki hafta oldu. İlk sıra bir Alman'ın: Skibbe. İyidir, kötüdür. Bilemeyiz. Bunu zaman gösterir. Tabii o zamanı tanırsak. Ki tanımayacağımız gün gibi ortada.

Bir toplum bu kadar mı sabırsız ve acımasız olur? Bu işler çocuk oyuncağı mı? Galatasaray oyun bahçesi mi, iki haftada hoca kovuyoruz.

Bu kafalar, sağlıklı kafalar değil! Tedavi gerekiyor!

02 Eylül 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir zamanlar Aslan'dı!‘’

Hayatın en temel kurallarından biridir, işi şansa bırakmamak. Zira şans, denk olmayan kuvvetleri dengeler. Ülkemizde, Avrupai kimlik denince akla gelen ilk takım olan Galatasaray, Gerets’le yitirmeye başladığı bu özelliğini yeniden kazanmak için bu yıl önemli bir fırsat yakaladı, ancak değerlendiremedi. Steau Bükreş, Şampiyonlar Ligi ön eleme grubunda Sarı-Kırmızılı takıma çıkabilecek en iyi rakipti. Gelgelelim Galatasaray, Ali Sami Yen’de aldığı gollü beraberlikle kaderini bir ölçüde rakibinin ellerine bıraktı. Steau da kendine altın tepside sunulan Şampiyonlar Ligi biletini iki yan hakemin arka arkaya yaptığı hatalar zincirinin de yardımıyla cebine koydu.
Her şeye rağmen Galatasaray rakibini deplasmanda yenebilecek ve eleyebilecek güce sahipti. Kağıt üzerinde Steau’ya nazaran çok daha kaliteli futolculara sahip olması beklentileri de artırmıştı. Lakin, kendilerine bel bağlanan ayaklar pas tutunca Galatasaray şanlı tarihine yakışmayacak bir sonuçla Şampiyonlar Ligi’ne veda etti.
Bu sonuç, son yıllarda yönetiminden futbolcusuna, teknik adamından taraftarına kadar Sarı-Kırmızı camiaya hakim olan küçük düşünmenin bir ürünüdür. Lig yarışında Fenerbahçe’ye üstünlük sağlamayı kendisine temel hedef olarak koyan bir zihniyetin “Avrupa Aslanı”nı ev kedisine çevirmesi kaçınılmazdı. Nitekim kaçınılmaz son, geldi Galatasaray’ı buldu!
Tamam, bir takım sürekli zirvede olamaz. Futbolun içinde inişler çıkışlar hep olacaktır. Ancak, burada Galatasaray ve Sarı-Kırmızılı takımın geleceği adına ümit kırıcı olan, rakibine her iki maçta da çok kolay teslim olmasıdır. Eskiden Galatasaray fark yediği maçlarda bile rakibine dünyayı dar ederdi. Galiba Galatasaray’ın yitirdiği en önemli değer de budur: Yalnız Avrupai kimlik değil, büyük takım olma hüviyetini de kaybetmiş olması. Eh bu da normaldir! Dört yıldır yapılan önemli transferlere karşın, takımın bir türlü dünya çapında bir hocaya teslim edilememesi, Galatasaray’ı, “geçmişini arayan adam” pozisyonuna soktu.

28 Ağustos 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Elvan kadar taş düşsün!‘’

Tamam, Türkiye bir çok konuda çağın gerisinde kalmış bir ülkedir. Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilim ve teknolojide, demokraside, insan haklarında uygar dünyanın bir hayli uzağında olabiliriz. Ancak bize özgü bir hasletimiz var ki, bu konuda tüm dünyaya ders verebilecek bir ülkeyiz. Bu konu, ırkçılıktır. Biz belki insana acı veren tüm kötülüklere az ya da çok sahip olduk. Ama asla ırkçı, faşist, kafatasçı olmadık. İnsan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan, ileri demokrasileriyle övünen çağdaş ülkelerde bile ezilen, horlanan, dışlanan Afrika kökenli insanların dünyada en rahat gezdiği ülkelerden biridir Türkiye.
Gelgelelim, son zamanlarda Elvan Abeylegesse üzerinden ırkçı, faşizan eleştiriler, yorumlar yükselmeye başladı. Elvan'ın başarısını içine sindiremeyenlerin toplumda bir hayli fazla olduğu şeklinde ön yargılı görüşler pompalanmaya devam ediliyor. Bu konuda kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor. Ve ne yazık ki, bu koroya katılanlar arasında toplumda sevilen, sayılan akil adamlarımız da yer alabiliyor. Bu, son derece tehlikeli bir tırmanıştır. 14 yaşından beri ülemizde olan ve Türkiye adına ilklere imza atan, bizim geleneklerimizi benimseyen, tarihimizi özümseyen Elvan'a bundan daha fazla haksızlık yapılabilir mi? Bugüne kadar hangi sporcu olimpiyat stadında Türk bayrağı ile tur atmıştır?
Beyler, başarısız bulduğunuz spor teşkilatına vurmak istiyorsanız, lütfen bunu Elvan üzerinden yapmayın. Bütün değerleri erozyona uğratılan ülkemizin, sahip olduğu en nadide değerlerden birini daha yitirmesine vesile olmayın. Bizi, içten çürütmeyin. Yoksa tarih sizi affetmez.

23 Ağustos 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI