Arama

Popüler aramalar

‘’'Ümit'ler yeşerdi‘’

Meslekte 16 yılı geride bırakan bir gazeteci olarak, yaptığım işten haz duyduğum günlerden birini yaşadım dün. Hatırlarsanız, iki gün boyunca milli cimnastikçi Ümit Şamiloğlu’nun yaşadığı sıkıntıyı dile getirdik. Kamp yapamaması nedeniyle sporu bırakma noktasına gelmesini anlattık. Yetkililerin nasıl yetkilerini yerine getirmediğini, ilgililerin nasıl ilgisiz kaldığını ifade etmeye çalıştık. İşte bu iki günlük yayının adrese ulaştığını öğrendim dün. Ve çok keyiflendim.

3 yıllık plan yapılacak

Aylardır Ümit Şamiloğlu’nun başvurusuna cevap vermeyen Cimnastik Federasyonu Teknik Kurulu’nun Ankara’da milli sporcuyla bir toplantı yaptığını haber aldım. Bu toplantıdan çıkan sonucun gerçekten mutluluk verici olduğunu söyleyebilirim. İsmail Ceptekin başkanlığında toplanan kurulun Ümit Şamiloğlu’na tam destek sozü vermesi memnuniyet verici bir gelişme. Şamiloğlu’na 2012’ye kadar bir master plan yapmayı teklif eden kurul, ilk adımı da atarak milli sporcuyu 25 Ocak’ta kampa alacak. Şamiloğlu’nun mart ayındaki Avrupa Şampiyonası’na yetişmesi mümkün değil. Ancak bundan sonrası için önü açık.

Biz yine işin takipçisiyiz

Keşke bunu daha önce yapsaydılar da kimse üzülmeseydi. Ancak ne yazık ki, bizde işler böyle yürüyor işte. Kol kırılır, yen içinde kalır anlayışıyla hareket eden kurumlar, yapılan hataların ancak basına ve kamuoyuna yansıması sonucu harekete geçiyorlar. Neyse, bu da bir şeydir. Bazıları harekete bile geçmiyor. Buna da şükür diyelim.
Dilerim, federasyon dün verdiği sözün arkasında durur ve Ümit Şamiloğlu’nun 2012 Londra Olimpiyat Oyunları’na problemsiz hazırlanmasını sağlar. Bu işin bundan sonra da takipçisi olacağımızı belirtir, Cimnastik Federasyonu’nu derhal harekete geçtiği için kutlarız.

27 Aralık 2008, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Artık haberiniz var!‘’

Biz de dün kendisini haberdar ettik! Başkan Örsel’e konuyla ilgili bilgi verdik. Bakalım neler olacak? İşin takipçisiyiz...

Kudüs’e giden bir gazeteci, o ünlü ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görmüş. Ertesi gün bakmış adam yine orada. Daha ertesi ve sonraki her gün... Durum aynı. Adam saatlerce duvarın önünde dua edip duruyor. Merak edip yanına gitmiş, adamla biraz sohbet etmiş. Adam Polonya’dan göçen bir yahudi olduğunu söylemiş gazeteciye. “Her gün gelip barış için, dostluk için, insanlık için dua ediyorum” demiş. Gazeteci sormuş:
- Ne zamandan beri dua ediyorsunuz?
- Geldiğim günden beri, yani 40 yıldır.
- Peki kendini nasıl hissediyorsun?
- Bilmem! Son zamanlarda sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var içimde.
Yukarıdaki meseli daha önce de sütunlarımıza almıştık. Yine alıyoruz, bundan sonra da yeri ve zamanı geldi mi almaya devam edeceğiz. Çünkü, günümüz Türkiye gerçeğini anlatacak bundan daha iyi bir hikaye göremiyorum. Dünkü FANATİK’te Dünya Şampiyonu cimnastikçimiz Ümit Şamiloğlu’nun kendisine bir kamp tahsis edilmemesi, dolayısıyla aylardır antrenman yapamaması nedeniyle nasıl bitme noktasına getirildiğini anlatmıştık. Bu habere okurlar ve NTV Spor ilgi gösterdi. Ancak tam da beklediğim gibi ilgili ve yetkili yerlerden tepki gelmedi. Ne Cimnastik Federasyonu, ne de GSGM... Hal böyle olunca iş başa düştü, haberin takibi için arkadaşımız Hatice Yücel yetkilileri aradı. Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Yunus Akgül’e ulaşamadı. Bu yazı yazıldığı sırada kendisine geri de dönülmemişti. Cimnastik Federasyonu Başkanı Atilla Örsel ise Hatice’ye Ümit Şamiloğlu’nun durumundan haberi olmadığını söylemiş.?Ve eklemiş: Biz daha yeni seçildik!
Bakalım ne yapacaksınız?
İyi bir insan olduğunu bildiğim Sayın Örsel’in bu açıklamasına ne desem bilemiyorum. Başkanın özrü kabahatinden büyük. Atilla Örsel’e sormak lazım: Kaç yıldır bu koltuktasınız? Türkiye’nin bu spordaki elit tek sporcusunun sıkıntısından bir başkanın haberi olmaması kadar absürd bir durum olabilir mi? Neyse... Artık haberlisiniz Sayın Başkan... Bakalım ne yapacaksınız? Geçen yıl olduğu gibi ceza tehdidiyle karşı karşıya mı bırakacaksınız sporcunuzu, yoksa bu kez elinden tutup 2012 Londra’ya hazırlayacak mısınız?
Biz buradan işin takipçisi olacağız... Hadi bakalım!..

26 Aralık 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yöneticiyi kim yönetecek?‘’

Aslında başlık, 'Yöneticiyi kim dizginleyecek' de olabilirdi. Lakin çığrından çıkan bir insanın, bir düzenin dizginlenebilmesi asla mümkün değildir. Ortada bir gözüdönmüşlük varsa, etrafın yakılıp yıkılması kaçınılmazdır. Burada önemli olan işler bu noktaya gelene kadar gerekli önlemleri alabilmektir. Ne yazık ki, bizde eksik olan budur.
Malum, federasyon yönetimini Dört Büyükler belirler! Belirlerken de, bazı tavizler alırlar. İşte bazı kulüp yöneticilerini arsızlaştıran bu tavizlerdir. Kendilerine dokunulamayacağını bilirler. Ülkemizdeki kirli, kaypak düzenin can damarı bu tarz yöneticilerdir. İşin kulüp çıkarıyla da pek fazla alakası yoktur. Milyon dolarlar saçarak göreve gelmenin tek nedeni, verdiğinden fazlasını alabilmektir. Bu gerçekleşmediği takdirde karanlık yüzleri ortaya çıkar. Saldırganlaşırlar. Küfür, tehdit, şantaj gırla gider. Şirretliklerinin hesabını kimse soramaz onlara. Çünkü gerçek iktidar onlardır.
Şu artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir: Ülkemizdeki tribün terörünün, taraftar adı altında statları teslim alan çapulcuların, çetelerin gerçek sorumlusu kulüp yöneticileridir. Onları besleyen, büyüten, palazlandıran ve statları onlara teslim eden yöneticilere 'dur' denilemediği takdirde her yıl 'De Ja Vu' yaşamaya devam edeceğiz. Bunları durduracak irade de ne yazık ufukta pek gözükmüyor. Burada iş TBMM'ye düşüyor. Yeni bir futbol yasası ve federasyona hakim olacak güçlü bir iradeyle bunu başarabilirler. Yöneticiye sadece maç sonrası demeçleri veya eylemleri için değil, maçtan önce yaptıkları sorumsuz, spekülatif ve yönlendirmeye, etki altına almaya yönelik açıklamaları için de en ağır cezalar verilmeli. Bir sezonda bir kaç kez ceza alan yöneticinin, bir daha yöneticilik yapamayacağına dair bir hüküm ceza yönetmeliğine koyulmalı. Tribün çeteleriyle organik bağı ispatlanan yöneticiye yargı yolunu açacak düzenlemeler yapılmalı, savcılara bu konuda yetki ve sorumluluk verilmeli. Nokta.

22 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gözlemciyi kim gözleyecek?‘’

Malum, gündemde yine hakem hataları var. Lakin meseleye hep aynı taraftan bakılıyor. Tartışmalar aynı isimler etrafında dönüyor. Hakem müessesi masaya yatırılıyor. Ekranlarda ya da gazete köşelerinde neşteri eline alan hakem eskileri, genç meslektaşlarını acımasızca doğruyor, aşağılıyor, hatta hakaret bile edebiliyor. Peki bu hakemler neden bu kadar çok hata yapmaya başladı? Ve neden genellikle aynı hakemler yanlış kararlar veriyor? Bu soruların cevabı sanırım gözlemcilerde yatıyor. Mesleği bırakan hakem, gözlemci oluyor. Kendisi de zamanında başka eski hakemler tarafından gözlendiği için, sahadaki meslektaşına daha bir şefkatle yaklaşıyor. Çoğu zaman kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla hareket ediyorlar. Dahası, denetleyeceği hakemlerle aynı uçağa biniyorlar, aynı otellerde kalıyorlar. Kimin kimi gözleyeceğini herkes biliyor. Yani ortada bir ahbap-çavuş ilişkisi, 'al gülüm ver gülüm' durumu mevcut. Dolayısıyla hakemlerin yaptıkları hatalar görmezden geliniyor, not verilirken bol keseden veriliyor. Yapılan hata cezasız kaldığı için hakemler görev almaya devam ediyor. Sonuçta hataların ardı arkası kesilmiyor. Yapanın yanına kar kaldıkça bu devran böyle dönmeye devam edecek. Batı ülkelerinde polisin polisi vardır. Bundan yeterince verim alınmadığı için o polisin polisinin de polisini tayin ettiler. Bizde de neden aynı mekanizma işlemesin? Sözün kısası, gözlemciyi de gözlemeliyiz. Başka çaresi yok.

15 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Taraftar, kendine taraftar!‘’

Cumartesi günü Antalya Atatürk Stadı'nda yaşananlara tanıklık ettikten sonra maç yazıma şu şekilde başlamıştım: "Şu taraftar denen garabet artık beni tiksindiriyor. Maçtan önce dakikalarca yapılan uyarı anonsuna, onca centilmenlik çağrısına rağmen, Antalya taraftarının Eskişehirsporlular'a maç içinde ana-avrat küfür etmesinin akılla, mantıkla, insanlıkla bağdaşır bir yanı yok. Statlar, maç esnasında olağanüstü hal görüntülerini andıracak şekilde polis ve asker kaynamasına rağmen, bu küfürlerin önüne geçilememesinin de anlaşılır bir tarafı yok. Oysa, bütün tribünler kameralara alınıyor. O küfürü ettirenleri ve edenleri dışarı almak çok da zor olmasa gerek. Ama bunu yapacak irade nerede? Bu çirkinlik aslında sadece Antalya'ya özgü değil. Bütün statlarımız hemen hemen aynı. Ülkemizdeki taraftar kültürsüzlüğü, görgüsüzlüğü, akıl sınırlarını aşmış, kahredici boyutlara ulaşmış durumda."

Bu yüz kızartıcı durumun sadece Antalya'ya özgü olmadığını bir gün sonra gördük zaten. BJK İnönü ve Ankara 19 Mayıs statlarındaki taraftar tahribatını hepimiz biliyouz. İnönü'de Aykut Kocaman gibi bir insanlık abidesine dahi küfürler edildi. Ankaraücü taraftarı Ünal Karaman gibi bir beyefendiye yaka silktirmeyi başardı. Şunu artık net bir şekilde anladık: Taraftarın takımla ilgisi yok. Onlar kendi tatminlerinin peşinde. Kimi maddi, kimi manevi. Onlar kendi oyunlarını oynuyorlar. Bu sorunu çözmesi gerekenler ise sadece seyrediyor. Yazıklar olsun.

08 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Vasiyet‘’

Dünya Engelliler günü anısına...

Babasını toprağa verdiğinde askerliğinin bitimine üç ay vardı. Amansız hastalığa yenik düşen talihsiz adam, son nefesini vermeden önce birliğinden izinli gelerek baş ucunda bekleyen basketbolcu oğluna, “Seninle gurur duyuyorum, eminim bir gün Türkiye’nin en değerli oyuncusu sen olacaksın” demişti. O da “Elbette babacığım” dedikten sonra şöyle devam etmişti: “Senin emeklerini boşa çıkarmayacağım. Sana söz veriyorum. Ülkenin en iyi basketbolcusu olacağım.”
Bu, askerin babasıyla son görüşmesiydi.
Vatani görevini bitirip yeniden hayata atılan genç sporcu terhisinden aylar sonra babasının mezarını ziyaret ediyordu. Derin bir sessizlik içinde uzun uzun babasının yattığı yere bakan genç adam, gözlerinden süzülen bir kaç damla yaşın ardından elleriyle toprağı çapalamaya başladı. Parmakları toprağın arasında gezinirken, bir yandan da hıçkırıklar eşliğinde babasına sesleniyordu: “Rahat uyu babacığım, vasiyetini yerine getirdim. Türkiye’nin en iyi basketbolcusu oldum.”
Sustu. Bir müddet daha için için ağladı. Ardından burnunu çekerek geri döndü ve koltuk değneklerine yaslanarak mezarlığı ağır ağır terketti.
O, Tekerlekli Sandalye Basketbol Ligi’nin “En Değerli Oyuncusu” seçilmişti.
Terhisine bir kaç gün kala Güneydoğu’da üzerine bastığı kör bir mayın ayağının birini alıp götürmüş ve basketbol hayatını tekerlekli sandalye üzerinde sürdürmesine neden olmuştu.

Size bir özür borçluyuz...

Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik!
Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki...
Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acığıdımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece.
Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.
Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum.
Ve sizden özür diliyorum.
En azından kendi adıma...
(Bu yazı, Dünya Engelliler Günü dolayısıyla 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen üç yıllık zaman zarfında değişen hiç bir şey olmadığı için noktası virgülüne aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım fotoğraf farklı. Tabii nicelik olarak...)

05 Aralık 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaptan Lincoln!‘’

Galatasaray’ın Avrupa Kupaları’nda çok iyi oynadığı ve bileğinin hakkıyla galip gelerek UEFA’da bir üst tura çıktığı bir maçın kritiğine eleştiriyle başlamak ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünmeyebilir. Üstelik bu eleştiri, dün gecenin en iyilerinden biri olan Lincoln ile ilgiliyse... Galatasaray’da bir gelenek vardır: Kaptanlık her zaman takımın en eski oyuncusuna verilir. Böyle olduğu içindir ki, Sarı-Kırmızılı takımın efsane futbolcusu Hagi, bu takımın başında bir kez bile sahaya kaptan olarak çıkamadı. Ancak dün gece kimin, ne gerekçeyle aldığı bilinmeyen bir karar sonucu futbolculuğuyla olmasa bile, davranışlarıyla ve spor ahlakıyla tartışılan Lincoln, Galatasaray kaptanı olarak Berlin Olimpiyat Stadı’na çıktı. Hagi’ye layık görülmeyen kaptanlık, Lincoln’e nasıl layık görülür? Galatasaray kaptanlığı bu kadar ucuz mu?
Bu sezon Galatasaray’ın en önemli özelliklerinden birisi, ligde başka, Avrupa’da başka oynaması. Bunun temel nedeni takımda enternasyonel tecrübesi yüksek oyuncuların fazla olması ve Sarı-Kırmızılı futbolcuların ligi hafifseyip, önlerine asıl hedef olarak UEFA Kupası’nı koyması. Üç gün önceHacettepe maçında tel tel dökülen bir takımın, dün gece futbol dersi vermesinin başka izahı yok.
Galatasaray’ın Hertha önündeki iyi futbolunda, uzun bir aradan sonra ilk kez bir arada oynayan Mehmet Topal-Barış Özbek ikilisinin de rolü büyüktü. Rakip ataklarda adeta ‘dalgakıran’ görevi gören bu ikili, defansı rahatlattıkları gibi, kaptıkları toplarla sık sık takıma kontraatak imkanı da tanıdı.
Bu sonuç, Galatasaray’ı nihai hedefina bir adım daha yaklaştırdı. Ancak Galatasaray, şayet mayıs ayında Şükrü Saracoğlu Stadı’na çıkmak istiyorsa, ya Skibbe’yi tartışmaktan vazgeçmelidir, ya da gereken radikal değişikliği bir an önce yapmalıdır. Zira bu takım, ülkemize ikinci Avrupa Kupası’nı getirecek kaliteye sahiptir. Ve şans ayağına kadar gelmiştir.

04 Aralık 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tayfun Türkmen'e bir Ali Şen lazım!‘’

Futbolun dili birdir derler, ama fiili durum öyle değildir. Sahadaki futbolun dili belki birdir; ancak sahanın dışına çıkınca durum değişir. Futbol, saha dışında farklı dillerde ifade edilir. Kimi dil naiftir, kimi saldırgan, kimi efendi, kimi zalim, kimi de zehirlidir. Ve o diller de aslında futbola aittir. Yıllar önce Fenerbahçe'nin Trabzon'u deplasmanda yenerek şampiyon olduğu gün Aykut Kocaman futbol tarihimize geçecek şu dili kullanmıştı: "Şampiyon olduğumuz için çok sevinçliyim. Ancak Trabzonlu arkadaşlarımızı düşününce fazla sevinemiyorum. Onlar için üzülüyorum. Futbolu böylesine hayat-memat meselesi haline getirmememiz lazım." Aykut Kocaman'ın insan yüreğinin bir sesiydi bu. Lakin kendisiyle aynı dili konuşmayanların hoşuna gitmemişti bu açıklama. O zamanın Fenerbahçe Başkanı Ali Şen tarafından derhal aforoz edildi ve takımdan uzaklaştırıldı. Aykut Kocaman'ın bıraktığı izler bugün hala silinebilmiş değil. Ali Şen ise Fenerbahçe'de bir kriz olduğunda ancak hatırlanıyor.
Geçtiğimiz hafta Eskişehirspor'un 3-0 geriden gelerek 4-3 kazandığı Denizlispor maçının ardından Tayfun Türkmen'in mikrofonlara yaptığı açıklama Aykut Kocaman'ı bir kez daha hatırlamamıza neden oldu. Türkmen de tıpkı bir dönem beraber çalıştığı Aykut Hoca gibi, "3-0 geriden gelip maçı kazanmak çok sevindirici. Ancak bu sevincimi doyasıyısa yaşayamıyorum. Çünkü Denizlisporlu arkadaşlarımızın durumuna da çok üzüldüm."

İşte bu dildir, futbolumuzu selamete çıkaracak. Yıllar sonra bir futbolcumuzun çıkıp da rakibi için üzüldüğünü açıklaması, Aykut Hoca'nın bıraktığı etkinin ne derece derin olduğunun en önemli göstergesidir. Bereket, bu dili kesmeye yeltenecek bir Ali Şen yok ortalıkta. Gelecek adına umutlanmamız için yeterli bir gerekçe...

01 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI