Arama

Popüler aramalar

‘’Hayatımızdan çekilen zerafet: Özhan Canaydın‘’

"Başlangıçta şaşkınlıkla izledik onu. Ne tarzı, ne söylemleri, ne de eylemleri bize uymuyordu. Başka bir zamandan, başka bir gezegenden yanlışlıkla bu dünyaya gelmiş gibiydi. Bir türlü kabullenemedik Özhan Canaydın ekolünü. Kanıksadık onu. Aramıza almamak için direndik. Bilakis, kendimize benzetmeye çalıştık. Sporun 'sevgi, barış ve dostluk' olduğu temasını tekrarladıkça, Fair Play mesajları verdikçe, ona acı acı güldük. Bir 'Don Kişot' muamelesi yaptık, kendisine. Ne de olsa yel değirmenlerine karşı savaşıyordu! O ise yılmadı. Israrla bizi değiştirmeye çalıştı. Çabasının karşılığı ise, aşağılanma ve hakaretler oldu. Rol yaptığını söyleyenler bile çıktı.

Şark kurnazı, taşralı politikacı muamelesi gördü, belli çevrelerce. Zaman zaman kendi camiasından da tepkiler aldı. Centilmen olduğu için Ali Sami Yen'de yuhalamak gibi bir ayıbı bile işlediler. Çoğunlukla anlaşılamadı. Dışlandı. Yalnızlaştı. Kahroldu. Ama hepsini içine attı. Ve pes etmedi. Yolundan dönmedi. Yara-bere içinde de olsa, sisteme karşı mücadelesini sürdürdü. Sonunda bir de fark ettik ki, az da olsa bizi değiştirmiş Özhan Bey. Sahip olduğu hasletleri biz farkında olmadan içimize işlemiş. Bugün dündan daha huzurlu bir futbol ortamı varsa, bu onun sayesindedir. Evet, Galatasaray onunla arzu edilen başarılara ulaşamadı belki. Ancak, yalnız Galatasaray’a değil, Türk futboluna getirdiği insancıl anlayışla adını tarihe yazdırdı. Galatasaray'da geçen bunca sıkıntılı yıldan, çekilen eza-cefadan sonra tam yaptığı yatırımların hasadını toplayacakken bırakmak zorunda kalması, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek.

Babacanlığıyla, insanlığıyla, yardımseverliğiyle, sevecenliğiyle, ailesinin geleceğini ipotek altına alacak kadar Galatasaray’a olan bağlılığıyla, fedakarlığıyla gönüllerimizin en has bahçesinde yer edinmiştir Özhan Başkan... Güle güle zarif adam. Seni asla unutmayacağız."

Böyle yazmışım, 28 Şubat 2008 tarihli Fanatik Gezetesi'ndeki 'Sahalardan çekilen zerafet: Özhan Canaydın' başlıklı makalemde. Görevi bırakmasının ardından... O zerafet, bugün ise hayatımızdan çekildi. Can suyumuz kurudu. Biraz daha çoraklaştık. Aslında yukarıdaki ifadelere eklenecek pek fazla bir söz yok. Çünkü sözün bittiği yerdeyiz yine. Ne söylersen söyle Özhan Bey geri gelmeyecek artık. Bizi duymayacak da... O şimdi çok uzaklarda. Belki de ait olduğu yerde. Yıldız tozlarının arasında. O sonsuz yolculuğunda. Gidiyor, gidiyor...

24 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Lucas ön liberoya!‘’

Dün geceki Trabzonspor maçı da gösterdi ki, Galatasaray’ın en büyük sorunu, ön libero mevkiinde birinci sınıf oyuncularının olmayışıdır. Mevcut kadroda yer alan dört ön libero da, oyunun iki yönünü oynamaktan uzak olunca Sarı-Kırmızılı takım özellikle deplasman maçlarında büyük sıkıntı yaşıyor. Mustafa ve Barış da kulübedekiler gibi topu oyuna sokmada ve forveti desteklemede yetersiz kalınca orta alanda bütün yük Elano’nun omuzlarına bindi. Ancak ne var ki Brezilyalı yıldız da bekleneni vermekten uzaktı. Bu sorunun bundan sonraki haftalarda da süreceği göz önüne alınırsa, Rijkaard’ın Lucas Neill’i orta sahaya çekmesi bir çözüm olabilir.

Orta alandan kaynaklanan bu organizasyon sıkıntısından dolayı uzun toplara yönelen Sarı-Kırmızılı takımın bu stratejisi de, Jo’nun pivot santrfor özelliklerine sahip olmaması nedeniyle bir sonuç vermedi. İleriye şişirilen bütün toplar adeta bir duvar tenisi gibi Trabzonspor defans oyuncularından geri döndü. Gerçek şu ki, Galatasaray Hakan Şükür’ün boşluğunu hala doldurabilmiş değil! Sakatlıktan yeni kurtulan Milan Baros’un da daha zamana ihtiyacı var. Ama zamanın da Galatasaray aleyhine işlediği ayan beyan ortada.

Bütün bu olumsuz saha içi görüntüsüne karşın Galatasaray yine de Avni Aker’den puan çıkaracak pozisyonları yakaladı. Özellikle maçın ilk ve son 10 dakikalarında yakaladığı pozisyonlarda kalesinde devleşen Onur’u geçebilseydi sahadan üç puanla dahi ayrılabilirdi. Lakin ayrılsa ne yazar! Bir dahaki deplasmanda Sarı-Kırmızılı taraftarlar yine kahır çekecek. Şampiyonluğa oynayan bir takımın deplasman karnesi bu kadar kötü olur mu? Ali Sami Yen büyüsüyle mutlu sona ulaşmak mümkün mü? Çok zor. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor bile...

22 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bursaspor artık 'Beşinci Büyük'tür‘’

Son söyleyeceğim lafı hiç eveleyip gevelemeden ilk başta dile getireceğim: Bursaspor'un bu sezon şampiyon olmasını can-ı gönülden temenni edenlerden biriyim.

Çünkü bu, Türk futbolunun selameti açısından bir zorunluluktur. Çünkü bu, Dört Büyükler'in hegemonyasının darbe alması, etki alanının daralması bakımından mutlak surette gerçekleşmesi gereken bir devrimdir.

Çünkü bu, Anadolu ihtilalininin fitilini ateşleyecek bir kıvılcımdır. Mesela; Eskişehir, Kayseri, Gaziantep, Antalya gibi potansiyel taşıyan diğer kentlerimizi de harekete geçirecek bir dinamiktir.

Çünkü bu, Anadolu halkına taraftarlık bilinci aşılayacak, önceliği Üç Büyükler'den ziyade kendi şehirlerinin takımlarına vermesini sağlayacak bir dip dalga hareketidir.

Çünkü bu, sahada ve saha dışında adaleti tesis etmekle yükümlü olan federasyonun, hakemlerin, futbolu yöneten-yönetemeyen, yetkili-yetkisiz tüm kurulların, kurumların ve medyanın yıllardır Dört Büyükler lehine estirdiği yıkıcı fırtınanın hızını kesmesine sebep olacak bir döngüdür.

Lafın kısası, Bursaspor'un şampiyonluğu mahküm olduğumuz kısır döngünün kırılması için elzemdir. Bugünlerde kuvvetli bir ihtimal olarak beliren bu olgunun mayıs ayı sonunda realize olmaması için hiç bir sebep yoktur. Bursaspor'un yöneticisiyle, teknik heyetiyle, futbolcusuyla, taraftarıyla, kentin en ücra köşesindeki hemşerisiyle buna hazır olduğunu biliyoruz. Sessiz, derinden ama emin adımlarla geldikleri de ortada. Önlerinde uzun ve engebeli bir yol var. Taşıdıkları inanç, özgüven ve motivasyonla tüm engelleri aşacak güce, donanıma sahip olduklarının kendileri de farkında. Lakin rakipleri de artık bunun farkında! O nedenle dikkatli olmalılar! Sağlam ve dirayetli durmalılar! Sinirleri çelik gibi olmalı! Basit hatalara yer yok!

Şampiyonluğu adeta bir zanaatkar titizliğiyle ilmek ilmek örmesi gerekecek olan Bursaspor camiasının aklından çıkarmaması gereken bir gerçek de şudur: Sezon sonunda şartlar ne olursa olsun Bursaspor artık ligin 'Beşinci Büyüğü'dür. Zira çıta yükselmiştir. Artık bundan geriye dönüş yoktur. Hedef daha yukarısı olmalıdır. Hayalperestlikle suçlayabilirsiniz belki ama ben, Bursaspor'un Türkiye'nin Manchester United'ı, Ertuğrul Sağlam'ın da Alex Ferguson'u olabilecek potansiyele ve futbol değerlerine sahip olduklarına inanıyorum. Buna kendileri de inansın yeter.

17 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Keita resitali‘’

Ankaragücü maçının bir kaç açıdan önemi vardı. Galatasaray’ın iddiasını devam ettirmesi boyutu bir yana, takımın Arda’sız ne yapacağı ve onun yerine oynayacak olan Dos Santos’un katkısının ne olacağı merak konusuydu. Sarı-Kırmızılı takımın, Arda’nın oynamadığı dört maçtan sadece bir galibiyet çıkardığını hesaba katarsak bu konudaki endişelerin yersiz olmadığını da söyleyebiliriz. Ancak maça fırtına gibi başlayan ve ilk dakikalarda da golü bulan Galatasaray bu endişeleri gidermeyi başardı. Ne var ki, Meksikalı oyuncunun silik futbolu kafalarda soru işareti bıraktı.

Bu maçta Dos Santos’un ilk 11’de sahaya çıkacağı zaten bekleniyordu. Ancak Rijkaard’ın, Ayhan Akman-Mehmet Topal ikilisinin yerine Mustafa Sarp ile Barış Özbek’i oynatması gecenin sürpriziydi. Belli ki, Hollandalı çalıştırıcı Eskişehir yenilgisinin faturasını Ayhan-Mehmet ikilisine kesmişti! Bu tercihinde ne kadar haklı olduğunu da Mustafa ile Barış’ın dinamik ve yıpratıcı futboluyla gördük. Her ne kadar onlar da topu oyuna sokma konusunda çok fazla beceri gösteremeseler de, savunmaya yaptıkları katkı yadsınamazdı. Öyle ki başta Vassell olmak üzere kadrosunda birçok yıldız oyuncu barındıran Ankaragücü maç boyu sadece bir net pozisyon bulabildi.

Elbette, savunma ve orta alanın bu kadar dikkatli olduğu bir maçta takımın yıldızlarının devreye girmesi de kaçınılmazdı. Nitekim başta Keita olmak üzere onlar da sahne almakta gecikmediler. İlk ve son golün asistini yapan Abdel Kader, ikinci golü de adeta yoktan var etti. Fildişi Sahilli yıldızın attığı ve attırdığı gollerdeki bireysel performansı, son yılların en fantastik resitaliydi. Doğrusu gözlerimizin pasını sildi.

15 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Diyarbakırspor politikasının iflası!‘’

Aslında sade ve basit bir oyun olan futbol üzerinden politik oyunlar oynamak insanoğlu için yeni bir uğraş değil. Geçmişte 20. Yüzyıl Avrupa’sının diktatörlerinin başvurduğu bu yöntemi biz yeni keşfettik. İş, aş, eğitim ve hizmet götürmediğimiz bir coğrafyada futbolla barış ve huzur sağlayacağımızı sandık. Fena halde yanıldık. Futbolun zaman zaman toplumlar arası yakınlaşmayı sağladığı bir gerçek. Son örneği Türkiye-Ermenistan mili maçları. Ancak ne var ki bir ülkenin herhangi bir bölgesinde baş gösteren şiddet ve çatışmayı futbolla absorbe etmek hayalperestlikten başka bir şey değildir.

Diyarbakırspor'u yanlış bir devlet politikasının aracı haline getirirseniz, karşı taraf da aynı yöntemi kendi argümanı için kullanır. Diyarbakır'daki son olaylar bundan başka bir şey değildir. Devletin propaganda silahı ters tepmiş, PKK'nın elinde oyuncak olmuştur. Hiç kuşkusuz sorunlu bir bölgeye verilecek hizmetler arasında sportif yatırım da yer almalıdır. Ama bu şekilde değil. Bunun yanlışlığı, bundan önceki sezonlarda da ortaya çıkmıştı. Fakat bu politikadan vazgeçilmedi. Oysa Diyarbakırspor'a aktarılan kaynaklarla amatör branşların geliştirilmesi sağlanabilirdi. Spor tesisleri yapılabilir, antrenörler görevlendirilebilir, bölgedeki başı boş gençlik atletizm, yüzme, jimnastik, güreş, boks, halter, basketbol, voleybol, hentbol gibi branşlara yönlendirilebilirdi. Sokakta polise taş atan çocukların spor sahalarında birbirleriyle yarışmaları sağlanabilirdi. Lakin devletimiz böyle uygun görmedi. Etnik ayrılıkları ve düşmanlıkları körükleyecek ucuz ve popülist politikalara yönlendi. Bunun faturası da çok ağır oldu. Diyarbakır Atatürk Stadı'ndaki recm ve linç girişimi toplumsal dokumuzda uzun süre kapanmayacak yaralar açtı. Organize bir eylem olduğu her halinden belli olan bu vahim olay sportif olmaktan öte ideolojik ve sosyolojik motifler taşıyor. Çözümü de buralarda aramak gerekiyor. Eğer kısa zamanda sorunu çözemezsek, bu dalga ülkenin başka şehirlerine ve statlarına da yayılacaktır. İşte kapıdaki asıl tehlike de budur.

10 Mart 2010, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hentbol maçı!‘’

Elano, Keita, Neill, Jo ve Dos Santos... Saydığımız bu isimler sezon başı ve ortasında Galatasaray’ın kadrosuna kattığı dünya çapında yıldızlar... Bütün bunlara kimsenin itirazı olduğunu sanmıyorum. Ancak ne var ki, Neill dışında hücum hattına güç katacak bu göz kamaştırıcı isimler bir takımın ‘takım’ olmasına yetmiyor. Takım olmak için öncelikle omurganın sağlam olması gerekiyor. Omurgadan kastımız; kaleci, savunmanın göbeği, orta alanın ortası ve en uçta yer alan forvet ya da forvetler... Hiç kuşkusuz her birinin takım bütünlüğü açısından ayrı ayrı büyük önemi var. Gelgelelim, oyunun iki yönünü de oynayabilecek özelliklere sahip orta alan oyuncularının diğerlerinin bir adım önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Kastettiğim, son yıllarda futbol terminolojisinin en fazla vurgu yapılan oyuncuları... Yani ön liberolar.

Geçtiğimiz sezon futbol tarihinin en büyük kulüp başarısına imza atan Barcelona fenomenine göz attığımızda, Katalan ekibinin sırrının, bu mevkiinde oynayan Iniesta ve Xavi’de saklı olduğunu görebiliriz. Elbette Galatasaray’ın bu kadar yüksek kalitede ön liberolara sahip olmasını bekleyemeyiz. En azından şimdilik! Lakin, büyük hedefler peşinde koşan bir takımın en hayati mevkiinde yer alan oyuncuları da Ayhan Akman ve Mehmet Topal olmamalı. Defansif katkıları zaten sınırlı, ofansif yönleri de sıfır olan bu ikilinin yan yana oynatılması, takımın hücum gücünü zayıflattığı gibi kreatif yönünü de sıfırlıyor. Bir de bunlara Arda, Keita, Sabri ve Caner’in kötü günlerinde olması eklenince Galatasaray’ın futbolu çekilmez hal alıyor. Dünkü maçın akılda kalan en önemli boyutu ise, oyunun ayak topundan çok el topunu andırması ve Bülent Yıldırım’ın da sahada hentbol hakemi gibi durmasıydı!

09 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe düşmanı Aydınus!‘’

Futbol bir bileşkedir. Yönetim, teknik adam, futbolcu, taraftar, hakem ve basın ayağından oluşan... Her birinin ayrı ayrı rolü ve önemi vardır. Bunlardan biri olmadan diğerlerinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Olimpiyat halkaları gibi iç içe geçmişlerdir. Dolayısıyla, artık endüstriyel bir ürün halini alan futbolun, son yıllardaki moda deyimle 'marka değeri'ni belirleyecek olan da bu bileşenlerdir. Ve bundan dolayıdır ki, futbolun değerini düşürecek eylem ve söylemlerden kaçınmaları tümünün asli görevidir. En başta da yöneticilerin... Çünkü söz konusu marka değerinin artırılması hepsinden önce onların yükümlülüğündedir. En sorumlu davranması gereken onlardır.

Gelgelelim bizim ülkemizde tam tersi bir süreç işlemektedir. Yöneticiler öylesine sorumsuz davranışlarda bulunmakta, öylesine provokatif ve tehditkar demeçler vermektedir ki, futbol terörünün neredeyse baş sorumlusu olmaktadırlar. Bu tür yönetici prototipinin son örneği; Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir'dir. Sayın Özdemir'in, Sarı-Lacivertli takımın 2-1 kaybettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçının ardından hakem Fırat Aydınus'u 'Fenerbahçe düşmanı' ilan etmesi yuh dedirtecek cinstendir. Böylesi bir sorumsuzluğun izahı, iler tutar tarafı yoktur. Bu, Aydınus'u holiganlara, psikopatlara hedef göstermekten başka bir şey değildir. Bundan böyle Fırat Aydınus ve aile efradının başına gelebilecek her türlü belanın, musibetin suçlusu Nihat Özdemir'dir. Ben bu yazıyı yazana kadar Futbol Federasyonu henüz Özdemir'i PFDK'ya sevk etmemişti.

Ancak bugün, yarın sevk edileceğinden kuşkum yok. Ancak verilecek cezanın caydırıcı olmayacağını hepimiz biliyoruz. Futbol Federasyonu, eğer gerçekten de Türk futbolunu milyarlarca dolarlık dünya piyasalarında bir yerlere getirmek istiyorsa bu tarz yöneticilere çok daha ağır yaptırımlar uygulamalıdır. Gerekiyorsa yöneticilik hayatları sonlandırılmalıdır. Erman Toroğlu'unu marka değerini düşürüyor gerekçesiyle bir kalemde silenlerin, Nihat Özdemir tipindeki yöneticiler karşısında sessiz kalmaları göz boyamadan, aldatmacadan başka bir şey değildir.

Yok, sen boşuna konuşuyor, yazıyorsun; burada gücü gücüne yetene kuralının işlediği orman kanunlarının geçerli olduğu bir futbol piyasası var deniyorsa, o zaman yapılabilecek pek fazla bir şey yoktur. Dizlerimizi dövmekten başka...

02 Mart 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Jo faktörü‘’

Her şeyden önce böylesine kişilikli bir takım yarattığı için Yılmaz Vural’ı kutlamak lazım. Sezon başı itibariyle küme düşecek ilk takım gözüyle bakılan Kasımpaşa ligin en pozitif futbol oynayan takımlarından biri olduğunu dün gece Galatasaray karşısında bir kez daha kanıtladı. Mavi-Beyazlılar, mütevazı kadrosuyla Türkiye’nin en pahalı ekibine karşı cesur bir futbol oynamakla kalmadı, oyunun belli bölümlerinde daha etkili pres yaptı, daha iyi top çevirdi.

Fenerbahçe’nin yenilmesiyle birlikte aradaki puan farkını açma fırsatını yakalayan Galatasaray’da ise Rijkaard’ın sahaya sürdüğü kadro, beraberinde büyük riskler de taşıyan bir yapıdaydı. İleride görev alan dörtlü, hücum zenginliği yaratabilecek olmasına karşın pres özelliklerinin yetersiz oluşu nedeniyle takım savunmasını arızaya uğratacak oyun karakterine sahiptiler. Nitekim, Kasımpaşa’nın baskı kurduğu bölümlerde en az üç oyuncunun ileride kalması, savunmayı ve iki ön liberoyu oldukça zorladı. Her şeye rağmen Galatasaray bu bölümde farkı açacak pozisyonlar da buldu. Başta Dos Santos olmak üzere forvetlerinin geliştirdiği kontrataklarda golü bulamamasının en büyük sebebi pas seçimlerinde yapılan tercih ve zamanlama hatalarıydı.

Dün gecenin Sarı-Kırmızılı takım adına en büyük kazancı Jo ve Dos Santos’un giderek takıma intibak etmiş olmalarıydı. Özellikle Jo, Hakan Şükür’den sonra özlenen pivot santrfor özlemini giderecek bir görüntü sergiledi. Sambacı, kendisini çok iyi savunan genç Barış’a rağmen ileriye atılan her topa sahip olarak arkadaşlarına servis yapmayı başardığı gibi, alan boşaltarak gerideki oyuncuları pozisyona sokmaya çalıştı. İnsan, keşke Avrupa’da da oynayabilseydi demekten kendini alamıyor.

01 Mart 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI