‘’İtalyan işi!‘’
Son yıllarda futbol terminolojisinin en çok vurgu yapılan kavramı ‘takım savunması’dır. Gerçekten de büyük başarılara imza atan takımlara bakıldığında savunma prensiplerinin üst düzeyde olduğu görülür. Ancak bu tek başına yeterli midir? Kuşkusuz hayır. Takım olarak ne kadar iyi savunma yaparsanız yapın, hücum yönünüz de aynı ölçüde etkili değilse ‘takım’ olmanız mümkün değildir. İşte Galatasaray’ı iki hafta içinde iki hedeften uzaklaştıran en önemli etken budur. Takım olma konusunda ne yazık ki bu sezon bir türlü balans tutturulamadı. Sezon başında etkili bir hücum takımı görüntüsü veren Galatasaray’da sezon sonuna doğru şemsiye tersine döndü. Bunda beklenmedik sakatlıkların ve yanlış transfer politikasının rolü çok büyük. Bir büyük takımı forvetsiz bırakmak nasıl bir yönetim becerisidir sorgulamak gerekir. Koskoca Galatasaray sadece Arda ve Keita’nın omuzlarına bindirilmiş hedefe götürülmek isteniyor. Bu iki futbolcuya zaman zaman Caner eşlik ediyor hepsi bu. Gerisi savunmada var, hücumda yok. Bekler ise ikisinde de yok.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Galatasaray kendisine turu getirecek pozisyonlar da buldu. Sadece birini değerlendirebildi. İkincisini de bulacaktı ki, İtalyan hakeme takıldı. Maç boyu ikili mücadelelerde tercihlerini Atletico lehine kullanan Rocchi, çizgi hakeminin de seyrettiği pozisyonda net bir penaltıyı vermeyerek turu Galatasaray’ın elinden aldı, rakibine hediye etti. Caner de İtalyan’ın ekmeğine yağ sürdü!
‘’Affetme bizi Zekeriya!‘’
Sevgili kardeşim Zekeriya Güçlü! Bahtı kara ülkemin, kalbi kırık şampiyonu! Sana, daha fazla katlanamadığın için gencecik yaşında terk ettiğin şu yalan dünyadan sesleniyorum. Sesimi duyup duyamayacağını bilemiyorum. Lakin seslenmeliyim. Sen de bilirsin ki, en zor yazı adrese ulaşıp ulaşamadığı bilinmeyen yazıdır. Ancak ne var ki yazılmak zorundadır, bu tür yazılar da... Bu biz fanilerin, siz ölümsüzlere karşı son vazifesidir, borcudur.
Evet, başlıkta da belirttiğim gibi bizi hiç bir zaman affetmemelisin. Araf’ta karşılaştığımız zaman iki elin yakamızda olmalı. Sana yaptığımız kötülüklerin, ihmalkarlıkların hesabını sormalısın bizden. Ben kendi adıma mağfiret dilemeyeceğim senden. Çünkü suçluyum; suçluyuz. Seni anlamadık. Seni sahiplenmedik. Seni yaşamın boyunca yapayalnız bıraktık. Bir başına, kendi dertlerinle, yoksunluklarınla, kederinle... Sana karşı hep riyakar davrandık. Moskova’dan Dünya Şampiyonu olarak döndüğünde boynuna çelenk takarken de sahte bir samimiyetimiz vardı, sana hiçbir zaman gerçekleştirmeyeceğimiz vaatlerde bulunurken de...
Çalıştın, çabaladın, sesini duyurmak için nafile çırpınışlarda bulundun. Ama başaramadın. Sonunda pes ettin. Çekildin köşene. Boynunu büktün. Mahzunlaştın. Kırıldın hepimize. Küstün hayata. İçindeki o derin kederi, musalla taşının karşısına asılan o devasa posterindeki yüzünde görmek mümkündü. Ama ne fayda! Sen gittin. Bunu sen yaşarken, spor yaparken, hastalığınla boğuşurken görmeliydik. Görmedik. Gözlerimize mil çekildi sanki.
Zaten biz hep böyle değil miyiz? Hasbelkader çıkan değerlerimize sırt çevirmek en büyük karakteristik özelliklerimizden biri olmadı mı yıllardır? O değerler ki, elimizden, avucumuzdan kayıp geri dönüşü olmayan o sonsuz boşluğa yuvarlanınca ancak aklımız başımıza geliyor. Gelse ne olur! Dizlerimizi dövsek, başımızı duvarlara vursak ne çıkar? Nedametimiz, günahımızı hafifletir mi? Sen iyisi mi bize aldırma can dostum! Bırak, kendi sefaletimizle bizi baş başa. Sizleri tüketince nasıl olsa kendi kendimizi de bitirmenin bir yolunu buluruz biz. Bu, sahip olduğu bütün değerlerini hoyratça harcayan bir ulusun değişmez yazgısıdır. Bunu böyle bil. Ve bizi asla affetme! Ruhun şad, mekanın cennet olsun pek kıymetli şampiyonum!..
‘’Kaç Arda kaç! (2)‘’
İşte görüyorsun sevgili kardeşim, bir süre önce sana bu şekilde seslenmekte ne kadar haklı olduğumu... Senin bu ülkeye, bu topluma fazla geldiğini söylemekte bir beis görmememin çok sayıda sebebi olduğuna pazar günü BJK İnönü Stadı'nda bir kez daha şahit olduk. Orada senin namusuna dil uzatan o zavallı güruhun önüne bundan sonraki sezonlarda bir kez daha çıkmanın artık manası yok. Git yüreğinin götürdüğü yerlere. İnsanca yaşayabileceğin, insanca muamele görebileceğin; emeğine, futboluna, kişiliğine, eşine, dostuna saygı duyacak uygar toplumlar kucağını açmış seni bekliyor. Durma buralarda. Bu sezon, senin Türkiye'deki son sezonun olsun. Zira, burada geçireceğin her günün, ömür törpün olacaktır. Bu vahşilerin arasında daha fazla kalamazsın. Vandalların, bedenini, ruhunu lime lime etmek için hep tetikte olacaklarını biliyorsun. Bugün İnönü'de, yarın başka statlarda... Hep tacize uğrayacaksın. Küfür yiyeceksin. Sadece seninle de yetinmeyeceklerini gördün artık. Seni hep üzecekler, ağlatacaklar, kalbini kıracaklar. Bu ülkenin kaba gerçeği bu. O yüzden sana buralarda hayat yok. Vakit varken, yaşanacak hayatın ve hakkın olan huzurun seni bir yerlerde bekliyorken topla pılını pırtını, uzaklaş bu ait olmadığın çorak topraklardan. Biliyorum, bu kaçış sevenlerini çok üzer. Lakin, bana kalırsa burada sana yapılanların sevenlerini daha fazla üzmesi gerekir. Nihayetinde onlar da seni anlayacaktır. Kalpleri hep seninle beraber olacaktır, senin için çarpacaktır. Senin başarınla gururlanacaktır hepsi. Bu nedenle vardığın yerde kendini asla yalnız hissetmeyeceksin. Sonra yalnızlık dediğin ne ki! Bir tutam gönül kırıklığı değil mi? Fazla söze gerek yok. Vur sırtına kederini, al başını git. Biz razıyız seni uzaktan sevmeye... Yeter ki kendini daha fazla dövdürme buralarda. Git artık git!
‘’Elano'nun dönüşü‘’
Bir dünya şampiyonunu, bir dostu toprağa verdikten sonra derbi seyretmenin, yazmanın zorluğu ve manasızlığı bir yana, bu ülkenin medar-ı iftiharı olmuş bir sporcuya neden saygı duruşu yapılmaz, insanın aklı almıyor doğrusu. Herhangi bir kulübün herhangi bir ferdi kaybedildiği zaman bütün statlarda saygı duruşu yaptıran federasyon, Türk güreşinin unutulmaz ismi Zekeriya Güçlü gibi bir değere bunu neden çok görür? Ölen insanın illa futbol camiasından mı olması lazım? Yaşarken değerini bilemedik ki, ölünce bilelim. Çok yazık, çok...
Şampiyonluk yarışı için tutunacağı son dal olan dün geceki derbiye Beşiktaş’ın olanca hırsıyla asılacağı beklenen bir durumdu. Ancak beklenmeyen, Galatasaray’ın ilk yarıdaki silik futboluydu. Siyah-Beyazlı takım belki de hiçbir rakibi önünde böylesine bir baskı kurmamıştı. Bunda Fink ve Ernst’in orta alanı iyi parsellemesinin yanı sıra Galatasaray’ın topu sürekli ileriye şişirmesi ve iki beki Uğur ile Hakan’ın kötü futbollarının da etkisi vardı. Bu bölümde Sarı-Kırmızılı takımı ayakta tutan isimler Leo Franco ile Neill-Emre ikilisiydi. Beşiktaş’ın saldırgan futbolunun ikinci yarıda da devam edeceği bekleniyordu ki, sahaya bambaşka bir Galatasaray çıktı. Son haftaların yükselen değeri Elano’nun önderliğindeki Cim Bom’da Arda ve Keita da devreye girince Beşiktaş kalesi arka arkaya tehlikeler yaşadı. Galatasaray ataklarına karşı koymakta zorlanan Beşiktaş’ın yediği golde Sivok’un büyük hatası vardı. Golden sonra işinin daha da zorlanacağı düşünülen Siyah-Beyazlı takımın imdadına Arda’nın sakatlığı ile Rijkaard’ın sahanın en iyilerinden Elano’yu dışarı alması yetişti. Bu skorla Galatasaray istediğini elde ederken, Beşiktaş’ın şampiyonluk şansı biraz daha Kaf Dağı’nın ardına doğru gitti.
‘’Cim Bom klasiği‘’
Galatasaray’ın artık geleneksel hale gelen en önemli özelliklerinden birisi ligdeki formu, pozisyonu ne olursa olsun Avrupa arenasında kendi klasiğini sahaya yansıtarak iyi futbol oynayıp, iyi sonuçlar almasıdır. Bu özelliği bir ara Gerets zamanında sekteye uğrasa da, Skibbe ve Rijkaard’la birlikte yeniden eski kimliğine büründü Sarı-Kırmızılı takım. Bunun en önemli sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferiyle dünyada edindiği haklı şöhretidir. Gelgelelim, dün gece sözünü ettiğimiz Galatasaray var mıydı Atletico Madrid karşısında? İlk yarı itibariyle bunu söylemek çok zor. Rakip kim olursa olsun Avrupa maçlarında kendi oyununu kabul ettiren Galatasaray, Atletico Madrid karşısında bunu başaramadığı gibi, kalitesine yakışmayacak basit hatalar yaptı. Özellikle de rakip alana çıkarken kaptırılan toplar Sarı-Kırmızılı takımın başına çok işler açtı. Galatasaraylı futbolcular basit oynamak yerine fantezi paslara ve hareketlere yönelince lüzumsuz top kayıpları yaptılar ve Atletico’nun hızlı forvetlerinin ekmeğine yağ sürdüler. Bu bölümde skorun tek farkta kalması Sarı-Kırmızılı takımın şansıydı.
İkinci yarıda ise silkinen Galatasaray, attığı gole kadar sahanın tek hakimiydi. Temsilcimiz, pozisyon zenginliği yaratamasa da Elano ve Arda’nın iyi oyunu, Keita’nın anlık parlamalarıyla Atletico kalesini tehdit etmeye başladı. Nitekim arzu edilen gol de Arda-Keita kombinasyonuyla geldi ve ikinci maç için gereken avantaj sağlandı. Umarım bu fırsat Ziraat Türkiye Kupası’daki gibi kaçmaz!
‘’Şenol Güneş'in karizması!‘’
Ne zaman bahsi geçse, onur, gurur, şan, şeref gibi yaldızlı sözcüklerle parlatmaya gayret etiğimiz Türk futbol tarihi, bütün tarihsel süreçler gibi aynı zamanda ihanetler, nankörlükler, haksızlıklar, iki yüzlülükler geçididir. Tarih varsa; mağrur da vardır, mağdur da... Zalim de aynı zaman diliminin bir parçasıdır, mazlum da... Ve tarihi yazan vakanüvisler, genellikle muktedirlerin tekinsiz dilini kullanırlar. Yazılı tarih, sadece onların tarihidir!
A Milli Futbol Takımımız, bundan sekiz yıl önce Türk futbol tarihinin en büyük başarılarından birine imza attığında herkese hak ettiği paye verilmişti. Bir kişi hariç: Şenol Güneş. Dönemin muktedirlerinin (Aynı zamanda bugünün de..), bu başarının mimarı Şenol Hoca'yı yerden yere vururken, kullandıkları argüman üç aşağı, beş yukarı aynıydı: Karizması, vizyonu, misyonu yok! Şenol Güneş'in kıyafetine, saçına, başına, jöle kullanmamasına bile takanlar vardı! Düzey buydu. Oysa futbol piyasamızın kurallarını ve o kuralları kimlerin koyduğunu bilenler, neden Şenol Hoca'ya böyle davranıldığını çok iyi anlıyorlardı. Bu mütevazı Trabzonlu öğretmen, her şeyden önce taşralıydı ve futbol entelijansiyasına (!) biat edenlerden değildi. Mesele aslında bu kadar basitti!
Uğradığı haksızlıklar karşısında kalbi kırılan Şenol Güneş kaçarcasına gitti bu ülkeden. Uzakdoğu'nun sakin ve dingin atmosferinde ruhunu dinlendirdi. Kendi içine gömüldü. Maneviyatını zenginleştirdi ve yeniden doğmuş biri olarak tekrar kendisini lime lime edenlerin arasına döndü. Belli ki bu kez daha güçlü, daha dayanıklı, daha sabırlı, daha babacan, daha sevecen, daha kucaklayıcı. İşte, parçalanmanın eşiğine gelmiş Trabzonspor'u yeniden ayağa kaldıran ve yarışa ortak eden dinamik budur. Bugün Trabzonspor'un başında sadece bir teknik direktör yok; bir bilge adam var. Bundan 14 yıl önce yarım bıraktığı işi tamamlamaya gelmiş bir futbol ulemasıyla karşı karşıyayız. Yarattığı sinerjiyle Bordo-Mavili camiayı adeta bütünleştiren Şenol Güneş, moral değerleri dibe vurmuş futbolcuları da adeta bir simyacı gibi yeniden işleyerek dönüştürmüş ve gerçek değerlerine kavuşturmuştur. Olimpiyat Stadı'nı dolduran 40 bin kişi, oynanan coşkulu futbol, camiadaki iyimser hava, bu sezon olmasa bile kısa zaman içinde Trabzonspor'un yeniden şampiyonluğu kucaklayacağının habercisidir. Yeter ki sabırsız, tez canlı Trabzonlular, alınacak bir-iki başarısız sonuçta Şenol Hoca'ya bundan önce yapılan haksızlıkları tekrarlamasın. Zira çok iyi biliyoruz ki, Trabzonspor tarihi de, kendi evlatlarını paramparça eden linç örnekleriyle doludur. Bu kez hata yapmamalılar. Çünkü Şenol Güneş son şansları olabilir!
‘’Felaket tellalı!‘’
Kendimizi bir futbol ülkesi olarak addediyoruz ama eli ayağı düzgün sadece iki stadımız var. İkisinin de zemini felaket.
Maç başlar başlamaz Kayserispor’un agresif ve hırslı oyunu karşısında şaşkına dönen Galatasaray’da takım savunması bir felaket.
Her transfer sezonunda, özellikle Premier Leauge takımları tarafından milyon Euro’lara transfer edilmek istendiği yönünde haberlerin uçuştuğu Mehmet Topal daha bir felaket.
Sabri’nin yokluğunda sağ kanadı teslim alan Uğur Uçar da diğer bir felaket. Sahaya 4-2-4 gibi garip bir dizilişle çıkarak takımı adeta orta sahasız oynatan, rakip eksildikten sonra hiç bir değişikliğe gitmeden son 10 dakikaya kadar oyunu seyreden Rijkaard’ın taktik anlayışı bir başka felaket. Atatürk Havalimanı tarihinin en görkemli karşılamasına neden olan Dos Santos’un sergilediği performans ve ceza sahasına yaptığı ortalar hepsinden felaket.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en pahalı kadrosuna sahip olmasına karşın, sahadaki takımın yarısının, kulübedekilerin de tamamının gençlerden oluştuğu Kayserispor’a karşı son yarım saati bir kişi fazla oynamasına karşın üstünlüğünü tam anlamıyla kabul ettiremeyen Galatasaray felaket ötesi. Uzun süreli sakatlıklar başta olmak üzere başına bu kadar felaket gelen bir takımın kazanması mümkün müydü? Mümkün olsa bile, mesela Elano ya da genç Emre o golleri atıp üç puanı alsa dahi gelecek adına umut verebilecek bir görüntüsü var mıydı Sarı-Kırmızı takımın? Kuşkusuz hayır. Galatasaray’ın balansı anlaşılmaz bir şekilde bozulmuş gibi. Sezon başındaki o coşkulu takım nasıl pozisyon fakiri haline gelmiş anlaşılır gibi değil.
Kimse son 15 dakikadaki baskıdan ve tempodan söz etmesin. O baskı, 10 kişi kalan Kayseri’nin savunmaya çekilme refleksinin doğurduğu bir sonuçtu. Galatasaray’ın bu maçtaki tek tesellisi, Lucas Neill ile Emre Güngör’ün uyumu ve iyi futbollarıydı.
‘’Rijkaard ironisi!‘’
Kırk küsur yıllık ömrümün yarıya yakını bu meslekte geçti. Pek çok kez hata yaptım. Yaptığım her hatadan kendime dersler çıkarmaya gayret gösterdim. Düzeltme şansım olanları düzeltmeye çalıştım. Düzeltemediklerim için ise içtenlikle özür diledim. Başta okuyucularım olmak üzere... Hiç kuşkusuz hatalarımdan dolayı büyük tepkiler de aldım. Hepsini olgunlukla karşıladım. Zaten bu mesleğin doğasında vardır, etki-tepki korelasyonu... Bu nedenle tepkilere her zaman hazırlıklıyızdır. Yazı bir kurşun gibidir. Namludan çıktıktan sonra geriye dönüşü yoktur. O nedenle bir yazı yazacağım zaman adrenalinim iki katına çıkar. İçimi bir korku kaplar. Heyecandan titrediğim zamanlar bile olur. Yazı yazmak tel cambazlığı yapmak gibidir. Üstelik elinde denge sopası da yoktur!
Bilenler bilir, ironik yazı yazmak benim tarzım değildir. Bu tarzı pek az denerim. Çünkü ironi, büyük ustalık gerektiren tehlikeli bir yazım tarzıdır. Yanlış anlaşılmaya o kadar müsaittir ki, bazen ironinin açıklamasını yapmak zorunda kalırsın. İşte şimdi benim bu yazıda yapmaya çalıştığım da budur. Üç gün önce kaleme aldığım ‘Go home Rijkaard (2)’ yazısı üzerine gelen sert tepkilere o kadar şaşırdım ki, anlatamam. Küfür, hakaret ve tehditleri bir yana bırakırsak, aklı-selim okuyucular için bu açıklamayı yapmak benim için bir zorunluluk oldu. Evet, yazının başlığında ünlem olmaması belki yanlış anlamalara neden olmuş olabilir, ama yazının içeriğini okuyunca ne anlatmak istediğimin gayet açık olduğu ortadadır. Rijkaard’a sahip çıkılması gerektiği daha nasıl anlatılır bilemem. O yazıdan, Rijkaard’ı yerden yere vurduğum, memleketine postalamak istediğim sonucunu çıkarıp beni Galatasaray düşmanı, Aziz Yıldırım’ın uşağı ilan etmenin iler tutar bir tarafı yoktur. Her zaman okur, yazara serzenişte bulunacak diye bir kaide yoktur. Bazen yazarlar da okurlara serzenişte bulunur. Ben de bugün size serzenişte bulunuyorum. Daha ne diyeyim!
*****
Gökhan alınmalıydı
Galatasaray’ın ara transferde aldığı flaş isimler hem futbol, hem de reklam ve pazarlama açısından takıma katkı sağlayacak futbolclar. Ancak giden Nonda mı olmalıydı? Eminim, Kongolu futbolcu taraftarın içini burmuştur. Bana göre gidecek isim Leo Franco olmalıydı. Hem Ufuk’un önünü açmak hem de takımı santrforsuz bırakmamak için... Ama yapılmadı. Bence yönetimin bir hatası da Gökhan Ünal’ı almamak oldu. Belki maliyetinden kaçıldı, ama Gökhan Ünal kalitesinde bir santrafor için istenilen para verilebilirdi. Verilseydi, Jo’nun sakatlığı camiayı bu kadar kara kara düşündürtmezdi. Üstelik ezeli rakibinin de eli zayıflatılmış olurdu.