‘’Bursa'da bir aziz!‘’
Ertuğrul Sağlam'a salt bir antrenör olarak bakanlar büyük fotoğrafı göremeyebilir. Kontratına şampiyonluk primini koyduracak kadar bu işe inanan, 1.5 yıldır tesislerde yatan, kapısına gelen herkesi kucaklayan, hiç bir daveti geri çevirmeyen, felsefesini saygı, hoşgörü, tevazu ve centilmenlik üzerine bina eden bir çelebiyle karşı karşıyayız.
Hiç bir başarı tesadüfi olmadığı gibi, tarihte hiç bir devrim de spontane gelişmemiştir. Her ihtilalin bir temeli, bir hazırlık süreci ve arka planı vardır. Ve elbette öncü güçleriyle, her şeyi koordine eden bir mimarı, lideri, kahramanı da mavcuttur. Futbolumuzdaki 2.Anadadolu İhtilali de karakteristik özellikleri bakımından diğer tüm tarihsel dönüşümlerden farklı değildir. Bursaspor'un gerçekleştirdiği futbol devriminde, yöneticisiyle, hocasıyla, futbolcularıyla, taraftarıyla, kulüp çalışanlarıyla kuşkusuz herkesin payı var. Ancak hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek ise, aslan payının Ertuğrul Sağlam'a ait olduğudur. Ertuğrul Sağlam'ın bu başarıya sadece antrenörlük yetenekleri ve bilgisiyle ulaştığını düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
Sağlam'a salt bir teknik direktör olarak bakanlar ortadaki büyük fotoğrafı kaçırabilir. Kaos ve kargaşa nedeniyle parçalanmanın eşiğindeki Bursaspor'a imza attığında kontratına şampiyonluk primini koyduracak kadar bu işe inanan, ailesinden, çocuklarından uzakta kalmayı göze alarak 1.5 yıldır tesislerde yatıp kalkan, kapısına gelen herkesi kucaklayan, kendisine yapılan en ufak bir daveti bile geri çevirmeyen, bu vesileyle Bursa halkıyla bütünleşen, hayat felsefesini saygı, sevgi, hoşgörü, tevazu ve centilmenlik üzerine bina eden bir çelebi var aslında karşımızda. Onun yarattığı sinerji Bursa'dan sonra tüm Anadolu'yu saracaktır. Bütün taşların yerinden oynadığı Türk futbolunda artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. İnönü'de Yıldırım Demirören'in havalandırdığı kelebeğin etkisi Bursa'da fırtınaya dönüşmüştür. İstanbul'u yerle yeksan eden bir fırtınaya... Kasırgaya dönüşmesi de kuvvetle muhtemel...
‘’Vefasız Galatasaray!‘’
İnsanı insan kılan temel özelliklerinden biri de vefa duygusudur. Belki diğer canlılardan ayıran belirleyici bir nitelik değildir vefa, ama insanlığın olmazsa olmaz koşullarından biridir. Vefa, genellikle kişinin bir başkasına karşı hissettiği bir duygu olmakla beraber, başta aile olmak üzere aidiyet bağıyla bağlı bulunulan kurumlara karşı da duyumsanabilir. Vefalı olmak bir bakıma medeniyet ölçütlerinden biridir. Tıpkı başkalarının haklarına saygı duymak gibi. Bu bağlamda, çağdaşlaşmaya giden yollardan biri olarak kabul edebileceğimiz 'vefa'nın insani bir durum olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dahası bir olgunluk göstergesi, adamlık belirtisi... Peki ya tersi? Tersi ise, elbette ki insani zafiyettir.
Eğer bir kişi iyilik gördüğü ya da maddi-manevi borçlu kaldığı bir başka kişiye veya kuruma karşı minnet duygularıyla hareket ederse onu rahatlıkla 'vefalı' olarak nitelendirebiliriz. Kişi, çok fazla bir özelliği olmasa dahi salt bu davranışıyla bile gönüllerde taht kurabilir. Vefasızlık yaptığında da tam tersi bir sürecin işlemesi kaçınılmazdır. Çünkü bireyin toplumdaki değerini belirleyen mihenk taşıdır vefalı olmak.
Bu uzun girişi yapmamın sebebi, son zamanlarda Galatasaray kulübünün vefasızlığına dair yapılan çeşitlemelerdir. Başta eski futbolcuları olmak üzere... Zaten benim de sözüm onlara. Bir kere yaratılan şu kavram kargaşasını açıklığa kavuşturmak gerekir: Kurumlar; yani kulüpler vefalı ya da vefasız olamaz. Bu tanımlamayı kişiler üzerinden yapabilirsiniz; ama kulüpler üzerinden değil. Adnan Polat'a vefalı-vefasız diyebilirsiniz, fakat Galatasaray'a diyemezsiniz. Polat ya da Haldun Üstünel veya diğer yöneticiler gelip geçicidir. Lakin Galatasaray bakidir. Bugünkü yönetime muhalif de olabilirsiniz. Sevmeyebilirsiniz de... Hatta gerçekten vefasız da olabilirler. Ancak sırf onlara karşı olumsuz duygularınız nedeniyle 'Galatasaray vefasız' şeklinde bir argümanla ortaya çıkarak, yıllarca ekmeğini yediğiniz, suyunu içtiğiniz, havasını soluduğunuz bir kurumu medya yoluyla yıpratamazsınız. Bunu yaparsanız asıl 'vefasız' siz olursunuz. Sizlere Polat ve arkadaşları tarafından vefasızlık yapılmış olsa bile, Galatasaray kulübünü temsil ettikleri için 'kan kustuk ama kızılcık şerbeti içtik' demelisiniz. Asalet bunu gerektirir. Milyonlarca dolarlık profesyonel ilişkilere ise değinmeyeceğim. O başka bir boyut!
Son olarak Yılmaz Özüak nedeniyle vefa duygusunu gündeme taşıyan ve kılıçlarını çekenlere bir lafım var: Bir antrenöre 57 yıl görev yaptıran bir kulübe vefasız denebilir mi? Sultan Süleyman bile bu kadar hüküm sürmedi şu yalan dünyada. Bu ne kindir, ne düşmanlıktır, ne insafsızlıktır? Hiç mi vicdan yok sizde?
‘’Büyük takım refleksi‘’
Pusu kültürüne sahip bir toplum olmamız hasebiyle Fenerbahçe etrafında koparılan yaygaralara şaşmamak lazım. Bel altı saldırılarının bu kadar ayyuka çıktığı bir ortamda ayakta kalmak ancak büyük kulüplere özgüdür
İşte görüyorsunuz Deniz Baykal'ın başına gelenleri. Kurulan sinsi bir tuzakla nasıl alaşağı edildiğini ibretle takip ediyoruz. Aslında bu yöntemler bizim için yeni değil. Gerek politikada, gerek ekonomide, gerekse sporda; kısaca yarışın olduğu her alanda belden aşağı vurmak adeta genlerimize işlemiş. Rakibimizle baş edemeyeceğimizi anladığımız anda devreye soktuğumuz silahlarımız üş aşağı beş yukarı aynıdır: Yalan, iftira, şantaj, entrika, hile, desise... Yeryüzünde 'pusu kültürü'ne sahip belki de tek millet olma onuru (!) ne de olsa bize aittir.
Bu bağlamda Fenerbahçe etrafında koparılan yaygaralara şaşırmamak lazım. Asıl şaşırmamız gereken, Sarı-Lacivertli kulübün bunca çirkin ve hain provokasyonlar karşısında nasıl ayakta kalabildiğidir. Bana kalırsa bunun tek bir sebebi var: Fenerbahçe büyüklüğü. Ancak bir büyük takım bu kadar fırtınalı bir denizde rotasını bulabilir. Pazar gecesi Fenerbahçe şampiyon olur ya da olamaz. Bu hiç önemli değil. Önemli olan bunca saldırı karşısında dimdik ayakta kalabilmesidir. Tarih bu sezonu bu yönüyle de yazacak. Ellerinde hiç bir kanıt, belge, somut bir bilgi olmadan, salt dedikodular, duyumlar, rivayetler üzerine yorumlar yaparak, beyanatlar vererek koskoca kulübün ve oynadığı rakiplerinin haysiyetiyle oynayanların gideceği yer ise bellidir: Tarihin çöp sepeti.
‘’Çivisi çıkmış‘’
Antalyaspor için prestijden öte bir anlam ifade etmeyen maç, Galatasaray açısından sezonu erken açma tehlikesinin bertaraf edilmesi bakımından son derece önemliydi. Zira bu karşılaşmada yaşanacak puan kaybı, Sarı-Kırmızılı takımın ligi dördüncü sırada bitirmesine neden olabilecek kadar ciddiydi, ki bu da tıpkı geçen sezon olduğu gibi Haziran’ın ortasında top başı yapmak demekti.
Gelgelelim Galatasaraylı futbolcuların, Rijkaard’ın bu sezon şampiyonluğun kaçmasında en önemli faktörlerden biri olarak işaret ettiği bu tehlikenin farkında olduğunu söylemek mümkün değildi. Sezonu kapamış bir görüntü içerisindeydiler. Ne defansta, ne orta alanda, ne de hücumda organize olabildiler. Sahada ne yaptığını bilen futbolcu hemen hemen yok gibiydi. Arda’daki düşüşün zirve yaptığını, Keita’nın zamanlama ve koordinasyon konusundaki fundemental yetersizliğinin iyice sırıttığını, bazı oyuncuların gün saydığını gözlemlediğimiz karşılaşmada koskoca Galatasaray’ın futbol adına hiçbir değer üretememesi en iç acıtıcı olanıydı. Bir takım düşünün ki, organize hücum edemiyor, kanatları kullanamıyor, uzaktan-yakından etkili şut atamıyor, duran topları amatörce heba ediyor, defansın arkasına sık sık adam kaçırıyor. Başarılı olması mümkün mü? Bu maç da gösterdi ki, Galatasaray’ın kaleciye, stopere, sağ-sol beke, ön liberoya, oyun kurucuya, kanat oyuncusuna ve santrfora ihtiyacı var! Çünkü bu takımın çivisi çıkmış. Sil baştan yapmaktan başka çare yok.
‘’Neredesin Aydın Örs?‘’
Bazen hayatın yükü ağır gelir; çekemezsin. Kurtulmak istersin o meşum yükten; kurtulamazsın. Durduk yerde seni ezer, boğar. Sebebi her ne olursa olsun; ister kaybedilen bir yakının, eşin, dostun; ister elinden alınan işin, gücün; isterse sana yaşatılan ağır düş kırıklıkları... Her ne ise yaşadığın travma; attığın her adımda, aldığın her nefeste, gök kubbenin başına çökmesine neden olur. Sebebi ortadan kaldırmaya gücün yetmez. Bu, canını daha da acıtır. Artık tek çare vardır: Kaçmak. Yaşadığın diyardan, tanışlarından, ahbaplarından, dostlarından... Kimseye görünmek istemezsin; kimsenin seni görmesini de... Konuşmak sana zül gelir; dinlemek de... Susmak, içine gömülmek, kendi ıssızlığında kaybolmak, sana tek çözüm gibi gelir. Belki ruhunda açılan o ağır yarayı kapatamazsın, ama bir nebze olsun acılarını hafifletmeyi umarsın. Derin bir inziva deriz, genellikle buna... Münzeviler, hayatla baş edemeyenlerdir. Kimi bir müddet ara verdiği hayat yolculuğuna, yeterli bakım ve onarımdan sonra devam eder. Kimi de bir daha çıkamaz münzevi yaşamından. Kendi fişini kendi çeker.
Türk basketbolunun gelmiş geçmiş en önemli iki-üç figüründen biri olan Aydın Örs de, mesleğinin zirvesindeyken kifayetsiz muhterislerin ‘Ali Cengiz Oyunları’yla alaşağı edileli beri çekildiği inzivadan çıkamayanlardan. Kaldıramayacağı kadar ağır düş kırıklıkları yaşadığı aşikar. Onun, riyakarlığın, kabalığın, hoyratlığın gemi azıya aldığı bir toplumda münzevi olması da gayet doğal. Ama bu inziva, bana artık çok uzadı gibi geldi. Aydın Örs’ün, bundan sonra devam etmekle, sonsuza kadar çekilmek arasındaki o kritik eşiğe yaklaştığını hissediyorum. Ve bunun hem kendisi için, hem de Türk basketbolu için telafisi imkansız sonuçlara yol açacağını düşünüyorum. Aydın Örs artık geri dönmeli. Bir yerlerden yine başlamalı. Çünkü Türk basketbolunun hiç olmadığı kadar onun bilgi, birikim ve tecrübesine ihtiyacı var. Dünya Şampiyonası için artık tren kaçtı. Zaten o istese de, ipini çeken bugününün muktedirleri, onu hiç bir şekilde organizasyona yaklaştırmaz. O zaman kah bir kulüpte görev alarak, kah önümüzdeki seçimlerde federasyon başkanı olarak kaptan köşküne yeniden çıkmalı Aydın Örs. Zira yalpalayan bu geminin yeniden rotasını bulması için, bu denizleri çok iyi bilen bir kaptanın dümene geçmesinden başka çıkar yol yok. Dön artık Aydın Örs!
‘’Yılmaz Vural'ı takdimimdir!‘’
Ligin sonuna yaklaşıldıkça ortaya saçılan iğrenç dedikodulardan mideniz bulanmadı mı? Futbol dışında her şeyin konuşulduğu; sahaya aklını, birikimini, emeğini, alın terini yansıtan teknik adamların, futbolcuların ve diğer yan aktörlerin ağır bir haksızlığa uğradığı şu dönemde gündeme getirmemiz gereken isimler de sis bulutunun içinde kayboluyor.
Oysa asıl konuşmamız gereken onlar. Kimler mi? Mesela; Kasımpaşa'yı sıfırdan alıp tek yabancıyla ve adı sanı duyulmamış oyuncularla ligde tutmayı başaran Yılmaz Vural ile Baroni'nin sakatlığının ardından formayı sırtına geçirdikten sonra Fenerbahçe'nin takım savunmasına inanılmaz bir katkı sağlayan Selçuk Şahin. Selçuk zaten tabloda haftanın futbolcusu. Yarın bir gün adından yine bahsedilecektir.
Ben bugünkü yazıyı Yılmaz Vural'a ve onun müthiş mesleki eğitimine ayırıyorum: 19 Mayıs Gençlik ve Spor Akademisi (1975-1979), Köln Spor Akademisi'ne giriş (1982-1983), Köln Spor Akademisi Futbol İhtisas Bölümü (1993), TFF B Lisansı (1983), TFF A Lisansı (1987), Orta Ren Futbol Federasyonu Bonn-Hennef Spor Okulu Futbol Monitör ve Antrenör A Lisansı (1983), Alman Federasyonu Kaiserea-Kamen Spor Okulu Antrenör A Lisansı (1986), Alman Federasyonu Köln Spor Akademisi-DSHS Teknik Direktörlük Lisansı (1992), UEFA PRO Lisans-Alman Futbol Federasyonu (2005). Ve ayrıca muhtelif tarihlerde yurtiçi ve yurtdışında eğitmen ve kursiyer olarak katıldığı onlarca eğitim semineri.
‘’Yeni sezona bakalım!‘’
Gidecekler-kalacaklar - alınacaklar listelerinin havada uçuştuğu bir haftanın ardından oynanacak maça konsantre olmanın zorluğu bir yana, başta Arda olmak üzere bazı oyuncuların adeta sezonu kapatmış bir havada olması, Galatasaray’ın Büyükşehir Belediyesi karşısındaki en büyük handikapıydı. Buna bir de son haftaların flaş ismi Neill’in yokluğu eklenince, Aslan’ın işi zor görünüyordu. Bu dezavantajların üstesinden gelmenin tek yolu ise, istekli ve arzulu bir futbol ortaya koymaktı. Galatasaray oyunun belli bölümlerinde bunu başardı. Ayağa çabuk paslarla orta alanı hızlı geçen Cim Bom, attığı tek golün yanı sıra rakip kalede rekor sayıda pozisyon da buldu. Ancak ne var ki, bu sezon şampiyonluğun kaçırılmasında en büyük nedenlerden biri olarak karşımıza çıkan ‘gol kaçırma sendromu’ yüzünden aradaki farkı açamadı. Bu maçın, buna benzer önceki karşılaşmalardan tek farkı ise Büyükşehir’in bulduğu pozisyonlardan bir gol çıkaramayarak Sarı-Kırmızılı futbolcuların gol hovardalığını cezalandıramamasıydı. Oysa ligin ilk maçında bunu başarmışlardı!
Fenerbahçe ve Bursaspor’un kazanmasının ardından az da olsa taşıdığı Şampiyonlar Ligi ümidini tamamen kaybeden Galatasaray, yeni sezonun hazırlıklarına bugünden itibaren başlamalı. Ama bundan öncekilerde olduğu gibi hesapsız, kitapsız değil. Zira, camia yeni bir hüsrana daha tahammül göstermeyebilir.
‘’Bu nasıl Galatasaraylılık?‘’
'Ezeli rekabet, ebedi dostluk' klişesinin 'dostluk' kısmının yalan olduğunu nicedir biliyorduk. Lakin son yıllarda bu yalanın yerini ürkütücü bir gerçeğin aldığını görmekteyiz: Ebedi nefret. Bir insanı, bir zümreyi, bir kulübü sevmeyebilirsiniz. Ama bu ona düşman olmanızı da gerektirmez ki... Galatasaraylı Fenerbahçe'yi sevmeyebilir; keza Fenerbahçeli de Galatasaray'ı... Bu gayet doğaldır. İki kulüp taraftarının, ezeli rakiplerinin rakiplerini desteklemesi de olağandır. Fakat yarışın içinde kendi takımın da varken, (velev ki olmasa bile) ezeli rakibim avantaj sağlamasın diye takımının yenilmesini istemenin iler tutar bir tarafı var mıdır? Pazar günü bazı Galatasaraylılar'ın takımlarının Bursaspor'a kaybetmesini arzuladığına şahit oldum. Daha sonra sayılarının bir hayli fazla olduğunu öğrendim (Burada Ali Sami Yen'de takımını çılgınca destekleyenleri tenzih ediyorum). Sırf Fenerbahçe'ye yaramasın diye takımının hedeflerinden vazgeçmesini ve kaybetmesini istemek, nasıl bir taraftarlıktır? Hiç böyle Galatasaraylılık olur mu? Galatasaray değerlerine, ruhuna ne oldu? Her daim gurur vesilesi yapılan o ruh göğe mi yükseldi? 'Benim kaybım rakibimin de kaybı olacaksa; o zaman kaybedeyim' zihniyetiyle hareket edecek kadar gözümüzü nefret bürümüşse, bırakalım topu, formayı, kağıdı, kalemi, medeniyeti filan... Alalım elimize karasabanı, yeniden sürmeye başlayalım toprağı! Yeni baştan çıkalım uygarlık yolculuğuna! Çünkü bu tren çoktan kaçtı!